“Hepsi birbirine çok benzer birçok geniş caddeler, aynı işi yapmak için, aynı saatlerde, aynı kaldırımlardaki aynı seslerle gelip geçen, kendileri için her günün dünle yarının aynısı olduğu, her yılın öncekiyle sonrasının sureti olduğu, eşitçe birbirinin benzeri insanlarca oturulan, daha da çok birbirine benzer pek çok dar caddeler içerirdi.”
Charles DICKENS, Zor Zamanlar
Kapitalizmin ezilen ve sömürülen sınıfı olan işçi sınıfı, sınıfları ve sömürüyü ilelebet ortadan kaldıracak sınıftır da. Marx proletaryanın konumunu ve bu konumdan hareketle işçi sınıfının tarihsel misyonunu kapitalizmin ayrıntılı bir çözümlemesinden önce saptadı ve yola öyle çıktı. Ama bu öncelik Marksist teoriye hiç zarar vermedi. Marx işçi sınıfının misyonunun kapitalist üretim biçimindeki nesnel temellerini bulamasaydı belki… Ama buldu. Buldu ve Marksist yöntemin gücü Marx’ın kendi çalışmalarında somutlanmış oldu.
İşçi sınıfının merkezi rolü Marksizm için belirleyicidir. İşçi sınıfının bu misyonu nasıl taşıyacağı tartışmaları bir şekilde Marksizm içi tartışmalar olarak algılanabilse de, bu merkezi konumun ve misyonun tartışılması kesinlikle Marksizm içi bir tartışma değildir. Yine sınıfsız sömürüsüz bir dünyanın kurulmasının, işçi sınıfının iktidarı almadığı koşullarda da başka yöntemlerle mümkün olduğu yaklaşımlarını da Marksizm’in dışında bırakmak gerekiyor. Çok basit bir nedenle: Marx’ın temel tezlerinden birisini, işçilerin kendi iktidarları aracılığıyla, proletarya diktatoryasıyla sınıfları ortadan kaldıracağı tezini hatırlamak bu yaklaşımı dışarıda bırakmaya yetiyor.
İşçi sınıfının iktidarı nasıl fethedeceği sorusuna şu ana kadar verilmiş en kapsamlı teorik ve pratik yanıt Lenin’in liderliğindeki Bolşeviklerden geldi:
“İşçiler arasında sosyal-demokrat bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışarıdan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihleri göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla yalnızca sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı savaşım vermenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir.”1
Tarih Lenin’den sonra da işçi sınıfının salt kendi çabasıyla tarihsel bir bilinçle hareket edemeyeceğini gösterdi. Lenin’in yorumu güncelliğini ve geçerliliğini koruyor. Kapitalizmin sömürülen sınıfı olan işçi sınıfı dışarıdan net bir müdahale olmaksızın çalışma koşullarının düzeltilmesi, ücretlerinin artırılması, sendikal haklarının tanınması gibi başlıklarda mücadele etmeyi sürdürdü; sürdürüyor da. İşçi sınıfı kendiliğinden ekonomik bilinçle donanabiliyor, kitlesel olarak hareketlenebiliyor, hatta çok nadir de olsa isteklerinin arasına siyasal talepleri de katabiliyor ama asla tarihsel bir bilinçle, sosyalist hedeflerle hareket edemiyordu.
Ancak sosyalistlerin örgütlü halde işçi sınıfına müdahale etmeye başlamasıyla sınıf hareketlerinin karakteri hakkında yorum yapmak biraz zorlaşmıştır. Modern işçi sınıfı hareketlerinin tarihi boyunca, bu hareketlerin tamamının, amaçlarına göre ekonomik veya siyasi mücadeleler şeklinde net iki gruba ayrılması çok zor olsa da, bu, kategorik olarak bahsedilen ayrımın yapılamaz olmasından değil, kendiliğinden hareket ile, sınıfın öncüsü olma iddiasındaki örgütlerin karmaşık ilişkisinden kaynaklanmıştır.
Türkiye işçi sınıfı tarihinden bir örnek vermek gerekirse:
“İşçi sınıfı hareketimizin en önemli kalkışmalarından birisi olan 1980 Tariş direnişi, sınıfın ‘kendiliğinden’ çıkışlarına tipik bir örnek teşkil eder. Günlerce Türkiye’nin üçüncü büyük kentini saran direnişi tek merkezden idare eden veya kontrol etmeyi başarmış bir ‘bilinçli özne’ yoktur. Ancak dikkatle bakıldığında, çok sayıda ‘özne’ (dönemin 50 parçalı solundan yirmiye yakın ekip Tariş direnişinde fiili olarak yer almıştır) bu direnişin önünü açmıştır.” 2
Örnekler çoğaltılabilir, ama kendiliğinden hareketlerin ve dolayısıyla ekonomik bilinçten kaynaklı kalkışmaların dinamiklerini çözümlemek ne kadar zor olursa olsun, işçi sınıfının ekonomik bilinçle donanmış hareketleri bir olgu olarak hep vardı, bundan sonra da var olacak.
İşçi sınıfının kendi çabasıyla ekonomik bilinçten öteye geçememesi kapitalizm açısından gerçek bir şans olarak nitelendirilebilir. Karşıt sınıfın dışarıdan müdahale olmaksızın kendi siyasal iktidarını tehdit edemeyecek olması, burjuvazinin hegemonyasının sürekliliğini sağlamak için kullandığı en önemli savunma mekanizmalarından birisidir.
Burjuvazi bu savunma mekanizmasını temelde ideolojik mekanizmalarla işletir. Ama tüm bu mekanizma işlerken, kapitalizmin yapısal özellikleri yardıma koşmakta, ideolojik yapı için maddi zemini hazırlamaktadır.
İşçi sınıfına dışarıdan müdahaleyi zorunlu gören Leninist anlayış, öznel bir tercih değil yapısal bir zorunluluktur. Leninistler sınıfla parti arasında başka türlü bir ilişkiyi mümkün görmemektedir, çünkü kapitalizm yapısal olarak tersine izin vermemektedir.
Kapitalizmin yapısal özelliklerinden söz etmek, aynı zamanda kapitalizmin iki modern sınıfının yapısal özelliklerinden söz etmek demektir. Kapitalizmle aynı anda tarih sahnesine çıkan işçi sınıfının oluşumu sırasında edindiği özellikleri keşfetmek, kendisinden önceki üretim biçimlerinden farklı özelliklere sahip kapitalist üretim biçiminin özelliklerini keşfetmektir. İşçi sınıfı hakkında konuşmak, fiziksel sınırlarını, siyasi ve ideolojik özelliklerini tartışmak kapitalizmi tartışmadan mümkün değildir.
Kapitalist sömürünün kendinden önceki sömürü biçimlerine göre farklılıklarını, üretim araçlarından koparılarak insanların sermayeye nasıl bağlanmak zorunda bırakıldıklarını, üretim sürecindeki değişikliklerin bu bağlılığı ve sömürünün biçimini nasıl etkilediğini, temeldeki tüm bu değişikliklerin siyasi, hukuki, kültürel boyutlarıyla toplumsal formasyonda ne gibi etkiler bıraktığını anlamaya çalışmak işçi sınıfının oluşum ve değişim dinamiklerini anlamaya çalışmaktır.
Ekonomi ile siyaset, temel ile üstyapı
Kapitalist sömürü, kendinden önceki tüm sömürü biçimlerinden farklı olarak herhangi bir siyasal zora başvurmadan gerçekleşebilir.
Bu noktada kapitalizmde ekonomi ile siyasetin birbirinden nasıl ve hangi yollarla “ayrıldığı”, ayrımın ne ölçüde değişmez sınırlara sahip olduğu, bu ayrımın kapitalizmin eşitsiz gelişimiyle birlikte zaman içerisinde ulus devletler özelinde nasıl farklılıklar gösterdiğini anlayabilmek önemlidir.
Herhalde ilk sorun Marksizm’in bütünlük anlayışıyla, ekonomi ile siyaset arasındaki ayrılığın çelişiyor gibi görünmesinden çıkıyor. Kapitalist sömürü için yapılan bu soyutlamanın yıllardır süren temel-üstyapı tartışmalarıyla bir bağlantısı olmaması mümkün değil. Çünkü temel-üstyapı modelini nasıl kullanıyorsak kullanalım, bir şekilde iki ayrı tarafta olan iki alandan söz ediyoruz.
Marksist bütünlük kavramı Marksist yöntemin, doğru kullanmak kaydıyla, en güçlü unsurudur. Ama bu güç yanlış kullanımlarda dramatik savrulmaları beraberinde getirmektedir. Örneğin ısrarla Marksizm’e atfedilen ve çokça eleştirilen indirgemecilik, ekonomizm, kaba determinizm, temel ve üstyapının birbirinden kesin sınırlarla ayrılan iki küre olarak kurgulanmasından doğarlar. Temel ve üstyapıyı birbiri üstüne koyarak toplayan bu modelin Marksist bütünlük kavramıyla bir ilişkisi yoktur.
Bütünlüğü, içerdiği tüm toplumsal olgu ve gerçeklerle anlamaya çalışırken, bu olgu ve gerçekler arasında hem senkronik, hem de diyakronik ilişkiler olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bütün, her verili anda kendini oluşturan unsurlarla birlikte vardır; bütün, bu yolla kendini oluşturan unsurları kronolojik veya diyakronik olarak değil ama senkronik olarak öncelemektedir. Bu nedenle bütünü oluşturan parçalar, ancak bütünle girdiği ilişkiler bağlamında kavranabilir.
İkinci olarak, bütün, verili bir anda olgu ve gerçeklerin yalnızca o andaki bilgisini içermez. Bütün, güncel yapısıyla geçmişin bilgisini içerdiği gibi bu yapının geleceğe dair uzantılarının da bilgisini içermektedir. Zaman eksenindeki bu yayılım, bütünün içerdiği olgu ve gerçeklerin arasındaki diyakronik ilişkiler çerçevesinde kavranabilir.
Olgular arasında bir ilişkilenme biçimi olarak tanımlanabilecek dolayım, Marksist çerçevede bütünü oluşturan parçaların, diğer parçalarla ve bütünle ilişkilenmeleridir. Temel-üstyapı soyutlaması, parçaların bütünle dolayımlarının, kendi aralarındaki dolayımlara başatlığı şeklinde anlaşılmalıdır. Yoksa, bir belirleyen, bir de belirlenenin olduğu statik bir ilişki şeklinde değil.
Marksist bütünlük çözümlemelerinde, temel-üstyapı soyutlamasına bu şekliyle sadık kalırsak üretim tarzının temeli oluşturduğu açıktır. Bu temel, kendine ayrılmış, sınırları özel olarak çizilmiş bir noktadan, toplumsal formasyonu oluşturan diğer öğeleri doğrudan belirlemez; temel bir öz olarak, bütünü oluşturan diğer öğelerde çeşitli dolayımlarla görülür, bir diğer deyişle kendini var eder. Üretim tarzı; hukuku, siyaseti, kültürü, ideolojiyi ve diğer alanları doğrudan belirlemez ama üstyapıyı oluşturan bu ve diğer alanlarda sayısız dolayımla var olur.
Marx kapitalizme böyle bir anlayışla baktı. Kendisini önceleyen ekonomi politikçiler gibi, ekonomi ve siyaset arasına aşılmaz ayrımlar koymadı; ikisi arasındaki sınırları, birbirleri arasındaki ilişkileri ve süreklilikleri kavrayabilecek yöntemler aracılığıyla ortaya koydu.
Marx’a göre burjuva iktisatçıların hepsinin ortak amacı:
“… üretimi, burjuva ilişkileri üzerinde soyut olarak toplumun kurulduğu çiğnenmez doğal yasalar olarak sessizce araya sokmak için, bölüşümden ayrı, tarihten bağımsız ebedi doğal yasalarla yönetiliyormuş gibi göstermektir.” 3
Oysa ne bölüşüm üretim sürecinden ayrı düşünülebilirdi ne de üretim tarihten bağımsız ebedi doğal yasalarla yönetiliyordu. Ekonomi, siyaset, ideoloji, kültür, etik, din, hukuk. Tüm bunlar ekonominin başat faktörü oluşturduğu bir bütünün, toplumsal formasyonun parçalarıydı. Siyasi ve yasal kurumların bazıları üretim sürecinin dışında gibi görünseler de üretim sürecinin sürekliliğinin sağlanmasında ve yeniden üretilmesinde önemli rol oynuyorlardı.
Ama unutulmaması gereken, üretim ilişkilerinin kendilerinin de çeşitli dolayımlar aracılığıyla siyasi ve hukuki biçimlerle var olduklarıdır.
Üretim tarzının bir parçası olarak sömürü biçimi de bir güç ilişkisi olarak var olur. Bu güç ilişkisinin taraflarını belirleyen ve sömüren ile sömürülene karar veren, her sınıfın siyasi ve ideolojik mekanizmalarla kurduğu kendi iç organizasyonunu kullanarak ağır basmaya çalıştığı sınıflar mücadelesidir.
Kapitalist sömürünün, siyasi zora başvurmadan gerçekleşebilmesi ve bu olgudan kaynaklı olarak kapitalizmde siyasi olan ile ekonomik olanın göreli ayrılığının işçi sınıfının yapısal dinamiklerine etkisi, Marksist bütün anlayışının çizdiği böylesi bir çerçevede incelenmelidir.
Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde sömürü ve zor
“Kapitalist üretim, görmüş olduğumuz gibi, ancak her bireysel sermayenin aynı anda oldukça çok sayıda işçi kullanmasıyla ve bunun sonucu emek-sürecinin büyük ölçüde yürütülmesi ve nispeten geniş miktarda ürün vermesiyle başlar. Çok sayıda işçinin, aynı zamanda, aynı yerde (ya da isterseniz aynı iş alanında diyebilirsiniz), tek bir kapitalistin patronluğu altında aynı türden meta üretmek üzere bir arada çalışmaları, hem tarih hem mantık açısından, kapitalist üretimin çıkış noktasını meydana getirir.” 4
Emek-süreci, doğal maddelerin insan gereksinimlerini karşılar hale getirilmesi amacıyla kullanım değerleri üretmek için girişilen bir eylemdir; insanla doğa arasındaki madde değişimini sağlamanın zorunlu koşulu olduğundan, insanın varolmasının zorunlu koşuludur. Varoluş için gerekli olması, onu, değişen nitelikleriyle insanla beraber her tarihsel konjonktürde değişmeyen öğe yapmıştır.
İşçi ister kendisi için, isterse kapitalist üretimde olduğu gibi bir kapitalistin patronluğu altında diğer işçilerle beraber çalışsın emek-sürecinin genel niteliği değişmez; bu süreçte üç tane basit öğe vardır: Birincisi insanın kişisel etkinliği, bir diğer deyişle işin kendisi, ikincisi işin konusu ve son olarak işin araçları.
İnsan emeğinin temel konusu insandan bağımsız olarak varolan doğanın kendisidir. İş aracı veya emek aracı ise işçinin kendisi ile işin konusu arasına soktuğu ve kendi bilinçli etkinliğinin ileticisi olarak kullanıp yararlandığı organ veya organlar, alet veya aletler ya da tüm bunların bir bileşimidir. Örneğin ilk insanın emek aracı, meyveleri toplamak için kullandığı elleri, o ağaca çıkmak için yardım aldığı bacaklarıdır.
Üretici güçlerin gelişmesiyle beraber emek araçları da farklılaşmaya başlar. Ama birbirinden faklı ekonomik çağların ayırt edilmesi bu emek araçları ile değil bu aletlerin nasıl ve hangi araçlarla yapıldığının anlaşılmasıyla mümkündür. Dolayısıyla yine belirleyici olan üretici güçlerin gelişkinlik düzeyidir.
Ama gelişmeyle beraber, emek araçları için yapılan tanımlamayı da genişletmek gerekir. Örneğin işçinin kendisi ile emek konusu arasına doğrudan sokmadığı ancak üretim sürecinde bir aşamadan sonra olmazsa olmaz yer tutan depolar, kanallar, borular, yollar, kablolar gibi emek-sürecinin yürütülmesi için gerekli bütün nesneler de emek araçları arasına katılabilir.
Kapitalist üretimde, kapitalist, emek-süreci için gerekli tüm öğeleri açık pazardan temin eder; emek araçları ve işin konusu hammaddeyi nasıl satın alıyorsa, insanın kişisel etkinliğini, emek-gücünü de açık pazardan satın alır. Bu noktadan sonra hemen emeğiyle üretim araçlarını tüketmesi için işçiyi harekete geçirerek satın alıp sahibi olduğu emek-gücünü harcamaya başlar.
Kapitalizmde emek-gücünün harcanması şekline dönüşen emek-sürecinin kendine özgü iki özelliği vardır. Birincisi; sürecin tüm denetimi kapitaliste aittir. İkincisi; ürün onu doğrudan üretenin, işçinin değil, kapitalistin malıdır. Kapitalist bu ürüne el koymak için hemen emek-sürecinin peşi sıra veya süreç sırasında alınmış, emek-süreci dışında önlemlere, bir diğer deyişle ekonomi dışı önlemlere ihtiyaç duymaz. Örneğin kendisine ait bir fabrikada üretilen malları işçilerin ellerinden almak için, fabrikatör olağan koşullarda asker veya polis çağırmaz. Üretim sürecinin kendisi, ürüne kimin el koyacağının garantisidir.
Kapitalist el koyduğu malların karşılığını emek-gücünü pazardan satın alırken ödediği ücretle karşılar görünmektedir. Bu ücretle işçi kendi ve ailesinin varlığını sürdürmek için gerekli tüketim maddelerini satın alır ve yaşamını sürdürmeye çalışır. İşçi, ücretiyle, ürettiği değerin yalnızca bir kısmını geri alabilmiştir. Ama bu olgu yalnızca kapitalizme özgü değildir.
“Sermaye artı-emeği icat etmemiştir. Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde, işçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli emek-zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazla-dan bir emek-zamanı eklemek zorunda kalmıştır.” 5
Yalnız, artı-emeğe karşı sonu gelmez bir açlığın oluşması yalnızca ürünlerin kullanım-değerinin değil değişim-değerinin egemen olduğu bir ekonomik oluşumda mümkündür. Kapitalizm bunun en iyi örneğidir. Tersi durumda, ürünlerin kullanım-değeriyle var olduğu ekonomik oluşumlarda artı-emek sömürüsü yine var olsa da, bu sömürünün derecesi, kendiliğinden, sömüren sınıfın belirli gereksinimlerinin karşılanmasıyla sınırlanır; sömürü birikim için değil, gereksinimleri karşılamak için gerçekleşir.
Artı-emek kapitalizmden önce de var olsa da, doğrudan üreticinin kendi yaşamını sürdürmek için harcadığı gerekli-emek ile artı-emeği birbirinden ayırmak her zaman bugünkü kadar zor değildi. Artı-emek ile gerekli-emeğin birbirinden ayrı bir şekilde gözlenemez hale gelmesi doğrudan kapitalizmle beraber başlayan bir olgu değilse de, durumun tersini gözlemek kapitalist üretim tarzı ile birlikte olanaksız hale gelmiştir.
Bir köylünün yaşamını sürdürmek için kendi tarlasında harcadığı gerekli-emek ile efendisinin malikanesinde veya kilisenin tarlasında harcadığı artı-emek birbirinden kesin olarak ayrıdır. Köylü çalışmak için malikanenin veya kilisenin yolunu tuttuğunda, harcayacağı emeğin kendisi veya ailesi için olmadığının farkındadır. Soylunun veya rahibin köylüyü kendileri için çalışmaya ikna etmek için zor kul-lanmaktan başka çareleri yoktur. Kendi gereksinimlerini çoktan karşılamış ve o noktadan sonra çalışmasa da yaşamını sürdürebilecek olan köylü, malikaneye gidiyordur çünkü silahlı muhafızlar o an başında olmasalar bile itiraz ettiğinde kılıçlarını ensesinde hissedeceğini biliyordur; kilisenin yolunu tutmuştur çünkü en kötü kabuslarında cehennemin alevlerini görüyordur.
Bu nedenle, kapitalizmde ekonomi ile siyasetin ayrılmasının öyküsü, gerekli-emek ile artı-emeğin iç içe geçme öyküsüdür de.
Soylunun veya rahibin köylüyü çalıştırdığı toprağı elde etmesinin öyküsü de çok karışık değildir: Bu topraklar ya bir zamanlar kötü ürün alınabilecek yıllar düşünülerek yedek ürün tutmak veya askeri ve dinsel harcamalar gibi ortak giderleri karşılamak için toplu olarak ekilen topraklardır ya da köylülerin topraklarının bir kısmına yine siyasi veya dini güç kullanılarak el konulmuştur.
“Ayrıca açıktır ki, doğrudan doğruya emekçinin, kendi geçim araçlarının üretimi için gerekli olan üretim araçlarının ve emek koşullarının ‘zilyedi’ olarak kaldığı tüm biçimlerde, mülkiyet ilişkileri aynı zamanda doğrudan bir beylik ve kölelik ilişkisi olarak ortaya çıkmalıdır.” 6
Tersi durumda, köylünün beyin, kölenin sahibinin zorlaması altında olmaksızın kendisinin kullanım hakkına sahip olduğu üretim araçlarıyla, başkası için üretim yapması düşünülemez. Buradan çıkan bir diğer önemli sonuç ise, üretim araçlarından ayırmanın ekonomi dışı zora başvurmadan artı-değer sömürüsünün gerçekleşmesi için olmazsa olmaz koşul olduğudur.
Doğrudan üretici bu durumda emek-sürecini yaşama geçirmek için tüm olanaklara sahiptir; işin hem kendisine, hem konusuna hem de araçlarına ulaşabilmektedir. Bu şartlarda;
“O (doğrudan üretici-yn.), tarımsal faaliyetini ve onunla bağlantılı olan kırsal ev sanayilerini bağımsız olarak yürütür. Küçük köylülerin kendi aralarında, Hindistan’da yaptıkları gibi, az çok doğal bir üretim topluluğu oluşturmaları durumu, bu bağımsızlığı baltalamaz, çünkü burada söz konusu olan, yalnızca malikanenin ismi beyinden bağımsızlıktır. Böyle koşullar altında, toprağın ismi sahibi için artı-emek, bürünülen biçimi ne olursa olsun, onlardan ancak ekonomi dışı baskı ile alınabilir.” 7
Ama üretici her defasında özel toprak sahibi ile karşılaşmak zorunda değildir. Asya tipi üretim tarzı başlığı altında uzun yıllar Türkiye solunun gündemini meşgul eden de üreticinin tekil toprak sahipleri yerine toprağın mülkiyetini örgütlü bir şekilde elinde tutan devletle karşılaşmasıdır. Türkiye solunun özellikle Milli Demokratik Devrim tezini savunan bölmeleri kendi siyasal konumlanışlarını rasyonalize etmek için, teorik açıdan analizinde bir belirsizlik olmayan bu konudan inanılmaz sonuçlar çıkarabilmişlerdir.
Toprağın mülkiyetinin bir beye veya tüm ülke genelinde devlete ait olması veya bu iki mülkiyet biçiminin aynı anda görüldüğü bir yapıda artı-emeğe, biçimi ne olursa olsun ekonomi dışı yollar kullanılarak el konulmaktadır.
Yalnızca kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde değil, tüm üretim biçimlerinde geçerli olmak üzere, karşılığı ödenmemiş artı-emeğe el konulmasının biçimi sömürenler ile sömürülenler, dolayısıyla yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi belirler. Sömüren sınıfın ödenmemiş artı-emeğe el koymak için geliştirmek zorunda olduğu organizasyon, el koymanın ekonomik yollarla mı, yoksa ekonomi dışı -siyasi veya dini mekanizmalar yollarla mı gerçekleşeceğine bağlıdır.
Toplumsal formasyonun ve bu bütünün bir parçası olarak egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasi biçimi olarak devletin yöneten sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutmak için kullandığı bir aygıt şeklinde örgütlenmesi bu el koyma biçimine uygun olarak gelişir.
Ama hem artı-emek sömürüsünün hem de sömüren ile sömürülen arasındaki yönetim ilişkisinin üretimin kendisinden doğması bu ikisi arasındaki ilişkinin asla tek yönlü olmadığı sonucunu doğurur. İktisadi temelin, üretim tarzının bir öğesi olarak artı-emek sömürüsünün biçiminin, siyasi üstyapıyla girdiği belirleme ilişkisi, bu biçimin çeşitli dolayımlarla siyasi örgütlenmede var olmasıdır. Karşılığı ödenmemiş artı-emeğin üreticilerden çekilip alınmasının biçiminin ekonomik veya ekonomi dışı yollarla gerçekleşiyor oluşu, bu çerçevede, kendisine uygun bir devlet biçimi yaratacaktır.
Buna karşın dünya üzerinde aynı iktisadi temel birbirlerinden belli açılardan ayrılan üstyapı kurumlarıyla var olabilir. Çünkü;
“Bu, aynı iktisadi temelin – esas koşulları açısından aynı – sayısız farklı deneyimsel durumlar, doğal çevre, ırksal ilişkiler, dışsal tarihsel etkiler vb. yüzünden, yalnızca deneyimsel olarak verilen koşulların tahlili ile anlaşılabilen görünüşteki sonsuz değişmeler ve nüanslar göstermesini engellemez.” 8
Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde doğrudan üreticinin, üretim araçlarıyla olan bağının bir şekilde sürüyor olması, mülkiyet biçimi olarak beylik veya köleliği zorunlu kılıyor ve sömürü ekonomi dışı yollarla gerçekleşiyordu. Üreticinin üretim araçlarıyla olan ilişkisinin sömürünün biçimine olan etkisi nedeniyle, kapitalist üretim tarzında artı-emek sömürüsünün ekonomi dışı bir zora başvurmadan gerçekleşebiliyor olması, doğrudan üreticinin, üretim araçlarıyla olan tüm ilişkisinin kaldırılmasını kapitalist sömürü için zorunlu kılar.
Çünkü sermayenin oluşumu artı-değer sömürüsü olmadan, artı-değer sömürüsü ise kapitalist üretim olmadan mümkün değildir.
Bu nedenle, sermayenin normal şartlarda birikimi ile kapitalizmi önceleyen ilk birikiminin gerçekleşmeleri arasında farklılıklar olması gerekir. Başka bir deyişle, sermayenin kapitalist birikiminden önce, bu üretim tarzının artı-değer sömürüsü sayesinde gerçekleşen sonucu olarak değil de kapitalist üretimin başlangıç noktasını oluşturacak bir birikimin varlığı kapitalizme ilk hareketi sağlayacaktır.
İlkel birikim ve zor
Ne üretim ve geçim araçları ne de para ve metalar kendi kendilerine sermaye haline gelmezler. Bunların sermayeye dönüşmeleri ancak başkalarına ait emek-gücünü satın alarak servetlerini artırmak isteyen para, üretim ve geçim aracı sahipleri ile, kendi emek-güçlerini satan emekçilerin karşılaşması ve bu iki grubun arasında emek-gücü ticaretinin gerçekleşmesiyle olabilir.
Emek-gücünü satarak yaşayan emekçiler, tarihsel olarak o ana değin var olmayan bir kategoriyi oluştururlar; bu insanlar artık özgür emekçilerdir.
Özgür emekçiler ne köleler ve serfler gibi üretim araçlarına bağlıdırlar ne de köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler; üretim araçlarına herhangi bir şekilde bağlılıkları yoktur. Artık doğrudan üreticilerin üretim araçlarıyla olan tüm ilişkileri kopmuştur.
Öyleyse kapitalist sistem meta pazarında satın alınabilecek emek-gücünün varlığını öngörürken, işçilerin, emeklerini gerçekleştirebilecekleri her türlü araç üzerindeki tüm mülkiyet haklarından tamamen ayrılmış ve kopmuş olmalarını öngörmektedir. Bu nedenle,
“…kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen şey, bu nedenle, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. İlkel olarak görünür, çünkü, sermaye ve buna uygun düşen üretim tarzının tarih-öncesi aşamasını oluşturur.” 9
Mülksüzleştirilen ve yaşamak için meta pazarında emek-gücünü satmaktan başka çaresi kalmayan emekçinin, “özgürleşmesi”nin önünde tek engel olarak, özelde daha önceki düzenden kalma, lonca düzeninin, çıraklar ve kalfalar için koyduğu kurallar gibi, çalışma yönetmelikleri ve kısıtlar, genelde ise eski üretim biçimiyle uyumlu ama bu dönüşümle beraber kesin olarak dönüşmeye başlamış başta devlet olmak üzere tüm siyasi ve dini kurumlar vardır.
Üstyapı mülksüzleşmeyle beraber dönüşmeye başlamıştır çünkü ilkel birikim olarak adlandırılan geçiş döneminin ihtiyaçları eskiden kalma kurumlarla giderilememektedir. Meta pazarında kapitalistin ihtiyacını karşılayacak kadar emek-gücünün bulunmayışı, daha fazla doğrudan üreticinin özgür emekçi haline getirilmesini zorunlu kılarken, yetersiz sermaye birikimi de üretimin ve artı-değer sömürüsünün sürdürülmesinin önünde engeller yaratmaktadır.
İlkel birikim sürecinin kapitalizmin olağan birikim süreçlerinden kesin olarak ayrıldığı nokta bu engelleri aşmak için kullanılan zordur. Kapitalizm takip eden süreçte ekonomi dışı zoru sömürü sürecinden çıkartıp daha gelişkin bir sömürü biçimine doğru evirilirken, doğrudan üreticiler acı, baskı, kitlesel kıyım ve göçlerle dolu günler yaşamıştır.
“İlkel birikimin tarihinde, bütün devrimler, kapitalist sınıfın oluşması yolunda kaldıraç görevi gören çağ açıcı devrimlerdir; ama her şeyden çok, büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla geçim araçlarından kopartılarak, özgür ve ’bağlantısız’ proleterler olarak emek pazarına fırlatıldığı anlar önem taşır.” 10
Daha önce artı emeğe el koymak için kullanılan siyasi ve ideolojik zor bu kez büyük insan yığınlarını mülksüzleştirmek için kullanılmaktadır. Bu mülksüzleştirmenin tarihi farklı coğrafyalarda farklı şekilde izlenebiliyor ve evrelerin sırası ülkeden ülkeye ayrımlar gösterebiliyorsa da sürecin genel karakteri değişmemektedir. Ama kapitalizmin gelişimi en klasik biçimiyle İngiltere’de gözlenebilmektedir.
İngiltere’de serfliğin 15. yüzyılın başında hemen hemen ortadan kalkmasıyla birlikte ülkenin neredeyse tamamı küçük köylü topraklarıyla kaplı duruma gelir. Feodalizmin zayıflamasıyla 15. yüzyılın sonunda feodal üretim tarzının temelini sarsan gelişmeler art arda gerçekleşir. Gelişmelerden ilki, zayıflayan feodalin artık şatosunda bakamaz hale geldiği hizmetliler ile uşakları kovmasıdır. Bu kitle emek pazarına serbest bir proletarya yığını olarak sürülmüş olur. İkinci olay ise ayakta kalan feodallerin köylülerin ellerindeki toprakları zorla almalarıdır. Mülksüzleşen köylülerin ilk gruba katılmasıyla, yaşamlarını sürdürmek için emek güçlerini satmaktan başka çareleri kalmayanların sayısı iyice artmıştır.
Merkezi iktidar da bu sürecin hızlanması için elinden geleni ardına koymaz; manüfaktürün gelişmesi ve ihtiyaç duyulan işçi sayısının artması bu akını hızlandıracaktır.
Mülksüzleştirme, 16. yüzyılda reform hareketiyle birlikte kilisenin güçten düşmesiyle hız kazanır. Kilisenin toprakları o dönem merkezi iktidarı ve dolayısıyla siyasi gücü elinde tutan saray erkanı tarafından paylaşılır. Bu topraklarda kiracı olarak yaşayan küçük köylünün ise yağmanın ardından özgür işçilerin arasına katılmaktan başka çaresi yoktur. Merkezi iktidarın desteği ise art arda çıkan yasalar ile süreklidir. Devlet süreçte doğrudan rol sahibidir; hem fiili durumun yasal zeminini oluşturmak hem de yasalarla süreci hızlandırmak için yasa koyucular durmaksızın çalışmaktadır.
“Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri ‘düzenlemek’, yani bunu artı değer yapımına uygun sınırlar içinde tutmak, işgününü uzatmak ve emekçinin kendisini normal bir bağımlılık durumuna sokmak için, devletin gücünü her zaman kullanır. Bu, ilkel birikim denilen şeyin esas öğelerinden biridir.” 11
İlkel birikim sırasında henüz çekirdek halinde olan sermaye, devleti, yalnızca kitleleri mülksüzleştirip emek-gücü pazarını genişletmek için değil, artı-emeğin sömürüsünü yalnızca ekonomik ilişkilerin gücüyle gerçekleştiremediği için, ekonomik alana doğrudan müdahale için de kullanır. İngiltere’de 15. yüzyılın başından 17. yüzyılın sonuna kadar, işgününün uzunluğunun ayarlanmasından, çocuk ve kadınların çalışmalarının düzenlenmesine kadar pek çok alanda alınan devlet önlemleri bunun en iyi örnekleridir.
İlkel birikim döneminde burjuvazinin oluşumu ile devletin nitel değişimi at başı gitmektedir. Ama bu dönem tarih modern bir sınıf olarak yalnızca burjuvazinin oluşumuna değil, proletaryanın sahneye çıkışına da tanıklık etmektedir. Bu nedenle ilkel birikim döneminde başta devletin nitel değişimi olmak üzere üstyapı kurumlarının tamamındaki değişiklikler bir sınıfın ihtiyaçlarını karşılamak üzerinden değil, iki karşıt sınıfın mücadelesi aracılığıyla okunmalıdır.
Kapitalist gelişimin ideal bir seyir izlediği İngiltere’yle ayrıksı dinamikler barındıran ve kapitalizm yoluna gecikerek giren ülkelerde sınıflar mücadelesi farklı bir seyir izleyeceğinden, sınıfların oluşumu da temel çizgileriyle aynı olsa da, nüanslara sahip bir rotayı takip etmiştir.
İngiltere ve benzeri ülkelerde sermaye sınıfı devletle olan ilişkisini daha erken düzenlemiş, artı-değer sömürüsünde ekonomi ile siyaseti ayrı kürelere daha önce atabilmiştir. Devlet, Türkiye gibi gecikmiş ülkelerde, ilk birikim döneminde gelişmiş kapitalist ülkelerin tarihinde görülenden hiç de farklı bir yol izlemese de, burjuvazinin ayağa kalkmakta zorlanması ilkel bir devlet-sermaye modelinin yakın dönemlerde bile gözlemlenebilir olmasına neden olmuştur.
İlkel birikimin tamamlanmasıyla, kapitalist tarım için gerekli olan geniş alanlar ele geçirilmiş ve toprak sermayenin bir parçası haline getirilmiş, üretim araçlarından koparılmış özgür emekçiler emek-güçlerini satmak için meta pazarına çıkmışlardır.
Kapitalist üretim biçiminde sömürü ve zor
Kapitalist sömürünün ekonomi dışı zora başvurmadan gerçekleşmesi için gerekli tüm şartlar artık hazırdır. Doğrudan üreticinin emek-gücünü satması için önünde bir engel kalmamıştır. O artık ne toprağa bağlı köylü ne de efendisine bağlı köledir. İşçi yaşamak için emek-gücünü satmaya, dolayısıyla kapitalistin boyunduruğu altına girmeye hazırdır. Artı-değer sömürüsü, doğrudan üreticinin emek koşullarından tamamen uzaklaştırılması ve üretim araçlarının mülkiyetinin sömüren sınıfın eline geçmesiyle, siyasi zor olmaksızın da gerçekleşmeye başlar.
Sermaye sahibinin işçinin artı-emeğine el koyması için üretim sürecinin kapitalist örgütlenmesi yeterlidir. Ekonomi dışı zor yalnızca işlerin kontrolden çıktığı anlarda, örneğin işçilerin fabrikayı işgal ettiği bir durumda gerekecektir.
Yalnız, ekonominin siyasetten ayrılığı soyutlaması feodalizm-kapitalizm ekseninde değerlendirilmeli ve soyutlamanın sınırı bu olguya göre belirlenmelidir.
“Kapitalizmde ekonominin politikadan ayrılığı, sömürünün doğrudan doğruya siyaset ve ideoloji temelinde yükseldiği feodal topluma göredir.” 12
Çünkü kapitalizmde de üretim sürecinin sürekliliği yine bu üretim tarzıyla uyumlu örgütlenmiş siyasi ve ideolojik kurumların garantisi altındadır. En başta, üretim araçlarının özel mülkiyeti siyasi ve ideolojik zorla korunmaktadır. Bu durum kapitalizmin yeniden üretimi için ekonomi dışı zoru olmazsa olmaz bir koşul olarak var etmektedir.
Kapitalizmde ekonomi ile politikanın birbirinden ayrılması, politikanın ekonomiden, üretim ilişkilerinden bağımsız hale gelmesi anlamına kesinlikle gelmez. Kapitalist sömürü için gerekli zor ekonomik alanın dışına taşınmıştır ve artı-emeğe el koyan sınıf kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde görüldüğünün aksine zoru kendisi doğrudan uygulamamaktadır.
Kapitalizmde zor kullanma zamanı ile artı-emeğe el koyma zamanı farklılaşmıştır.
Yoksa, zor, sömüren sınıfın gündeminden düşmemiştir; egemen sınıftan bağımsız bir siyasi ve ideolojik mekanizma söz konusu değildir. Bir baskı aygıtı olarak devlet zor kullanma zamanlarının bu ayrılığından faydalanarak, kendisini iki karşıt sınıfa eşit mesafede göstermeye çalışmaktadır. Bu yapı da kapitalizmin gelişkinlik düzeyine göre ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Kapitalizmde ekonomi ile politikanın ayrılığı olgusu, eşitsiz gelişimin belirleyiciliğinden muaf değildir.
“Kapitalizmde ekonomik kürenin ayrılması şöyle toparlanabilir: Üretim ve bölüşümün sosyal işlevleri, artı-değerin açığa çıkartılması ve sömürülmesi ve emeğin dağıtımı deyim yerindeyse özelleştirilmiş ve otoriter olmayan politika dışı yollarla gerçekleşir hale gelmiştir. Başka bir deyişle, kaynakların kullanımı ve emeğin dağılımı bir bütün olarak, siyasi yönetsel araçlarla, komünal sorumluluklarla, babadan kalma görevlerle, gelenek veya dinsel zorlamalarla değil, meta değişiminin mekanizmalarıyla sağlanmaktadır.” 13
Kapitalizmde meta değişiminin ana düzenleyici olduğu doğrudur ama bu tablonun da dünya üzerinde ve ulusal sınırlar içerisinde eşitsiz gelişimin dinamiklerinden bağımsız olduğu düşünülemez. Sermaye birikim süreçlerine politik müdahalenin zamanı ve koşullarını kapitalizmin gelişkinlik düzeyi belirler. Bölüşüm ve kaynakların kullanımına Avrupa Birliği ülkelerinde sermaye sınıfının devlet aracılığıyla karışma frekansı ve biçimi Türkiye’deki sıklık ve tarzla karşılaştırılamaz bile.
Ayrıca, Türkiye’de olmasa bile daha geri kapitalist ülkelerde, aynı toplumsal formasyonda kapitalizme eklemlenmiş bir şekilde süren ilkel sömürü ve üretim biçimlerinin varlığında, ekonomi ile siyasetin ayrılığına dayalı yapılacak analizlerde biraz daha dikkatli olmanın faydası vardır.
Dikkat edilecek bir diğer nokta ise,
“… uluslararası rekabetin dayattıklarını karşılama çabalarının, devlete ve devlet politikalarına özel misyonlar yüklemesidir.” 14
Sömürü ve emeğin sermayeye bağımlılığı
Kapitalist üretim biçimi, kapitalistin çok sayıda işçiyi kendi patronluğu altında bir meta üretmek için çalıştırmasıyla başlıyordu. Emek sürecinin böyle bir dönüşüm geçirmesinin koşulu sermayenin süreç üzerinde kesin bir denetim kurmasıdır. Kapitalizmde bu denetim ekonomik egemenlik üzerine kuruludur. Kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için siyasi zora ihtiyaç duyulmaması emeğin sermayeye bağımlılığın tamamlanmasıyla mümkündür. Dolayısıyla, kapitalizmde ekonominin siyasetten ayrılması ile emeğin sermayeye bağımlı hale gelmesi birbirinden bağımsız incelenemeyecek süreçlerdir. Aynı tarihsel kesitin iki özelliği olarak ortaya çıkmış bu iki olgu, yine aynı tarihsel kesitte, emek-gücünü satarak geçinen yığınların bir araya gelip bir sınıf olarak kültürüyle, mücadelesiyle, siyasi ve ideolojik duruşuyla, tüm dinamikleriyle varolmasında belirleyici olmuştur.
Sermayenin emek üzerinde denetim kurmasının ilk koşulu emek-gücünün bir meta olarak pazarda satılabilir hale gelmesidir. Kapitalist, işe, pazarda bulabildiği emek-gücünü satın almakla başlamak zorundadır. Ama işçinin sattığı bu emek-gücü tarihsel koşullardan bağımsız değildir. Çoğunlukla mülksüzleştirilen ve üretim araçlarından koparılan köylülerden ve zanaatkarlardan oluşan bu kitlenin bir işçi olarak yetenekleri de, sermayenin bu kitlenin emek-gücünü satın alırken sahip olduğu teknik olanaklar da tarih içerisinde şekillenmiştir.Bu bağlamda sermayenin emeği bağımlı hale getirmesi üretim tarzını hemen değiştirmez.
Emeğin sermayenin egemenliği altına girmesiyle üretim tarzlarında ilk anda değil ama sonrasında doğabilecek değişikliklerden ayrı olarak, artı-değer üretimi ve bu değere el koyulması kapitalist üretimin temel amacı ve varoluş nedenidir. Bu nedenle üretim tarzındaki teknik değişiklikler sermayenin sınırsız artı-değer hırsının tatmin edilmesiyle uyumlu bir şekilde gerçekleşmeye başlar.
Ama çok sayıda işçinin aynı zamanda aynı yerde çalıştırılmaları, çalışma sisteminde bir değişikliğe yol açmasa bile, emek-sürecinin maddi koşullarında bir değişikliğe yol açar. Bir tane dokumacının yanında birkaç çırağıyla çalışmasından, otuz dokumacının birlikte çalıştığı bir şekle geçildiğinde, bu dokumacıların her biri aslında eskiden tek başlarına yaptıkları işi yapmaktadırlar. Bu nedenle ne çalışma sisteminde ne de üretimin tarzında ani bir değişiklik gözlemlenemez. Ama sürecin maddi koşullarının değişmek zorunda olduğu açık olmalıdır. Örneğin otuz tane dokumacıyla, üç dokumacının çalıştığı odaların büyüklüğü herhalde farklı olmalıdır. Yine üretim araçlarının bir kısmının ortak olarak tüketilmesi ve üretim hacminde gerçekleşen doğrudan büyüme hammadde ve son mamullerin tutulduğu depoların büyümesine neden olur.
Çok sayıda işçinin yan yana çalışmaya başlamalarıyla doğan “elbirliği”yle hem bir araya gelen işçilerin üretici güçlerindeki artış gerçekleşir hem de kitlelerin ortak gücü açığa çıkar. Ortaklaşa yürütülen emek-sürecinin verimliliği artmıştır. Özellikle sonucun çok kısa sürede alınmasının gerekli olduğu, tarım ürünle-rinin hasadı gibi durumlarda elbirliği çok etkili olmuştur. Örneğin pamuğun toplanması için yılın kısa bir bölümünde çok yoğun emek-gücüne ihtiyaç vardır. Elbirliği bu ve benzer durumlarda büyük miktarlarda ürünün bozulmasına engel olarak genel verimliliği önemli ölçüde artırmıştır.
Elbirliğinin diğer bir sonucu ise altyapı yatırımlarını zorunlu kılmasıdır. Çok sayıda işçinin katılımıyla emek-sürecinin geniş ve yaygın bir alanda yürümesi olanaklı hale geldiğinden, üretimin yapılacağı bu alanda kanalların, bentlerin, yol ve demiryollarının yapımı zorunlu hale gelir. Bu gelişmeyle uyumlu bir şekilde diğer bir değişiklik, bu yatırımların çok geniş coğrafyalarda yapılmasının imkansızlığından hareketle üretim alanlarındaki yoğunlaşmadır. Zorunlu altyapı yatırımlarının doğal olarak belli başlı merkezlerde toplanması, üretimin de bu kentlerde gerçekleşmesi işçilerin kitleler halinde bu şehirlerde toplanmaları ile sonuçlanır. İşte bu şehirler bir sınıfın oluşumuna ve tarihin ilk büyük işçi hareketlerine ev sahipliği yapacaklardır.
Aynı yerde çok sayıda emekçiyi çalıştırarak küçük bir patrondan gerçek bir kapitaliste dönüşen işveren için çalışan işçiler artık onun boyunduruğu altına girmişlerdir. Ama,
“… başlangıçta emeğin sermayenin boyunduruğu altına girmesi, yalnızca kendi hesabına değil, kapitalist hesabına ve dolayısıyla onun egemenliği altında çalışmasının biçimsel sonucundan başka bir şey değildir. Çok sayıda işçinin elbirliği ile sermaye, bizzat emek-sürecini gerçekleştiren bir gereklilik, üretimin gerçek bir gerekliliği haline gelmiştir. Şimdi artık kapitalistin, bir generalin komutayı savaş alanında ele almasının zorunluluğu gibi, bizzat üretim alanında komutayı ele alması vazgeçilmez bir zorunluluk haline gelmiştir.” 15
Geniş boyutlu her türlü organizasyon, hem bu organizasyonun bir parçası olarak bireylerin uyum içerisinde çalışmasının sağlanması hem de farklı etkinliklerin bir arada olmasından kaynaklı olarak doğacak genel görevlerin yürütülmesi için, değişik ölçülerde yönlendirici ve yönetici bir otoriteye ihtiyaç duyar.
Elbirliğinin devreye girmesiyle emek-sürecinin boyutlarının genişlemesi bu sürecin de örgütlenmesini artık zorunlu kılmaktadır. Bu iş için tek aday üretimin tüm koşullarına sahip sermayedir.Yönlendirme, denetleme ve düzenleme gibi yöneticilik işlevleri sermayenin işlevlerinden biri haline gelir gelmez sermaye özel nitelikler kazanmaya başlar. Çünkü yönetilen ve dolayısıyla denetim altında tutulan yalnızca emek süreci değil, bu emek sürecinden kaynaklı olarak işçilerin sömürülmesi sürecidir. Sermayenin toplumsal hegemonyanın tesisindeki bu işlevi kapitalist üretim biçimi için ekonomi ile siyasetin ayrılığının başka bir boyutunu oluşturur.
Tüm bu yöneticilik işlevlerinin işlerlik kazanması için işçinin emek-gücünü kapitaliste satması gerekir. Bu satışın gerçekleşmesiyle daha önce kendi aralarında bir ilişki olmayan işçiler emek sürecinde bir araya gelirler. Ama ne yazık ki işçilerin üretim için bir araya geldikleri ilk an, sermayenin denetiminde olan emek sürecidir. Onlar artık üretmek için var olan büyük bir organizasyonun üyeleri olarak, tüm bu organizasyonun sahibi ve yöneticisi olan sermayenin özel bir varoluş biçimidirler. Bu nedenle emeğin sermayeye bağımlılığı bir boyunduruk ilişkisinden daha fazla anlam barındırmaktadır.
Üretim araçlarıyla olan tüm bağları koparılmış işçi, üretici gücünü yalnızca emek-sürecinde sermayenin bir parçası olarak varolduğunda açığa çıkartabilmektedir. Tüm üretim sermayenin varlığıyla mümkün hale geldiğinden dolayı sürece dışarıdan bakıldığında görünen, sermayenin üretim için özünde barındırdığı bir gücü açığa çıkartıyor oluşudur. Oysa sermayenin yaptığı, yalnızca, işçileri üretebilmeleri için gerekli koşulların içerisine sokmaktır.
Emeğin sermayeye bağımlılığının ve kapitalist üretim biçiminin ilkel şekli olarak ortaya çıkan elbirliği, bağımlılığın ve ekonomik egemenliğin ilk şekli olarak kapitalist üretim tarzının temel biçimidir. Bu nedenle eşitsiz gelişen kapitalizmin belirgin bir özelliği olarak, daha gelişkin kapitalist üretim teknikleriyle yan yana bulunmayı sürdürür.
Elbirliği manüfaktürün de başlangıç noktasıdır. Ama manüfaktür yalnızca yalın şekliyle elbirliğiyle, aynı işi yapan işçilerin basitçe bir araya getirilmeleriyle değil, birbirinden bağımsız yeteneklere sahip işçilerin, üretim sürecinin değişik zamanlarında aynı malın üzerinde çalışmak üzere bir kapitalistin denetimi altında aynı işyerinde toplanmalarıyla da ortaya çıkar. Bu bağlamda manüfaktür üretim sürecine işbölümünü getirirken, eskiden birbirinden ayrı olan zanaatları da bir araya toplamaktadır. Bu çoğu zaman iç içe geçmiş olsa da temelde iki yolla gerçekleşebilir. Bir mal ya bağımsız olarak yapılan parça ürünlerin birleştirilmesiyle ya da birbiriyle ilişkili gelişme evrelerinden geçen bir dizi sürecin adım adım tamamlanmasıyla üretilebilir. İkinci tip manüfaktür modern sanayinin de temelini oluşturacaktır.
Malın üretiminin değişik aşamalarında sürece dahil olan ve bu nedenle bütünle değil parçalarla ilgilenen işçilerin her biri değil toplamı artık bir malı üretmektedir. Artık üretim sürecinde tüm bu işçilerin bir araya gelerek oluşturdukları kolektif bir işçinin varlığından söz etmek mümkündür. Modern sanayinin temelini oluşturan manüfaktürün kendine özgü makinesi işbölümünün oluşturduğu işte bu kolektif işçidir. Bu nedenle kapitalist artı değer sömürüsünü artırmak için işbölümünün kendisiyle uğraşmaktadır:
“Manüfaktür döneminde sermaye emek üretkenliğinde her defasında daha gelişkin bir işbölümünün yaşama geçirilmesinden kaynaklı bir artışın tadını çıkartır. Fakat ‘üretim teknikleri’ temelde aynı kalır. İşbölümü, manüfaktür tarafından üretilen nihai malın üretim aşamalarının bölün¬mesine göre gerçekleşir. Bu bölünmelerin ötesinde emek sürecinde bir değişiklik olmaz. Bu nedenle, kapitalistin manüfaktür dönemi sırasında temel amacı, verili üretim tekniğiyle maksimum artı-emek üretimini sağlamak üzere, ‘sermayenin emek üzerinde doğrudan kontrolünü’ sağlamaktır.” 16
Verili üretim tekniğiyle, artı-değer üretimini artırmak amacıyla ortaya çıkmış kolektif işçinin varlığı işçi sınıfı içerisinde o ana değin belirgin olmayan bir bölünmeyi de yaratır. İşbölümü nedeniyle işçilerin bir kısmı tek yanlı olarak uzmanlaşmak zorunda kalırken, diğer bir kısmı da vasıfsızlaşır. İşçi sınıfı içerisinde ilk bölünme böylece ortaya çıkmış olur. Kolektif işçi, her işçinin bireysel üretme gücü yönünden daha da yoksullaşmasıdır. Önce üretim araçlarından kopartılarak emek-gücünü sermayeye satmak zorunda bırakılan işçi sermayeye biçimsel olarak bağlı hale gelmişti. Artık aynı emek-gücü işçinin kolektif bir üretim sürecinin parçası olmasıyla sermayeye satılmadıkça iş görmez duruma gelmiş, emeğin sermayeye bağlanma biçimi bir evrim geçirmeye başlamıştır. Ama bu evrimin önünde esas engel olarak hâlâ manüfaktürün kendisi durmaktadır.
Manüfaktür her ne kadar işçileri vasıflı ve vasıfsız olmak üzere ikiye bölmüşse de üretim tekniklerinde radikal değişikliklerin gerçekleşmemiş olması, vasıfsız işçilerin sayısının, vasıflılara oranla çok düşük kalmasına yol açar. Yine aynı nedenle, önceki üretim biçimlerinde olduğu gibi, el becerisi manüfaktürün de temeli olarak kalır. Sermayenin işçilerin el becerilerine muhtaç olması, işçi sınıfının elini güçlendirmiş, kapitalist, değil işçinin çalışma zamanları dışındaki yaşamları üzerinde egemenlik kurmayı, çalışma zamanlarının bütününü kontrol etmeyi bile tam olarak başaramamıştır. Bu nedenlerle manüfaktürlerin büyük çoğunluğu kısa ömürlü olmuşlar, işçilere bağımlılıkları nedeniyle sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayamamışlardır.
Manüfaktür döneminde üretimin teknik temelindeki ilkellik, doğan üretim gereksinimlerini karşılamaz hale gelip bunlarla çatışmaya başlayınca, bu temelin değişmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Ama bu değişiklik için de gerekli maddi altyapı manüfaktür döneminde oluşmuştur. Üretim sürecinde kullanılmakta olan aletlerin ve mekanik aygıtların üretiminin yapıldığı işyerlerinin, bir diğer deyişle ilkel makine fabrikalarının bu dönemde üretime başlamaları modern sanayinin başlangıç noktasını oluşturacak maddi gelişmelerden birisidir.
Emeğin sermayeye doğrudan değil doğal olarak bağımlı hale gelmesi şeklinde nitelendirilebilecek manüfaktürün modern sanayiye dönüşme süreci, dönemin işçi hareketlerinin de genel karakterini belirleyecektir.
Makineleşme ve işçi sınıfı
Manüfaktürde büyük sanayinin doğrudan teknik temeli vardır. Büyük sanayi işe manüfaktürün ürettiği makinelerle başlar ama girdiği üretim alanlarında kendinden önce gelen üretim tekniklerini ortadan kaldırır. Yalnız manüfaktürden doğan büyük sanayi, bu doğum nedeniyle yetersiz bir temel üzerinde yükselmiştir. Bu nedenle manüfaktürün kendisine sağladığı temel ile bir süre sonra teknolojik olarak bağdaşamaz hale gelince, büyük sanayi bu temeli yıkmak ve kendi üretim yöntemleriyle uyumlu yeni bir temeli baştan kurmak zorunda kaldı.
Temellerini manüfaktürde bulsalar da makinelerin ilk kullanılmaya başladıklarında gerçekten pahalı aletler olması, kapitalistlerin bu gelişmiş aletleri satın almalarını zorlaştırıyordu. Makineleşmenin hızının başlangıçta oldukça yavaş olmasının diğer ve daha önemli nedeni ise bu makinelerle çalışabilecek işçi sayısının azlığıydı. Makineleşmenin hızı ile işçi sınıfının büyüme hızı o dönem birbirini karşılıklı olarak belirledi.
Tüm bu yavaşlatıcı etmenlerin yanı sıra kapitalizmin doymak bilmez artı-değer hırsı gibi hızlandırıcı faktörler de vardı elbette:
“Kapitalistler arasındaki rekabet, her birini en az sosyal ortalamadan daha verimli bir emek-süreci kullanmaya doğru iter. Fakat daha hızlı birikim sağlayanlar daha yavaş olanları işin dışında bırakırlar. Bu, bireysel kapitalistin, emek-sürecinde sömürünün derecesini sosyal ortalamaya göre yükselterek birikim hızını artırmak şeklinde açıklanabilecek ebedi güdüsünün oluşmasına yol açar.” 17
Makinelerin emek-süreçlerinde kullanılmaya başladığı ilk dönemler, manüfaktürün verimlilik açısından sosyal ortalamayı belirlediği dönemlerdir. Böyle bir dönemde makineleri kullanan kapitalistler, rakiplerine karşı olağanüstü avantajlar elde etmişlerdir. Her dönem için belirleyici olan artı-değer hırsı makineleşmenin önündeki diğer nesnel engelleri hızla kaldırmıştır.
Elbirliği sayesinde çok sayıda işçinin üretim sürecine katılmasıyla üretim alanlarının büyümesi iletişim ve ulaşım alanlarında altyapı yatırımlarını zorunlu kılmıştı. Ama makineleşmeyle birlikte bu iki alanda çok daha büyük yatırımlar zorunlu hale geldi. Çünkü sanayinin bir alanında üretim tekniğinde görülen köklü bir değişme, diğer alanlarda benzer değişiklikleri beraberinde getirir. Üretim sürecinde hız ve verimlilik homojenleşme eğilimindedir. Nihai ürünün ortaya çıkması için geçilen aşamalardan herhangi birinde makine kullanılmaya başlaması, bir süre sonra diğer aşamalarda da makine kullanımını zorunlu kılar. Manüfaktür döneminden devralınan ulaşım ve iletişim araçları, artan üretim hızı, üretim alanları arasında sermaye ve işçi aktarımı, dünya pazarlarının genişlemesi gibi nedenlerle, modası geçmiş, iş görmeyen aletlere dönüştüler. Devir, yelkenli teknelerin değil, buharlı gemilerin, okyanus vapurlarının devriydi. Sanayinin artan gereksinimleri madencilik alanında da bir canlanmaya yol açmıştı. Öyle ki 19. yüzyılda insanlar, madenlerin çok yakın bir zamanda tükeneceğini düşünüyorlardı:
“Her ne kadar Kuzey Amerika’nın kömür damarları, dünyadaki bütün diğer kömür yataklarının toplamından daha büyük olsa da, yüz yıla kalmadan, sanayiinin milyonlarca ağızlı canavarı yeryüzündeki son kömür parçasını da yutacaktır.” 18
Milyonlarca ağızlı bu canavar, makine biçimindeki emek araçlarını kullanmakta ve artık insan kuvveti yerine su ve buhar gibi doğal kuvvetlerle çalışabilmektedir. Büyük sanayinin makine sistemine dayalı nesnel örgütlenmesi, manüfaktürün parça-işçileri birleşiminden oluşan öznel örgütlenmesinden çok farklıdır. Kolektif işçinin manüfaktürde işçilerin yerini alması emek araçlarının teknik özelliklerinden kaynaklanmamaktadır. Aynı emek araçlarıyla tek bir işçinin, işbölümü olmaksızın da üretim yapması mümkündür. Oysa makine, üretim süreçlerinde kolektif işçiyi teknik açıdan zorunlu kılar. Maddi üretim koşulları işçiden bağımsızlaşmıştır; işçi kendisinden önce var olan koşullara eklemlenmektedir. Emek-sürecindeki bu radikal değişiklik işçinin sermayeye biçimsel bağımlılığının da sonudur.
Makinelerin insan kuvvetine daha az gereksinim duymaları, işçi sınıfını hem nitel hem de nicel açıdan değiştiren önemli bir faktör oldu. Makineleşmeyle kadın ve çocuk emeğinin kullanılmaya başlaması sınıfın yapısını geri dönülemez bir biçimde değiştirdi. İşçi aileleri bir bütün olarak üretim sürecine dahil olmaya başladılar. Bunun sonucunda, emek-gücünün değerinin hesaplanmasındaki yöntem de değişti. Eskiden yetişkin erkek işçi yalnızca kendisine değil ailesine de bakmakla yükümlüydü, oysa artık ailenin tüm fertleri emek pazarının bir parçasıydı. Çoluk çocuk, kadın erkek, hep birlikte çalışıldığından emek-gücünün değeri kapitalistin lehine olmak üzere önemli ölçüde düştü.
Kadınlar ve çocukların kitleler halinde işçi sınıfına katılmaları, sınıfın direngen karakterini de olumsuz etkiler. Manüfaktür döneminde boy vermeye başlayan işçi hareketleri, kapitalistlerin kadınlara ve çocuklara özgü erdemleri işçi sınıfının aleyhine kullanmalarıyla geçici bir bocalama yaşadı.
Makinenin üretim sürecine girmesiyle üretkenlik tartışmaları da yeni bir boyut kazanır. Makinenin üretkenliği, ürüne kattığı değerle ters orantılıdır. Bu nedenle makinenin ömrü uzadıkça, ürünlere katacağı değer daha fazla meta üzerine dağılacağından, her bir metaya eklenen değer düşecektir. Ama bir makinenin ömrü yalnızca onun kullanımdan kaynaklı maddi yıpranmasına bağlı değildir. Moral yıpranma olarak adlandırılabilecek olan ikinci tür yıpranma biçiminde, makinenin kullanımı sırasında aynı işi yapan daha gelişmiş ve daha ucuz makinelerin rekabete girmesiyle, makine değişim değerini yitirir. Bugün en güzel örneğini bilgisayarlarda gözlemleyebileceğimiz moral yıpranma olgusu nedeniyle, kapitalist makineye ödediği paranın karşılığını bir an önce almak ister. Bu nedenle moral yıpranma olgusu işçiler cephesinde kendisini işgününün uzatılması şeklinde gösterecektir.
İşgününün uzatılmasıyla, kapitalist hem makinenin aynı zaman içerisinde kullanım süresini artırır hem de bina giderleri gibi sabit harcamalarını azaltmış olur. Sonuçta gözlenen üretim hacmindeki yükselişle birlikte, artı-değer miktarında artma ve bu miktarın elde edilmesi için gerekli harcamalardaki azalmadır. Ancak işgününün uzatılması her üretim tarzında benzer sonuçlara yol açsa da sömüren sınıf açısından hiç bu kadar kârlı olmamıştır. Çünkü makineleşme ve fabrika sistemiyle birlikte, sermayenin en büyük kısmını canlı emekle ilişkisini kopardığı anda hem kullanım-değerini hem de değişim değerini kaybedecek makineler oluşturmaktadır. İnşaat işçisi elindeki küreği bıraktığı anda yalnızca o küreğin değeri kadar sermayeyi yararsız hale getirmektedir. Oysa çok büyük miktarlar karşılığında satın alınan makinenin başındaki işçi, çalışmayı reddettiği anda büyük meblağlar tutan bir yatırım o anda boşa çıkmıştır. Emek makineleşmeyle birlikte sermayeye doğal olarak bağlanırken, sermaye de değişen yapısı gereği işçilere daha fazla ihtiyaç duymaktadır. 21. yüzyılın başında işçilere ihtiyaç duymadan üretim yapabilen makineler üzerine anlatılan efsanelerin tamamı hâlâ boş laftan ibarettir. Makineler, bilgisayarlar ve daha nice gelişmiş alet bir değer yaratmak için bugün de emek-sürecindeki teknik değişikliklerle uyumlu nitelikleriyle canlı emeğe muhtaçtır. Hem bugün fabrika sisteminin ilk çıktığı günlere oranla sermayenin daha büyük bir kısmı, insan emeği ile ilişkisini kopardığı anda tüm değerini kaybedecek makinelerden oluşmaktadır.
Emek-sürecinde başka değişiklik yapmaksızın yalnızca işgününün uzatılmasıyla elde edilen mutlak artı-değer, makineleşmeyle birlikte işgününün iki kısmının, gerekli emek-zaman ile artı-değerin üretildiği zamanın uzunluklarındaki değişiklikten doğan nispi artı-değere dönüşür.
“Makinenin nispi artı-değer üretmesi, yalnız emek-gücünün değerini doğrudan düşürerek ve emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli metaların fiyatlarını ucuzlatarak onun da değerini dolaylı yoldan ucuzlatmakla değil, aynı zamanda, ilk kez sanayie dağınık olarak girdiği zaman, makine sahibinin çalıştırdığı emeği, daha üstün ve daha etkili bir emek haline getirerek, üretilen malın toplumsal değerini onun bireysel değerinin üzerine çıkartarak ve böylece kapitaliste, günlük ürünün daha küçük bir parçası ile, emek-gücünün değerini yerine koyabilme olanağını sağlayarak olur.” 19
Nispi artı-değer üretimi için varolan bu iki form birbirlerinden uygulayıcılar açısından da ayrılırlar. Sistematik olarak emek-gücünün değerini düşürmek veya işçilerin yaşaması için gerekli metaların fiyatlarını ucuzlatmak tek başına bir kapitalistin yapabileceği bir iş değildir. Emek-gücünün değeri ancak temel ihtiyaç maddelerinde sübvansiyonlar, işçilere ucuz sağlık ve konut sağlanması gibi sınıfsal bir stratejinin ürünü olabilecek yöntemlerle düşürülebilir.
Nispi artı-değer üretimi için Marx’ın saptadığı ikinci yol ise kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabete bağlıdır. Varolan ortalama üretkenlik değerlerinden daha iyi değerlere ulaşılmasını sağlayacak üretim teknikleri kullanan sermayedar, ürünü ortalama maliyetinin altında bir masrafla üretip normal değerine satarak daha fazla kâr etmeyi başarır. Bu olgu makinelerin yaygın kullanılmadığı ilk dönemlerde makine kullanan kapitalistlerin diğerlerine kıyasla yakaladıkları avantaj şeklinde kendisini gösterirken, zaman ilerledikçe makinelerin ve dolayısıyla üretim tekniklerinin arasındaki teknolojik farklılıklar aracılığıyla kendisini var etmeye başlar. Nispi artı-değer üretiminin bu formu kapitalizmde teknolojik ilerlemenin temel motivasyonlarından biridir.
Makinelerin kapitalist kullanımı, işgününün uzatılması için kapitalistlere nedenler sunarken, nispi artı-değer üretiminin değişik formları aracılığıyla toplumsal yapıyı baştan sona değiştirir: Kadın ve çocuklar da işçi sınıfına katıldığından sınıfın yapısı değişip genişlerken, makinelerin yerlerini aldığı işçiler de kapitalizmin sınıfı her an tehdit altında tutmasına yarayacak yedek iş gücü ordusunu oluşturur.
Yalnız işçi sınıfı hiçbir zaman sanayileşmenin edilgen nesnesi olmamıştır. Kapitalizmin işgününün alabildiğine uzatılması için sağladığı nedenler burjuvazinin bu konudaki saldırgan tavrını belirlese de, nihai sonucu işçi sınıfının da bir tarafında durduğu sınıflar mücadelesi belirleyecektir.
İşçi sınıfının oluşma ve varolma mücadelesi verdiği bir dönemde, henüz örgütlenme düzeyinin çok düşük olduğu günlerde burjuvazi mücadelede fazlasıyla ağır basınca bir diğer önemli faktör, bir sınıf olarak burjuvazinin çıkarları ile bireysel kapitalistin çıkarları arasındaki çelişki ağırlığını hissettirecektir.
“… her biri kendi çıkarı için mücadele ederken birbirleriyle rekabet halinde olan kapitalistler bütünsel sınıf çıkarlarının aleyhinde sonuçlar doğurabilecek işler yapabilirler. Bireysel faaliyetleriyle birikimin temelini ve birikimin kapitalist sınıfın kendini yeniden üretmesinin yolu olduğu gerçeği nedeniyle de kendilerinin bir sınıf olarak yeniden üretimlerini tehlikeye atabilirler. Bu durumda, genellikle bir düzenleyici olarak devletin aracılığıyla, kendilerini bir sınıf olarak teşkil etmek ve aralarındaki rekabete sınırlar koymak zorunda kalırlar.” 20
Burjuvazi, zor mekanizmalarındaki zamanlamayla oynayıp, siyasi zoru ekonomik alandan çıkartırken, devleti de daha önceki üretim biçimlerinde olduğu gibi ekonomik alanda artı-değere sömüren sınıf adına el koymak için kullanmaktan vazgeçmiş, bunun yerine devleti pazarı düzenlemek gibi daha rafine misyonlarla donatarak, kendisini bir sınıf olarak yeniden üretmek için kullandığı sınıflar üstü görünümlü bir araç haline getirmiştir.
Bütün bu nedenlerden dolayı işgününün kısalması, sermayeyi makineleri daha da geliştirerek nispi artı-değer üretimini artırmaya yöneltir. İşgününün kısaltılmasıyla emeğin yoğunlaştırılması için öznel koşullar zaten hazırlanmıştı. Şimdi sıra, hem makinelerin hızını arttırarak hem de makineleşme oranını yükselterek her işçiye çalışacağı daha fazla makine vererek aynı sürede daha fazla artı-değer elde etmeye gelmişti. İşgününün kısalmış olması bir gerçekti ama teknolojinin işçi sınıfına karşı bir silah olarak kullanıldığı da başka bir gerçekti. İşçiler belki eskisine göre daha kısa süreler boyunca çalışıyorlardı ama bu süre zarfında daha ağır şartlarda daha yoğun bir sömürüye maruz kalıyorlardı.
Bir sistem halinde örgütlenen makineler fabrikanın ana gövdesini oluşturur. Bu sistemde aletle işçinin arasındaki beceri ilişkisi alt üst olur; artık beceri makinenin becerisidir. Böylece emek-süreci bir ölçüde emek-gücünün fiziksel güç, hız ve bazı durumlarda yetenek gibi doğal sınırlamalarından kurtulmuş olur. Ama işçiler arasındaki yetenek ve güç farklılıkları manüfaktürdeki işbölümünün teknik temelidir. Bu sınırlamalar kalkınca işçiler arasında manüfaktürdeki işbölümüne dayalı hiyerarşinin yerini yaş ve cinsiyet gibi doğal farklılıklar alır. Manüfaktüre özgü yetenek gruplarının yerini ustabaşının liderliğindeki işçi gruplarının basit birlikteliği almıştır. Bunların dışında makinelere bakmak, onları onarmak, üretim sürecinde organizasyonel işlerden sorumlu olmak gibi yardımcı görevleri olan mühendisler, teknisyenler ve başka meslek grupları da fabrika işçilerine eklenir.
İşçi her zaman üretimin değişmez ön koşuludur. Ama fabrikada sistemin bütününün sürekliliğini artık işçi değil makine sağlamaktadır. Üretim sürecinde zorunlu olarak gereken becerinin büyük kısmının makinelerle sağlanıyor olması işçi sınıfının büyük çoğunluğu için ihtiyaç duyulan eğitim süresini kısaltır ve işçinin yeniden-üretim masraflarını büyük ölçüde azaltır. Ama işçinin sınırlı yetenekleri ve varolan üretim koşullarına eklemlenme zorunluluğu onu fabrikaya ve dolayısıyla kapitaliste çaresizce bağlanmak zorunda bırakır.
“Üretimin zihinsel güçlerinin el emeğinden ayrılması ve bu güçlerin, sermayenin emek üzerindeki gücü haline dönüşmesi, daha önce gösterdiğimiz gibi, en sonu, makine temeli üzerinde yükselen büyük sanayi tarafından tamamlanmıştır. Fabrika işçisi için önemsiz olan her bireyin özel hüneri, bilim, dev fizik güçler ve fabrika mekanizmasında somutlaşan ve bu mekanizma ile birlikte ‘patron’un gücünü oluşturan kitle emeği karşısında, küçücük bir miktar olarak yok olur gider.” 21
Emeğin sermayeye gerçek bağlılığı kapitalistlerin emek-sürecini nispi artı-değer üretimini sağlamak için yeniden düzenlemeleriyle başlar. Makineler aracılığıyla gerçekleşen bu değişim, işçinin işyerinde değersizleşmesiyle yan yana gider. Makinenin üretim sürecinde kolektif işçiyi teknik bir zorunluluk haline getirmesiyle, kolektif işçiyi daha verimli hale getirmek için işçileri vasıfsızlaştırma süreci başlar.
İşçinin sermayenin önünde engel teşkil edebilecek her türlü hüneri ortadan kaldırılmak, işçi makinenin bir parçası haline getirilmek zorundadır. Ama vasıfsızlaştırmadan anlaşılması gereken, işçinin üretim sürecinde gerekecek tüm hünerlerinden arındırılması değil, hünerin bireysel bir olgu olarak yok edilmesidir. Yoksa kapitalizm yalnızca çocukluk döneminde değil her zaman bazı yeteneklere ihtiyaç duyacaktır. Hedeflenen, bir bütün olarak homojenleşmiş, tüm yeteneklerin, vasıfların tamamen ortadan kalktığı bir emek-süreci değildir. Tüm bunlar gerçek anlamda vasıfsız işçiyi de, ucuzluğu ve kolay bulunabilirliği nedeniyle kapitalizmin ihtiyaç listesinden düşürmez.
Kapitalizm için önemli olan bir işçinin tamamen vasıfsız olması değil tüm özellikleriyle beraber ikame edilebilir olmasıdır. Meslek grupları ikame edilebilirliğin tarihsel olarak oluşmuş yapılarıdır. Kişisel yeteneklerinden dolayı kapitalizm için vazgeçilmez olduğunu düşünen kim varsa, mühendis, doktor, öğretmen, fabrika işçisi, hepsi hayal görmektedir. Kapitalizm için vazgeçilmez kişisel yetenekleri olan birkaç kişiyi, örneğin bazı bilim adamlarını veya mühendisleri ise işçi sınıfının dışında bırakmanın hiçbir sakıncası yoktur. Kapitalizmde işçi sınıfının önemli yapısal özelliklerinden biri, birey olarak her birinin yine aynı sınıf içerisinde yedeğinin olmasıdır. Gelecekte de bunun değişeceğine dair bir işaret yoktur:
“Vasıflı emeğin basit emeğe dönüşmesinin temel ölçüsü, kapitalizmin ne ölçüde kolayca yeniden üretilebilen ve ikame edilebilen beceriler yarattığıdır. Tüm kanıtlar gösteriyor ki, şurada önemli direniş adacıklarına, burada sayısız direniş odağına rağmen kapitalizm bu doğrultuda ilerlemektedir.” 22
Bu birbirlerinin yerine geçebilen parça işçilerden oluşan kolektif emekçi emek-süreçlerinde daha belirgin hale geldikçe, ürün bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve daha önce bireyin etkinliği aracılığıyla tanımlanan üretken emekçi kavramı genişlik kazanmış olur. Emek sürecini yalnızca sonuçları açısından değerlendirmek ve üretken emeğin ne olduğunu da bu yöntemle tanımlamaya çalışmak kapitalist üretim sürecinde nispi artı-değer üretiminin var olduğu koşullarda yanlış sonuçlar verecektir.
İlk olarak biraz da soyutlamada kullanılan sözcüklerin kendilerinin olumlu veya olumsuz anlamlarından kaynaklanan bir yanlış anlamayı düzeltmekte fayda var: Marksizm’de üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrım, insanlık için yararlı ve yararlı olmayan emeği birbirinden ayırmak için yapılmış bir soyutlama değildir. Bu soyutlamada da esas amaç kapitalist üretim biçiminin anlaşılmasını sağlamaktır; yoksa Marksistler üretkenlik kıstasını kullanarak meslek grupları veya sektörler için tarihsel yargılar vermek peşinde değildir. Örneğin silah üretimi ne tarafından bakarsanız bakın üretken emek kapsamında incelenmelidir. Ama herhalde kimse emperyalist ülkelerin silah sanayilerinin insanlık için yararlı olduğunu iddia etmeyecektir. Hatta işçiye artı-değer üreticisi damgasını vurduğu için, bu açıdan bakıldığında Marx’ın deyimiyle “üretken emekçi olmak talih değil talihsizlik eseridir.”23
Artık kolektif emek kapsamında üretken biçimde çalışmak için el ile doğrudan çalışmak gerekmemektedir. Kapitalist için artı-değer üreten kolektif emekçinin bir parçası olmak üretken emek kapsamında değerlendirilmek için yeterlidir. Ama bir birey olarak kapitaliste artı-değer üretmek ile toplamda sermayenin genel birikimine katkıda bulunmak bir ve aynı şey değildir. Bir bütün olarak sermaye için ekonomideki toplam artı-değer üretimini artıran ve kümülatif sermaye birikimine katkı koyan emek üretkendir. Örneğin finans sektöründe çalışan bir ücretli emekçi patronunun toplam artı-değer üretiminden bir pay almasını sağladığından, kendi patronu için üretken bir emekçidir çünkü onun özelinde el koyacağı artı-değeri üretmiştir. Ama bu el konulan artı-değer aslında finans sektöründe çalışan ücretli emekçinin kendisinin doğrudan ürettiği artı-değer değil, ekonominin gerçek an¬lamda üretken alanlarında üretilen artı-değerden alınan bir paydır.
Yine ilginç bir örnek taşıma sektöründen verilebilir. Malların taşınmasıyla, malların sayısının artmadığı da, taşıma yoluyla malların niteliklerinin değişmediği de açıktır. Hatta taşıma sırasında bozulabilen mallar düşünüldüğünde işin kendisi malın değerini bile düşürebilir. Ama bir malın kullanım-değeri yalnızca tüketim aracılığıyla açığa çıkar. Bu nedenle ürünü tüketileceği yere taşımak, açıktır ki, ürüne bir değer eklemiştir; bir bütün olarak sermaye birikimine katkı koymuştur. Taşımacılık bu nedenle üretken bir sektördür. Malların taşınmasının aksine, insanların taşınması ise metaya yeni bir değer eklememesi nedeniyle üretken bir sektör değildir.
Örnekler çoğaltılabilir ancak sektörler arasında bir kez ayrım yapıldığında ve sıra üretim sürecinin içerisinde var olan değişik emek biçimlerinin arasındaki ayrımlara geldiğinde, kolektif emek belirgin bir rol oynayacaktır. Bir emekçinin kolektif emekçinin alt işlevlerinden birini yerine getirmek için, üretim için vazgeçilmez ve zorunlu bir işi yapıyor olması yeterlidir. Bu nedenle üretim sürecinde elleriyle çalışmayan ama üretim için vazgeçilmez işler yapan mühendisler, teknisyenler, depo görevlileri ve daha birçoğu üretken emek kapsamında değerlendirilmelidir.
“Fakat metanın kullanım-değeri için önemsiz ve emekçilerden sızdırılan artı-değerin maksimizasyonundan (örneğin işçilerin çalışma sürelerini kontrol eden görevlilerin ücretli emeği) veya özel mülkiyetin korunmasından (fabrikanın içinde ve dışında görev yapan güvenlik görevlileri) sorumlu ücretli emek; kapitalist üretimin sosyal ve hukuki boyutuyla ilgili emek (firmalarda çalışan ücretli avukatlar), muhasebeciler, aşırı üretimin zorunlu kıldığı stok görevlileri; bunların hiçbiri sermaye için üretken emek değildir.” 24
Yukarıda sıralanan kategorilerin tamamı kapitalist sistemin işleyişi için gerekli olsa da metaya değer eklemedikleri için üretken emek kapsamına alınamazlar.
Üretken emek soyutlaması, nasıl işçiler arasında iyi-kötü, yararlı-yararsız ayrımı için kullanılamazsa işçi sınıfının sınırlarını saptamada, kimlerin işçi olup olmadığına karar vermede de kullanılamaz. Üretken emek kapsamında değerlendirilebilecek ama işçi sınıfının dışında tutulması gereken meslek grupları ve çalışanlar olduğu gibi, üretken emek kapsamına alınamayacak ama kesinlikle işçi sınıfının parçası olan sayısız ücretli emekçi vardır.
Değişen ve değişmeyen…
Ekonomik temel ile toplumsal formasyonu oluşturan üstyapı kurumları arasındaki ilişkinin doğası ile işçi sınıfının sahneye ilk çıkışında belirleyici olan ekonomik faktörler ile diğer siyasi ve ideolojik faktörler arasındaki ilişkinin doğası arasında farklılık aramak anlamsızdır.
İşçi sınıfının oluşumunda ekonomik etmenler diğerlerine göre başattır. Ama işçi sınıfı bağlamında da üstyapının rolünü küçümsemek için bir neden bulunmuyor.
Kapitalizm ilkel birikim döneminde doğrudan üreticileri üretim araçlarından zorla koparırken soyut varlıkları değil, sosyal, kültürel değerleri ile insanları yerlerinden, yurtlarından, topraklarından ediyordu. Burjuvazinin manüfaktür tezgahlarına karşı rekabet edemeyip tezgahlarını kaybeden zanaatkarlar, lonca sistemi adı altında feodalizmin toplumsal değerlerini içselleştirmişlerdi.
Kapitalizm bu insanların tamamı için tarihsel olarak ilerici bir dönüşüm anlamına geliyordu ve bu dönüşümün kendine has bir sürekliliği vardı. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesi ve değişmesiyle dönüşür. Bu ilişki biçiminde süreklilik arz eden hep üretici güçlerdir. Ama süreklilik dönüşümün gerçekleşme hızının hep aynı olduğu anlamına gelmemektedir. Toplumsal ilişkilerin altüst olduğu zamanlar, bu dönüşümün çok hızlı yaşandığı zamanlardır.
Buhar gücü ve dokuma tezgahının bulunuşu ile baş döndürücü bir hıza ulaşan dönüşüm dönemleri yeni bir sınıfın oluşmasının da en açık olarak gözlemlenebildiği zamanlardır. Bu değişikliğin siyasi ve ideolojik etkilerinin görülmesi için çok beklemek gerekmemiştir..
“Dokuma tezgahı yalnızca sanayi devriminin değil sosyal bir devrimin de tetikleyicisidir; yalnızca üretimdeki artışı değil ‘işçi hareketi’nin kendisini de doğurmuştur. Bir tanım olarak kullanılan Sanayi Devrimi artık olguları açıklamak için başvurulan bir terimdir.” 25
Sanayi devrimi sırasında görülen ideolojik ve siyasi dönüşümlerin ve ilk işçi hareketlerinin özelliklerinin incelenmesi ile, işçi sınıfı üzerinde düşünmek için gerekli kavramsal altyapının önemlice bir bölümü tamamlanmış olacak.
Kapitalist sömürünün, gerçekleşmesi için siyasi ve ideolojik zora ihtiyaç duymaması, emeğin sermayeye önce biçimsel daha sonra gerçek bağlılığı ve işçi sınıfının daha doğum aşamasında edinip bugüne taşıdığı temel özellikleri, işçi sınıfının bugünkü yapısı ve sınırlarını anlamak için temel çıkış noktasını oluşturacak.
Değişen ve değişmeyenin ne olduğunu bilmek gerekiyor. Değişenlerin, değişmeyenler nedeniyle, bizi bilmediğimiz sulara atmayacağı bilgisinin verdiği güvenle…
Dipnotlar ve Kaynak
- LENIN V. İ., Ne Yapmalı, Sol yay., Ankara, Ağustos 1988, çev. Muzaffer Erdost, s.38.
- HEKİMOĞLU CEMAL, “Ne Yapmalı”cılar Kitabı, Gelenek yay., İstanbul, Ekim 1994, s.54.
- MARX Karl, Grundrisse, Penguin Books, Harmondsworth, 1977 s.87.
- MARX K.,Kapital 1. Cilt, Sol yay., Ankara, Ekim 1997, çev. Alaattin Bilgi, s.313.
- a.g.e., s232.
- MARX K., Kapital 3. Cilt, a.g.e., s.694.
- a.g.e., s.694.
- a.g.e., s.695.
- MARX K, Kapital 1. Cilt, a.g.e., s.679.
- a.g.e., s.680.
- a.g.e., s.701.
- ÇULHAOĞLU Metin, Sivil Toplum: Devletin Büyümesi içinde, YGS yay., İstanbul, Haziran 2001, s41.
- WOOD Ellen Meiksins, Renewing Historical Materialism, Cambridge, University Press, Cambridge, 1996, s.29.
- ÇULHAOĞLU M., a.g.m., s.43.
- MARX K., Kapital 1. Cilt, a.g.e., s.321.
- MANDEL Ernest, Capital Volume 1 içinde, Penguin Books, Harmondsworth, 1978, s.34.
- HARVEY David, The Limits to Capital, The University of Chicago Press, Chicago, 1984, s.29.
- VERNE Jules, Madenin Esrarı, İthaki yay., İstanbul, 2001, çeviren: Kerem Eksen, s.36.
- MARX K., Kapital 1. Cilt, a.g.e., s.390
- HARVEY D., a.g.e., s.34.
- MARX K., a.g.e., s.405.
- HARVEY D., a.g.e., s.119.
- MARX K., a.g.e., s. 484
- MANDEL E., Capital Volume 2 içinde, Penguin Books, Harmondsworth, 1978, s. 46.
- THOMPSON E.P., The Making of the English Working Class, Penguin Books, Harmondsworth, 1991, s. 210.