Bu yazıda, ilk yayımlanışının üzerinden tam 150 yıl geçmiş olmasına rağmen, siyasal çözümleme alanında hâlâ aşılamamış bir çalışmayı konu edeceğim. Yüz sayfa dolayında küçük bir kitap bu. Sadece 65 yıl sürmüş ömrüne sığdırdığı, hem sayısal çokluğu ve pek değişik alanlara yayılmış zenginliği hem de zamanına kadar yapılanları tersyüz eden devrimci niteliği ile insan aklını doruklarına yükseltmiş entelektüel çalışmaların sahibi bir adamın imzasını taşıyor.
Bu çözümlemenin ilk cümlesi çok bilinir; izleyicilerinin dışında karşıtları tarafından da kimileyin ayak üstü yapılan polemiklerde kimileyin enine boyuna incelemelerde, sayısız kez yinelenmiştir. Buraya yazar yazmaz, kitabı da yazarını da açıklamış olacağım: “Hegel, bütün büyük tarihsel olay ve kişilerin iki kez ortaya çıktığını söyler bir yerde. Fakat şunu eklemeyi unutmuştur: İlk kez trajedi, ikinci kez komedi olarak…“
Marx’tan ve onun özgün başlığı “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” olan kitabından söz ettiğim anlaşılmış olmalıdır. Önce, kitabın yazılış amacına ve adına ilişkin bir açıklama yararlı olabilir.
Marx, bu kitabı, Almanca ikinci baskısının önsözünde “pek erken ölen dostum” diye andığı Joseph Weydemeyer’in 1852 yılı başında New York’ta yayımlamayı düşündüğü, ama gerçekleştiremediği haftalık bir siyasal dergi için kaleme almış. Weydemeyer bu tasarısını gerçekleştirememekle birlikte, aynı yılın ilkbaharında “Devrim” adını taşıyan bir aylık dergi çıkarıyor ve bu derginin ikinci sayısı Marx’ın bir güncel ya da yakın tarih incelemesi diyebileceğimiz bu çalışmasından oluşuyor.
Marx, aynı önsözde şunları yazıyor:
“(…) bu kitap doğrudan doğruya olayların baskısı altında ortaya çıkmıştır ve işlediği tarih de 1852 Şubat ayının ötesine geçmemektedir. Bugünkü ikinci baskıya, kısmen kitapçılardan gelen istekler, kısmen de Alman dostlarımın ısrarları sebep olmuştur.” 1
Brümer ya da Fransızca yazımı ile “Brumaire” sözcüğüne gelince, bu Fransız devrim takvimindeki ikinci ayın adı oluyor. Devrim günlerinde, bir yandan bilimsellik, öte yandan Hıristiyanlığın etkilerini silme türünden gerekçelerle, o zamana kadar kullanılmakta olan Gregoryen takvimin yerine yeni bir takvim geçiriliyor ve Fransa’da cumhuriyet ilanına denk getirilerek 22 Eylül 1792 tarihi başlangıç günü kabul ediliyor. Bu takvimde ay adlarının yanı sıra gün adlarının da değiştirilerek Hıristiyan azizlerinin adlarını çağrıştıran eski gün adlarının yerine ağaç, çiçek, meyve ve tohum adlarının kullanıldığını görüyoruz.
Bunu her büyük devrim için doğal ve gerekli aşırılıkların bir örneği saymak doğru olur. Eski dünyayı bütün yanlarıyla tarihe gömmek ve yepyeni bir hayat kurmak, devrimlerin vazgeçilmez iddiasıdır. Ancak, bu devrimin adına yazıldığı burjuvazinin iddialarından çabuk vazgeçtiğini biliyoruz. Takvim konusunda da öyle oluyor ve yalnız 13 yıldan biraz uzun bir süre geçtikten sonra, Birinci İmparatorluk döneminde, 1 Ocak 1806’da yeniden eski takvime dönülüyor. Kapitalizmin ve burjuvazinin dönüştürücü gücüne pek çok vurgu yaptığını bildiğimiz Marx, bu sınıfın ve devriminin erken geriye dönüşüne de gerekli vurguyu yapmaktan uzak durmuyor:
“1848’den 1851’e değin olan devre (…) Büyük Fransız Devrimi’nin hayaletini hatırlatmaktan başka bir şey yapmamıştır. Bu devrimle kendine artan bir hareket gücü verildiğini sanan bütün bir halk, göçüp gitmiş bir devre bir çırpıda döndürülmüş bulunuyor; bu dönüşle ilgili hiçbir kuşku kalmasın diye de eski tarihler, eski takvim, eski isimler, uzun zamandır bilgin ve antikacıların eline düşmüş eski fermanlar, uzun süredir kokuştuğu sanılan eski zaptiyeler yeniden meydana çıkarılıyor.” 2
Brumaire ayının 18’i ise, büyük Bonaparte’ın, Marx’ın bu kitabının baş kahramanı olan Louis Bonaparte’ın amcası olan Napoleon Bonaparte’ın bir darbeyle bütün yetkileri eline aldığı 1799 yılının, bugünkü takvimle, 9 Kasım günüdür. Marx, 1851 yılının son günlerinde gerçekleştirdiği bir darbe sonunda imparatorluğunu ilan eden yeğen Bonaparte’ın kişi olarak merkezinde durduğu siyasal gelişmeleri çözümlediği incelemesine, yarım yüzyıl öncesine gönderme yaparak başlık koymuş. Yazının başında alıntıladığım ilk cümle de amca ve yeğen Bonaparte’ların kişilikleriyle eylemlerini ima etmiş oluyor.
Aslında, o sıralarda, büyük burjuva devriminin sürüp giden dağdağasında, aynı gelişmeleri çözümleme iddiasını taşıyan pek çok yayın yapılıyor. Marx bunlardan ikisini ayrı bir yere koyuyor; bununla birlikte eleştirmekten de geri durmuyor. O yazarlardan biri, ünlü edebiyatçı Victor Hugo;3 öbürü ise birkaç yıl önce Felsefenin Sefaleti’nde yerle bir ettiği Proudhon. İlki, “Küçük Napoleon“, ikincisi “Hükümet Darbesi” başlığını taşıyan kitaplar yazmışlar. Marx, az önce değindiğim önsözünde şunları söylüyor:
“Victor Hugo, hükümet darbesini yapan Louis Bonaparte’a acı ve ince sitemlerde bulunmakla yetiniyor. Olay ona durgun bir gökyüzünde çakan şimşek gibi gözüküyor. Bu adamda, tarihte eşi görülmemiş bir kişisel teşebbüs gücü var olduğunu kabul etmekle, onu küçültmek değil, tersine daha da büyütmekte olduğunun farkına varmıyor.”
Burada biraz durmak istiyorum; çünkü, bu yazıyı yazma nedenlerimden birine belki de en önemlisine değinmenin zamanıdır. Marx’ın yazdıklarını izlerken, 150 yıl sonraya atlayıp bugünlerde olup bitenlerle ilgili çağrışımları salıverelim diye düşünüyorum.4 Örneğin, Marx’ın hemen yukarıya aktardığım sözleri, bugün ve yakın yıllarda bizim tarihimizde yaşayıp göçmüş ve hâlâ yaşamakta olan bazı kişiler ile onlara ilişkin olarak eleştiri amacıyla yazılmış, ama aslında biraz sonra onun da altını çizeceği gibi, sınıf mücadelesinin pek sıradan sayılması gereken ürünlerinin zaman zaman gülünç biçimde yüceltilmesini akla getiriyor.
Marx devam ediyor ve Proudhon’un yazdıklarına geliyor:
“Proudhon ise, hükümet darbesini, tarihsel gelişimin sonucu olarak gösterme çabası içinde bulunuyor. Fakat kaleminin altında, hükümet darbesinin tarihsel akışı, devrim kahramanının övgüsü oluveriyor. Böylece, bizim sözde objektif tarihçilerimizin işledikleri hataya düşmüş oluyor.”
Oysa, o sıralarda aynı Proudhon cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Louis Bonaparte’a hakaretten bir süre hapse atılmıştır. Demek hapse atılmış olmak, Marx tarafından, yapılmış ya da söylenmiş yanlışlara göz yummanın gerekçesi sayılmıyor. Başka türlü anlatılırsa, herhangi bir iktidar tarafından cezalandırılmak, o cezaya uğratılanın kendisini cezalandıranlar için yaptığı çözümleme ve/veya saldırısının doğruluğunu göstermiyor.
Yöntem üzerine
Kendi yaptığını ise şu cümle ile anlatıyor Marx: “Bana gelince, onların tersine, sınıf kavgasının Fransa’da nasıl olup da basit ve kaba bir adamı kahraman yaptığını gösteriyorum.” Bu cümle “Fransa’da” sözcüğü çıkarılarak okunduğunda, şöyle bir genellemeye ulaşılır: Kahramanları yaratan, genellikle, sınıf mücadelesidir. Bununla birlikte, buraya eklediğimiz “genellikle” sözcüğünün de anlattığı gibi, zaman zaman sıra dışı özellikler gösteren ya da öyleleri arasından çıkan kahramanlar, sınıf mücadelesinin koşulları içinde ve onlardan yararlanma ustalığını göstererek, bu mücadelenin gidişini ve belli tarih kesitlerindeki sonuçlarını değişik ölçülerde belirleyici etkilere yol açabilirler.
Marx’ın yaptığının ne olduğunu, bir de, en yakın mücadele arkadaşı Engels’in kaleminden okuyalım. Engels, ilk yayımlanışından otuz yıl sonra 18 Brumaire’in Almanca’daki üçüncü baskısına yazdığı 1885 tarihli önsözde şunları söylüyor:
“Bütün tarihsel çatışmaların -ister politika, din ve felsefe alanında, ister başka bir ideolojik alanda olsun- gerçekte, yalnız sınıf çatışmalarının az çok kesin bir anlatımı olduğu kuralını ilk bulan Marx’tır. Bu yasaya göre, bu sınıfların varlığı ve dolayısıyla aralarındaki mücadele, sınıfların ekonomik durumlarının gelişme derecesine, üretim şekillerine ve bundan doğan mal değişimine ilişkin olarak koşullanır. Doğal bilimler için enerjinin dönüşümü kanununun önemi ne ise, bu yasanın da tarih için önemi odur.”
Bir bakıma yönteme ilişkin sayılabilecek bu vurgulamalara, Marx’ın komedi olarak tekrarlandığını söylediği olayları ele alan çözümlemesinin hemen ikinci paragrafındaki şu satırlarını da eklemek gerekiyor; “tarih nasıl yapılır” sorusunun iki uzun cümle ile yanıtlanışıdır bunlar:
“Kişiler, kendi tarihlerini yaparlar; fakat keyiflerine göre kendileri tarafından seçilmiş koşullarda değil de, geçmişin doğrudan doğruya verdiği ve miras olarak bıraktığı koşullarda olur bu. Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bütün ağırlığı ile çöker. Hatta kişiler, yenileşmekle ve tümüyle yeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde, yani devrim bunalımı sırasında, korkulu kafalarından geçen hep eski devirlerin ruhudur; istedikleri, adlarını, sözlerini, kıyafetlerini aldıkları eski insanların kılık ve diliyle tarih sahnesinde görünmektir.”
Marx, amcasının “trajedi” olarak nitelediği darbesini yarım yüzyıl sonra tekrarlayan yeğen Bonaparte’ın darbesini komedi olarak değerlendirdiği çözümlemesinde, devrimlerin birçok özelliğine, o arada, sınıfların ve temsilcilerinin davranışlarına, çelişkilerine, üstlendikleri rollere ilişkin birtakım genellemelere ulaşıyor. Yazının bundan sonraki bölümlerinde, bunları güncel yazımın içinden ayırt edip çıkarmaya çalışacağım.
Devrimlerin taklitçiliği
Marx’a göre, devrimlerin, özellikle de burjuva devrimlerinin bir “taklitçilik” özelliği vardır. Fransız Devrimi, başlangıcından 1814’e kadar, önceleri Roma Cumhuriyeti, sonraları Roma İmparatorluğu kisvesine bürünmüş; 1848 Devrimi ise kimileyin 1879’u kimileyin de 1793-95 dönemini taklitten öteye gidememiştir. Bu noktada şu etkileyici benzetmeyi yapmaktadır:
“Yeni bir dil öğrenmeye başlayan kimse de öyledir; hemen ana diline çevirmeye bakar. Fakat, bu dilin ruhunu hazmetmesi, ondan yararlanması ancak ana dilini düşünmeden bu dili kullanmayı başardıktan ve hatta ana dilini tamamen unuttuktan sonra mümkün olur.”
Bu benzetmeyi biraz daha sürdürebilir miyiz? Şöyle: İnsanın ana dilini düşünmeden ya da ana diline çevirmeden başka bir dili kullanması mümkündür de, ana dilini büsbütün unutması pek seyrek rastlanır bir durumdur. Öyleyse, insanın ana dilinden başka bir dilin kendisi için yeni bir dilin ruhunu sindirip özümlemesi ne kolayca gerçekleşebilir, dolayısıyla, ne de sık sık karşımıza çıkabilir. Buradan hareketle ve birçok devrimin tarihe kayıtlı serüvenine bakarak, devrimlerin, daha doğrusu, devrimin yürütücülerinin kendilerinden öncekileri tümüyle unutabilmelerinin mümkün olmadığını ve yeni dili eksiksiz biçimde özümleyip geliştirmeyi, bir bakıma, tümüyle kendilerinin kılmayı başaramadıklarını söyleyemez miyiz?
Ancak, daha fazla ileri gidebilmek için Marx’ın itirazını göğüsleyebilmemiz gerekiyor; çünkü, birkaç sayfa sonra, burjuva ve proleter devrimlerinin bu açıdan bir farklılık taşıdıklarına ilişkin gözlemler geliyor. Bunlara gözlem ve saptama ile birlikte, belki de onların yerine, dilek ve öngörü demek daha doğru olabilir:
“Burjuva devrimleri, 18. yüzyıldakiler gibi, başarıdan başarıya koşuyor, heyecan verici etkileri çevreye yayılıyor; insanlar ve eşyalar aldatıcı parlaklık içinde, olduklarından yüce görünüyor. Kişiyi kendinden geçiren bir heyecan, toplumu sarıp duruyor. Ama bu türlü devrimler kısa sürelidir; hemen en yüksek noktaya varırlar. Fırtınalı devrenin sonuçlarına, durgun ve serinkanlı bir şekilde intibak etmeden, toplumu uzun bir sancı kaplar. Buna karşılık proletarya devrimleri, 19. yüzyıldakiler gibi, kendi kendilerini durmadan eleştirirler; gidişlerini sık sık durdurarak tamamlanmış görünen bir konuya yeniden el atarlar; tereddütleri, güçsüzlükleri ve ilk teşebbüslerinin basitliğini amansızca alaya alırlar; ta ki, geriye dönüşü olanaksız kılacak bir durum yaratılmış olsun.”
Bu yazılanlardan iki paragraf önce de şunlar var; buradaki “19. yüzyıl” sözcükleri atılarak yapılacak bir okuma genel geçerlik sağlayacaktır; böyle bir genellemede, o tarihten geleceğe doğru bakıldığında, herhangi bir sakınca bulunmadığını düşünüyorum:
“19. yüzyılda toplumsal bir devrim, heyecanını geçmişten değil, yalnız gelecekten alabilir. Geçmişle ilgili her türlü boş inancı tamamen ortadan kaldırmadıkça bu devrim başlayamaz. Gerçek anlamlarını kendilerinden bile gizlemek için, bundan önceki devrimlerin tarihsel anılara ihtiyacı vardı. 19. yüzyıl devrimi, amacını gerçekleştirmek için ölüleri gömülü tutmak zorundadır. Eskiden söz, muhtevayı aşıyordu; şimdi ise muhteva sözü aşmaktadır.”
Devrimin ilerleyişinde değişen roller
Aslında, yalnız devrimlerde ya da devrimci durumlarda değil, toplumsal-siyasal olayların bu tür nitelemelere uygun düzeylere ulaşmadığı, görece daha durgun yahut daha az çalkantılı dönemlerde de sınıfların ve onların siyasal temsilcisi durumundaki partilerin rolleri ile konumlanışlarındaki değişmeler, hatta zaman zaman keskin iniş çıkışlar olur. Bunların her defasında somut çözümlemelerinin yapılması bir gereklilik olmakla birlikte, bu tür çözümlemelerin “klasik” düzeyine yükselmiş olanlarından, hemen her zaman geçerli, ya da en azından, ışık tutucu ve ipuçları sağlayıcı genellemelere ulaşmak ne imkânsız ne de yanlıştır. Marx’ın 1879 ve 1848 devrimleri için söyledikleri, bu niteliktedir:
“Birinci Fransız Devrimi’nde, anayasacıların egemenliği, yerini Jirondenlerin egemenliğine bırakır; sonra da, Jakobenlerin egemenliği gelir. Bu partilerden her biri, arkasını en ileri olan partiye dayamaktadır. İçlerinden herhangi biri, devrimi, yeterince ileri götürüp arkasından gidemeyecek duruma gelir gelmez, kendini izleyen en yürekli müttefik tarafından alaşağı edilmiş ve giyotine gönderilmiştir.
1848 Devrimi ters bir gelişme göstermiştir. Proletarya partisi, demokrat küçük burjuva partisinin basit eklentisi olarak görünüyor. 16 Nisanda, 15 Mayısta ve Haziran günlerinde, proletarya partisi, yanındaki partinin, ihanetine uğramış ve yalnız bırakılmıştır. Demokrat parti de, cumhuriyetçi burjuva partisinin omuzlarına yaslanmaktadır. Cumhuriyetçi burjuva partisi, sağlam bir temel bulduğuna inanır inanmaz, yoldaşından ayrılıyor ve arkasını düzen partisine dayıyor. Düzen partisi de, aradan sıyrılıp cumhuriyetçi burjuvalara çelme takıyor ve silahlı kuvvetlerin omzuna yaslanıyor. Bu parti, güzel bir sabah vakti, bu omuzların süngü olup çıktığını gördüğü zaman, yine durumundan emin görünmektedir. Her parti, kendini iten partiyi tekmeliyor, geriye iten partiye de göğsü ile karşı koyuyor. Bu gülünç duruma gelip dengesini kaybetmesinde ve tepe taklak yuvarlanmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur. Devrim böylece alçalan bir grafik izlemiş oluyor.”
Burada, egemenliği ele geçirenlerin devrimi bir yere kadar ileri götürüp arkasından gidemeyecek duruma geldiklerinde kendilerini izleyen en yürekli müttefik tarafından alaşağı edilmeleri saptaması, bir genel geçerlik taşıması bakımından, vurgulanmayı hak ediyor. Bunu izleyen “giyotine gönderilme” akıbeti ise, devrim durumları söz konusu olduğunda, sadece biçimsel farklılıklar gösterir; darağacı ya da kurşuna dizilme türünden değişimlere uğrayabilir. Öte yandan, herhangi bir devrim ya da devrimci durum söz konusu olmadığında, biçimsel farklılık şiddet dozunun azalması gibi bir kapsama da ulaşabilir. Bu son söylediklerimizden, Marx’ın yukarıdaki değerlendirmelerinin devrim durumları dışında da örneğin restorasyon dönemlerinde geçerli olduğu sonucu çıkıyor elbette. Yanlış olmadığını düşünüyorum.
Bir de, 19. yüzyılda burjuvazinin baş rolde olduğu devrim sahnesinde yeni bir oyuncu olarak yer alan işçi sınıfı var. Marx, o tarihlerde, işçi sınıfının devrim süreçlerinde etkin roller almakla birlikte belirleyici olamayışından söz ederken iki noktaya değiniyor. Bunlardan biri, işin can alıcı özü dışındaki konularla oyalanmaktır:
“Paris proletaryası önüne serilen büyük ümitlerle sarhoş olup sosyal sorunlar üzerinde ciddi tartışmalarla oyalanırken, eski sosyal güçler toplanıp örgütlenmişler ve millet kütlesi içinde beklenmedik bir destek bulmuşlardı: Bu destek de, Temmuz Monarşisi ortadan kalkar kalkmaz politika sahnesine fırlayıveren köylülerle küçük burjuvalardı.”
İşin can alıcı özünün ise, bu sözcük kullanılmamakla birlikte, “öncülük” konumuna yükselerek dünyayı değiştirmek olduğu, hemen iki paragraf sonra dile getiriliyor: “(…) proletarya, (…) öyle bir harekete atılıyor ki, köhne dünyanın çehresini değiştirmeyi bir yana bırakıp adeta toplumun gerisinde, yaşama koşulları arıyor; ve elbette zorunlu olarak başarısızlığa uğruyor. Ne kendi benliğinde ve ne de sağladığı dostluklarda (…) çarpıştığı sınıfları yere serecek yeni bir güç buluyor.”
Sınıf ve temsilcileri
Her kavram, şu ya da bu düzeyde bir soyutlamadır. Dolayısıyla, başka türlü söylendiğinde, her kavramın nesnel dünyada bir karşılığı vardır. Daha üst soyutlama düzeylerinde yaratılmış kavramlar söz konusu olduğunda, politikanın da içinde bulunduğu her günkü dilde, ya da daha kapsayıcı bir sözcük olarak, iletişimde bu nesnel gerçekliğe karşılık gelme, orada bir karşılığı bulunma ya da oradaki nesnel karşılığının bir yansıması olma konusunda bir karışıklık ve anlama güçlüğü ortaya çıkar. Bu durum, ya kavramların pratik ve mücadele açısından kullanılabilirliğinden, aynı anlama gelmek üzere, geçerliliğinden kuşku duyulmasına; ya da, böyle bir kuşkuyu önleyebilecek birtakım engeller oluşmuşsa, sözgelimi paylaşılan, hele örgütlü olarak paylaşılan sağlam bir inanç varsa, pek kaba basitleştirmelere, olup bitenleri anlayarak çözümleme yerine kolaylığı açıklatıcılığa tercih eden şablonlara yol açabilir.
“Sınıf” da böyle kavramlardan biri; üstelik, bütün renkleriyle sol, özellikle de sosyalist ya da marksist sol politika açısından vazgeçilmez kavramlar arasında yer alıyor. Hem çözümleme hem de politik mücadele için kullanılmadan, yararlanılmadan, başvurulmadan edilemeyecek bir kavram. Ancak, burada soyut bir kavramlaştırma olarak sınıf ile onun nesnel gerçeklikteki karşılığı olarak sınıfın temsilcileri, ya da öyle olduğu varsayılan, öyle olması gereken kişiler, topluluklar, örgütler, partiler arasında birtakım farklılıklar, benzemezlikler, uyumsuzluklar ortaya çıkıyor ve iş karışıyor. Daha doğrusu, iş yerine, kafalar karışıyor demeli. Oysa, sınıf ile onun temsilcileri arasında bire bir karşılıklılık, eksiksiz uyum, ikincilerin birincinin soyutlanmış nitelik ve istemlerinin doğrudan izdüşümleri ya da robotlaşmış gerçekleştiricileri olarak davranmalarını beklememek gerekiyor. Tersine, gerçekte bu ilişki hem çok değişik biçimlerde ortaya çıkıyor; hem de bu ortaya çıkış biçimleri, çoğu kez, bu temsilcilerin her türlü özellik ve öznelliklerini törpüleyerek onları kişiliksiz kuklalar düzeyine indiren bir katılık taşımıyor.
Marx, sınıf ile temsilcileri arasındaki ilişkiyi önce küçük burjuvazi özelinde ele alıp sonra genelleştirerek şöyle anlatmış:
“(…) temsilcilerin hepsinin (sınıfın sıradan üyesi-M.O.) olduklarına veya (sınıfın sıradan üyelerinden yana- M.O.) olduklarına inanmamak gerekir. Kültürleriyle, kişisel durumları ile onlardan uçurumla ayrılmış olmaları da mümkündür. Onları, küçük burjuvazinin temsilcisi yapan şey, kafalarının, küçük burjuvanın ömründe aşamadığı sınırları aşamamış olması ve dolayısıyla aynı sorunlara ve aynı çözüm yollarına itilmiş olmasıdır; maddi yararları ve toplumsal durumları, küçük burjuvaları da aynı çözüm yollarına itmektedir. Bir sınıfın politik ve edebi temsilcileriyle, temsil ettikleri sınıf arasındaki ilişki genellikle böyledir.”
Ben, yukarıdaki alıntıda, Marx’ın son cümlede yaptığı genellemenin anlaşılmasına yardımcı olmak için, ilk cümleyi o doğrultuda değiştirerek aktardım.
Sınıf ile temsilcileri arasındaki tıpatıp örtüşmezlik durumu kimileyin öyle biçimlere bürünebilir ki, kim kimin adına konuşuyor ya da mücadele ediyor, hatta herhangi bir sınıf mücadele sahnesinde gerçekten yer alıyor mu türünden soru işaretleri bile doğabilir. Bunun güncel örneklerini hatırlamakta çok fazla zorlanmayacağımızı sanıyorum. Marx ise incelemesini yaptığı döneme ilişkin şöyle bir tabloyu sözcüklere döküyor:
“Anayasa değişikliği ile ilgili kararı ile, düzen partisi şunu göstermiş oldu ki, ne işleri düzene koymasını, ne hizmet etmesini, ne yaşamasını, ne ölmesini, ne cumhuriyete tahammül etmesini, ne cumhuriyeti devirmesini, ne Anayasayı muhafaza etmesini, ne Anayasayı başından atmasını, ne Cumhurbaşkanı ile işbirliği yapmasını, ne de bozuşmasını biliyordu. (…) Parlamento partisi yalnız iki büyük grubuna ayrılmakla, bu gruplardan her biri de kendi aralarında bölünmekle kalmamış, aynı zamanda, Parlamento içindeki düzen partisi ile Parlamento dışındaki düzen partisi anlaşmazlığa düşmüştü. Burjuvazinin konuşmacı ve yazarları ,yani Meclis kürsüsü ve basını, kısacası burjuvazinin ideologları ve burjuvazinin kendisi, milletvekilleri ve seçmenler, hepsi birbirine yabancı olmuşlar, bir türlü anlaşamıyorlardı.”
Buradaki son cümlenin altını çizmemim nedeni, daha önce önerdiğim, okurken bütün çağrışımları özgür bırakma işine yardımcı olmaktı.
Burjuvazinin “çaresiz” tutarsızlıkları
Bir sınıf olarak burjuvazinin ve onun politikalarının tutarsızlıklarının daha iyi anlaşılabilmesi bakımından, bu sınıfın devrimini gerçekleştirdiği sırada ve hemen sonraki dönemlerde sergilediği iniş çıkışları, yalpalamaları, çelişik tutumları bilmekte yarar var. Marx şöyle yazıyor:
“(…) yürütme gücünün yarım milyondan fazla kişiden kurulu bir memur ordusuna sahip olduğu ve dolayısıyla, büyük ölçüde menfaat ve hayatı sürekli olarak el altında bulundurduğu, devletin, en geniş hayat belirtilerinden en küçük davranışlarına kadar sivil toplumu kapsadığı, denetlediği, düzene soktuğu, gözetlediği ve vesayeti altında tuttuğu, bu asalak yapının, en görülmedik bir merkeziyetçilikle, daha çabuk bir hareket yeteneği ve bir etkinlik kazandığı Fransa gibi bir ülkede, Millet Meclisi -devlet yönetimini basitleştirmediği, memur ordusunu mümkün olduğu kadar azaltmadığı ve nihayet sivil topluma ve kamuoyuna, hükümet gücüne bağlı olmaksızın, kendi örgütlerini kurma olanağı vermediği için- bakanlıkları elinde bulundurma hakkını yitirdiği gibi, tüm gerçek itibarını da yitiriyordu. Fakat Fransız burjuvazisinin maddi yararı, bu geniş ve karışık hükümet düzeninin ayakta durmasına sıkıca bağlı idi. Burjuvazi, işe yaramaz adamlarını bu hükümete yerleştiriyor ve böylece, menfaat, gelir, onursal ücret adı altında veremediklerini aylık adı altında tamamlıyor. Öte yandan politik çıkarı, onu günden güne baskıyı artırmaya ve dolayısıyla, hükümetin araç ve personelini artırmaya zorluyordu; oysa, aynı zamanda, kamuoyuna karşı aralıksız bir savaş vermesi, toplumun bağımsız olan işletici organlarını -tamamen kesemediği yerde- felce uğratması gerekiyordu. İşte böylece, Fransız burjuvazisi, sınıf durumu bakımından, bir yandan, parlamento erkinin, dolayısıyla da kendisinin yaşama koşullarını ortadan kaldırmak, öte yandan da kendisine düşman olan yürütme erkine sonsuz bir güç vermek zorunda kalıyordu.”
Hiç değilse bazı bakımlardan, bizim Türkiye burjuvazisinin yaptıklarına ve yapamadıklarına benzemiyor mu?
Burjuvazinin politika sahnesindeki temsilcilerinin birbirlerini ve yapılanları sosyalistlikle, sosyalizme benzemekle suçlamalarına, biraz değişen amaç ve içeriklerle de olsa, bugünlerde ve bu ülkede de rastlanıyor. Örneğin, bönlüğü ve kültürsüzlüğü ile temayüz etmiş bir kadın politikacının, yakın zamanlarda, Türkiye’yi “son sosyalist ülke” ilan etmek gibi tam da bu nitelemelere yakışır bir “politik zekâ” ürünü olan saldırısı ile rakiplerini nasıl köşeye sıkıştırmış olduğu hatırlardadır.
Basit ve kaba bir analojiden kaçınmaya çalışarak, burjuvazinin önceleri yararlandığı, hatta övdüğü gelişmeleri sonradan sosyalist sapıklığı diye suçlamasının çok eski tarihlerden kalma bir eğilim olduğunu söyleyebiliriz. Bir kez daha Marx’ın yazımına başvurarak görelim:
“İster müracaat hakkı, ister içki vergisi ,basın özgürlüğü, ister serbest mübadele, klüpler, ister belediye örgütü, kişisel özgürlüğün korunması, ister bütçenin düzenlenmesi söz konusu olsun, dönüp dolaşıp gelen hep aynı parola idi; tema hep öyle, slogan hep hazır ve aynı: Sosyalizm! Hatta burjuva liberallerine de, burjuva kültürüne de, burjuva tipi mali reforma da sosyalist deniyor. Kanal bulunan bir yere demiryolu yapmak, sosyalizmdi; biri size kılıçla saldırdığında, kendinizi sopa ile savunsanız, bu da sosyalizmdi.”
Bu bir söz gelişi, bir moda, bir parti taktiği değildi. Burjuvazi, derebeyliğe karşı hazırladığı silahların kendine çevrildiğini, getirdiği bütün öğretim yollarının kendi kültürüne karşı çıktığını, yarattığı bütün tanrıların kendini bırakıp gittiğini çok iyi anlıyordu.
“(…) önceleri liberal olarak övdüğü şeyi, sosyalist sapıklığı diye suçlayan burjuvazi, (…) sosyal gücünü bozulmadan korumak için, politik gücünü parçalaması gerektiğini, burjuvaların, sınıflarının ancak öteki sınıflar gibi politik yönden hiçliğe indirilmesi şartı ile, öteki sınıfları sömürmeye devam edebileceğini, kesesini doldurmaya devam edebilmek için tacını yitirmek zorunda olduğunu, kendini koruyacak olan kılıcın, aynı zamanda başının ucunda sallanan Demokles kılıcı olduğunu kabul etmektedir.”
Demokles kılıcı, 19. yüzyılın ortalarında ve Fransa’da, Marx’ın “maceraperest” diye nitelendirdiği Louis Bonaparte olarak burjuvazinin iktidarını kesmiştir; üstelik de o burjuvazi işleri ciddi ve kuralına uygun biçimde götürdüğünü sanırken:
“Burjuvazi, en kusursuz komediyi en büyük ciddiyetle, Fransız dram kurallarının en ukalaca titizliğine harfi harfine uyarak oynadığı bir sırada, devlet içinde gördüğü işlerin büyüklüğüne hemen hemen inandığı bir sırada, komediyi yine komedi olarak kabul eden maceraperestin oyunu ile alt edilecekti.”
Toplumu eli kulağında bir sosyalizmin, kızıl bir kargaşa ve baskının ürküntüsü ile yönetip yönlendirmeye uğraşan burjuvazinin içine düştüğü durum, şu yazılırken keyif duyulduğu besbelli satırlarla betimleniyor:
“Burjuvazi, Fransa’yı ileride gelecek kızıl anarşinin dehşeti içinde tutmuştu; oysa, 4 Aralıkta, Monmartre ve İtalyanlar bulvarının seçkin burjuvalarını pencerelerinde sarhoş zaptiyelere kurşunlatmak suretiyle bu geleceği yaklaştıran Bonaparte olmuştur. Burjuvazi, kılıcı el üstünde tutuyordu; oysa, kendisini egemenliği altına alan kılıçtır şimdi. Burjuvazi, devrimci basını ortadan kaldırmıştı; oysa, şimdi ortadan kalkan kendi basınıdır. Meydan toplantıları polis nezaretinde yapılıyordu; oysa şimdi, polis nezaretine konan kendi salonlarıdır. Burjuvazi, demokrat milli muhafız birliğini dağıtmıştı; oysa şimdi, kendi milli muhafız birliği dağıtılıyor. Sıkıyönetim ilan etmişti; oysa şimdi, sıkıyönetim ona karşı ilan ediliyor. Jürilerin yerine askeri komisyonlar koymuştu; oysa, kendi jürilerinin yerinde askeri komisyonlar var şimdi.
Burjuvazi, milli eğitimi papazların eline vermişti; oysa şimdi, kendi eğitimi papazların eline veriliyor. Mahkeme etmeden sürgüne göndermişti; oysa şimdi, kendi mahkeme edilmeden sürgüne gönderiliyor. Zabıta yardımı ile her türlü toplum hareketini bastırmıştı; oysa şimdi, devler erki onun toplumdaki her hareketini bastırıyor. Burjuvazi cüzdanına olan sevgisinden ötürü kendi politikacı ve edebiyatçılarına karşı isyan etmişti; oysa şimdi, yalnız politikacı ve edebiyatçıları kenara itmekle kalmıyor aynı zamanda ağzı tıkandıktan sonra cüzdanı soyuluyor. Burjuvazi, (…) devrime ‘Kaç, sus, rahat dur!’ diye bağırmıştı; oysa şimdi, Bonaparte bağırıyor burjuvaziye: ‘Kaç, sus, rahat dur!'”
Burjuva cumhuriyetleri
Bir buçuk yüzyıl öncesine ilişkin bir güncel tarih çözümlemesinden bir tür ansiklopedik başlıklar çıkarma çabasına dönüşmeye başlayan bu okuma sırasında geçerken yapılmış bazı değinmelerden, burjuva cumhuriyetlerinin niteliklerine ilişkin birtakım saptamalara da ulaşabiliyoruz. Bunların tarih ve coğrafya ile pek sınırlı olmadığını düşünmekte sakınca görünmüyor. Sözgelimi, aşağıdaki “burjuva cumhuriyetinin, bir sınıfın öteki sınıflara mutlak tahakkümü anlamını taşıdığı” değerlendirmesi, bilimsel sosyalizmin daha sonraki gelişmesinde Lenin’in de imzası yahut damgası ile çerçevesi çizilecek devlet teorisinin ilk habercilerinden biri olarak görülebilir.
“[1848’in] Haziran ayında baş kaldıranların yenilgisi, gerçekte, burjuva cumhuriyetinin oturduğu zemini hazırlamış ve temizlemişti. Fakat bu yenilgi aynı zamanda, Avrupa’da cumhuriyet ve monarşi sorunundan başka sorunların da bulunduğunu, burjuva cumhuriyetinin, bir sınıfın öteki sınıflara mutlak tahakkümü anlamı taşıdığını göstermişti. Yine bu yenilgi göstermiştir ki, eski bir uygarlığı olan, pek gelişmiş bir sınıf yapısına, modern üretim koşullarına sahip bulunan, yüzyıllık bir çalışma sonunda tüm geleneksek fikirlerin silinip gittiği bir ahlak bilincine varmış olan ülkelerde cumhuriyet, genellikle, burjuva toplumunun politik yönden şekil değiştirmesidir; yoksa, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi durumunu muhafaza davranışı değildir; Amerika’da, vaktiyle kurulmuş fakat yerli yerine henüz oturmamış sınıflar, ana elemanlarını değiştirip yerlerine başkalarını koymakta, modern üretim araçları, durgun bir nüfus artışına uygun düşecek şekilde olmayıp, ekseriya nispi olan kafa ve kol noksanını kapatmaktadır; nihayet önünde fethedilecek yepyeni bir dünya ola,n genç ve ateşli maddi üretim hareketinin eline, eski kafalı evreni yıkmak için ne zaman ve ne de fırsat geçmiştir.”
Parlamenter cumhuriyetin Fransız burjuvazisine sağladıklarına ilişkin olarak şu söylenenler, başka tarihsel dönemlerde ve uzak yakın başka coğrafyalarda burjuvazinin eline geçmiş ve geçebilecek imkânların çözümlenmesinde esin veren, bunun da ötesinde bakış açısı sunan bir geçerlilik taşımaktadır:
“Parlamenter cumhuriyet, Fransız burjuvazisinin iki büyük parçası olan büyük arazi sahibi lejitimistlerle, sanayici orleanistlerin yan yana, eşit haklarla yaşayabileceği bulunmaz bir nötr alandı. Bu cumhuriyet, ortak egemenlikleri için vazgeçilmez bir koşuldu; yalnız bu devlet düzeni içinde kendi genel sınıf yararları, bu çeşitli grupların taht üzerindeki iddialarının ve toplumun öteki sınıflarının önüne geçebiliyordu.”
Anayasa ve özgürlükler üzerine bir değerlendirme
Burada, dikkatimizi, sınıf mücadelelerine ilişkin az çok genel geçer bir gelişme yasaları katalogu elde etmeye yönelen bir okuma açısından pek de gerekli sayılmayacak bir yöne çevirerek, bu anlamda bir parantez açarak, Marx’ın olaylar zincirini izlerken yaptığı bir eleştiriye göz atalım. Proletaryanın 1848 Haziranında kapitalizme karşı giriştiği ve silahla bastırılan ayaklanmasından sonra yapılan yeni Anayasa üzerine yazdıkları, yer yer, örneğin bizim ülkemizde aynı konuda eleştiriler yapılırken yazılanlara sözcüklere varıncaya kadar benzerlik gösteriyor; bizimkilerin bu satırları gizlice okuyup anlayabildikleri kadarını kopya ettikleri bile akla gelebilir!
“1848’in getirdiği özgürlüklerin (kişisel özgürlük, basın özgürlüğü, söz özgürlüğü, dernek kurma özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, din özgürlüğü vb.) vazgeçilmez kurmayı, kendini her türlü saldırıdan koruyan bir Anayasa üniforması geçirdi sırtına. Bu özgürlüklerin her biri, Fransız vatandaşının mutlak hakkı olarak ilan edildi; fakat hepsinde kısıtlayıcı bir yan vardı; bu özgürlükler, başkalarının haklarına genel güvenliğe ve bu uyumu sağlayacak kanunlara tecavüz etmedikçe sonsuzdu. Örneğin, ‘Dernek kurmak, silahsız toplantılar yapmak, dilekçe ile işini izlemek, fikirlerini basın veya bir başka yolla açıklamak vatandaşın hakkıdır. Bir başkasının hakkına ve genel güvenliğe tecavüz edilmedikçe bu haklardan yararlanılır.’ (Fransız Anayasası, Bölüm II, Madde 8) ‘Öğretim serbesttir. Öğretim özgürlüğü, kanunla saptanmış koşullarda ve devletin denetimi altında uygulanır.’ ‘Kanunla belirtilen haller dışında, her vatandaşın mesken dokunulmazlığı vardır.’ (Bölüm I, Madde 3) vb. Anayasa, bu sakıncaları belirtecek, bu özgürlüklerden çatışmaksızın ve genel güvenliği tehlikeye sokmaksızın yararlanmayı düzenleyecek Anayasaya uygun kanunlara bırakıyor bütün işi. Sonradan, Anayasaya uygun kanunlar, düzenliği sevenlerce hazırlandı; bütün özgürlükler, burjuvazinin, toplumdaki diğer sınıfların eşit haklarına dokunmadan yararlanabileceği şekilde düzene kondu. Bu Anayasaya uygun kanunların, öteki sınıfların özgürlüğünü tamamen önlediği veya ancak bazı koşullarda özgürlükten yararlanmalarına imkân verdiği bütün durumlarda, hep genel güvenlik, daha doğrusu burjuvazinin güvenliği kaygısı ile Anayasaya uyulmuştur. Bu yüzden, daha sonraları her iki taraf da, bütün bu özgürlükleri kaldıran düzen taraftarları ile bu özgürlüklerin tamamını isteyen demokratlar Anayasadan haklı olarak kendilerine övünme payı çıkardılar. Anayasanın her paragrafı gerçekten bir çelişme içindedir; metinde özgürlük var, dipnotunda özgürlüğün kaldırıldığı görülüyor. Sonuç olarak, özgürlük kelimesine saygı gösterildiği ve gerçek anlamda gerçekleştirilmesi kanun yoluyla yasaklandığı sürece, özgürlüğün gerçek varlığı tamamen yok olmakla beraber, Anayasa yönünden varlığı tüm olarak bozulmadan kalmıştır.”
Okurken, sanki bugünün Türkiye burjuvazisi Anayasa yapıyor, dememek mümkün değil.
Bürokrasi, küçük köylülük ve din adamları
Marx, bu çözümlemesi sırasında, bürokrasiden yürütme gücünün çok önemli bir parçası olarak söz ediyor Fransız Devrimi’nin değişik dönemlerinde, önce burjuva egemenliğini hazırlama aracı olarak işlev gördüğünü, daha sonra bağımsızlaşma çabalarına rağmen egemen sınıfın maşası olmayı sürdürdüğünü, ancak İkinci Bonaparte döneminde bağımsızlaştığını yazıyor. Hemen arkasından da ekliyor: Devlet gücünün ayakları mutlaka bir toplumsal sınıf zeminine basar.
“Bu yürütme gücü, pek geniş bürokrasi ve ordu örgütü ile karışık ve yapmacık devlet mekanizması ile, korkunç parazit yarım milyonluk memur ordusu ile beş yüz bin askerlik öteki ordusu ile, monarşi devrinde derebeyliğin sarsılması üzerine kurulmuştur. Büyük arazi sahiplerinin ve şehirlerin feodal imtiyazları, devlet gücünün birer unsuru olmuş, derebeyliğin ulu kişileri de, aylıklı devlet memuru durumuna gelmişlerdir; Ortaçağın çelişik egemenlik haklarının alacalı haritası da, devlet otoritesinin pek düzgün bir planı olmuştur; devlet otoritesinin işlemesi bir fabrikayı andırır: bir işbölümü vardır ve bir merkezden yönetilir. Ulusa bir burjuva bütünlüğü vermek için, bölgelere, ülkeye, belediyelere ve eyaletlere ilişkin, bağımsız ne kadar güç varsa hepsini parçalamayı kendisine amaç edinen Birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak, mutlak monarşinin yapıtını geliştirecekti: hükümet cihazının merkezileştirilmesi ve etki alanının genişletilmesi gibi. (…) Her ortak yarar, hemen toplumdan ayrılmış, daha yüksek, genel bir yarar olarak toplumun karşısına dikilmiş, toplum üyelerinin inisiyatifinden kopup çözülmüş, bir hükümet eylemi konusu olmuştur; köprüden, okuldan ve en küçük köyün ortak mülkiyetinden tutunuz da demiryollarına, kamusal mülklere ve üniversitelere kadar bu hep böyledir. Parlamenter cumhuriyet devrime karşı yaptığı mücadelede, faaliyet araçlarını ve hükümet merkeziyetçiliğini, önleyici tedbirlerle takviye etmek zorunluluğunu duymuştu. Bütün politik devrimler, bu düzeni parçalayacak yerde, daha da geliştirmiştir. İktidar için mücadele eden partiler, bu uçsuz bucaksız devlet yapısını, üstün gelenin başlıca ganimeti saymışlardır.
Fakat mutlak monarşi devrinde, Birinci Devrimde ve Napoleon zamanında, bürokrasi, burjuvazi egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. Restorasyon devrinde, Louis-Philippe ve Parlamenter cumhuriyet zamanında, bürokrasi, bağımsız olma yolundaki çabaları ne olursa olsun, egemen sınıfın maşası idi.
Devletin tamamen bağımsızlaşması, ancak İkinci Bonaparte zamanında olmuştur. (…) Bununla birlikte, devlet gücü havalarda dolaşmıyor. Bonaparte, pek belirli bir sınıfı ve hatta Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, yani küçük toprak sahibi köylüleri temsil ediyor.”
Ancak, küçük köylünün bir sınıf oluşturabilmesinin bazı koşulları vardır. Aralarında komşuluk ilişkilerinden başka bir bağ bulunmayan, çıkar ortaklıkları herhangi bir birleşme ve siyasal örgütlenmeye yol açmayan, küçük toprak sahibi köylü ailelerinin bir sınıf oluşturduklarından söz edilemez:
“Milyonlarca köylü ailesi kendilerini birbirlerinden ayıran ekonomik koşullarda yaşadıkları ölçüde ve yaşayış şekillerini, yararlarını ve kültürlerini, öteki sınıflarınkilere karşı tuttukları ölçüde, ayrık bir sınıf teşkil ederler. Fakat küçük toprak sahibi köylüler arasında yalnız komşuluk bağı bulundukça ve yararlarındaki benzerlik, aralarında bir birleşme, bir ulusal bağ ve bir politik örgüt yaratmadıkça, bu aileler bir sınıf teşkil etmezler. Bu yüzden de, sınıf yararlarını, kendi adlarına iş görecek ya bir Parlamento, ya da bir Meclis aracılığı ile savunamazlar. Kendi kendilerini temsil edemezler; temsil edilmek zorundadırlar. Bu temsilciler, köylülere, efendileri olarak, üstün bir otorite olarak ve onları öteki sınıflara karşı koruyan ve yukarıdan yağmur ve ateş gönderen bir hükümet gücü olarak görünmek durumundadırlar. Dolayısıyla, küçük toprak sahibi köylülerin politik anlayışı, toplumun, yürütme gücüne bağlılığı ile anlatılabilir.”
Bonaparte küçük toprak sahibi köylülerin temsilcisi durumundadır ama, Fransa’daki köylü ayaklanmaları, köylülerin üzerine asker gönderilmesi ve kitleler halinde hapse atılıp sürülmeleri de öyle az görülür olaylar değildir. “XIV. Louis’den bu yana, Fransa, böylesine köylü katliamı görmemiştir” saptamasını yapan Marx, hemen ardından bir açıklama getirir:
“Anlaşmaya varalım bir kez. Bonaparte sülalesi, devrimci köylüyü değil, tersine, muhafazakâr köylüyü; küçük toprak mülkiyeti düzeninin ortaya koyduğu toplumsal yaşayış koşullarından kurtulmak isteyen köylüyü değil, tersine, bu koşulları pekleştirmek isteyen köylüyü; kendi enerjisine dayanıp kentlerle sıkı işbirliği yaparak eski toplumu devirmek isteyen köy halkını değil tersine bu köhne rejimin içine adamakıllı kapanmış, İmparatorluk hortlağının kendisini kurtarmasını, kayırmasını bekleyen köy halkını temsil ediyor. Bonaparte sülalesi ilerlemeyi değil, tersine, köylünün boş inanını, hükmünü değil, peşin hükmünü, geleceğini değil, geçmişini temsil ediyor.
Parlamenter cumhuriyetin üç yıllık sert yönetimi, Fransız köylülerinin bir kısmını, Napoleon hayallerinden kurtarmış ve devrimci yapmıştı; fakat harekete geçtikleri her kez, burjuvazi tarafından bastırılmıştır bu köylüler. (…) Nihayet, Parlamenter cumhuriyet zamanında, çeşitli bölgelerdeki köylüler, kendi çocuklarından kurulu orduya karşı ayaklandılar. Burjuvazi, onların ağzının payını sıkıyönetimle ve ölüm cezaları ile verdi. Şimdi de aynı burjuvazi, kitlelerin ve Bonaparte’ın hatırı için kendisine ihanet eden ‘aşağılık halk yığınının’ alıklığından sızlanıp duruyor. Köylü sınıfında imparator sevgisini güçlendiren burjuvazinin kendisidir; bu köylü tutkusunu doğuran koşulları muhafaza eden, yine burjuvazidir.”
Bu paragraf, hiç unutulmasın diye çerçeveletilip duvara asılacak kadar önemli, temel bir öngörü niteliğindeki, burjuvazinin genel tutumuna ilişkin şu cümle ile bitiyor: “Elbette burjuvazi, kitleler muhafazakâr kaldıkça, alışkanlığından; devrimci oldukça, zekâsından çekinecektir.”
Küçük toprak mülkiyeti düzeninin gelişmesi ile köylülerin öteki sınıflarla ilişkileri köklü bir değişikliğe uğramış ve burjuva düzenini ulus çapında gerçekleşmiştir. Ortaya çıkan yeni köylü sınıfı, kısa süre önce her yanda yıkılan büyük toprak sahibi aristokrasiye karşı bir tepki oluşturmaktadır.
Bu saptamaları yaptıktan sonra devam ediyor Marx:
“Küçük arazi mülkiyeti düzeninin Fransız topraklarına saldığı kökler derebeyliğin her türlü besinini çekip alıyordu. Bu düzenin koyduğu engeller eski efendilerinin saldırgan dönüşlerine karşı burjuvazinin doğal kalesi olmuştur. Fakat XIX. yüzyılda, derebeylerin yerini şehir tefecileri; toprak üzerindeki derebey intifa hakkının yerini ipotek sistemi; aristokratik arazi mülkiyetinin yerini burjuva sermayesi almıştır. Köylünün elindeki toprak parçası, artık kapitalistin topraktan yarar ve gelir sağlamasına olanak veren bir vasıtadır; yine bununla kapitalist köylüye ücretini nasıl kazanabileceğini görme imkânını bağışlıyor. (…) Dört milyon, çocuklar, vb. dahil, ‘resmi’ yoksul, serseri, katil ve fahişenin yanı sıra uçurumun kenarına asılmış ve köylerde oturan, yahut da yırtık pırtık elbiseleri içinde çoluk çocuk köyden şehre, şehirden köye göç eden beş milyon adam var. Dolayısıyla, köylülerin yararı artık, Napoleon zamanında olduğu gibi, burjuvazinin yararları ile uyuşma değil, çatışma durumunda bulunuyor. Bu yüzden köylüler, dost ve kılavuzlarını, amacı burjuva düzenini değiştirmek olan şehir proletaryası içinde buluyorlar.”
O arada, gittikçe yoksullaşan bu dindar köylülerin dine karşı, onun günlük hayatlarındaki temsilcileri olarak kendilerine öğütler verip duran din adamlarına karşı tutumları da değişecektir. Marx, bu değişimi şu etkileyici anlatımla dile getiriyor:
“Yeni doğan küçük toprak rejimi toplumla uyum içindeyken, doğal güçlere bağlılığı varken, kendini yıkardan koruyan yetkeye boyun eğerken, elbette dindardı; ama toprak parçası borca girince, kendi sıkıntısının da ötesine itilince, elbette dinsizleşmektedir. Gökyüzü, yeni kazanılan bu toprağa hoş şeyler katıyordu; ne de olsa, yağmur ve güneş oradan geliyordu. Fakat toprağının yerine gökyüzünü geçirmeye zorlanır zorlanmaz, bunu bir küfür kabul ediyor köylü. Papaz artık sadece polisin kutsal köpeği olarak görünüyor ortada; görevi de Napoleon devrinde olduğu gibi şehirlerdeki köylü rejimi düşmanlarını değil, tersine köylerdeki Bonaparte düşmanlarını göz hapsinde bulundurmaktır.”
Küçük burjuvazi ile sosyal demokrasi
Fransa’daki devrim süreçleri boyunca, bir de, iki karşıt sınıfın yararlarının ya da çıkarlarının birbirini körelttiği, kendilerini hep sınıf anlaşmazlıklarının üzerinde bir konumda sanan bir kitle, Marx’ın bu metindeki deyişiyle bir “ara sınıf” vardır. Küçük burjuvaziden söz ediyoruz. Küçük burjuvala,r daha sonraları herkesçe ezbere bilinecek olan, güvensizlik, kaypaklık, aldanmaya ve aldatmaya açık olma darda kalınca boyun eğme ya da sıvışma türünden özelliklerini o sıralar edinmeye ve sergilemeye başlamışlardır. Haziran 1848’den sonra kendi çıkarlarının karşılanması konusunda bir yetersizlik ve doyumsuzluk duygusu içindedirler. Marx anlatmaya devam ediyor:
“Koalisyon yapmış olan burjuvazinin karşısında, küçük burjuvalar ve işçiler içinden bir güçbirliği, yani sözde sosyal demokrat parti teşekkül etmişti. Küçük burjuvalar, 1848 Haziran günlerinin ertesinde, iyi mükâfatlandırılmadıklarını anlamışlardı. Maddi yararlarının tehdit edildiğini, bu yararların tatminini sağlayacak demokratik garantilerin, karşı devrimle tehlikeye girdiğini görüyorlardı. İşte bu yüzden, işçilere yanaştılar. Öte yandan, burjuva cumhuriyetçilerinin diktatörlüğü sırasında bir kenara itilmiş olan ve Mecliste küçük burjuvaları temsil eden Yaylacılar, Kurucu Meclis devrinin ikinci yarısında, Bonaparte’a karşı yaptıkları mücadele ile kaybolan itibarlarını yeniden kazandılar. Yaylacı grup, sosyalist liderlerle bir anlaşma yaptı. 1849 Şubatında, uzlaşmayı kutlayan ziyafetler düzenlendi. Ortak bir program taslağı hazırlandı, ortak seçim komiteleri kuruldu ve ortak adaylar gösterildi. Proletaryanın sosyal isteklerinden devrimci sivri uçlar çıkarılıp bu isteklere demokratik bir şekil verildi. Küçük burjuvazinin demokratik isteklerinden de salt politik şekil kaldırılıp sosyalist yönü ortaya çıkarıldı. Sosyal demokrasi işte böyle kuruldu. Bu kombinezon sonucu doğan yeni Yaylacılar grubu, işçi sınıfından alınan birkaç figüranla birkaç sosyalist hariç tutulursa, eski Yaylacılar grubunun aynı idi; fakat sayıca daha güçlü bulunuyordu. Gerçeği söylemek gerekirse, bu grup, gelişme sırasında, temsil ettiği sınıf gibi şekil değiştirmişti. Sosyal demokrasinin niteliğini şu noktada özetleyebiliriz: çözüm yolu olarak, demokratik cumhuriyetçi kurumlardan, iki uç olan sermaye ve ücreti kaldırmıyor, sürtüşmelerini hafifletmek ve ikisini ahenkli bir şekle sokmak istiyordu. Bu amaca ulaşmak için teklif edilen tedbirler ne ölçüde çeşitli olursa olsun, bürünebileceği anlayış şekillerinin az çok devrimci olan niteliği ne olursa olsun, kapsam hep aynı kalır. Toplumun demokratik yolla dönüşümüdür bu; ama küçük burjuva çerçevesinde bir dönüşüm.”
Onların mücadele tarzları da pek gösterişli ve o ölçüde tutarsızdır. Hem kitleleri hem önderleri birbirlerini suçlamaya ve satmaya hazırdırlar. Bu arada, işçi sınıfına en büyük katkıları da “kendi cılızlıklarını aşılamak”tır. Tırnak içine aldığım sözlerin sahibi olan Marx’ın anlatımıyla, “demokratik oyunlar sırasında, (…) liderler ‘halklarını’ görev kaçkınlığı ile, halk da liderlerini dolandırıcılıkla suçlama zevkini tatmış” olarak sahneyi kapatırlar.
“Parlamentoda başarı sağlamak istiyorlarsa silahlara başvurmamalı idiler. Silahlara başvurunca da, sokakta, Meclis’teki gibi davranmamalı idiler. Ciddi olarak barışçı bir gösteriye niyetleniyorlarsa, bunun kavgaya yol açacağını kestirememeleri saflık idi. Gerçek bir mücadele ummak gerekiyorsa, bu mücadeleyi yürütecek silahları bir kenara koymaları pek tuhaftı.”
Bu bölümü, 19. yüzyılın ortalarında Fransa’daki küçük burjuvazinin konumunu ve davranış biçimini anlatmak için yazılmış, ama bugün de geçerliliğini koruyan aşağıdaki satırlarla tamamlayalım:
“Fakat demokrat parti, küçük burjuvaziyi dolayısıyla içinde karşıt iki sınıfın yararlarının birbirini körelttiği bir ara sınıfı temsil ettiğinden, kendinin sınıf anlaşmazlıklarının üzerinde olduğunu sanıyor. Demokratlar, önlerinde imtiyazlı bir sınıfın varlığını kabul ediyorlar; fakat ulusun geri kalan kısmı ile halkı meydana getiriyorlar. Temsil ettikleri şey, halkın hukukudur; ilgilendikleri şey halkın yararıdır. O halde, bir mücadeleye girmeden önce çeşitli sınıfların menfaat ve durumlarını inceleme zorunlulukları yoktur. Kendi araçlarını da pek inceden inceye ölçmeye ihtiyaçları yoktur. Halkın zorbalar üzerine bitmez tükenmez kaynakları ile çullanması için, bir işaret vermeleri yeter. Fakat uygulamada, yararları ilginç görünmezse ve güçleri güçsüzlük olarak kendini gösterirse, bunun kabahati, ya bölünmez halkı birkaç düşman kampa bölen cani safsatacılardadır, ya demokrasi amaçlarının kendi iyiliğine olduğunu göremeyecek kadar aptallaşmış ve körleşmiş olan ordudadır, ya uygulamada basit bir ayrıntı her şeyi bozmuştur, yahut da önceden hesaba katılmayan bir tesadüf bu kez partiyi kaybettirmiştir. Her ne olursa olsun, bu parti, en utanç verici yenilgiden mücadeleye girdiği andaki masumiyeti ile ve gelecek başarısına olan yeni bir inançla çıkar; bu inanç, partinin eski görüşünden ayrılacağı değil de, tersine koşulların olgunlaşacağı düşüncesinden gelmektedir.”
Sonuç
Bu yazının amacı, Fransa’daki devrim süreçlerinde bir buçuk yüzyıl önce gerçekleşmiş gelişmelerin çözümlenmesi değildi. Dolayısıyla, o tarihsel kesitin nasıl sonlandığına ilişkin bir sonuç bölümü yazmak da böyle bir yazıya pek uygun düşmez. Bununla birlikte, genç okuyucuyu zahmete sokmadan merakını gidermek için Marx’ın “sınıf kavgasının kahraman yaptığı basit ve kaba bir adam” dediği Louis-Napoleon Bonaparte’ın akıbetine ilişkin bir özet bilgi aktarmakta sakınca olmasa gerektir.
Aralık 1848’de cumhurbaşkanı seçilen Louis Bonaparte, Marx’ın konu ettiği darbesini 2 Aralık 1851’de gerçekleştiriyor ve direnişleri kırarak iki gün sonra Yasama Meclisi’ni dağıtıp yeni bir Anayasa ilan ediyor. Cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanıyan bu Anayasanın referandumda kabulünden de cesaret alıyor ve Kasım 1852’de bir referandum daha yaparak Senato’nun imparatorluğun yeniden kurulmasını öngören kararının ardından, darbesinin üzerinden tam bir yıl geçtikten sonra kendisini III. Napoleon adıyla imparator ilan ettiriyor. Fransa tarihine “İkinci İmparatorluk” olarak geçen ve 4 Eylül 1870’de yeniden cumhuriyet ilanına kadar süren bu dönemin ilk yıllarında, 1859 ortalarına kadar, baskıcı bir yönetim altında kapitalist ekonomi bir canlanma ve gelişme yaşıyor: Sanayi üretimi iki, dış ticaret üç, buhar enerjisi kullanımı beş, demiryollarının uzunluğu ise altı kat artıyor. Engels’in, yıllar sonra, 1891’de “Fransa’da İç Savaş” başlığını ve Marx’ın imzasını taşıyan Paris Komünü çözümlemelerine yazdığı önsözde şöyle bir değerlendirmesi var:
“Louis Bonaparte, siyasal gücü kapitalistlerden onları koruma bahanesiyle aldı. Aynı gücü, burjuvalar işçilerden, öte yandan işçiler de burjuvalardan almışlardı; bunun karşılığında Louis Bonaparte’ın egemenliği, spekülasyonu ve endüstriyel faaliyeti, kısacası burjuvazinin şimdiye kadar eşi görülmemiş ölçüde yükselmesini ve zenginleşmesini teşvik etti. İmparator sarayının çevresinde ve bu zenginlikten yüklü yüzdeler koparak rüşvetçilikle yığın hırsızlığının daha da büyük ölçüde geliştiği de bir gerçektir. Fakat İkinci İmparatorluk, Fransız şovenizmine bir çağrı ve 1814’te yıkılan Birinci İmparatorluğun veya hiç değilse Birinci Cumhuriyetin sınırlarının yeniden kurulması için bir talepti. Eski krallığın sınırları, hatta 1815’te daraltılan sınırlar dahilinde bir Fransız İmparatorluğu ne kadarlık bir zaman için olursa olsun imkânsız bir şeydir. Arada bir savaş yapma ve sınırları genişletme zorunluluğu da buradan ileri gelmektedir. Ama hiçbir sınır genişletme planı, Fransız şovenizminin hayal gücüne Ren’in Almanya’da kalan sol kıyısına doğru genişleme düşüncesi kadar parlak gelmiyordu. Onlar için Ren üzerinde bir kilometrekare, Alpler’de veya başka bir yerde on kilometrekareye tercih edilirdi. İkinci İmparatorluk kurulduktan sonra Ren’in sol kıyısının hemen veya parça parça tekrar elde edilmesi bir zaman sorununa indirgenmiş oluyordu. Bu beklenilen zaman 1866 Avusturya-Prusya savaşı sırasında geldi. Bismarck’ın fazla kurnaz, tereddütçü siyaseti tarafından ‘beklediği tazminat” hususunda aldatılan Napoleon’a savaşmaktan başka çare kalmıyordu. Savaş, 1870’de patlak verdi ve Napoleon’u iki gün önce Sedan’a, sonra Wilhelmshöhe’ye sevk etti.”
Aralarında ABD’nin artan etkisini sınırlamaya yönelik bir Latin Amerika serüveninin de bulunduğu birçok dış politika seferinin sonuncusunda, Bonaparte, Prusya ordusuna yeniliyor ve 80 binden fazla askeriyle birlikte tutsak düşüyor. Engels’in yukarıda sözünü ettiği Wilhelmshöhe, Almanya’daki Cassel, yakınlarında Prusya krallarının ikametgâhı olan bir şato. Bonaparte, imparator unvanını yitirişinden bir sonraki gün olan 5 Eylül 1870’den 18 Mart 1871’e kadar orada tutsak kalıyor. Daha sonra, Prusyalılar tarafından serbest bırakılıyor ve İngiltere’ye gitmesine izin veriliyor. Yazılıp söylenenlere bakılırsa, yeniden tahta çıkmak için Fransa’ya dönmeyi düşündüğü bir sırada ve bir bakıma Prusya yenilgisi ile başlatmış olduğu düşünülebilecek gelişmeler sonunda ortaya çıkmış Paris Komünü’nün kanla bastırılışından 19 ay sonra, 1873 yılının ilk günlerinde ölüyor.
Onunla ilgili son sözü yine Marx’a bırakalım. “Uluslararası Emekçiler Derneği Genel Konseyi’nin Fransa-Prusya Savaşı Üzerine İkinci Seslenişi” başlığını ve 9 Eylül 1870 tarihini taşıyan belge şu satırlarla başlıyor:
“Uluslararası Emekçiler Derneği’nin Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üyelerine 23 Temmuz tarihli ilk Manifestomuzda şöyle demiştik. ‘İkinci İmparatorluğun ölüm çanları Paris’te çalmıştı bile. İmparatorluk başladığı gibi, yani bir komedi olarak bitecektir. Fakat unutmayalım ki, Louis Bonaparte’ın İmparatorluğun İhyası denilen o vahşice farsını tam on sekiz yıl sürdürmesini sağlayan, Avrupa hükümetleri ile egemen sınıfları olmuştur.’
Böylece daha savaş harekâtı başlamadan bile biz, Bonaparte denilen o sabun köpüğünün artık tarihe karıştığını belirtmiştik.”
Bu yazının asıl sonucu ise, herhalde, şu olmalıdır: Marx’ın, kendi çağındaki güncel gelişmeler üzerinde yoğunlaşanlar da içinde olmak üzere bütün yazdıkları dünyayı değiştirme mücadelesine katılanlar için, o mücadelenin her evresinde vazgeçilmez olan dünyayı açıklama çabasının paha biçilmez dayanakları arasındadır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Burada kullandığım, Ahmet Acar’ın yaptığı ve “Louis Bonaparte’ın Darbesi” adıyla Mart 1967’de İstanbul’da İzlem Yayınları tarafından basılan Türkçe çeviridir. Özgün metnin üslup özelliklerini aktarabilme kaygısıyla olmalı, yer yer okuma güçlükleri yaratmakla birlikte, genellikle düzgün bir çeviri olduğunu söyleyebilirim. Ancak, herhangi bir İngilizce baskıyla karşılaştırma imkânı bulamadığımı belirtmeliyim.
- Bu noktada, biraz ukalâlığa izin verilebilir, sanırım. Ukalâ “akıllılar” anlamına geliyor; Türkçede yaygın kullanımı “çok bilmiş” anlamındadır ve biraz aşağılama içeriyor. Bizim geçmişimizde, bu “18 Brumaire” çevirilerinin adına ilişkin polemikler yapıldığını hatırlıyorum. Bazı çevirilerde ve göndermelerde “Onsekizinci (18.) Brumaire” diye yazılırdı. Oysa, örnek olsun, Türkçede “18 Mart” deriz ve yazarız; İngilizcede “the eighteenth of March” ya da kısaltılarak “18th March” diye yazılır, bunun anlamı “onsekizinci”dir, ama Türkçede tarihler öyle söylenmez. Bunlar dile getirilerek polemik yapılırdı. Biraz “çok bilmişlik” gibi görünse de, yararsız sayılamaz; çünkü eleştiriye konu edilen kullanımlar, ya bir bilgisizliğe ya da özensizliğe işaret ediyor; ikisi de hoş görülmemelidir.
- Aynı Victor Hugo, kendisi için yapılan “romantizmin en güçlü beyni” nitelemesine uygun olarak, Nisan 1871’de “Paris’in kendisini Komün olarak ilan etme hakkı vardır. Komün’ün ifade ettiği şey, sonsuz, sınırsızdır. Pek büyük şeyler yapabilirdi, yalnız küçük şeyler yapıyor. Ve iğrenç olan küçük işler; yürekler acısı bir durum bu… Yok, bilimin şehri cehaletleyürütülemez; hayır, insanlığın şehri ‘kısas kısas’ ilkesiyle yönetilemez. Komün, kötü yapılmış iyi bir şey…” diye yazdığı Paris Komünü’nün aynı yılın Mayıs ayında vahşice ezilişine karşı çıkışı yüzünden kendisini, tıpkı 1851’deki Louis Bonaparte darbesinden sonra olduğu gibi, Brüksel’de sürgünde bulacak ve yenik düsen Komün ayaklanmacılarını barındırdığı için,oradan da kovulup kısa bir süreliğine Luxemburg’a gitmek zorunda kalacaktır.
- Başlıkta “yeniden okuma” derken, “biz aslında yanlış anlamışız yazarı, öyle demek istemediği halde nerelere çekmişiz” türünden, benzerlerine çok rastladığımiz, gerçekten pek zavallıca günah çıkarmaların akla gelebileceğini düşünmedim değil. Ancak, buradaki muradım, hiçbir sarsıntının yerinden edemediği “klasik” metinlerin, nereden bakmak gerektiği konusunda şaşırmamak koşuluyla, her zaman “güncel” olabileceğidir.