Türkiye insanı için söylenmiş “özlü sözler” vardır. Bende bunlardan sadece iki tanesi aklımda yer etmiştir. İlki, Türkiye insanının yüzde 60’ının aptal olduğuna dair olanıdır. Bir diğeri ise; Türkiye insanının mücadele etmeyi değil, mücadele edenleri sevdiğine yönelik değerlendirmedir.
Her iki saptamadaki vurgu sözgelimi İngilizlerin soğukluğuna ya da Fransızların romantikliğine işaret eden bir yaklaşımın sonucu değildir. Bir tür tepkiyi belki de çaresizliği hatta ilişkili olarak sınırları ifade etmektedir. Açıkça bu ülkenin insanından “özel bir şey çıkmaz” sonucuna taşımaktadır.
Öte yandan Türkiye’yi (dolayısıyla insanını) devrime daha yakın olanlar kategorisine sokmakta hiçbir beis görülmez. Eşitsiz gelişim dinamikleriyle bu denli yoğrulmuş toplumsal-siyasal yaşamı bu denli “yüklü” ve “renkli” bir ülkenin insanının yapabileceklerine dair sınırları çizmek kolay olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında “Türkiye insanı da özel bir şey çıkaramaz ise hiç kimse çıkaramaz” denilebilecektir.
Madalyonun iki farklı yüzü gibi görünen bu tabloyu anlamaya çalışmayı sanırım sosyologlara bırakmak zorunda değiliz. Tablonun kendisi başlı başına “siyasi olgu” niteliği taşımaktadır ve sadece anlamaya çalışma çabası bile siyasi faaliyet konusu olarak biçim kazanabilmektedir. Üstelik anlamaya çalışırken Türkiye insanına dair neredeyse birbirini dıştalayan bu iki farklı içeriğin ne herhangi birisine angaje olmak ne de ortasını bulmak durumundayız. Çabamız “umudun gerçekliği” adına olsun…
İnsan teorisinden hareketle
Türkiye insanına dair bir değer yargısı üretmek için iki düzleme ihtiyaç duyulur. Öncelikle genel olarak insanın özünün bu ülke topraklarındaki yeniden üretilişi karşımıza çıkacaktır. Ardından bu ülke insanına dair “değişme-dönüşme” dinamikleri ve “değiştirme-dönüştürme” misyonu önem kazanacaktır.
Yalçın Küçük “İnsan teorisi” üzerine düşünmenin başlangıç parametresi olarak; “Hegel’in Hukuk Felsefesi’ne Katkı”da yer alan “İnsanın özünün hiç değişmeyen ya da hakiki bir gerçekliği yoktur” ve “Feuerbach Üzerine Tezler”in altıncısında dile getirilen “(…) ancak insan özü her tekil bireyin bir parçası olmuş bir soyutlama değildir. Kendi gerçekliğinde toplumsal ilişkilerin toplam sonucu-dur” önermelerini hatırlatıyor. Küçük insanın özüne dair -tarihi sınırlılık içinde- “değişebilirlilik” varsayımına ulaşıyor. İnsanın özünün yazımı üzerine ise şu yargıya sahip:
“İnsanın özünün ‘mutlak’ bir yazımı olabileceğini düşünemiyorum. İnsanın yazımı estetik ya da eleştirel yazım olmak durumundadır. Bu mantıksal ucunda reddederek yazım olarak da anlaşılabilir. Bunun tarihte iki belli başlı örneğini biliyorum; birincisi ulusların yazımıdır. Her ulus kendisini bir veya daha çok ‘düşman ulus’ bularak yazıyor. İkincisi Batı’nın kendisini yazmasıdır. Batı hep Doğu’yu kötüleyerek kendisini tanımladı” 1 . [KÜÇÜK Yalçın]
Gerek Marx ve Engels’in “insan özünün kendi gerçekliğinde toplumsal ilişkilerin toplam sonucudur” tezini gerekse Yalçın Küçük’ün ulusların yazımındaki “reddiyeci/dışlamacı” yüklemeye dair vurgusunu Türkiye insanı özelinde güncelleştirdiğimizde; “korkuların dünyasındaki Türkiye kapitalizmi”nin insanını toplumsal ilişkileri içinde biçimlendirdiği haline ulaşıyoruz. Daha da zorlarsak; korkuyla yatıp kalkan kapitalizmin Türkiye insanını haddinden fazla “aptal” ve “seyirci” kıldığını iddia edebiliriz.
Bu halin “malumunuzdur” denilerek burjuva ideolojisinin hegemonyasının doğal bir sonucu olarak telakki edilmesinden ibaret görülmesini ise doğru bulmuyorum. Türkiye insanını kuşatan etkili ve başarılı bir hegemonyadan değil kriz dinamiklerini korkuların dünyasında üreten Türkiye kapitalizminin -belki de emellerini de aşan bir biçimde- ortaya çıkardığı Türkiye insanının halinden söz edilebileceğini düşünüyorum. Gerçekten de Türkiye insanının bu hali hegemonik bir durumun ötesinde “haddinden fazla” bir hal-i durumdur.
Üstelik “Bir Türk dünyaya bedeldir…” ya da “Türk insanı zekidir ahlaklıdır…” türünden ideolojik yüklemelerle yol alagelmiş Türkiye kapitalizminin Türkiye insanını dumura uğrattığından da söz edilemez. Çünkü dumur kavramı daha çok geçici bir hareketsizliği ve şaşkınlığı anlatıyor. Açıkçası kendi adıma “çığrından çıkma” durumunun daha uygun bir yakıştırma olduğunu düşünüyorum. Daha da önemlisi; verili durumun mücadelemiz adına dezavantajlarının değil Türkiye insanı ve hatta insanlık adına geleceğe taşınabileceklere dair akıbetin çok daha kaygı verici olduğuna iyiden iyiye inanmış durumdayım. Kaldıramayacağı bir yük Türkiye insanına yüklenmiştir. Türkiye insanının tablosu dramatiktir…
Pasifizasyon emek-sermaye çelişkisinin hüküm sürdüğü bir ülkede düzenin idamesi adına her zaman kullanılacak bir dayatmadır işletilecek bir süreçtir. Belki de kapitalizmin “ruhunu” anlamak ve kavratmak için böylesi sadeleşti-rilmiş yaklaşımlara duyulan ihtiyaç vazgeçilmezdir. DİSK’in bir döneminde kullanılan A B C tipi eğitim seminerlerinin ilk bölümlerinde işlenmiş şu sadeleştirmeye kimsenin itirazı olamaz:
“(…) İnsanlar düşünen yaratıklardır. Ama mal mülk sahibi sömürücü bu düzenin sürmesini istiyor. O zaman ne yapacak O zaman çalışan insanların düşüncesini baskı altında tutmaya çalışacak ve; 1. Çalışanlar korkak insanlar olarak yetiştirilecekler. 2. Bencilleştirilecekler. 3. Gerçekleşmeye-cek bir umutla yaşayacaklar. 4. Kendilerine ve güçlerine yabancılaşacaklar. 5. Olaylar arasında bağ kuramayacaklar” 2 .
Anlatılan kapitalizmin modelidir ve biçimlendirmeye çalıştığı insanıdır. Ancak Türkiye insanının güncel halini gözettiğimizde; söz konusu olan korkaklık bencillik sahte umutlar yabancılaşma ve parçalanmışlık mıdır Açıkçası Türkiye insanı bugün korkaklığını bencilliğini yabancılaşmasını parçalanmışlığını ve hatta umudun sahtesini bile yaşayamayan hissedemeyen bir durumdadır. Belki de bir tür “bitkisel yaşam”!…
Engels’in İngiltere’de emekçi sınıfların durumunu incelerken burjuvazinin çocukluk dönemi öncesindeki insana dair “suskun-bitkisel yaşamlarında insan değillerdi ve birkaç aristokratın hizmetinde emekçi makinelerdi” biçimindeki yargısı biliniyor. Dönemin kapitalizminin birçok yazar tarafından bir tür “Ortaçağ’a dönüş” biçiminde tanımlandığı düşünüldüğünde bu tür bir “dönüş”ü tüm acımasızlığıyla yaşayan Türkiye insanına dair “bitkisel yaşam” betimlemesi çok da uçuk bir yargı olmasa gerek. Sadık Albayrak da bu düşünceyi taşıyanlardan…
“Yeni bir ortaçağda yaşıyoruz… Ortaçağ felsefesini anlatan skolastik kavramı bu genel çerçeve içinde yerini buluyor. Skolastik çerçevenin gerçeklikten kopukluğu ve düşünceyi kavramlar içine hapsetmesi günümüzün düşünsel etkinliğinde de egemen anlayış. Tekellerin ortaçağında skolastik bir gündemi yaşıyoruz. Herşeyin ‘sanal’laştırıldığı bir topluma çok uygun. İnsanın bilincini köreltmek için bu ‘sanal’ alemin vahiylerine ihtiyaç duyuluyor” 3 . [ALBAYRAK B. Sadık]
Tarihsel akış Türkiye insanı özelinde böyle bir tablo ortaya çıkarmış durumda. Bu tablonun evrilegelenin en son aşaması olarak kurgulanması ise sağlıklı olmayacaktır. Öne çıkarmamız gereken tarihsel akışın yönü ve buna dair devrimci sorumluluklarımız olmalıdır. İnsan doğasının tarihsel akışın somutluğundaki “değişken” yapısı hareket noktamız olarak ele alındığında beraberinde sürüklenen bir analiz toplamı değil bu tablo içinde devrimin güncelleştirilmesi olmak zorundadır.
İnsan doğası kavramının tam anlamıyla somut bir kavram olduğunu belirten Marx Bentham ile giriştiği bir tartışmada şunları söylüyor:
“Örneğin bir köpek için neyin yararlı olduğunu bilebilmemiz için ilk önce köpek doğasını incelememiz gerekecektir. Ancak bu köpek doğası yalnızca belirli bir ‘yararlılık ilkesi’nden yola çıkılarak belirlenemez. Bunu insan örneğine aktardığımızda şu sonuca varırız: Eğer bütün insan davranışlarını hareketlerini ve ilişkilerini belirli bir yararlılık ilkesine göre değerlendirecek olursak yalnızca genel bir anlayışa varmış oluruz. Ondan sonra da her bir dönemde tarihsel akışa bağlı olarak değişen bir insan doğası ile karşılaşırız” 4 . [MARX Karl]
“Bitkisel yaşam” vurgusuna dönersek; sadece ve sadece sıradan günlerden geçmediğimizin altını çizmek gerekiyor. Karşımızda duran tarihsel akışın özgün bir evresi değil akışın içinde biçimlenegelenin beraberinde sürüklediği bir tablodur. Bu nedenle sözgelimi aynı verilerden hareket ederek özgün bir evre olarak “küreselleşme” olgusuna ulaşmak ve Türkiye insanı adına bu başlıkta dayatılanlar içinde uyum/direniş bağlamında işleyen süreçlerin ürünü bir Türkiye insanı tablosu görmeye çalışmak abesle iştigal etmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Bir başka ifadeyle; yaşanan her şeyin özgün bir uğrağın karşılığı olduğuna inandıktan sonra Türkiye insanının verili tablosuna bakıp “küreselleşmeye karşı küresel direniş” politikası üretmek bu politikanın toplumsallaşamadığı koşullarda da “tabii ki böyle olur” türünden yakıştırmalara girmek bana göre sadece yanlışlık değil kibar saydığım bir ifadeyle ayıptır.
Sıradan günlerden geçilmiyorsa sıradışılığa güçlü bir içerikle müdahale etmek boynumuzun borcu olmalıdır. Çünkü sıradan olmayan günler komünist hareketin toplumsal yaşantıyı üreten toplama dair söyleyeceği çok şeyin olduğunu gösterir yapmak zorunda olduğu ve yapacağı çok şeyin olduğunu göstermesi gibi…
Bir kimlik sorunu mu var?
Günümüz kapitalizminde atomizasyon sürecinin ürünü bir dizi alt-kimlik üretildiği düşünüldüğünde ya da tarihsel birikimi ve de güncel aranışları içindeki Türkiye’nin insanının yine bir dizi kimlikle buluşturulmaya çalışıldığı gözetildiğinde; Türkiye ve insanı için kimlik açıkçası diz boyudur! Bir tür kimliksizlikten söz etmek pek de kolay olmayacaktır. Öte yandan bu tür bir çeşitlilik kimlik kargaşası da ortaya çıkarmış durumda. Türkiye insanının yaşadığı dönem ve koşulları içinde kendini tanımlamakta oldukça zorlanacağı bir dönemden geçtiği iddia edilebilir. Hal böyle ise; “kimliğini arıyor” yaygarası ve şaşkınlığı içinde Türkiye insanına yakıştırılanları anlaşılır kılmak mümkün müdür Yani Türkiye insanının “aptallığı” ve “seyirciliği” kimliğini aramakta olan bir ulusun makus talihi midir?
Türkiye insanı kimlik gerilimini esas olarak “öteki” tartışmaları bağlamında yaşıyor. “Öteki” tartışmalarının ise birbirini bütünleyen iki kritik boyutu var. İlki; başta Avrupa olmak üzere kendi dışıyla ilişkilerde “öteki” durumuna düşen Türkiye ile ilgili. İkincisi ise; “öteki Türkiye” tartışmalarının uzantısı. İç ve dış dinamiği aynı kavram üzerinden buluşturan nesnellik Türkiye insanının “makus talihi”ni de büyük ölçüde belirlemiş durumda.
Türkiye’ye ve insanına güncelleştirilmiş bir kimlik sunma bu düzeni yönetenlerin asli görevlerinden birisi. Belki düzeni ayakta tutmak daha çok bu kimliksiz-lik gerilimini yeniden ve yeniden üretmekle daha kolaydır ancak düzenin idamesi adına en azından böyle bir beklenti üzerinden geleceğe doğru yüründüğü izlenimini vermek kaydıyla. Aşağıda Türkiye ve insanının kimlik bağlamında yaşadığı gerilimi “öteki” konumunda karşılık bulan boyutlarıyla birlikte anlamaya dönük birbirini takip eden üç değerlendirme yer alıyor.
1925 yılında yazılan bir makalede “statü” sorununun Türkiye insanını kimlik kazanma adına nasıl harekete geçirdiği şu şekilde vurgulanmış:
“Yahudiler gibi Türkler de Batı’yla ilişkiye girdikleri günden beri ‘garip bir millet’ olagelmişlerdir ve zirvede olduğunuz sürece bu durum hiç fena değildir… Fakat roller değiştiği anda dayanılmaz bir aşağılanmaya dönüşür bu durum. ‘Garip bir millet’ statüsü her iki örnekte de bir gurur kaynağı olmaktan çıkıp bir aşağılanma kaynağı haline geldi ve bundan dolayı yine her iki örnekte de bu aşağı statüden kurtulma uğrunda güçlü bir hareketin ortaya çıktığı görüldü” 5 . [TOYNBEE J. Arnold]
Günümüzde de Türkiye-Avrupa ilişkileri bağlamında benzer bir statü gerili-minin yaşandığını düşünen bunun bir kimlik meselesine dönüşmüş olmasına üzülen ancak asıl sorunun Batı’nın içinde ve durumunda aranması gerektiğini iddia eden bir yazar sorunu Avrupa merkezinin çevresiyle olan ilişkisinin temel bir özelliği olarak görmektedir. Bu kültürlerden “evrensel kültürün bir parçası haline gelmeleri”nin istendiğini ancak aynı zamanda bunu başaramayacaklarının söylendiğini iddia etmektedir 6 . Dünyanın en önemli stratejik araştırma kurumu RAND yazarları tarafından 2000 yazında hazırlanan Türkiye Raporu’nda ise; son yıllarda hızı daha da artan bir değişim sürecinden geçildiği ve Türkiye’nin iç yapısını biçimlendirirken şu üç gelişmenin ağırlığını koymaya başladığı iddia ediliyor:
“1. Türk milliyetçiliğinin yükselişi ve egemenlik konularında daha büyük hassasiyet;
2. Türk toplumundaki geleneksel ve modern unsurların kutuplaşması;
3. ABD ve Avrupa ile ilişkilerde yeni etkileşim alanları yaratmaya aday dinamik bir özel sektörün ortaya çıkması” 7 . [LESSLER Ian O.]
Türkiye’nin “öteki” derekesine düşmüş hali Türkiye insanını hem etkiliyor hem de harekete geçme dinamikleri bağlamında potansiyel olanaklara işaret ediyor. RAND raporu hiç kuşkusuz bir analiz değil yönlendirme aracı olarak dev-reye sokulmaktadır. Egemenlik konularındaki artan hassasiyeti Türk milliyetçiliğinin ne ölçüde temsil edebileceği MHP’nin iktidar pratiğinde yeterince gözlenmekte. Öte yandan geleneksel ve modern unsurların kutuplaşması olarak dile getirilen gelişmenin gerici-aydınlanmacı ekseninin ötesinde düzen adına siyasal yeniden yapılanma ihtiyacı üzerinden kurgulandığı da açık olsa gerek. Yeni etkileşim alanları yaratmaya aday dinamik özel sektör vurgusu da kanımca siyasetin partisizleştirilmesi sürecinin beraberinde getirdiklerine işaret ediyor.
Gerek “statü” gerilimi olarak tanımlananı gerekse de çağdaşlık temalı egemenlik hassasiyeti biçiminde dile getirilenleri ele aldığımızda Türkiye insanının yakın gelecekte “aptallık” ve “seyircilik” pozisyonunu farklılaştırabilecek dinamikleri de yakalamak mümkün görünüyor. Türkiye insanına şayet dışardan yüklenecek bir enerji ihtiyacından söz ediyorsak anti-emperyalist niteliğin oldukça önemli bir alan kaplayarak işlev kazanacağı sonucunu çıkartabiliriz. Sınıfsal bazda politika üretiminin de merkezine yerleştirilmesi gereken bu olgu Türkiye insanına bir yönüyle güçlü bir müdahale anlamına da gelecektir.
Tartışmak için değil sadece ilginç bir örnek olduğu için ekliyorum. Kimileri Türkiye insanı için umudunu önemli ölçüde tüketmiştir ve bu tür güçlü bir müdahalenin ancak yaşanabilecek güçlü bir nesnellikte mümkün olabileceğine inanmaktadır.
“İktidar erkini kullanan askerlerimizin ideolojik belirlenmeleri; Atatürkçü Bağımsızlıkçı Devletçidir… Konumları ise bunun tam tersi; NATO’cu Batıcı ve Özel Sektörcü… Bu büyük çelişkinin içinden kendilerini de toplumu da çekip çıkarmaları yeniden bir dünya savaşı vermeye eşdeğerde zorluklar taşımaktadır” 8 . [TOY Erol]
“Öteki Türkiye” tartışmalarında da benzer bir niteliği görebiliyoruz. Bir süre öncesinde yoksulların çoğalmasına işaret eden tartışmalar şimdilerde sosyal patlama riski ile birlikte yinelenmekte. Zengin/yoksul karşıtlığının ve bu karşıtlığın adeta birbirini seyreden iki ayrı dünya ortaya çıkarmış olmasının vehameti tartışılıyor ve önlem alınmaz ise ciddi bir kargaşa ortamının ortaya çıkmasından endişe ediliyor. Daha da önemlisi toplumun görüntüsünde ortaya çıkmış bu haddinden fazla ayıbı temizlemek için “yeni bir kurtuluş savaşı” öneriliyor.
Refah devletinin tasfiyesi sürecinin toplumsal yansıması bir yönüyle gözden çıkarılan geniş bir kitleyi anlatırken öte yandan bu tür bir işleyişin meşrulaştırılması için tamgaz bir ideolojik yükleme yapılıyor. Yani paranın enerjik başarılı ve tutumludan alınarak aylak başarısız ve sorumsuza verilmesine duyulan tepkinin önü açılmaya çalışılıyor. Türkiye insanının “aptallık” ve “seyirciliği” bu başlıkta da yeniden üretiliyor. Bu tür bir gelişmenin bir kapsama/dışlama mentalitesinin ötesinde toplumsal/siyasal sonuçları üzerinden değerlendirilmesi gerekiyor.
“Doğal olarak nüfusun küçük yaygın kanaate göre de adi kısmının gereksinimlerine hizmet etmeye indirgenen refah devletinin uzun vadede sonraki gelişmelere yol açmaya en müsait sonucu siyasetin güçsüzleştiril-mesi ve siyasi ilginin toplumun genelinde sönmesidir. Vatandaşların çoğunun siyasi idareye gösterdiği ilgi maliyenin ellerini ceplerine sokmamasını sağlamaktan ibarettir. Gerçekten de bu konuda tehlikeye atılacak başka bir şey yoktur; onların devletten bekleyebilecekleri bunun dışında çok az şey vardır ve bu yüzden toplumun siyasal yaşamına aktif olarak katılmak giderek onlara daha az mantıklı görünür. Refah devletinin ‘küçülme’si aktif siyasi yurttaşlığın sönmesini ve gücünü yitirmesini beraberinde getirir” 9 . [BAUMAN Zygmunt]
Siyasi yaşama aktif olarak katılma olgusunun liberal sol çizginin elinde oyuncak edildiği düşünüldüğünde temkinli yaklaşmakta fayda var ama kanımca siyasetin güçsüzleştirilmesine yapılan vurgu mutlaka önemsenmelidir. Siyasi ilginin toplumun genelinde sönmesi insanların siyaset yapma kanallarının engellenmesinden dolayı değil hemen öncesinde belirtilen yani siyasetin güçsüzleştirilmesinden dolayıdır. Bu nedenle Türkiye insanını her türlü mağduriyetine karşın “aptal” ve “seyirci” kılan koşulların ortadan kaldırılması toplumsal olanın siyasetsizleştirilmesi ve ilişkili olarak siyasetin partisizleştirilmesine karşı alınacak tavırla mümkündür. Belki de Türkiye insanı adına dillendirdiğim “çığrından çıkmışlık” esas olarak bu olguyla ilişkilidir.
Kültür nereye oturuyor?
Böylesi bir cenderenin içinde biçimlenegelenin kültürel bir formasyona tekabül edip etmediği ise yine irdelenmeyi hakeden başlıklardan biri olarak görünüyor. Tüm negativitesi içinde Türkiye insanına yakıştırılanların bir kültür sorunu olmadığı açıktır. Farklı bir kültürel yüklemenin sözgelimi “aptallığı” ve “seyirciliği” bertaraf etme şansı yok denecek kadar azdır. Ancak bu biçimiyle ete kemiğe bürünenlerin herhangi bir müdahale söz konusu olmadığında kültürel içerikli sorunlara kaynaklık etmeye başlaması olasıdır. Dikkat edildiyse olumsuz bir etkiden değil kaynaklık etmeye başlamasından söz ediyorum. Yani uyanıklık değil bu tür bir kaynağın kurutulması ihtiyacıdır öne çıkartılması gereken.
Türkiye’nin kültürel manzarasının hiç de iç açıcı olmadığı görülüyor. Canımızı sıkan kirlenmişlik deformasyon ya da kültürsüzlük değil. Kapitalizmin ve emperyalizmin ulusların ve insanların canına okuduğu açık. Karşımızda duransa başlıbaşına bir gerilim ve bu gerilim kültürel alanı haddinden fazla yüklemiş durumda. Toplumun kültürel yapısının barındırdığı gerilim 80’lerin ortalarına kadar daha çok “kuşak çatışması” sonrasında ise “başdöndüren değişim” kavramlarıyla kavranmaya çalışıldı.
Kuşak çatışması için önerilen bu gerilimi pozitif bir enerjiye dönüştürecek kaynaştırmaydı.
“Kuşaklar arası değişim her tarihsel dönemde ve her toplumda kaçınılmaz olarak varolacak bir gerçekliktir. Değişimin ulaştığı kendini aşma noktasında çatışma da ortaya çıkabilmektedir. Çatışma toplumun kendini yeniden üretme girişimidir. Bu çatışmanın bittiği noktada ise ölü bir toplum söz konusudur. O halde sorun kuşaklar arası çatışmanın ortadan kaldırılması gibi anlamsız ve saçma bir soruya yanıt aramak sorunu değildir. Sorun bu çatışmanın maddi ve manevi değerler üretimine katkılı olabileceği bir rezonansa sokulabilmesi sorunudur” 10 . [AYÇİÇEK İ. Metin]
Başdöndüren değişimin Türkiye gibi ülkelerde en çok kültürel erozyona yol açtığına hükmedenler ise değişimden kaçınılamayacağına göre söz konusu kültürel yozlaşmaya karşı kültür politikalarının üretilmesini önerdiler.
“Hızlı bir kültürel değişim süreci içinde bulunan toplumumuzda kültürel değişim tinsel ve nesnel konularda somut göstergeleri olumsuz bir görüntü sunmaktadır. Değerler ve beğeniler ulusal kimliğimizden bağımsız değişmektedir. Tarihle ilişkiler kopmakta fiziksel çevre giderek çirkinleşmekte doğal çevre hızla tahrip olmaktadır. Bu kültür yozlaşmasını doğru yola kanalize etmek ancak kültür politikamızı saptamak ve uygulamakla olasıdır” 11 . [ÖDAKAN Ayla]
İster gerilimler pozitif enerjiye dönüştürülmeye çalışılsın isterse güçlü bir eğitim sistemi üzerinden üretilen kültür politikaları yozlaşmayı sınırlamaya çalışsın; sonuçta harekete geçmek için öznel tercihler/dayatmalar devreye girecektir. Bu durumda ortaya çıkan taraflaşma bir toplumsal değişim/dönüşüm sürecinin önünü açabilecek midir Sanmıyorum çünkü kuşak çatışmasını ya da kültürel yozlaşmayı körükleyenler ile buna tepki duyanlar arasında bir taraflaşma ortaya çıkmamaktadır. Taraflaşma geleceğe bakarken şekillenmektedir. Taraflaşma; sürecin toplamına ya da ağırlıklı parçalarına kin duyanlarla bu kini en büyük tehlike olarak görenler arasında biçimlenmektedir.
Yalçın Küçük Ulucanlar Cezaevi’ndeyken “kin insana akıllı işler yaptırıyor” cümlesini üretmiş. “Akıllı iş yapamayan” Türkiye insanının eksiği yeterince “kin” biriktirmemiş olması mıdır Birçoklarının düşüncesi tepkisiz bir toplum olduğumuz yönündedir. “Tepki kültürü” “hak arama kültürü” olmayan bir toplum yapısına sahip olduğumuza dair iddialar oldukça yaygındır. Bütünüyle reddetmek olanaksız kuşkusuz ancak aynı toplumun sağcısından solcusuna köylüsünden işçisine hatta bugünlerde patronundan bürokratına kadar en çok tuttuğu sloganın “Susma sustukça sıra sana gelecek!” sloganı olması sadece sloganın cazibesinden kaynaklanıyor olmasa gerek. Kanımca sloganın kendisi olduğu kadar içeriği de bir tür “oyun” biçimini almıştır bu toplumda. Bu nedenle cesaretin değiştiriciliğini imgelemeye çalışan “Anne bak kral çıplak”çıların bu tarz siyasetlerinde pek de mesafe katedebildikleri söylenemez.
Toplumun uyuşturularak adeta alıklaştırıldığı ve hareketsizleştirildiği yaklaşımını üretirken de benzeri bir uyanıklığa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Arabesk/pop futbol televizyon üçgenine hapsedilenlerin uyuşturulmasından söz edilebilir ancak kanımca daha önemlisi aynı araçların işlevselliğinde Türkiye insanının haddinden fazla kuşatılmışlığıdır. Bu nedenle söz konusu araçlara karşı bir savaş açmaktan çok kuşatılmışlığın kırılması değer taşımaktadır. İşin dramatik yönü kuşatılmış olanın hareket alanının daraltılmış olması değil -belki bir paradoks gibi görünebilir ama- bu kuşatılmışlığın sevdirilmesindedir.
16. yüzyılda yaşamış bir Fransız düşünür olan Etienne de La Boetie “Gönüllü Kulluk Üzerine” başlığını taşıyan kitabında “insanların nasıl olup da itaat ettikleri üstelik itaat etmekle kalmayıp boyun eğmeyi hatta kulluk etmeyi arzuladıkları” sorusunu yapıtının odak noktasına yerleştirmiş.
“(…) bu kadar insanın bu kadar köy kent ve bu kadar ulusun nasıl olup da erkini yalnızca onların kendisine verdikleri güçten alan tek bir tirana katlanabilmeleridir. Eğer tirana katlanma arzuları olmasaydı tiranın onlara zarar veren erki olmayacaktı; eğer ona karşı koymak yerine onun verdiği acıyı sevmemiş olsalardı tiranın onlara en ufak bir kötülük yapma olanağı olmayacaktı” 12 . [BOETIE Etienne]
Kuşkusuz “acılara severek katlanma” yeteneğinin gelişmesinden söz edilmiyor. Türkiye insanı açısından ele alındığında “kuşatılmışlığın sevdirilmesi” en fazla nazlanılacak bir derekeye indirilmesinin giderek bir yaşam biçimine dönüşmesi söz konusudur. Bu dönüşüm başlı başına kendisini ifade eden bir kültür üretemez ancak kültürel bazda biçimlenen toplumsal formasyona kaynaklık etmeye başlar. Vehamet buradadır ve “kuşatılmışlığı sevmeye başlayan Türkiye insanı” acıların insanını değil bu durumuyla salgıladıklarının giderek daha fazla basıncı altına giren hali ile birlikte “çığrından çıkmışlığı” temsil etmektedir.
Galiba biraz açmamız gerekiyor ve bunun için kuşatılmışlığı “sevdirilmiş” haliyle günbegün yeniden üreten araçlara geri dönmek gerekecek. Televizyon “aptal kutusu” olarak bilinir. Bu yönüyle ele alındığında Türkiye insanına dair “aptallık” ve “seyircilik” yakıştırmalarının en iyi simgelendiği araç konumundadır. Kültürel alanda televizyonun oturduğu yer sıklıkla “emekçinin tek eğlencisi” olma bağlamında tanımlanagelmiştir. Günümüzde televizyon buna ek olarak kültür emperyalizmi/kültür endüstrisi boyutlarında irdelenmeye başlanmıştır. Kuşkusuz her iki ele alış biçimine de itiraz edilemez. Ancak televizyon geçilen günlerin Türkiye insanı bağlamında “çığrından çıkmışlığı” temsil eden nitelikleriyle güçlü bir anlam kazanmaktadır.
Bir tarafta “iletişim hakkı” adına ileri sürülenler diğer tarafta “dünya yoksul halklarının beyinlerinin pazularından daha fazla önem kazandığı”na dair yönlendirme duruyor ve esas olarak televizyon bu dayatmaları simgeliyor. Türkiye insanı adına “çığrından çıkma” hali tam da bu zeminde şekilleniyor. “Bilgi toplumu” safsatası içinde bombardımana tutulan Türkiye insanı televizyon aracılığıyla ne kimseyle iletişim kurabiliyor ne de beynin pazudan daha önemli olduğuna dair bir “bilinçle” yükleniyor. Tam tersine televizyon her düzeydeki iletişimi hem bloke ediyor hem sağlıksızlaştırıyor ve nihayetinde yalnızlaştırıyor. Aynı şekilde televizyon sadece ve sadece tüketim çılgınlığını harekete geçiriyor. Peki karşımızda duran bir “uyuşturma” ya da “yönlendirme” aracı mı Bir araştırmacı yazara göre tam da böyle.
“Bir iletişim bombardımanı ile karşı karşıya kalan insanlar için özellikleri kitleleri yönlendirmede sonsuz bir güç olarak kabul edilen televizyon bir uyuşturucu ya da bir çeşit sakinleştirici hap işlevi görüyor. Gerçekle hayalin birbirine karıştığı bu ortamda pasifleştirilen kitleler ekranın büyüsünün etkisinde kalıyorlar. Yoğun görsellik ortamında kendi hayal gücünü yitiren insan derin bir yalnızlığa itilirken televizyonun imaj dünyasında kendi gerçeğini kaybediyor. İnsanlar artık gördüklerini yaşamlarıyla karşılaştırmıyorlar. Tersine yaşamlarına anlam verebilmek için görüntülere sığını-yorlar. Paketlenerek televizyon ekranından verilen mesajlar izleyici tarafından sorgulanmadan üzerinde düşünülmeden olduğu gibi kabul ediliyor” 13 . [ENGİN Hülya]
Burada dile getirilenlere hiç kimsenin kolay kolay itiraz edebileceğini düşünmüyorum. Ancak bu sözlerin ardından pasifize edilen ve tercihlerinde yönlendirilen insanların yaşadığı bir toplumun temel sorunun “demokratikleşememe” olduğuna dair bir sonuç çıkarılırsa işin rengi değişiyor.
“Tek taraflı bir mesaj hegemonyası televizyon programlarını üreten ile izleyici arasında bir uçurum anti demokratik bir yapı oluşturuyor. Oysa izleyici televizyon kanallarının temel politikalarını belirlemeli çeşitli kanalların arasında gerçek seçimini yapmak özgürlüğüne sahip olmalıdır” 14 . [ENGİN Hülya]
Türkiye insanını bilmem ama beni çığırdan çıkaran işte bu! Yani insanlar televizyon kanallarının temel politikalarını belirleyebildikleri zaman demokratikleşecekler insanileşecekler uyuşturucunun etkisinden kurtulmuş olacaklar…
Biraz önce televizyonun bir uyuşturma/yönlendirme aracı olarak kurgusuna temkinli yaklaşmak gerektiğinin altını çizmeye çalışmıştım. Çünkü bu kurgunun uzantısı demokrasi mücadelesi adına televizyona biçilen yeni misyon olacaktır. Ardından bir genellemeyle Türkiye insanının temel sorununu bir türlü demokratikleşememesi olduğuna işaret edilecektir. Üstelik bunun onun suçu olmadığı eklenerek!
Bu nedenle televizyon başta olmak üzere kuşatılan Türkiye insanının bu kuşatmayı sadece kabullenmesi değil sevmesidir asıl sorun. Bunu “ah bir insanları televizyonun başından kaldırsak ne güzel devrim yaparız” türünden bir sonuç çıkartılsın televizyona karşı bir kampanya düzenlensin diye söylemiyorum. Türkiye insanının kuşatmasının kırılması gerektiğine işaret etmek istiyorum. Türkiye insanı böylelikle bir tür “hapisten kurtulmuş” olmayacak yeni bir enerji yüklenerek bu dünyayı değiştirmeye soyunacaktır. Temel mesele Türkiye insanına böylesi bir enerjinin nasıl bir zeminde ve nasıl bir perspektifle yüklenebileceğine dair politika üretme ve bu politikaları örgütlü gücün “büyüsü” içinde hayata geçirmededir.
“Kitle kültürü” toplamının da benzeri bir içerikle ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Kitle kültürüne dair soldan tartışmalarda iki ayrı konum karşımıza çıkıyor. Kimileri kitle kültürünün yekpare ve kitlelerdeki her tür devrimci potansiyeli tümüyle yok edecek kadar kuşatıcı olduğunu düşünürken kimileri de kitle kültürünün özgürleştirici doğasını kabul etmeyi reddedenleri seçkinci olarak kötülüyor 15 .
Bu tür bir tartışma zemininin giderek orta bir noktaya birbirini çeken bir biçimde yol alması kaçınılmaz. Nitekim buluşulan nokta “verili durum içinden ne tür olanakların türetilebileceği” sorusu oluyor. Kitle kültürü araçlarının kitleleri ne ölçüde erittiği ya da ne ölçüde özgürleştirdiğine dair tartışma bu yazının yol aldığı zeminin dışında kalıyor. Türkiye insanı açısından “aptallığı” ve “seyirciliği” üreten zemin kitle kültürü olgusunun üstünde kalıyor. “Çığrından çıkma” nesnelliği ise kendisini en çok kitle kültürü alanında açığa vuruyor. İster eritici isterse özgürleştirici bir işlev görsün kitle kültürünün Türkiye insanın özelinde ürettiği yine bir etkiden çok kuşatma formasyonu niteliği taşıyor. Erirken de özgürleşirken de Türkiye insanı giderek bu kuşatmayı daha çok sev-meye başlıyor. Birbirini dışlayan içerikte bile olsa her iki boyut düzenin idamesi adına hızla olanaklara dönüşebiliyor.
Peki bu durumu Türkiye insanı adına bir alışkanlık olarak tanımlamak mümkün müdür Wilson Pickett “önce uyum gösterirsiniz sonra alışkanlık edinirsiniz” demiş. Uyum ve alışkanlık bir boşluğun bir biçimde doldurulmasını anlatıyor. Bu nedenle Türkiye insanının bir boşluğa düşüp ardından bir şeylere sarılması ona uyum göstermesi ve giderek alışması türünden bir süreç mi işli-yor Belki de öyledir ancak kanımca bir boşluğun doldurulması kalkış noktası olmamalı ve açıkçası boşluğun yaratılarak doldurulması perspektifi ile hareket edilmeli. Boşluk yaratılarak doldurulacaksa güçlü bir müdahale zorunludur. Bu nedenle Türkiye insanını daha anlamlı şeylere alıştırmaya çalışan bir tarzın bugün hiçbir şansı yoktur. Toplumsal süreçlerde boşluk güçlü siyasi müdahale-lerle açılabiliyor ve siyasi alanda katedilen mesafe ve beraberinde ortaya çıkmaya başlayan farklı atmosferin ürünü bir değişim/dönüşüm süreci yaşanabiliyor. Kültürel alandaki tüm vehamet bu alanda üretimin güçlendirilmesinin yanı sıra daha çok sözünü ettiğimiz müdahalenin bu alanda da yeniden üretilmesini gerekli kılıyor.
Hümanizm kurtarır mı?
İster Türkiye’nin genel halini beğenmeyelim ister Türkiye insanına dair ciddi kaygılar duyalım ne yazık ki bu hoşnutsuzluğun çaresi olarak her fırsatta insan hakları ve demokratikleşme gündeme taşınmaya çalışılmaktadır. Ne yazık ki di-yorum çünkü ne Türkiye’nin ne de Türkiye insanının durumu bu bakış açısıyla kavranamaz bu durumdan çıkışın dinamiği olamaz. Demokratik ve insanına daha saygılı bir düzenin ne bu topraklarda karşılığı vardır ne de şayet bir şeylerin değişmesi gerekiyorsa birilerini harekete geçirmeye dönük potansiyeli söz konusudur.
Sınıf mücadelesinden azade insan hakları ve demokrasi mücadelesi olup olamayacağı bu yazının tartışma konusu değil ancak Türkiye insanını “aptal” ve “seyirci” durumuna getiren nesnelliğin değiştirilmesi/dönüştürülmesi söz konusu olduğunda aynı başlıkların işe yarayıp yaramayacağı konumuz dahilindedir. Bana sorarsanız Türkiye insanını anlama ve kavramada zerre kadar değeri yoktur bu başlıkların aslında. Varolan Türkiye tablosundan çıkılacaksa “insana yatırım” yapılması gerektiği insan hakları ve demokrasi mücadelesinin temel tezidir. Ancak aynı “yatırım” işine başkalarının da soyunduğunu bilmek gerekiyor.
“İnsana yatırım önemli ölçüde partiler üstü hatta bir ölçüde politika üstü bir olay. Daha doğrusu toplumun geniş kesimlerince benimsenebilecek bir yatırım konusu. Dolayısıyla Türkiye’nin üzerinde en çabuk ve kolay konsensus sağlayabileceği alanlardan biri. Bütün bu nedenlerin ışığında insana yatırımın hiç zaman kaybetmeden Türk toplumunun bir numaralı önceliği olarak kabulünü öneriyoruz” 16 . [KOZLU Cem]
“İnsana yatırım” denilen olguyu bugün dört ana çizginin ısrarla savunuyor olmasının nedenlerini iyi irdelemek gerekir diye düşünüyorum. “Yeni liberaller” üretim alanlarının uluslararası rekabetini güçlendirmeye dönük daha kalifiye emekçi (pardon insan) yetiştirilmesi için yatırım yapılması gerektiğini iddia ediyorlar. Cem Kozlu’nun insana yatırımdan anladığı tamı tamına bu. Ulusalcıların da benzer bir kaygısı var. Devletin ağırlığını koyarak geriden gelen halkı “militan demokrasi” çizgisinde yetiştirip hızla muassır medeniyetler seviyesine ulaşılabileceği düşünülüyor. Postmodernist de ise insana yatırım meselesi esas olarak bütün üstanlatıların cenderesinden sıtkını sıyırmış insana geri dönüş projesi olarak karşımıza çıkıyor. Nihayetinde bizim demokrat solcularımız ise Türkiye insanını elini kolunu bağlayan kısıtlamalardan kurtarırsak her şeyi -hatta devrimi bile- yapabilecek duruma gelebileceğini düşünüyorlar. Ne diyelim herkesin “insan yatırımı” kendisine…
Her şey bir tarafa insana yatırım başlığında kollarını sıvayanlar düşünüldüğünde aralarındaki “rekabetin” bile başlı başına siyasi bir kavga konusu olduğunu görmek gerekiyor. Siyasi kavganın “insana en çok ben yardım ederim” havasında yapılmasının nasıl bir şey olduğunu ise neredeyse her gün tüm traji komedisi içinde görebiliyoruz. “İnsana yatırım” denilen uğraşın bir dizi siyasi farklılığa karşın herkesi ortak bir noktada buluşturan bir durum olarak ele alınması ise -başkasının yetmeyeceğini düşündüğüm için özür dileyerek söylü-yorum- açıkça “dangalaklık”tan başka bir şey değildir. Ortak nokta ya da taleplerde asgari birlik düzeyini arama çabası sadece saf bir çaba da değildir aslında. En anti-demokrat uygulama ve icraatların bu bağlamdaki rekabetin içinde yaşandığı düşünüldüğünde Türkiye insanının bu ellere teslim edilmemesi için elimizden geleni yapmak zorundayız.
Bu durumda söz gelimi sömürüyü sınırlandırma ya da insanlığın geleceğini tehlikeye atan konularda sorumluluklarımızı yerine getirmemiş olmaz mıyız Sanmıyorum ve de şuna şiddetle inanıyorum ki bu ülkede komünist ve devrimcileri de aşan bir çerçevede Türkiye insanı adına bir şeyler başarılacaksa bunun bile yolunun toplumsal hareket alanını genişletmiş devrimci komünist hareketin basıncı altında birilerinin harekete geçirilmesiyle ilişkili olduğunu görmek ve yakalamak gerekiyor.
İnsanı geriye götüren hatta kimi zaman insanlıktan çıkaran her türden etki ve dayatmaya karşı mücadele verilmelidir. Bir tek şartla..
“Genel insan kavramı yararlı ve zorunlu bir soyutlamadır ancak kavrama değeri büyütülmemelidir” 17 . [POPOV S. I.]
İnsana verilen değer ile insana yapılması gereken yatırım bir ve özdeş değildir. Aynı anlama gelmek üzere birbirini üretmez. Türkiye insanı söz konusu olduğunda onu içimize sinmeyen durumundan çekip kurtarmak için bu işe soyunanların ve bu ülke insanının güçlü bir enerji yüklenmesi gerekir. Temel sorunumuz ve hareket doğrultumuz tümüyle bu enerjinin nasıl açığa çıkarılacağı ve açığa çıkan enerjinin bu hedef doğrultusunda nasıl kanalize edileceğidir. Açıkçası Türkiye insanının “makus talihi” düşünüldüğünde genel insan hakkı kavramından hareket edenlerin işe nereden başlayacağını belirlemesi bile oldukça güç görünüyor çünkü nereden tutarsanız elinizde kalıyor!..
Biz işimize bakalım
Yazımızın başında Türkiye insanına dair adeta madalyonun iki farklı yüzünü andıran tarzda olanak ve kısıtların birarada ürettiği gerilimden söz etmiştik. Bu gerilimi pozitif bir içerikte aşamayan Türkiye insanı adına oldukça acımasız günler yaşandığını ancak aynı gerilimin ortaya çıkardığı tablonun ters yüz edilmesi ile ortaya çıkabileceklerin önemine işaret etmiştik. Kalkış noktamız bu gerilimin kendisi idi. Bu gerilimden pozitif bir enerji üretemeyen Türkiye insanının “haddinden fazla” ve belki de taşıyamayacağı kadar yüklendiğini ve bu durumun giderek “çığrından çıkmış” bir devinimsizlik yarattığını vurgulamıştık. Türkiye insanı gerçekten de “aptallığı” ve “seyirciliği” haddinden fazla yaşamaktadır.
Genelde insan özelde de Türkiye insanı nasıl mutlu olur sorusuyla yola çıkmadık. Aynı şekilde Türkiye insanının yaşadıklarını ne ölçüde hakedip etmediği de ufkumuzu açmayacaktı. Türkiye insanını sınırlayan elini kolunu bağlayan durumlardan hareketle sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacaktı.
Genel olarak insan kavramının toplumsal süreçleri anlamakta ve kavramakta kesinlikle yetersiz kalacağını tespit etmekle birlikte, komünist hareketin üstlendiklerini toplumsallaştırırken ne tür bir nesnellikte yol almak zorunda kaldığını görmeye çalıştık. Tüm bu can sıkıcı tablo içinde, Türkiye insanına yeniden enerji ve umut yüklemenin biçimleri üzerinde durduk.
Bu enerji ve umut yüklenemediği sürece geleceğin Türkiye insanı adına oldukça karanlık olduğu açık olsa gerek. Komünist hareketin, hareket alanımızın sınırlarını zorlamaktan çok hareket alanları açarak yol alması gerekiyor. Toplumsal süreçlerde hareket alanları esas olarak siyasi ilişkiler toplamı içinde açılır. Siyaseti bu ülke topraklarına bir kez daha taşımak komünistlerin omuz-larına binmiş ağır ve güncel bir sorumluluktur.
Dipnotlar ve Kaynak
- KÜÇÜK Yalçın, El Kitabı-I İnsan, Akış yay., İstanbul, 1997, s.33.
- Sendikalı İşçinin Ders Notları, T.Maden-İş Eğitim Dairesi, Konuk yay., 1977, s.18.
- ALBAYRAK B.Sadık, Düşkıranlar, Ceylan yay., 2000, s.14.
- MARX Karl, Aktaran Erich Fromm, Marx’ın İnsan Anlayışı, Arıtan yay., 1993, s.72.
- TOYNBEE J.Arnold, Aktaran Robins Kevin, Kimlik Mekanları, İstanbul, 1997, s.12.
- ROBINS Kevin, Kimlik Mekanları, İstanbul, 1997, s.12.
- LESSLER Ian O. Türk İç Yapısındaki Değişimler ve Bunların Dış Politikaya Etkileri, Türk-Batı İlişkilerinin Geleceği: Stratejik Bir Plana Doğru içinde, ASAM yay., Ankara, 2001, s.7.
- TOY Erol, Aydınımız İnsanımız Devletimiz, Çoğul yay., İstanbul, 1992, s.150.
- BAUMAN Zygmunt, Çalışma Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Sarmal yay., İstanbul, 1999,s.75.
- AYÇİÇEK İ.Metin, Kuşaklar Arası Çatışma, Merhaba yay., Almanya, 1994, s.42.
- ÖDEKAN Ayla Prof.Dr, Kültür Politikamızda Gençlik ve Yaygın Sanat Eğitimi, TSD Dizisi Türkiye’de Kültür İçinde, Yeni Yüzyıl Kitaplığı.
- BOETIE Etienne de la, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, BFS yay., İstanbul, 1987, s.18.
- ENGİN Hülya, Ekranın Büyüsü, Der yay., İstanbul, 1994, s.16.
- ENGİN H., age, s.17
- MODLESKI Tania, Eğlence İncelemeleri, Metis yay., İstanbul, 1998, s.8
- KOZLU Cem, Türkiye Mucizesi İçin, TİB yay., İstanbul, 1994, s.202.
- POPOV S.I, Sosyalizm ve Hümanizm, Sorun yay., İstanbul, 1979, s.24.