Sermaye düzeni ve kriz, birbirinden ayrılamayacak bir ikili. İnsan emeğinin meta olarak alınıp satıldığı ve toplumsal refahın temelini oluşturan üretim araçlarının özel mülk sayıldığı bir rejimde bireylerin çıkarları ile toplumun çıkarlarının uyuşmasının imkanı yok çünkü. Burjuva iktisatçıları tarafından “Pazarın üretimi ve bölüşümü düzenleyici gizli eli” olarak lanse edilen bu düzen, geçtiğimiz on yılda görüldüğü üzere, hemen hiçbir rakibinin olmadığı bu dönemde eskisinden de daha fazla savaşlara, iç savaşlara, kitlesel açlık ve yoksulluğa ahlaksızlık ve çürümeye, krizlere yol açıyor. 1973 ve ‘78 petrol krizlerinden sonra içine girdiği krizleri bölgesel sarsıntılarla atlatmayı başaran dünya kapitalizmi, yürüttüğü kriz önleyici politikalarla, başedemeyeceği boyutlardaki büyük krizlerin altyapısını hazırlıyor.
Türkiye kapitalizmi ise küresel ve bölgesel krizleri yaşamakla kalmıyor, sık sık kendi özel krizlerini de yaratıyor. Üstelik her krizin bir öncekinden daha şiddetli gelmesi tesadüf değil, krizler yapısal sorunların çözümüne vesile olamıyor bir türlü. Tek açıklama var: Bu düzen ekonomideki aksaklıkları tamir etme olanağına sahip değildir. Üstelik dünya konjonktürü de bu konuda Türkiye egemen sınıfına dışarıdan yardım edilmesi için son derece elverişsiz ve daha da kötüleşiyor. Şimdi bu kırılgan ekonominin çeşitli özelliklerini inceleyerek bu durumun kaynaklarını sonuçlarını ve iktidarı hangi politikalara yönlendirdiğini inceleyelim.
Türkiye ekonomisinin kriz haritası
Türkiye, orta gelişkinlikte ve büyüme hızı düşük bir sanayi ülkesi… 1950 ve 1960’larda hızlı bir sanayileşme ve kentleşme yaşayan ülkemiz soğuk savaş yıllarına denk düşen bu dönemde bir tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru hızlı adımlar attı. Egemen sınıfın, Türkiye’nin ayakta kalmasının “stratejik önemini iyi pazarlamasına” bağlı olduğu saplantısı böyle oluştu. Ancak Türkiye kapitalizminin gecikmişliğine bağlı olarak bu sanayi, 1973 petrol krizinden itibaren de görülmeye başlandığı gibi yanlış temeller üzerinde şekillendi. Bu model, yüks ek gümrük duvarları arkasında kalitesiz mal üretmeyi hedefliyordu. Üretim, daha çok ithalata dayalı ve montaj ağırlıklıydı. Kalite standardı düşük ve ihracat şansı bulunmayan bu ürünler, yüksek gümrük duvarlarıyla korunan iç pazara sunuluyordu.
Uygulama 1960’larda iyi bir sanayileşme sonucu verdi, ama dünya petrol kriziyle birlikte girdi fiyatlarındaki ani artış sonucu ağır bir ticaret açığı ve kaynak sıkıntısı başgösterdi. İthal ikameci olarak adlandırılan bu sanayileşme modeli, bu yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yükselen sınıf hareketinin de korkusuyla terk edilmek durumunda kalınmış, 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte liberalizasyon ve ihracata yönelik sanayileşmeye geçme kararı verilmiştir. Bu modelde emekçi sınıfların gelirleri düşürülmek ve iç pazar küçültülerek ihracat artırılmak durumunda olduğundan askeri bir rejime cuk oturan yönler vardır. Bu saldırı sayesinde Özal’ın liberal politikaları için temiz ve sorunsuz bir sınıfsal zemin yaratılmış oldu.
1980’lerin ikinci yarısına gelindiğinde artan devlet yatırımları, genellikle altyapıya yöneldi. Otoyol, karayolu, elektrik ve telefon gibi pahalı altyapı yatırımları devletin hem içeriden hem de dışarıdan borçlanması pahasına yapıldı. Diğer taraftan bu dönem alınan borçların yatırıma harcandığı yegane dönem olarak kaldı. Hatta KİT’lerde borçlanmanın araç değil amaç haline geldiğini düşündürten derecede aşırı yatırımlar yapıldı. 1980’lerin Özal tipi bankacılığı, KİT’lere kredi açarak yani diğer deyişle kamu serveti yağmalatılarak palazlandırıldı. Bu dönemde başlarda 12 Eylül rejiminin işçi sınıfına saldırısının bir ürünü olarak kısılan iç tüketim, sanayi ürünlerinin ihracatının artmasını sağlıyordu. Yine de bu ihracat, sistemli bir üretim programına ve rekabetçi yatırımlara dayanmıyordu ve bir dönem sonra gerilemeye mahkumdu. Diğer yandan altyapı yatırımlarının ağırlığı dış ticaret fazlasıyla karşılanabilecek düzeyin çok ötesindeydi. Sermaye hareketleri serbestleştirildiği ve döviz alım-satımı serbest bırakıldığı, yani tam konvertibiliteye geçildiği için devlet yatırımları, borçlanma ve sermaye girişi Türk Lirası’na (TL) talep yarattı. IMF politikaları, sıkı para politikası yani yüksek faiz uygulanmasını dayatıyordu. Faiz kazanmak için ülkeye döviz olarak gelen para sisteme girebilmek için TL talep eder. Bu talep, TL’nin yabancı paralar karşısında ekonomisinin verimsizliğine rağmen fazla değerlenmesine yol açtı. Bu durumda ihracat fiyatı artıyor, ithalat fiyatı düşüyordu. Böylece döviz dengeleri ihracatın aleyhine gelişince dış ticaret açıklarıyla ülke, kan kaybetmeye ve açığı borçlanarak kapatmaya başladı. Artık egemen sınıf, devlete verdiği borcun faizinden geçinmeye başlamıştı.
1990’ların başına geldiğinde hem yoğunluk kazanan ve devlet için ciddi bir masraf haline gelen doğudaki savaş yüzünden, hem de 1980’lerin ikinci yarısında gerçekleştirilen yüksek borçlanmanın getirdiği faiz yükü yüzünden bütçe artık büyük açıklar vermeye ve enflasyon döngüsü kalıcılaşmaya başladı. 1991 ve 1992 yıllarında ABD’nin Irak’a saldırması sonucu turizm ve ihracatın hızla daralmasıyla ortaya çıkan durgunluk, aşırı ısınan ekonomide ilk krizi yarattı. Sonra 1994 ve 1998 geldi. 1994’te Tansu Çiller hükümeti, iç borçları çeviremediği için dövize hücum edilmesine yol açtı. 1998 ise bir yıl öncesinde başlayan Uzakdoğu krizinin Rusya’yı da vurması sonucu yaşanan bir sermaye kaçışı ve pazar daralmasıydı.
Yani mevcut birikim modelinde ciddi aksaklıklar olduğunun uyarısı son 10 yıl içinde üç kez verilmiş oldu. Ancak egemen sınıf, bu krizleri birikim modelini uzun vadeli çıkarlarını koruyacak şekilde tamir etmek değil her seferinde sınıfa saldırmak, emekçilerin reel gelirlerini düşürmek ve yatırımları durdurarak faizden daha fazla para kazanmak için kullandı. Böyle akılsız bir politikanın zeminini, ana hatlarıyla aktaracağımız, kısa vadeli ancak çok büyük parasal çıkarlar oluşturdu.
Tamboy teslimiyet “geliyorum” dedi
Bugün ekonomi yönetiminin ve büyük burjuvazinin uluslararası emperyalist örgütlere ve yabancı sermayeye teslimiyetlerinin altyapısı, bu yirmi yıllık bölüşüm modeliyle hazırlandı. Zaten bu süreçte krizler olmasa ne fark edecekti? Ülkeyi yönetenler, ceplerini doldurmak adına sanayileşmenin hızını kaybettiği 1960’ların ortalarından beri kalkınmayı engellediler. Türkiye, artık bu düzende kırk yıla yakın zamandır kaybettiklerini telafi edemeyecek hale geldi. 1970’lerin başında Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerden biraz daha yüksek olan gelir seviyesi, bugün anılan ortalama ülkelerin üçte biri seviyesinde. Süleyman Demirel’le temsil edilen 40 yıllık burjuva siyaseti, gelişmekte olan ülkeler yılda yüzde 4-5 büyürken Türkiye’nin kişi başına ortalama yüzde 1,4’te kalkınmasına, yani neredeyse yerinde saymasına yol açtı. Sağ iktidarların, askeri diktatörlüklerin ve faşizan baskının hakim oluğu bu dönemin sonunda ülkemiz sanayisi rekabet gücünden yoksun, verimsiz, soyula soyula kevgire dönmüş bir ekonomiye mahkum kaldı.
1998 ve 2000-2001 krizlerinden sonra bu tablo daha da karanlıklaştı ve 15-64 yaş arası nüfusun yaklaşık yarısı üretim süreçlerinin dışında kaldı (Petrol-İş 97-99 Yıllığı).
OECD ülkelerinde nüfusun yüzde 70’i üretime katılıyor. Bu düzen, halkımıza çalışarak toplumsal refaha katkıda bulunma hakkını bile çok görüyor (Petrol-İş 97-99 Yıllığı).
Peki kapitalizm, Türkiye’de kalkınma ve refah sağlayabilir miydi? Yani kimilerinin iddia ettiği gibi Türkiye’de sosyal demokrasinin bir uygulanma zemini var mıydı?
Reel sosyalizmin çöküşüne kadar burjuvazinin tercihi hep komünizm tehdidini Batı’ya pazarlayarak destek aramak oldu. Eşitsiz gelişim, Tükiye’nin doğrusal bir kalkınma ile batılılaşma yani gelişkin bir kapitalist ülke olma yolunu tıkayan en önemli unsur. Türkiye, sanayi üretiminde her zaman kapitalist merkezlerin terkettiği sektörlerde, eskimiş teknolojilerle üretim yaptı. Bu sanayi, sermaye mallarında ithalata bağımlıydı. Katma değeri düşük ürünler ihraç ederken bunun karşılığında pahalı yatırım malları ve bağımlılıktan kurtulamadığı petrolü ithal etti ve hemen hemen hiçbir zaman dış ticaret aracılığıyla kaynak yaratamadı. Sanayi üretimi ve sermaye birikim hızı düşük olan böyle bir ülkenin kaynaklarını merkezi bir planla teknoloji, altyapı geliştirme, sanayi hamleleri gerçekleştirme seferberliğine girişmesi gerekir. Merkezi planlama ise bilindiği gibi özel sermaye mülkiyetinin doğasıyla çelişkilidir. Kapitalistlerin ülke kalkınması ile ceplerinin dolması arasında yapacakları tercih bellidir. Türkiye’nin düzeni bu ikisinin hep zıt olmasını gerektirmiş, tercih yapmak bu asalaklar için kaçınılmaz olmuştur.
Güney Avrupa ülkeleri ise kapitalizmin merkezine coğrafi ve kültürel yakınlıkları, düşük nüfusları ile bir Avrupa iç pazar istikrarı adına hazmedilebilir durumdaydılar. Dolayısıyla 70’lerde Türkiye ile aynı durumda olan İspanya’nın bugün sekiz kat daha fazla kişi başı gelire sahip bir Avrupa ülkesi olması, Türkiye’nin mevcut sermaye düzeniyle daha iyi yönetilebileceğinin bir ispatı olamaz.
Dünya ekonomisinde katlanarak büyüyen sermaye hareketleri
Dünya kapitalizminin son on yıldaki yönelimleri sonucunda metal, otomotiv, makine, petrokimya gibi geleneksel sektörler durgunluk içine girerken, telekomünikasyon, elektronik-bilgisayar, yazılım, biyoteknoloji gibi alanlarda yaratılan katma değer miktarı sıçrama gösterdi. Bu durum, bu yeni alanlarda yaratılan yeni pazarlar sayesinde özellikle 1990’ların ikinci yarısında kapitalist merkezleri ekonomik durgunluktan korudu ve tatminkar büyüme oranları sağladı. Fazla abartılmasının aksine bu durum kalıcı görünmemektedir. Geleneksel sektörlerin zayıf halkalara terkedilmesi, emperyalizm için fazla riskli bir durumdur ve merkezlerdeki sanayi işletmeleri, büyüme hızları yavaşlasa da kârlılıklarını koruyabilmektedirler. Yeni sektörler, artık ekonominin daralmasına daha duyarlı hale gelmiş, pazarlarının sıçramalı büyüme dönemi sona ermiş görünüyor. Diğer yandan bu yeni sektörlerin zayıf halkalar üzerinde yeni değer aktarım mekanizmaları yarattığı da açıktır. Nasıl önceden zayıf halkanın orta gelişkinlikte kapitalist rejimleri, tarım ve tarıma dayalı sanayi ürünlerini düşük değerden satıp makine türünden ağır sanayi ürünleri alırken bir değer aktarımına tabi oluyorlardıysa, bugün de telefon şebekeleri bilgisayar programları, genetik dönüşüme uğramış tohumlar gibi yüksek değerli ürünler karşılığında mal satmaya çalışmaktadırlar. Daha da önemlisi, üretim süreçleri parçalanarak, en nitelikli ürünler bile kısmen zayıf halkalarda üretilmekte, merkezlerde son haline getirilmektedir. Bu amaçla sermaye, ciddi bir dolaşım hızına sahip olmaya başlamıştır. Böylece hem az gelişmiş ülkelerin ucuz emek gücünden yararlanılmakta hem de teknoloji transferinin önüne geçilmektedir. Buna en kilit sektörlerden biri olan silah sanayi de dahildir.
Bu arada zengin emperyalist ülkeler, en başta ABD olmak üzere ciddi bir iç pazar yaratmayı başardılar. ABD toplumu ortalama olarak son on yıl içinde ürettiğinden bir yıllık geliri kadar daha fazla tüketmiştir. Böylece emperyalist ülkeler, zayıf halka kapitalizmlerine sadece pazar gözüyle bakmaktan vazgeçip, üretim süreçlerini buralardaki ucuz emek ve diğer doğal kaynaklardan yararlanacak şekilde parçaladılar. Son otuz yıldır emperyalizmin zayıf ülkelere yönelik neo-kolonyalist pazar anlayışı yerini yavaş yavaş sermaye ihracına bırakmaya başladı ve süreç 1998 dünya krizine rağmen devam etmektedir.
Türkiye ekonomisi güçlü mü?
Yukarıda kısaca anahatları özetlenen dünya ekonomisinin son yönelimleri içinde ekonomik olarak güçlü olup olmamaktan ne anladığımızdan emin olmamız gerekiyor. Türkiye’nin dünyanın en büyük üretim potansiyellerinden birine sahip olduğu ortada. Ancak ülkenin kalabalık nüfusu, kişi başına düşen refahın düşük çıkmasına ve Birleşmiş Milletler (BM) insani kalkınma endeksinde “az gelişmiş” dilimde yeralmamıza yol açıyor. Ayrıca bu ekonomik potansiyelin verimsizlik, mali krizler ve yatırım eksikliği nedeniyle liberal dünya ekonomisi koşulları altında rekabet gücünü hızla yitirdiği, üretim maliyetlerini aşağı çekemediği ve sadece işçilik maliyetini aşağı çekmeye uğraşırken altyapının ve teknolojinin eskimesinden kaynaklanan iç ve dış pazar kayıpları yaşadığını söyleyebiliriz. Rekabet gücü, 49 ülke arasında 1999’da 38.’likten, 2001 yılında 44.’lüğe kadar geriledi. Sadece üç yıl içinde altı ülke tarafından geçilmiş olmak, Türkiye sanayisinin duraklama dönemine girdiğinde neler kaçırabildiğinin önemli bir göstergesi.
Ülkeyi yöneten ve siyasete bu kadar yakın duran kapitalistler, üretmekten başka her türlü düzenbazlığı düşündüler. Bugüne geldiğimizde bavullarla para, yurtdışına, döviz hesaplarına, paravan yabancı şirketlerin içine istiflenmiş durumda. Şimdi “ekonomik reformların” emekçi sınıfları bir kez daha ezip geçmesini, deliklerin onurlu emekçilerden sömürülen artı-değerle kapatılmasını ve tekrar teşrif edip yeni tezgahlar kurmayı bekliyorlar. Bu arada “güçlü ekonomik potansiyeller” krizle birlikte daha ucuz hale geldikçe tekelci burjuvazi bu serveti emperyalistlerle birlikte paylaşmaya hazırlanıyor.
İhracata yönelik ekonomi ve IMF talimatları doğrultusunda emekçilerin ücretlerini düşürme sonucunda iç pazarda ciddi daralmalar görüldü. Diğer taraftan ilk anda döviz kuru avantajı ve düşük maliyetler nedeniyle yükselme şansı yakalayan ihracat, kısa süre içinde yeniden durgunluk dönemine girdi. Devletin aşırı borçlanmasıyla yükselen faizler ve ekonomik krizler şirketlerin orta ve uzun vadeli yatırım planları yapmasını engelledi ve sınıf, doğrudan sömürü oranını artırmak dışında 12-15 yıl boyunca kılını kıpırdatmadı. Diğer yandan faizler sayesinde oluşan rant ekonomisi, yeni zenginler yaratarak lüks tüketimi pompaladı ve gelir dağılımı uçurumu arttı. Bugün gelinen noktada her ne kadar hükümet, rant ekonomisine karşı savaş açmış görüntüsü verse de, bu değirmenin rantiyeler ve yolsuzluk ekonomisi olmadan dönmeyeceğini biliyor; perdeyi uygun bir zamanda kapatmayı düşünüyorlar. Hem ihracat şansı sınırlı hem de iç pazar sorunu yaşayan Türkiye sanayisi, kâr oranlarının azalmasına karşı faiz silahını da yitirirse ne yapacağını kara kara düşünüyor. Bu arada kriz dinamikleri, zaten yüksek olan tekelleşme oranını daha da artırırken, tekelleri yurtdışına ve yabancı sermaye ortaklıklarına açılmaya zorluyor. 1998 yılı verilerine göre (DİE), Türkiye imalat sanayinde toplam 124 sektörün 35’inde orta, 25’inde yüksek, 44’ünde ise çok yüksek derecede yoğunlaşma (yani tekelleşme) bulunuyor. Sadece 20 sektörde rekabet ortamı bulunuyor.
Sermayenin serbest dolaşımı
Türkiye’nin siyasal ve ekonomik düzeni, diğer tüm kapitalist rejimlerde olduğu gibi mülkiyet ve hegemonya ilişkilerinin yeniden üretimi üzerine kuruludur. Devletin üretim ilişkilerindeki konumunu, ortaya çıkan artı değerin egemen sınıfın çeşitli bileşenleri ve devlet tarafından paylaşımını, iç ve dış pazarın yapısını ve bu pazarlara sürülebilecek olan malların kapsamını belirleyen bir ekonomik model, varlığını sürdürülemez kılan ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalınmadığı sürece siyasal sistemi tutuculaştırarak varlığını koruma eğilimindedir. Kapitalist rejimler, genel bir eğilim olarak iki petrol krizinin hemen ardından gelen genişleme döneminde sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve bunu sağlayacak serbest döviz kuru mekanizmalarına yönelmişler, “sermayenin serbest dolaşımı”nı uygulamaya sokmaya başlamışlardır.
Kur ve gümrük rejimini giderek serbestleştiren iktidarlar, bu sayede ekonomiyi sermaye giriş çıkışlarındaki ani değişimin yarattığı fırtınaya açmışlardır. Doğrudan yani yatırım için giren sermayede kayda değer bir artış olmadığı halde spekülatif yani kısa vadeli kâr amaçlı sermaye hareketlerinde artış yaşandı. Hem dünya ekonomisindeki gelgitler hem de Türkiye’nin mali göstergeleri yüzünden bu sıcak para, sık sık ürkmeye ve dövizde, faizlerde sıçramalar yaratmaya başladı.
Faiz, rüşvet, kaçakçılık…
Kamu kuruluşlarının borçlandırılması ve sonrasında yatırım oranının azalması, kamu sektörünün giderek verimsizleşmesine, KİT’lerin zarar etmeye başlamasına yolaçtı. 1990’ların sonuna geldiğimizde Türkiye’nin en büyük 500 şirketi, kârlarının yarısını faaliyet dışı gelirlerden yani devlet tahvillerinden ve repodan elde etmeye başlamışlardı. Gelinen noktada Türkiye’de istihdam edilen kişi başına 9 bin dolarlık üretim yapılırken bu rakam ABD’de 60 bin doların üzerinde. Yani bir kişi, daha fazla emek harcasa bile ABD’deki bir çalışanın altıda biri değerinde ürün elde ediliyor. Bu, ekonomideki değişken semaye/bağlı semaye oranıyla yani yeniden üretimin genişleme hızıyla, daha basiti yatırımlarla ilgili. Bir saat içinde üretilen değer, gelişmiş ülkelerde Türkiye’dekinin 10 katını buluyor. Üstüne üstlük yapılan yatırımların sadece yarısı imalat sanayine, gerisi hizmet, ticaret gibi üretken olmayan ve krizlerde buharlaşmaya daha meyilli sektörlere gidiyor.
Yapısal bozukluklar bununla bitmiyor. Türkiye 2000 yılında 4,2 milyar doları, yani yaptığı ihracattan elde ettiği gelirin yüzde 15’ini petrole harcadı. Hemen hemen aynı büyüklükte bir miktarla da savunma harcamaları yapıldı. Türkiye, yaşadığı bütün ekonomik krizlere rağmen dünyanın en büyük silah alıcılarından biri olmayı sürdürüyor. Son sekiz yılda 29 milyar dolar askeri harcama yapılmış durumda. Bütçede askeri harcamaların payı yüzde 4,95 iken bütün “tasarruf” şovlarına rağmen bu pay 2001’de yüzde 6,95’e fırladı! Bu, yatırım harcamaları için ayrılan paya hemen hemen eşit… İthalata dayalı olan enerji ve savunma harcamalarına bir de altın ve lüks tüketim malları ithalatını eklersek Türkiye’nin yaptığı ithalatın en az yarısı yani ihracatı kadar olan bölümünün ekonomide verimliliği arttırmayan, yatırımı ya da üretimi hızlandırmayan mallardan oluştuğu görülüyor.
Uluslararası yolsuzluk izleme kuruluşlarının yaptıkları istatistiksel değerlendirmelere ve gözlemlere göre ülkemizde her yıl 32-38 milyar dolara ulaşan faiz ve personel dışı kamu harcamalarının yüzde 15’i komisyon olarak siyasetçi ve bürokratlar tarafından çalınıyor. Hükümet, temizlik operasyonlarıyla 5 milyar dolarlık yolsuzluk yakalamış olmakla övünedursun, bundan önceki bütün hükümetler gibi her yıl aynı büyüklükte bir rüşveti kendi kontrolünde paylaştırmaya devam ettiği anlaşılıyor. Kamu harcamaları üzerinden sağlanan milyarlarca dolarlık haksız kazanç, Orta-Asya Avrupa uyuşturucu trafiğinin coğrafi olarak göbeğinde bulunan Türkiye’de cirit atan uyuşturucu tacirlerinin kazandığı kara paralarla birleşiyor. Çoğu yurtdışına kaçırılan ve aklanmak üzere, çeşitli kimlikler altında Türkiye’ye sokulan bu paralar, ülkede önemli bir ekonomik aktivite yaratıyor. Avrupa emekçilerinin çocuklarını öldüren zehir, maalesef ülkemizin asalak egemenlerinin bir beslenme damarı haline gelmiş durumda. Rüşvet ve kaçakçılıkla mücadelenin ekonomideki durgunluğu artırdığından artık kimsenin şüphesi bulunmuyor. Çıkar ilişkilerinin büyüklüğü ve en yukarılara kadar uzanması, bu “temizlik oyununun” tıpkı İtalya’da yaşandığı gibi önceden hesaplanmış bir noktada sona ereceğini ve herkesin çöplüğüne geri döneceğini işaret ediyor. Tekelci kapitalizm, doğası gereği temiz yaşayamıyor.
Bir başka yapısal sorun: Zayıf mali sistem
Türkiye’nin toplam borcu, bir yıllık milli gelirini geçiyor. Bunun ilk sonucu her şeyden önce dünya mali sisteminin Türkiye’ye yeni kredi açmak istememesi. Bilindiği gibi son 10 milyar dolarlık IMF yardımı, ağır siyasi dayatmalarla ve “son kez” olmak koşuluyla verilmişti. Bundan sonra Türkiye’ye önümüzdeki 8-10 yıl boyunca faiz dışı fazla vererek bu borçları azaltmaktan, yani faiz ve anaparaları ödemekten başka şans bırakılmıyor. Üstelik borcun azalması, faiz ödemelerinin birikmesi nedeniyle 2003 yılından önce başlamayacak. Aynı dönem boyunca ise borçlarımız artarken milli gelir bu yılki ciddi küçülme sonrasında bile yerinde sayacak. Faiz dışı fazla vermek, devletin sosyal niteliklerinden tamamıyla vazgeçmesi; eğitim, sağlık, adalet ve sosyal güvenliğe daha da az pay ayırması demek. 1980’lerin ortalarında faiz giderleri iç borç stoğunun yüzde 10-20’si arasında seyrederken 1998 yılı ve sonrasında bu oran yüzde 50’ye ulaşıyor. 10 yıldır hiç çivi çakılmamışken dış borçlar üçe, iç borçlar sekize katlandı. Peki Türkiye’nin bu borçları nereden kaynaklanıyor? Ne için kullanıldı ve kim geri ödeyecek?
Türkiye mali sisteminin diğer bir zayıflığı tasarrufların önemli bir kısmının döviz olarak mali sistem dışında tutulması, mali sistem içinde ise mevduatların yarısından biraz fazlasının döviz cinsinden olması. Ülkemizde Almanya’da dolaşımda bulunan miktar kadar Alman Markı dolaşıyor. Ayrıca tam 38 milyar dolarlık döviz tevdiat hesabı bulunuyor. Kırılganlığın kaynağı sadece bununla da sınırlı değil. Kalan TL tasarruflarının büyük bir kısmı repo ve kısa vadeli mevduatta; yani her an sistemden kaçabilecek durumda. Bütün bunların sonucu olarak uzun vadeli ekonomi politikaları uygulayabilme olanağı, “sermayeyi ürkütmemek” adına ortadan kalkıyor. Ekonomi yönetiminin birincil önceliği, yüksek faiz, mevduat güvencesi gibi her olanağı kullanarak “paraya para kazandırmak” böylece kaynaklarını bu yönde harcayarak yoksulu daha da yoksullaştırmak…
Devletin toplam borcu, 2003’te milli gelirle aynı seviyeye gelecek. Bu arada Hazinenin 2001 yılı içinde içeriden borçlanması gereken rakam, bütçeyi aşıyor.
Krizin mekanizmaları
Şu noktaya kadar uzun yıllardır biriken yapısal sorunlara ve uzun dönemli ekonomik seyire baktık. Biraz da yaşamakta olduğumuz krizin güncel dinamiklerini inceleyelim. Kasım 2000 ve Şubat 2001’de patlayan iki krizin devamının geleceğinden korkulduğu bugünlerde, bu ikili krizin nasıl patladığı aslında zaten patlamaya mahkum olmasından daha önemli değil. Yukarıda anlatılan yapısal bozukluklara sahip ekonomide artan gerilimler, artık bir tetik mekanizması sayesinde patlamaya yol açabilecek hale gelmişti.
Bülent Ecevit-Necdet Sezer kavgası, çöküşü tetikleyen olay oldu. Bankalar zaten zor durumdaydı ve suç “siyasi bir kavga”ya atılırken gerçekte bankaların panik içinde oldukları ve krizin aslında Kasım 2000’den beri sürmekte olduğu gizlenmeye çalışılıyordu. Kavganın konusu bile, hükümetin bankalardaki yolsuzlukların üzerine yeterince gitmemesi değil miydi? Restorasyon sürecinde, hükümet içinde bankacılık reformunun mantıksal sonuçlarına ulaştırılması gerektiğini düşünenler ile bunun ekonomik çöküşe yol açacağı için hemen durdurulması gerektiğini düşünenler arasında bir meydan savaşı başlamıştı.
Türkiye’nin kur dengeleri ve cari açıkta ters köşeye yatmış olduğu ve krize sürüklendiği Ağustos 2000’de kesinlikle açıklık kazanmıştı. Bir daha özetleyecek olursak, TL’nin değerini sabit bir artış oranına fiksleyen ve faizi serbest bırakan hükümet, ekonominin sıcak para saldırısı ve ithalat patlamasına uğramasına yol açtı. Döviz kurlarındaki yükseliş enflasyonun altında kalınca Türk malları dış piyasalarda pahalı kaldı ithal mallar ise iç piyasalarda ucuz. Buna bir de ağırlıklı olarak ihracat yaptığımız Avrupa’nın para biriminin, ağırlıklı olarak ithalat yaptığımız ABD dolarına karşı değer kaybetmesi eklenince ihracat iyice daraldı. Yetmedi; bir de petrol fiyatları ABD’nin Rusya Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine bir iyiliği olarak ikiye katlanıverdi. Sadece petrol ithalatı faturası bir yıl içinde altı milyar dolar arttı!
İthalat patlaması Ekim ayında doruğuna varmadan önce, Ağustos’ta kriz “geliyorum” dedi. Peki restorasyoncular, anlamadıkları için mi yoksa anlamamazlıktan geldikleri için mi bu politikayı sistem çatlayana kadar, altı ay daha sürdürdüler?
Bankacılık sisteminin “çatlamaya” ihtiyacı vardı. Devletin döviz bazında verdiği yüzde 20 reel faizden vazgeçip kendilerini tamir etmeye başlamaları kriz olmadan hemen hemen imkansız gibiydi.
Bu olay, “akademik” tartışmalarda “laboratuar olarak kullanıldı” değerlendirmelerine neden oldu. Emperyalistlerin bir ekonomik denetleme ve yönetim organı olarak IMF, sonucunda abilerine zarar ettirecek deneyler yapmaktan kaçınır. Ancak dayattığı programlar o kadar yanlıştır ki, bazı saf ekonomistler, bir deney yapıldığı ve faturasının ağır olacağı baştan belli olan politikaların kasten uygulandığı sonucunu çıkarabilirler. Ama son tahlilde kaotik tekelci kapitalist düzende uygulanmaya çalışılan her ekonomik politika bir deney değil midir?
Krizin ne kadar hesaplı çıkarıldığının fazla önemi yok; ama Eylül ayı ve sonrasında kriz “geliyorum” derken restorasyonun “buyursun gelsin de arada işimizi görelim” tercihi yaptığı açıktır. Bu, krize karşı alınmaya çalışılan acemice önlemlerde de kendini açık etmiştir. Örneğin ekonomi durgun olduğu ve elde TL ve döviz bulunduğu halde neden parasal müdahale yapılmadığını sormak gerekiyor. Ya da önce on milyar doları bankalara satıp sonra devalüasyon yapmak büyük bankaları zengin etmekten başka nasıl açıklanabilir? Bürokratlara hiçbir sinyal verilmemiş, yalnız bırakılmışlar ve sonunda başları yenmiştir. Kamu bankalarının nakit sıkışıklığı bilindiği halde faizlerin yüzde 1000’in üzerine çıkmasına göz yumulmuş, sonra da krize “kamu bankaları yüzünden çıktı” süsü verilmiştir.
Bankacılık sistemine bir göz atalım…
Her şeyden önce sosyalistlerin mücadele etmesi gereken en önemli şey, toplam harcamalarının yarısından fazlasını faiz harcamalarına ayıran bir devletin, krizin suçunu kamu bankalarına atmasıdır. Bu tezin iki yalandan oluşan bir gövdesi bulunuyor. Birincisi, bankacılık sistemindeki sorun, kamu bankalarından kaynaklanmamaktadır. İkincisi, 10 yılı aşkın süreyle biriken gerilime dayanamayıp çöken, sadece bankacılık değil Türkiye’nin parası, yani ekonomik ilişkilerin bütünüdür. Artık TL ile işlem yapmak, maceraya atılmaktan başka bir anlama gelmiyor. Bankalar, topladıkları mevduat ve yabancı bankalardan aldıkları borçla oluşturdukları fonlarla hem şirketlere kredi verirler, hem de Türkiye’de ilkinden daha fazlasıyla devlete borç para verirler, yani devlet iç borçlanma senetleri alırlar. Hatta bu senetleri, fonları yettiğinden çok daha fazlasını alır, sanayi ve ticaret şirketlerine satarak komisyon kazanırlar. Sanayi ve ticaret şirketlerinin kazandıkları paranın yarısından fazlasının devlet senetleri faizinden geldiği biliniyor. Devlet, bankalara ve diğer şirketlere, dış borçlarından daha yüksek faizle borçlanmakta, burjuvaziye kaynak aktarmaktadır. Bankaların verdiği krediler, topladıkları mevduatın ancak yarısına ulaşabilmektedir, çünkü kâr oranlarının hızla düştüğü Türkiye sanayisi, kredilerin geri ödenmesini güvenilmez hale getirmektedir. Kriz sonrası, daha önce verilmiş olan kredilerin yüzde 20’sine yakını “resmen”, yarısına yakını “fiilen” bataktır. Fiilen batmış olan kredilerin çoğu, vadesi uzatılmış gösterilerek gizlenmekte, en az on milyar dolarlık bir başka delik, banka bilançolarında hem de “en güçlü” özel bankaların bilançoları da dahil olmak üzere saklanmaktadır.
Sonuçta devlet iç borçlanma senetleri (DİBS), yani hazinenin borçlanması karşılığında verdiği kağıtlar, bankaların en önemli yatırım aracı haline gelmiştir.
1999 yılı sonunda başlayan ve faizlerin düşürülmesini amaçlayan IMF programı bankaların elindeki bu kağıtların değerini artırdı. Kendilerini eskisine göre daha zengin hisseden bankalar, vadesi gelen kağıtları bozdurarak, düşük faizden daha fazla DİBS aldılar. Yani getirisi düşen DİBS karşısında daha fazla kredi vermesi gereken bankalar, risklerini tartmadan faiz düşürme yarışına angaje oldular. Faiz düştükçe geçmişte yapmış oldukları işlerin şimdiki kârlılığı artmakta, diğer taraftan gelecekte yapacakları işlerin riskleri de aynı oranda yükselmekteydi. Herkes kendi kendini Avrupa Birliği (AB) ve yabancı sermaye girişi rüyasına kaptırmıştı.
Kasım krizi bankaların, bu tehlikeli oyuna yıl sonu pozisyon ayarlamalarının yaklaşması bahanesiyle son vermek istemelerinden kaynaklandı ve kabak, devlete en çok borç para veren Demirbank’ın başına patladı. Hızla yükselen faizler, fonlama ihtiyacı yüksek olan kamu bankalarını da sıkıştırınca bu bankalar diğer bankalara karşı yükümlülüklerini yerine getiremedi ve para sistemi çöktü. Gecelik borçlanma faizleri yüzde 1000’leri yani bir gün için yüzde 3’ü geçti. Kamu bankalarının nakit açığının 20 milyar dolar olduğu düşünülürse, bu astronomik faizlerin görüldüğü her gün kamunun en az 600 milyon dolar zarar etmesi anlamına geliyordu. Bu zarar eninde sonunda bütçeden karşılanacaktı. Yabancı sermaye, çok yüksek seyreden dış ticaret açığı nedeniyle zaten tetikte olduğu için çok kısa süre içinde ülkeyi terketti.
Sonuçta, iki krizle, 20 milyar dolar kadar bir sermaye kaçışı yaşanmış oldu. İlk kriz, bir TL krizi olarak borç para ile iş yapan şirketleri vurdu. İkinci kriz ise, devalüasyonla sonuçlandı ve başta bankalar olmak üzere döviz borcu ile iş yapan şirketleri vurdu.
Kamu bankaları
Kamu bankaları, krizin nedeni değil, kurbanı oldular. Bir kere görev zararları denilen “batık kredi” sınıfına sokulabilecek olan zararlar, hükümetin karşılığını ödeyeceğini taahhüt ettiği rakamlardı ve bu paralar, 1992’den beri, sübvansiyonlar ve teşvikler için kullanılmıştı. İşi faiz ödemek değil, üretimi teşvik etmek ve sosyal refahı sağlamak olması gereken bir devletin bütçesini sağlık, eğitim, ulaşım, konut ve büyük altyapı yatırımlarına ayırması gerekirken bunların hemen hemen hiç gözetilmediği ortada. Verimsiz otoyollar, karayolları, sonradan özel sektöre peşkeş çekilecek olan ve yine özel sektöre fahiş fiyatlarla yaptırılan enerji santralleri gibi “bayındırlık” yatırımları hariç devlet, sadece personel ve faiz harcaması yaptı.
Teşviğe ihtiyacı olan tarım, konut, küçük sanayi gibi alanlarda ise, kamu bankalarına piyasadan daha düşük faizli kredi kullandırarak asli fonksiyonlarını telafi etmeye çalıştı. Sonuç bütçede görülmeyen ve bütçenin yarısından fazlasına eşit olan, 20 milyar dolarlık bir delik oldu.
Bu delikten bankaların kendileri sorumlu tutulamayacakları gibi, aslında batık kredilerinden bile sorumlu tutulamazlar. Siyasi iktidar, göz göre göre kamu servetini siyasi çıkarları için harcamış, büyük bürokrat ve siyasetçiler, yakın çevrelerini zengin etmişlerdir. Şimdi özelleştirerek “bu enkazı temizleyelim” diyorlar, ama işin gözden kaçan bir yanı var, o da dört büyük kamu bankasının Türkiye’deki mevduatın üçte birini, kredilerin de dörtte birini ellerinde bulunduruyor olması. Bu durum yerli ve yabancı finans tekellerinin iştahını kabartıyor. Şimdi kamu bankalarından ikisi kapatılıp ikisi satılacak ve tekelci basın bu durumu “krize yol açan yükten kurtulduk” yalanıyla davul zurnayla karşılayacak. İşte memleketi böyle satıyorlar.
2001 Nisanı’nda başlayan ikinci IMF programı, 20 milyar dolarlık sermaye kaçışını, 20 milyar dolarlık hükümetin kamu bankalarına olan borcunu ve burjuvazinin batırdığı ve hortumladığı yine en az 20 milyar dolarlık banka ve krediyi emekçilerin cebinden çıkarma operasyonudur. Giden bir şekilde yerine konulacaktır ve hainler şimdilik hâlâ yönetebilmektedir…
Bu deliklerin toplamı, Türkiye’nin ulusal gelirinin yüzde 40’ını bulmaktadır. “Devletin ekonomiye müdahalesine son verilmesi” kandırmacasının Türkçesi, bu delikleri emekçinin cebinden yamamaktır. Krizi çözeceğini iddia eden IMF güdümlü hükümet, düze çıkmak için yüzde 30 işsizlik, yüzde 30 gelir düşüşü, yüzde 30 üretim düşüşünü dayatmıştır. Suç başta bankalar olmak üzere kamu işletmelerinin sırtına bindirilmektedir. Türkiye’deki mevduatın toplam yarısına yakınını elinde tutan kamu bankaları, yerli ve yabancı finans tekellerinin ağzını sulandırmaktadır. Telekom, Petkim, Tüpraş ve THY de öyle. Bugün enerji, haberleşme, ulaşım gibi sektörlerin özelleştirilmesi, sanayinin bu hizmetlerden daha da pahalı yararlanmasına yol açacak, üretim büsbütün daralacaktır. Ama orta ve uzun vade, emperyalizmin umurunda değil. Önemli olan Türkiye’nin üç dört yıl içinde borçlarını ödeyebilir tutulması ve en kârlı işlerini dünya tekellerinin yağmasına açması…
Krizin sonuçları
Son krizle birlikte milyonlarca işsiz ortaya çıktı. Sadece kriz sonrasında birkaç ay içinde 100 bini finans sektöründen olmak üzere 700 bin nitelikli emekçi işini kaybetti. Resmi istatistiklerin ötesinde gerçek işsizlik oranının işgücünün yüzde 25’ini geçtiğine kesin gözüyle bakılıyor, üstelik IMF politikalarıyla bankacılık ve tarım kesimindeki çöküşün devam etmesi yüzünden bu oranın daha da artması bekleniyor. Resmi verilere göre imalat sanayiinde kapasite kullanım oranı Ekim 2000’deki yüzde 81,3 seviyesinden, Nisan 2001’de yüzde 68 seviyesine kadar geriledi. Küçük ve orta boy işletmelerde bu oran yüzde 50’lerde hatta biraz daha altında seyrediyor. Sonuç: Yüzde 25 küçülme ve teslimiyet…
Bugün gelinen nokta, krizin verdiği hasarı tam olarak hâlâ yansıtmıyor. 2001 yılı sonuna kadar zincirleme etkiler peyderpey gerçekleşecek; ticari durgunluk, ithalat daralması, işsizlik artışı doruk noktasına ulaşacaktır. Gelinmesi istenen nokta emperyalist yabancı sermayenin “kurtarıcı” gibi karşılanmasıdır. Yabancı sermayenin ülkenin iyi gelir getiren işlerine yerleşmesinin önündeki engeller, kriz öncesinde temizlenmeye başlanmış; kriz, bu faaliyetin etkin bir fırsatçılıkla başdöndürücü hıza ulaşmasını sağlamıştır. Yasama rekorları kıran TBMM’de milletvekilleri, oy verdikleri ve ülkeyi sömürgeleşmeye giderek daha fazla açan yasaları okumaya bile fırsat bulamıyorlar. Zaten okumaya ve anlamaya cesaretleri de yok. Çoğu, bir daha seçmen önüne çıkamayacağını bilmekte, maddi çıkarları için kuklalık yapmaktadır. Kriz öncesinde emeklilik yaşının yükseltilerek sosyal güvenlik sisteminin neredeyse lağvedilmesi, tahkim yasalarıyla ülkenin yargı sisteminin emperyalist sömürüyü sınırlamasının önüne geçilmesi tamamlanmıştı. Kriz sonrasında ise elektrik, şeker ve tütün piyasası kanunları Telekom ve THY özelleştirmeleri için gereken kanunlar hızla gündeme alındı.
Bu arada hem ekonomi yönetimi hem büyük burjuvazinin sözcüsü TÜSİAD, hem de IMF ve Dünya Bankası yetkilileri krizden önce yürütülen programda yaptıklarının aynısını kriz sonrasında da sürdürüyor, kriz kendi yaptıklarının sonucu değilmişçesine bu “son şans” edebiyatı yapıyorlar. Sarsılan prestijleri, aldıkları riskleri artırıyor ve tam cepheden aceleyle emekçilere saldırıyorlar. Evet; belki tekelci sermaye için bu yıllar artık Türkiye’yi Ortadoğu ve Kafkaslar’ın ateşinden kurtarıp arka bahçeden de olsa AB’ye eklemlenmek için son fırsatlar olabilir ancak emekçi sınıflar, AB’nin arka bahçesinin ya da AB çiftliği olmanın Türkiye’yi 35 yıllık yoksulluk ve kötü yönetim kaderinden kurtaramayacağını bilmeliler. Ateşe sırtını dönüp Avrupa’ya uzanmaya çalışanlar diğer taraftan bir yerlerini açıkta bırakmaktadırlar ve ateş riski hiç de azalmıyor.
Amaç bellidir: Siyasi iktidarın ülkeyi krizden çıkarmaya, ulusal refahı ve sosyal adaleti artıracak önlemleri almaya hiç niyeti yoktur. Amaç krizi düşük yoğunlukta süreklileştirerek bir borçlar idaresi -Düyun-u Umumiye- hükümetini, Kemal Derviş liderliğinde sürdürmek ve tekelci sermayeye sınırsız imtiyaz-ları her alanda devreye sokmaktır.
Bu bir program değil, oyalama taktiğidir. Oyalamadan kasıt, bu borçların problem yaşanmadan ödenebilmesi, emperyalist sermayenin ceplerini şişirebilmesi için gereken süreyi kazasız belasız atlatabilmektir. Yani “ekonomik program” dedikleri bir tür “alacak tahsil programı”.
“Yardım” adı verilen dış borçlanma, Türkiye’yi dünyanın en borçlu ülkesi haline getirmek pahasına ekonominin ancak hayatta kalmasına yetiyor. Krizi kontrol edilebilir ve sürdürülebilir hale getiriyor. Karşılığında istenen, memleketimiz emekçilerinin “borç faizi” adı altında emperyalistler için çalışması, daha fazla sömürülmesi, önemli ve sağlam gelir kaynaklarını emperyalist sermayeye bırakması, İsrail’le ortak olup Ortadoğu jandarmalığı yapması ve gerekirse AB ve NATO adına sıcak çatışmaları göğüslemesidir.
Tekelci burjuvazi, dünya kapitalizminin hızlı dinamikleri karşısında 40 yıllık saltanatının yarattığı zafiyetinin farkına varmış ve panik içinde destek arayışına girmiştir. Çözüm, memleketin satışından komisyon almak olarak “keşfedilmiştir”. Yöntem, emperyalist sermayeye küçük ortak olmak “çürük olsun, hepsi benim olsun” fikrinden vazgeçip “sağlam olsun, rahat uyuyalım” fikrini benimsemektir. Bu ülke, burjuvazinin elinde AB’nin üyesi değil, çiftliği olmaya doğru gidiyor. Yeni kompradorluk ise, çiftlik kahyalığına tekabül ediyor.
Hem ücretler düşüyor, hem işsizlik yükseliyor. İşsizler ordusu, daha çok sömürü için bir silaha dönüşüyor.
Krizde kaybedenler yalnızca emekçiler değil bir de orta burjuvazi ve köylülük oldu. Bu durumdan işçi sınıfının yeni müttefikler kazanacağı sonucunu çıkarmak çok aceleci bir tutum olur. “Tarım reformu” adı altında orta köylülüğünliberalizmin yıkımına uğratılması Anadolu kentlerini göçmen akınına uğratacaktır. AB’nin, yıllık 65 milyar Euro’luk bir tarımsal destek bütçesine sahip olduğunu görmezden gelerek ve gizleyerek, destekleme alımlarını terkediyor ve kriz sayesinde tarımı tekelci kapitalistlere açmak istiyorlar. Anadolu kentlerindeki esnaf ve küçük işletmelerin sayılarının da hızla azalması bekleniyor. Yabancı sermayenin yaratacağı “sanayileşme hamlesinin” Anadolu kentlerinde bu yeni işsizlere ekmek kapısı olacağı iddia ediliyor.
Bu en büyük yalandır. Mevcut koşullarda Türkiye ekonomisinin bu düzendeki kalkınma şansı bir çeyreklik nüfus için ve bir ihtimal dahilinde mümkün olabilir. O ihtimal ise, dünya ekonomisinin durgunluktan çıkmasıdır. Şimdilik çok düşük.
Her koşulda nüfusun büyük çoğunluğu kent yoksulluğuna, gettolara ve işsizliğe mahkum edilecek, sonra da “bakın ne güzel kalkınıyoruz” diye yeni partilerle buralardan oy istenecektir.
Krizde kazanan, tekelci sermaye olmuştur. Tekelleşme hızla artmakta, ekonomi aynı ölçüde verimsizleşmekte, zenginler krize meydan okurcasına 100 milyarlık otomobil siparişlerini artırmaktalar. Krizin tekelci burjuvaziyi uslandıracağı yalandır. Aydın Doğan’ın krizin en karanlık günlerinde kendine özel basın yasası çıkartmaya çalışması, elektrik ve Petrol Ofisi yağmalarını hızlandırması, borsa oyunlarına devam etmesi ve çıkarları için tüm iktidar ortaklarını kullanması, bunun en güzel örneği.
Yağma yok, alacaklarını onyıllardır memleketi soyup soğana çeviren burjuvalardan tahsil etsinler.
Kaybeden işçi sınıfı olmayacak…