Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), uzunca bir aradan sonra, “sol siyasette gündem” başlıklı bir makalenin kendisine ayrılmasını hak etti. Yalnız bu yazı, ÖDP’nin son dönemdeki bir politik açılımının değerlendirmesiyle ilgili bir yazı olmayacak. ÖDP bir süredir siyasal ve örgütsel olarak kilitlenmiş durumda. Bu yazıyı gerekli kılan, ÖDP’nin yola çıkış öncüllerini oluşturan siyasal ve örgütsel tercihlerine dair bir değerlendirme yapılması ihtiyacıdır. ÖDP pratiği, başından beri kendi varlık gerekçesi olarak öne sürdüğü bu tercihlerinin sorgulanabileceği ve belli sonuçların daha açık bir şekilde çıkarılabileceği bir evreye girmiştir.
Bir süredir ÖDP’nin kendi içindeki bileşenleri zaman zaman can sıkıcı, zaman zaman gülünç ve zaman zaman da “pes” dedirtmeye devam eden biçimde “ÖDP”yi tartışıyor. Kimilerine göre, ÖDP projesi iflas etmiştir; kimilerine göre projenin belli ayakları hâlâ güncelliğini korumaktadır. Kimilerine göre ise, tümüyle kötü niyetli unsurlar nedeniyle aslında çok değerli ve “doğru” bir proje heder olmaktadır. Bu tartışmalara döneceğiz.
Ama önce kendisi 5 yıllık bir geçmişe sahip, ön birikimiyle birlikte tarihi 10 yılı aşan bir sürece yayılan bu oluşum ile ilgili temel saptamaları ifade etmekte yarar var.
Bugün daha “açık” hale geldiğini sanıyorum.
1. Başlangıçta Birleşik Sosyalist Parti’nin (BSP) ve ardından ÖDP’nin çeşitli yeni sol söylemlerle bezediği “çoğulcu parti” modelinin örgütsel ömrü sona ermiştir.
2. ÖDP’yle birlikte daha belirgin bir biçimde Türkiye siyasetinde bir “iddia” olarak ortaya atılan “toplumsal muhalefet hareketinin sözcüsü olma” siyasetinin sınırına gelinmiştir.
Saptamaların özeti, siyasal ve örgütsel bir “proje” olarak ÖDP bitmiştir.
Bundan sonrası, artık “başka bir şeydir”. Bu saptamaları biraz açacağız.
Öncelikle, bu “bitiş” yalnızca belli bir tarihsellikte, işinin ehli olmayan bir veya birkaç öznel dinamiğin yaptığı yanlışların bir sonucu olarak mı bu şekilde gerçekleşmiştir? Yani ÖDP’nin siyasal ve örgütsel projesinin, bütün olarak veya herhangi birinin ehil özneler tarafından realize edilme şansı olamaz mıydı?
Sorunun kendisindeki çarpıklıklara ilişkin not düşmek gerekecek. Öncelikle bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağını, bu yazının muhatabı olan herkes kabul edecektir ve böylelikle bir kalemde soru yanlış ilan edilebilir. Ancak, tam da bu şekilde ifade edilmiyor olsa bile, ÖDP içinde yalnızca örgütsel projesine, veya yalnızca siyasal olanına bağlananların sayısı görebildiğim kadarıyla hatırı sayılacak bir ağırlık oluşturuyor.
Ve zaten sorun da burada…
Öncelikle bu “proje”nin kendisini ve gelişim dinamiklerini değerlendirmemiz gerekiyor.
BSP, sosyalizmin çözülüş döneminde ortaya çıktı. BSP’nin temel motoru, “birlikçilik” siyaseti oldu. Partinin kendisi bir “proje” olarak ortaya kondu ve siyaseti daha “tanımsız” ve sosyalizmle bulaşık bir çerçevede şekillendi. Daha fazla “geçmişe reddiye” üzerine kurulu ve belirsiz kalan siyasi çerçeve, ÖDP’ye geçişle birlikte yeni bir muhteva kazandı. ÖDP’nin oluşum sürecinde “hayatın içi”nden ve birikimin süzgecinden katkılarla, daha belirgin bir siyasi çerçeve ortaya çıktı ve bu çerçeve, “geçmişe reddiye” söylemine kolayca eklemlendi. Hatta kısa sürede onu üst belirler hale geldi.
Bu sözünü ettiğimiz, yukarıda “sınırına gelindi” saptamasına konu olan “toplumsal muhalefetin sözcülüğü” siyasetidir.
BSP halinde daha fazla örgütsel projesi öne çıkmış olan “eksikli” bir projeydi. Ve ÖDP’ye dönüştüğünde, siyasal kimliğini de belirginleştirdi ve “oldu”.
“Biz tam öyle düşünmedik”, “bu bizi temsil etmiyor”, “ÖDP’de farklı eğilimler var”, “dönüştürdük, dönüştürüyoruz”… Tamam. Bunları yıllardır dinliyoruz.
Söylenen açık: Türkiye toplumu için ÖDP buydu.
Bu ÖDP de, Türkiye nesnelliğinde sınandı ve başarısızlığı tescillendi.
Peki, toplumsal muhalefet hareketi yaratmayı ve onun sözcülüğünü yapmayı önüne koyan, çoğulcu bir parti projesi, başarısız olmaya mahkum mudur?
Önce bir not, bu siyasi tercih “öznelerinin” ihtiyaçları üzerinden tarif edilmişse, ortada bir sorun var demektir. Bugün hâlâ farklı biçimlerde devam eden bu sorun ÖDP için vardı.
Daha önemlisi, böylesi bir proje, Türkiye kapitalizminin yapısı ve sınıfsal dinamikleriyle ne kadar uyumludur, sorusunun cevabı önem taşımaktadır. Projenin kendisinin sosyalizm, marksizm gibi kategorilerle ilişkisini kurmadan, kendinde bir proje olarak “başarılı” olup olamayacağı sorusundan başlayalım.
Olabilirdi; teorik olarak özellikle Susurluk sonrası dönemde Türkiye, bu projenin kendine bir toplumsal alan açacağı ve bunu devindirebileceği bir nesnellik sunuyordu. Ama, bu devinimin gidip gidebileceği yere zaten ulaşılmıştır. Projenin kendisi bu anlamda, bu topraklarda sınanmıştır.
Ve sınırları görülmüştür. (Geride ne kaldı? Yeniden denendiğinde ne olur? İsteyenler dersler çıkarsın…)
Daha önemlisi bu ülkede sınıf siyasetinin kendisini realize etmesinin olanaklılığını ve asıl geçerli olanın sınıf siyaseti olduğunu da kanıtlamıştır.
Sınıf, kitle, siyaset ilişkilerine dair kimi hatırlatmalar yapmak gerekiyor.
Toplumsal muhalefet hareketi yaratma projesi, sosyalizmin çözüldüğü yeni dünya düzeninin sol siyasi özneleri içine ittiği bir “zorunluluk” oldu. Bazıları içinse, bir tercih…
Ancak, kapitalizmin siyaset ve diğer iktidar mekanizmalarının toplumsal muhalefet hareketlerini kendi etki alanında tutmayı becerme konusunda çok maharet kazandığı bir dönemde bu muhalefetin ne işe yarayacağı sorusunun cevabı da önem taşıyor.
Sorunun marksizmle bulaşık ve en anlamlı görünebilecek olan cevabı, kapitalist toplum içinde sermaye egemenliğini göreli olarak sınırlamak ve diğer sınıfsal kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda kimi kazanımlar elde etmesini sağlamak, böylelikle bir toplumsal güç oluşturmak ve bunun “yaptırım gücü” kazanmasını sağlamak olarak verebiliriz. Yani geleneksel sınıf iktidarı perspektifinden farklı olarak, kişilikli “toplumsal muhalefet” siyaseti.
Dediğim gibi, ÖDP’nin “olası” siyasi amaçları içerisinde bizim taraftan bakıldığında en anlamlı ve çabalamaya değer amaç tarifi bu olabilir ve yine dediğim gibi, marksizmle bulaşıktır.
Bunu gerçekleştirebilmek için yaratacağınız siyasal araçlar ise, elbette “yaratıcı”, “yeni” olmak durumundadır. Ama aynı zamanda ülkedeki sınıf dinamiklerinin dokusuyla uyumlu…
Bir teorik iddiayı yinelemek durumundayım: Türkiye’nin sınıfsal dinamikleri, kişilikli “toplumsal muhalefet hareketi”ne yer açmamaktadır. Türkiye’nin sınıfsal dinamikleri, kişilikli bir “muhalefet”i kritik her dönemeçte düzen dışına itmektedir. Burada ise, çok fazla “yeni” ve “aşkın” seçenekler bulunmadığını biliyoruz.
ÖDP’nin kritik dönemeçleri olarak görülen 28 Şubat, 1999 Nisan seçimleri, Öcalan’ın yakalanmasıyla Kürt hareketinin içine girdiği dönem, F tipi cezaevlerine karşı direniş gibi başlıkların her biri ve daha genel olarak yarattığı “siyasi kimlik” ele alındığında bu değerlendirmelerin doğrulandığı görülecektir. Yepyeni bir “alternatif” yol yoktur. Düzen içi manipülasyonlara meze olmak ya da düzen dışı bir siyasi hattı benimsemek gibi son derece yalın bir ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır, Türkiye sınıflar mücadelesi.
Dolayısıyla ÖDP’nin siyasi projesi, sadece teknik sorunlar ve tarza dair yanlış tercihler (doku uyuşmazlığı vs.) gibi nedenlerle değil, bu ülkedeki sınıflar mücadelesi tarihinde yer tutma şansı olmadığı için iflas etmiştir.
Daha mütevazi amaçlara bakalım…
Daha uzun vadeli bir “hedef” olarak, kitleleri eğitmek… Solcuların böyle amaçları olabilir. Ama kitleleri eğitmenin tarihsel olarak bulunmuş en yetkin araçlarını biliyoruz ve bunlar bugün bize ait mekanizmalar değil. Bu mekanizmaların belli bir “düzen” içinde, o düzenin ihtiyaçlarına uygun olarak işletildiğini biliyoruz ve bunun karşısına çıkaracağımız alternatif araçların ise, etkileri uçucudur. Uçmuştur. Bugün elimizde kalan en verimli araçlar siyasi araçlardır; siyasi mücadeledir, siyasi partidir. İktidar olana kadar…
Tekrar hatırlatmak istiyorum, “her şeyin dönüşeceği”, “toplumun uyanacağı”, “uyandırılmasının gerektiği” bir dönemi bu ülkede de yaşadık ve toplumsal kazanım olarak bugün elimizde kalan hiçbir şey yok. Susurluk ve ardından gelen restorasyon sürecini kastediyorum. Bir şeylerin değişmesi gerektiğine inananların nüfusu hatırı sayılır oranlara ulaşmıştı. Medyaya burada büyük görevler düşüyordu ve halk medyaya güveniyordu. Ancak, bu kitle dinamizminden geriye hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanan hatırı sayılır bir nüfus kaldı ve medya da artık en güvenilmez kurumlardan biri ülkemizde. ÖDP bu dönemde, çok güvenilen medyanın da desteğiyle “yapabileceğini yapmıştır”. Peki bugün elde ne kaldı? Daha “bilinçli” bir toplumsal muhalefet dinamiğine sahip olduğumuzu kim iddia edebilir?
Kitleler “unutur”. Türkiye toplumu için de bu söz çok kullanılır. Dünyanın başka ülkelerinde de kendisinden bu konuda çok yakınan bir toplum var mıdır bilemiyorum. Türkiye toplumu, sürekli “unutuyoruz” diye hayıflanır. En çok da solcular toplumun unutkanlığından yakınır.
Ama bu afaki bir sorundur. Kitleler unutur, çünkü kitlelerin “tarih bilinci” olmaz. Ve bir de unutma, kitle için aynı zamanda bir savunma mekanizmasıdır. Türkiye’yi düşünün, Türkiye’nin emekçi kitleleri, unutmadan, unutturulmadan bu kadar çok saldırıya, böylesi vahşi yaşam koşullarına dayanabilir miydi?
Unutmayacak ve unutturmayacak olan, siyasi öznelerdir. Ve düzenin kurulu mekanizmaları çoğu zaman “unutturma”yı tercih ederler.
Ve bizim kitlelerin eğitimi, ve unutmamaları ve göreli de olsa “tarih bilinci” edinmelerini sağlamak için yapmamız gereken, onları belli bir doğrultuda yol alan mücadele pratiğine örgütlemektir. Bu konuda ise, elimizde kalan kazanımlarımız ve kendini büyüten bir birikimimiz var.
ÖDP’nin toplumsal muhalefet siyasetinin iflası, beceriksizlikle ilgili değil, zorunluluktandır. Türkiye sosyalist siyasete mahkumdur.
Toplumsal muhalefet hareketi yaratmaktan, düzen içi sol alternatif yaratmayı anlayanlar için ise, sorun bir “beceriksizlik” sorunu olarak görülebilir. Ya da, mevcut araçların yarattığı bir tıkanıklık sorunu olarak. Bu “kimileri” için, ÖDP projesi, sadece bir dönem “kullanılan” bir zemin olmuştur. Bugün artık, istedikleri gibi “kullanamamaktadırlar”. Ve “parti gibi parti” olan başka projelerle ilgilenmektedirler. Şimdilik bu, ÖDP “projesini” ve bizim solu ilgilendiren bir tartışma değildir. Tercihini çoktan yapmış ve ÖDP zeminini bir dönem kullanmış olanlar, bu zeminde yukarıda tarif edilen solun yenilgi döneminin ürünü kendini kaybetme halinden de yararlanmışlardır.
Bir ortak paydada buluşulmuştur; solun özeleştiri süreci, liberalizmin truva atı yaratma faaliyetleriyle örtüşmüştür. “Özeleştiri” sürecindeki sol, kendini “taklitçilik” yapmakla suçlamış, taklit sanatının en yetkin örneklerini vermiştir. “Aşmalıyız” denmiş, bu defa yeni “ezber” bu olmuştur. “Birey” denmiş gerçekten aynı şeyleri tekrarlayan sürüler ortaya çıkmıştır 1 . Fazla uzatmaya gerek yok. Bu şekilde yürütülen tartışmalar en fazla liboş sayısını artırmaya yarayan tartışmalar oldu.
Neden çoğulcu parti?
Esasen ÖDP bileşenlerinin “reddiye” defterinde örgütsel “ikamecilik” önemli başlıklardan biri olduğu için -kimileri için hukuksal olarak da güvence altına alınmış bir gizli tercih olarak kalsa da- parti zaten “çoğulcu” olacaktı. Yani siyasal partinin kendisi de yaratılmak istenen toplumsal muhalefet hareketinin bir parçası veya en fazla sözcüsü olacaktı. Özetle çoğulcu parti modeli, “geçmiş değerlendirmelerinin” ürünü-dür ve siyasi tercihle de uyumludur.
Ancak ÖDP’nin örgütsel yapısındaki “çoğulculuk” tercihinin kalkış noktası, Türkiye solunun öznel belirlenimleriyle ilgilidir.
Nedir bu öznel belirlenim? Yenilgi döneminin güç ihtiyacı ve bunun sonucu olarak bulunan çözüm: “Birlikçilik” siyaseti.
ÖDP öncesinde, BSP’de daha baskın ton olan birlikçilik siyasetinin çoğulcu parti tercihinin öznel belirleyeni olduğunu söyleyebiliriz. ÖDP projesinde çoğulcu parti modeli tercihinin birincil nedeni “toplumsal muhalefet” siyaseti ile uyumlu bir örgütsel yapı inşa etme aranışı değil, “birlik” olma aranışıdır.
ÖDP pratiği ise, bu “birlikçilik” siyasetinin şu veya bu siyasi çizginin daha anlamlı bir güç olmasını sağlayacak bir siyasal pratik üretmeme pahasına öne çıkarıldığı bir pratik ola-gelmiştir. Ama ortada bir gariplik vardır. Güç olabilmek için yapılmış olan bir tercih, artık siyasal bir faaliyetin güçlenmesini engelleyecek bir hale gelmiştir ve buna rağmen bu tercihte ısrar edilmektedir. Herkesin “ısrarcı” olmadığını biliyoruz.
Birlikçilik siyasetine ilişkin tutumumuz hep sadeydi ve sade kalacak. Siyasi tercihlerin zorladığı bir “birlik” doğrudur. “Birlik için birlik”, “güç olmak için birlik” ise nafile. Elbette, solcular için anlamlıdır bu kavramlar. Türkiye solunun tarihi, aynı zamanda solcuların kendi “oldukları ve olamadıkları”nı da içeriyor. “Bir de şöyle olsaydık” diyebiliriz. Ama siyaseti bunun üzerinden kuramayız.
Kurulamadığını gördük.
Birlikçilik siyasetini de bir yana bırakarak, dünya tarihinin belli bir döneminde, Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin belli bir evresinde ortaya çıkmış bir proje olarak ÖDP’nin eşsiz (unique) bir başka niteliğinin zorladığı bir model olarak çoğulcu parti pratiğini değerlendirelim.
Bu gerçekten “hazin” bir hikayedir.
ÖDP, sosyalizmin yenilgi döneminin -sosyalizmden olsun olmasın- çocuğudur dedik. Üzerinden 12 Eylül geçmiş ve tam kendine gelme yolları ararken dünyada sosyalizmin çözülüşü rüzgarlarında üşüten Türkiye solunun bir “yaratısıdır”. Bu niteliğiyle ÖDP, yukarıda sıralanan bir dizi siyasi tercih ve zorunluluğun dışında başka aranışların da çatısı olmuştur. Belki de “limanı”.
Yalnızca bir örnekle geçeceğim. Çok daha fazlası var inanın. Ama kategorik olarak farklı değil, o nedenle şimdilik bu yeterli.
“Birliktelikler bizleri neden daha iyi insanlar, daha özgür insanlar olmak için kurgulanamıyor ya da kurulamıyor?”
“ÖDP’nin en önemli savlarından biri olan özgür bireylerden oluşmuş özgür ve özgün bir toplumsal iç hayat önermesi 5 yılda nasıl yaşandı? ÖDP imgesi, tarih ve siyaset ödevlerimizin gereği olarak ÖDP’deki iç hayat, hareket, örgüt, parti süreçlerindeki hayata benzemeyecek, bu deneyimleri eleştiren ve aşan başka türlü bir şey olacaktı.”
“ÖDP özgür bireylerden oluşan özgür bir birliktelik olacaksa (…) çoğulculuk, eşitlik ve özgürlük denkleminin bu zemin üzerinden oluşması gerekir. Her konuda aynı düşünen, her oylamada birlikte oy kullanan, hep aynı mekanlarda, aynı masalarda oturan, aynı kişilerle sinemaya giden grup pratikleri, ÖDP imgesi ile de, özgür birey imgesi ile de çelişkilidir. Bir kez daha altını çizmek gerekirse, yaşanmış deneyimin gösterdiği şudur: Her zaman geçici, her zaman hareketli, özgür bireylerden oluşan, herkesin kişi olarak katılacağı somut ihtiyaçlar üzerinde şekillenen geçici kümeler üzerinde çoğulculuğun yaşanabileceği” 2 . (SARIOĞLU Sezai)
ÖDP’nin çoğulcu bir parti olmasının “öznel” gerekçeleri arasında böyle bir belirlenim de bulunuyor. Siyasal iflas, böylesi patolojik bir örgütsel tercihin Türkiye sınıflar mücadelesi tarihinde “siyasi bir özneymiş gibi” durmaya devam etmesini engellediği için hayırlı olmuştur.
Bu yaklaşımın sahiplerinin bir siyasi parti düşü kurmayı bırakıp kendi içlerindeki örgütlülüklerini sürdürerek aynı işleri yapmaya devam edebileceklerini farketmemiş olmaları üzücüdür. Ne kendilerinin siyasete, ne de siyasetin böylelerine ihtiyacı vardır.
Çoğulcu parti modeli, bu öznel belirlenimlerin dışında, yukarıda değindiğimiz siyasi projesiyle bütünlük oluşturan bir tercihe de dayanıyordu. Bu siyasi projeden ayrılmış bir çoğulculuğun ise, özellikle bunca deneyim yaşandıktan sonra, mutlaka “siyasi gerekçesi” formüle edilmelidir. “ÖDP pratiğinin çoğulcu parti modelinin yanlışlandığını göstermediğini” söyleyenler bugün için neden çoğulcu partiye hâlâ ihtiyaç duyulduğunu gerekçelendirmelidirler. Hele ki, Avrupa Birliği’ne karşı olan, mutlaka iktidarı hedefleyen bir siyasi çerçevede ortaklaşılması gerektiği ileri sürülüyorsa. Tekrar olacak; yine de buraya almak istiyorum.
“… komünist hareketin örgütsel düzlemde çoğulcu bir karakter kazanması, kesinlikle bir öznel karar sonucu olamaz, böylesi bir gelişme toplumsal dinamiklerin ürünü olduğunda değer kazanır. Bir başka ifadeyle, öncü örgütlenmenin çoğulcu bir karakter kazanması bir model anlayışının değil siyasal zorunlulukların bir ürünüdür. Açıkçası eğer bir modelden kalkılacaksa, “çoğulculuk” diye bir şey olamaz bu siyasal bir “durum”dur ve gereken örgütsel yenilenmeyi “dayatır”. Söz konusu dayatmanın özgün kesitlerin ürünü olacağı açıktır. Türkiye’de bu türden bir özgün kesitte öne çıkacak toplumsal dinamikler de teorik olarak ön-görülebilir ve öngörülmelidir de…” 3 . (OKUYAN Kemal)
ÖDP bileşenleri ne istiyor?
Yukarıda tarif edilen ÖDP projesi, daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye toplumunun “ÖDP’den anladığı” çerçevedir. Geneldir. Elbette, bu haliyle bugün ÖDP içerisinde ÖDP’yi tartışan ÖDP bileşenlerine belli yönleriyle hitap etmektedir. Reel (o pek sevilen sihirli sözcük ile ifade edilecek olursa “sahici”liği tartışmalı olsa da) ÖDP’de ise tartışmalar daha farklı şekilde yürütülmektedir.
Aslında bu tartışmaları “hakkıyla” izleyebilmek için, tek tek ÖDP bileşenlerinin ve “birey”lerinin öznel tarihi, nereden gelip nereye gittikleri gibi biraz “sol dedikodu” alanına da girecek bilgilere fazlasıyla ihtiyaç vardır. Ama bu yazı kapsamında böyle bir alana girmek ne doğru, ne de gerekli. Bilen bilir, diyerek geçelim ve (parti olan ya da olmayan, “gibi” olan; her neyse) parti içindeki “krizle” ilgili yürütülen “yanlış” tartışmalara bir göz atalım.
Öncelikle, “pes” dedirten bir iddiaya değinmek istiyorum. ÖDP içindeki kimi unsurlar, partide yaşanan son “kriz”in, kimi başka unsurların geleneksel sol kalıpları, 3. Enternasyonal geleneğini aşamamış olmalarından kaynaklandığına inanmaktadır.
Bir iddiaya göre, parti içinde takışan iki ekip, ÖSP ve SEP, bu “aşamama” durumu nedeniyle partiyi çıkmaza sürüklemişlerdir. (Hatta üslupları da kötüdür.)
Tabii ki, yanlış. Neden yanlış olduğunu yalnızca öznelerinin belirlenimlerine bakarak bile çıkarabiliriz.
İddia sahiplerinin bir bölümü, kendilerini özgür ve aşkın bireyler haline getirme amacıyla partide bulunan kesimlerdir. Onlar her şeyi aşmış durumdadırlar ancak, her taşın altında “geleneksel sol” arama huylarını bir türlü aşamamaktadırlar. Nedeni ise, bilinmiyor.
Aynı iddiayı dile getiren bir başka kesim ise, aslında bir türlü geleneksel solun tarihi zaaflarından kurtulamayan bir kesimdir. Bu kesim, post-modern zamanların tukakası ilan edilen “geleneksel sol”culuğu “yıllarca taklit ettiğini, edildiğini” düşündüğü fikriyle aşmaya kalktı. Ama bu “fikir”in de bir taklit fikir olduğunu ve bir adım ötesine geçemediğini bir türlü anlamadı. 1990’larda sosyalizm çözülürken, Garbaçov’un ihanet tezlerinin çerçevesini oluşturan “açıklık” politikasının savruk biçimde taklit edilmesinden ibaret bir “aşma” faaliyetiyle sınırlı kaldı. Sosyalizmin anavatanında bu politika başka şeylere hizmet etti, Türkiye ve dünya solu üzerindeki etkisi de paralel oldu.
İddia sahiplerinin belirlenimlerini bir yana bırakalım. Bu iddianın kendisi saçmadır. ÖSP ve SEP’in nedenleri pek farklı kavgasının “geleneksel” biçimlerde tezahür ediyor olması ve üslup olarak son derece “geri”, “çirkin” vs. bir noktaya gelmesi sadece bir sonuçtur. Bugün ÖDP içindeki kriz daha “yaratıcı” bir üslupla yürütülecek tartışmalar üretseydi sanırım sadece “daha gülünç” olurdu. Sorun siyasidir.
Yine “geleneksel sol”a fatura çıkaran ve nispeten daha eli-yüzü düzgün görünen bir başka iddia ise, ÖDP’nin “aşkın” iddialarını hayata geçirirken geleneksel kalıpların dışında bir pratik üretememiş olmasıyla ilgilidir. Buna göre, kimi aşma temennileri ve niyetleri ortaya konmuş; ancak pratik karşılığı yaratılamamıştır. Bu iddia ile ilgili olarak ise, şu söylenebilir: Haksızlık edilmemelidir; ÖDP projesinde tüm “yeni” ve “yaratıcı” üsluplar, araçlar, açılımlar denenmiştir. Bu bakımdan sınır tanınmamıştır. Sınır başka yerdedir. Sınır, yukarıda bahsedilen siyasi projenin Türkiye nesnelliğinde tosladığı sınırdır.
Tam da bu noktada, tarafların siyasi tezlerine mesafelerini bildiren, onları eleştirerek kendi “fikirlerini” dile getiren “üçüncü” grup(lar) için ise, çok temel bir açmazı hatırlatmak gerekiyor. Yukarıda belli bir biçimde nitelenen “çoğulcu” ÖDP’nin siyasi çerçevesinin asgari müştereği tartışmanın sınırını çizecektir.
Yani ÖDP içinde, gelinen noktada “üçüncü” taraf(lar)ın düzeltici olma şansı yoktur. Tutum beyan edilebilir nitekim Haziran 2001 tarihli dergilerin sayısındaki artış da yalnızca buna hizmet etmektedir.
Bir biçimde siyasal faaliyetini sürdürmek isteyenler “yeni”den yola koyulacaktır.
Çatının kimde kaldığı kimin hangi çatıda kalacağı, … bunların fazla bir önemi bulunmuyor. Siyasal projeler örgütsel araçlarını bulacaktır. Asıl olumsuz ve istenir olmayan bir başka sonuç, öznel belirlenimli siyasi projelerin sayısında yaşanması beklenebilecek patlamadır.
Daha fazla “kehanet”te bulunmaya gerek yok.
Türkiye sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları ise bellidir. Emperyalist yağma ve sömürünün ülke emekçilerinin tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallandığı ülkemizde, işçi sınıfının düzen dışı siyasete, sosyalist siyasete ihtiyacı vardır.
Sermayenin ise, düzene yönelecek tehditleri bertaraf etmeye dönük işlev kazanacak truva atlarına. “Sol” cephede ihtiyaçlar basitçe böyledir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu “birey” söyleminin akıllara durgunluk veren bir örneği ise, mutlaka aktarmak gerekiyor. Akıllara durgunluk versin diye değil; kısa bir şaşkınlıktan sonra eğlendirici bile olabiliyor. Birikim dergisinde de yazan Cüneyt Akman, “Bireysel yatırımcının rehberi” adlı bir kitap hazırlamış. Olur, bu Türkiye’de her şey olur… Efendim, 1000 adet basılmış ve fiyatı 6 milyon 400 bin lira olan bu kitapta, Akman doğal olarak Birikim yazarlığından falan söz etmiyor. Kendi özgeçmişiyle ilgili bölümde gazetecilik kariyerinden ve araştırma görevliliği yapmış oluşundan söz ediyor. Eh borsa trick’lerinin yer aldığı bu kitabın güven vermesi için anlamlı bir tercih. Ancak, asıl yıpratıcı olan, “Başvuru kitabı” olarak görülmesi istenen kitabın arka kapağında yer alan kitaba ilişkin notlarda yazanlar. Burada “… merak saranlar, yatırım konusunda derinleşmek isteyenler aradıklarını anlaşılır bir üslupla bulabilecekler.” denildikten sonra kitabın içinde yer alan konu başlıklarına değiniliyor. Ardından ilginç bir “not”a rastlıyoruz: “Niçin ‘yatırım rehberi’ değil de “bireysel yatırımcının rehberi” diye soran olursa… bu bir yaklaşım sorunu. Yatırım konularına bireysel yatırımcı gözüyle baktık. “Küçük” değil, “bireysel” yatırımcı… “Bu kitap sürü içgüdüsü” ile davranmayı seven yatırımcılara fayda sağlamayacak, hiç boşuna almasınlar. Ama birey olmayı seçen, kişilikli yatırımcı için değeri büyük. (…) İşte bu kitap bireysel yatırımcılar için bir hayatta kalma klavuzu.”Solun yenilgi dönemi çok istismar edildi, evet. Ama asıl önemlisi bir de geride böyle “ucube” toplumsal kalıntılar bırakması. Neyse şimdilik yalnızca 1000 adet.
- SARIOĞLU Sezai, “Yitik ÖDP masalları” Birikim Dergisi, S. 146, Haziran 2001, s.10-25
- OKUYAN Kemal, “Düzen yeniden yapılanırken solda durum”, Gelenek, S.64, Haziran 2001, s.11