Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri varlıklarını korurken kuşkusuz sosyalizm tek tek ülkeler için çok daha reel bir olasılıktı. Emperyalizmin devrimci süreçlere müdahale olanağının bu geçmiş döneme oranla nasıl genişlediği açıktır. Oysa emperyalizm daha önceleri her adımında Sovyet faktorünü gözetmek durumunda kalıyor ve dünyanın çeşitli noktalarında işçi sınıflarının ve emekçi halkların kendi lehlerine değerlendirebilecekleri boşluklar, ister istemez doğuyordu. Sosyalist ülkelerin gölgesi büyüktü ve başka ülkelerin devrimcileri için bu gölgenin varlığı başlı başına bir beslenme, korunma şansıydı.
Ancak hal böyle diye, sosyalist ülkelerin benzeri bir fonksiyon üstlenemedikleri günümüz ortamında devrimci gelişmenin ve devrimin büsbütün olanaksızlaştığını söylemek de saçmadır. Hele bunu yer yer reel sosyalizme düşmanca ya da son derece memnuniyetsiz bakmış kesimlerin dile getirmesi ilginç bir vaka olmaktadır.
1917-1990 döneminde ve özellikle 1945 sonrasında yaşanan emperyalizmden kopuş ve sosyalizme geçiş pratiklerinin aldığı biçimler, elbette Sovyet ya da sosyalist ülkeler faktörünün güçlü etkisi altında oluşmuştur. 20. yüzyılda dünya halklarının sosyalizme yönelik hiçbir gerçek adımını, insanlığın en ileri mevzisi olarak reel sosyalizmden bağımsız bir şekilde ele almak mümkün değildir. Ancak bu etkenin devrim süreçlerini doğrudan belirlediği de düşünülemez. Söz konusu olan, devrim süreçlerinin özgün tarihsel dönemlerdeki biçimlenişidir.
Bu biçimleniş dünya devrim sürecinin üçlü tanımı ile dile getirilmisti. Buna göre dünya devrim süreci, kapitalist ve sosyalist sistemler arasındaki çelişki, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadeleleri ve bağımlı halkların emperyalizme karşı bağımsızlık mücadeleleri olarak üç sacayağına oturuyordu. Değişim esas olarak bu yapıda yaşanmıştır.
Bu noktada marksistlerin tereddüt göstermelerine hiç gerek yoktu. Sovyetler Birliği ve peşisıra Avrupa kıtasındaki sosyalist toplumların çözülmesi, Çin Halk Cumhuriyeti’nde, (tek başına kaldığında bir tutamak noktası olma özelliği cok zayıflayan Komünist Parti’nin yönetici rolü dışında) genel olarak emperyalizmle uyumu gözeten çizgisi veri iken, Küba, Vietnam, Kore ve diğer birkaç direniş rejiminin uluslararası bir etki kaynağı olarak rol üstlenmeleri imkansızdır. Öyle ki, artık Küba’nın önceleri Afrikalı devrimcilere sunduğu teknik ve askeri desteğin sürdürülmesinin herhangi bir koşulu kalmamıştır. Bu yoksul ülkeler ağır bir kriz dönemini, kendi iç dinamiklerine yaslanarak ve büyük güçlüklerle göğüslediler.
Sosyalist ülkeler faktörüyle birlikte emperyalizme karşı bağımsızlık mücadeleleri de sahneden çekildi. Tersine, ulusal mücadeleler kategorisi üzerinde emperyalizmin geçici ama çok etkileyici bir hegemonya tesis ettiğini, eski Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın bir dizi barışçı halkını birbirlerinin celladı haline dönüştürdüğünü gördük… Kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadeleleri de çözülüşten payını aldı. Reel sosyalizmle rekabete ihtiyacı kalmayan çağdaş kapitalizm, emekçi kazanımlarına pervasızca saldırırken, uluslararası işçi sınıfı hareketi, komünist partilerin yaşadığı derin demoralizasyon ve ideolojik şaşkınlık koşullarında neredeyse tepetaklak oldu. Bu arada, dünya devrim sürecine ilişkin üçlü modelin, en atıl ya da hantal boyutunun zaten ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleri olduğunu da hatırlamak gerekir. İkinci Dünya Savaşı sonundaki devrimci kriz ve Halk Demokrasileri atağından sonra sanayileşmiş ülkeler içinden sosyalizme yönelik devrimci bir işçi sınıfı atılımı görülmemiştir.
Üçlü model çökmüştür ve bundan daha önemlisi geriye boşluk kalmıştır. Devrim fikrini yalnızca romantik bir değişim özlemi anlamında kullanan, dolayısıyla kavramı depolitize eden sol-liberal eğilimlerin söz konusu boşluğun doldurulmasıyla herhangi bir ilgileri yok. Bugün için, dünya ölçeğinde sosyalizme yönelen dinamiklerin kaynakları ve bu dinamiklerin ne tür biçimler kazanacağı, saptamalara değil tezlere ve tartışmalara konu olmaya devam ediyor.
Bu yazı yukarıdaki girişte betimlenen kapsamda bir sesli düşünme. Doğal olarak reel sosyalizm ile ilgili yaygın yanlış yaklaşımlara ilişkin kimi düzeltmeler, sol-liberalizmin devrim ve iktidar kavramlarından uzaklaşırken bu kavramlarla özdeşleşmiş leninist veya geleneksel sol tezlere yönelttiği saldırılar ve bugünün Türkiyesi’ndeki görevler bu çalışmanın kapsamına giriyor.
Reel sosyalizm, demokrasi, özgürlük
“Ama reel sosyalizmde de özgürlükler çok kısıtlanıyordu.” Emperyalistlerin parmağı yoksa, bir zamanlar bu yaklaşım, haklı olarak sosyalizmde burjuva demokrasisinden daha fazlasını isteyen ilerici ve demokrat aydınların, alçak sesle fısıldadıkları bir görüştü. Yaptıkları yanlış, özgürlükler konusunda nicel bir karşılaştırma yoluna gitmek olmuştu. Uluslararası komünist hareketin çeşitli nedenlerle bu kesimleri “kollayamadığı” konjonktürlerde kaçınılmaz olarak ses de yükseldi. Macaristan ve Çekoslovakya müdahaleleri gibi özgürlükçü eleştirmenleri zıvanadan çıkartan olayların yanı sıra, Hruşçov ve Mao, Lenin’in partisinin eleştirilmesini, hatta karalanmasını sıradanlaştıran girdiler yaptılar. Hruşçov’un destalinizasyon kampanyasının, aslında bu anlamda, Çin Komünist Partisi’nin SBKP çizgisine karşı ürettiği sert muhalefet çizgisine de meşruiyet kazandırdığı düşünülebilir. Sovyet deneyimi, daha önceki troçkist, anarşişt ya da Buharinci eleştiriler karşısında koruduğu “dokunulmazlığını” kendi genel sekreteri ile deldi. Öyle ki, destalinizasyon ve maoizm, etkisi pek sınırlı kalmış eski eleştiri türlerini de yeniden hayata döndürmüştür.
Burada söylenmek istenen kuşkusuz komünist tarihimizin belli evrelerinin eleştiri dışı tutulması değil. Bu yönde bir talepte bulunmaya kimsenin hakkı olamaz. Aşağıda göstermek istediğim, reel sosyalizme yöneltilen eleştirilerin en temellisi, en etkilisi, ama en haksızının özgürlüklerle ilgili olduğudur. Başka her tür itiraz bir yana, değindiğim süreç bu eleştiri türünü serbest bırakmıştır.
Reel sosyalizm deneyimlerinde komünistlerin tartışmaya bazı önemli handikaplarla girdikleri bir alandır, soyut özgürlüklerle ilgili boyut. Komünistler özgürlükçü beklentileri sürekli kollayabilme yeteneğine sahip olamazlar. Çünkü soyut bir özgürlükçülükte burjuva demokratizmi ile rekabet edemezler.
Soyut özgürlükçülük, çok zaman sanıldığının tersine öze değil biçime ilişkindir veya başka bir deyişle, kaçınılmaz olarak bazı biçimsel kriterlerle ölçülür.Burjuva demokrasisi, soyut özgürlük veya biçimsel demokrasi ölçütlerine tamamen uygun düşmektedir. Sosyalist iktidar ise toplumsal yaşamın karmaşıklığı içerisinde sınıf esasını açığa çıkartıp, belirleyici bir mevkiye yerleştirir. Bu ilk işlemin, toplumsal ilişkilerin sınıflara referansla tanımlanmasını kabul edenler dışında algılanması ve benimsenmesi güç olacaktır.
İkinci olarak, sosyalist iktidar, belki komünizme, yani bizzat iktidar ilişkilerinin aşılacağı ütopik randevuya kadar, “devrimci” olmak zorundadır. Oysa biçimsel ve biçimci bir demokrasi devrimci devinimlere değil, oturmuş, durağanlaşmış yönetim modellerine uygun düşecektir. Sosyalist demokrasi, burjuva demokrasisine oranla normlaştırılmaya çok daha az uygundur.
Üç; tam bu noktada biraz romantik biraz sanatsal bir tez akla geliyor. Buna göre, mücadelenin en şiddetli ve en çoşkulu olduğu momentler, doğrudan demokrasinin de en gelişkin olduğu momentlerdir.
Kestirmeden ve açıkça söylemeliyim ki, bu görüş tamamen temelsizdir! Mücadelenin örgütlü ve disiplinli bir karakter kazanmamış olduğu ilkel evrelerinde, gerçekten de özgürlük ve mücadele çakışabilir. Ancak buraya takılıp kalanın kaderi de yenilgidir. Romantik ve toy bir devrimcinin, “68 ruhu”na veya İspanya İç Savaşı’nın düzenli birlikler öncesi dönemine öykünmesini anlayabiliriz. Ama yalnızca “anlayabiliriz!” Bu olgunun sosyalist iktidar ile alakası yoktur.
Dördüncü olarak; -iki paragraf yukarıya geri dönelim- sosyalist demokrasinin normlaştırılmasındaki karşılaştırmalı zorluk, sosyalist bir iktidarın, devrimden itibaren sürekliliğe vurgu yapma ihtiyacından da kaynaklanır. Burjuva iktidarları, kendilerini var eden geçmişi binbir parçaya dilimleyebilir ve süreklileşmiş bir inkarcılıkla toplumsal ideolojiyi biçimlendirebilirler. Bu inkarcılığın kapitalizmin bekası acısından bir zararı olmadığı gibi, bir sömürü düzeninin, durmaksızın günah keçileri icat ederek hedef saptırması ve sömürü ilişkilerinin özünü koruması, tamamen işlevsel ve akılcıdır. Bugüne kadarki reel sosyalizm tarihine bakıldığında ise, destalinizasyonun sosyalist iktidarın sürekliliğine, aynı anlama gelmek üzere sosyalizmin meşruiyetine vurulan ağır bir darbe olduğu görülecektir. Sovyet sistemi Brejnevci düzeltmeyle Hruşçov’un bu tarihsel tahribatına çizgi çekmiş, ama telafi etmeyi becerememistir. Çin örneğinde ise, parti tarihi o kadar sık yeniden yazılmıştır ki, aslında parti bir önderlik kurumu olmaktan çıkmış, iktidar mekanizmalarının ifade bulduğu bir platform anlamını kazanmıştır.
Peki bu söylenenlerden reel sosyalizmin devrimle başlayan tarihinin asla kesintiye uğramaması gerektiği mi çıkar? Bir kesinti yaşanması halinde kurtuluş şansı yok mudur? Kesintilerin üzerinin örtülü, görmezden gelinmesi mi gerekir? Ya da sosyalist iktidarın kendi tarihi eleştiri üstü müdür?
Elbette değil. Söylediklerimin böyle bir uca çekilmemesi için bir uyarı notu düşebilir ve inkar ile eleştiri arasında bir ayrım yapabilirim. Ancak sosyalist iktidarın kendi tarihine dönük eleştirilerinin, esasen özeleştirel olması gerektiği ve risk alan bir deneyselcilik biçiminde değil, sonuçları iyi tasarlanmış tarzda gündeme getirilmesi gerektiğine herhalde kimse itiraz etmeyecektir.
Bir ikinci soru: Bu söylenenlerden tanımlı bir sosyalist demokrasinin mümkün olamayacağı sonucu mu çıkıyor? Yine, elbette hayır. Ancak burjuva demokrasisinin tarihsel evrimini bir an aklına getiren herkes ortada ciddi değişim ve salınımların bulunduğunu hatırlayacaktır. Büyük Fransız Devrimi’nde baldırı çıplak terörü ile bitişik bir anlam kazanan, bir ara anarşizan özgürlük tariflerine açılan demokrasi kavramı ile, devrim dalgasının geri çekildiği dönemde kralcı restorasyonun reddetmediği demokrasi kavramı arasında büyük bir mesafe vardır. Burjuva demokrasisi mi dediniz; sendikaların yasadışı ilan edildiği evrelerle, toplumsal örgütlenmenin alabildiğine yaygınlaştığı evreler iç içe girmez mi? Türkiye’de resmi ideoloji cumhuriyet ile demokrasinin kopmaz bağlarını anlatadursun, bugün burjuva demokrasisinin anayurdu sayılan Batı Avrupa’nın kraliyet aileleriyle dolu olduğunu görmezden gelebilir misiniz? Avrupa Birliği düpedüz aristokrasilerden geçilmez haldedir. Öyle ki, burjuva demokrasisi eski sosyalist ülkelerden Rusya’da çarcı eğilimleri hayata döndürmüş, Bulgaristan’da bununla da yetinmeyip eski kraldan lider türetmiştir! Ya laiklik? Burjuva demokrasisinin zaman zaman dine ne denli yoğun bir şekilde başvurduğunu araştırmak şaşırtıcı sonuçlar verecektir…
Peki ya Avrupa’dan biraz uzaklaşırsanız neler çıkar karsınıza? ABD idam uygulamasında, demokrasi ve özgürlükler açısından iddiasız onlarca ülkeye tur bindirmektedir. Kapitalizmin gec doğum yaptığı topraklarda demokrasi bilindiği gibi, her niyete yenmeye devam etmektedir. Rivayete gore, Museviliğin aşırı mistik yorumlarına dayanan faşist-dinci partilerin cirit attığı İsrail’de militarizm demokrasiyi çelmemektedir! Gerçekten de, akan kanın hesabının tutulamadığı bu ülkede binlerce insan, kimi Avrupa ülkelerindeki demokrasi normlarına bile sığmayan muhalif gosterilerde özgürce bir araya gelebilmektedirler. Topluca kapitalist dünya, 11 Eylul 2001 sonrasında demokrasiden farklı şeyler anlamaya başlamıştır!
Burjuva demokrasisi için hal böyle iken, sosyalist demokrasinin sabit tanımlara bağlanmasını savunmak akıl almaz bir haksızlık, vicdansız bir beklenti değil midir?
Evet, sosyalist iktidarlar elbette demokrasi ve özgürlük sorunları karşısında keyfi ya da ikiyüzlü davranmazlar. Elbette sosyalist demokrasi, burjuvazinin kitleleri aldatmak için başvurduğu yalan ve demagojilerden uzak, ilkeli, istikrarlı bir çizgi izleyecektir. Sosyalist demokrasi, burjuva demokrasisinden milyon kere daha demokratik olacaktır ve bu özelliğini elbette görünür kılmaya çalışacaktır… Bunların tersini düşünmek imkansız. Ve elbette sosyalist iktidarlar ilkeli bir dünya görüşüne referansta bulunacak, her adımın komünist topluma giden yola uygun olmasını gözeteceklerdir. Ama bu kadar zorlu koşullarda ve hiç uzun sayılamayacak bir süre hayat bulan sosyalist iktidarların kendi demokrasi tanımlarını geliştirmek icin yeterli zaman bulamadıklarını söylemek de kesinlikle yerinde olur. Marksistlerin bu açıdan biraz daha deneyime, toplumsal örgütlenme denemelerine, devlet ve emperyalizm teorileri çevresinde olgun bir tartışmaya ihtiyaçları bulunuyor.
Reel sosyalizme, hele bu tarihsel deneyimi temsil etme ve savunma görevi en fazla küçük ada Küba’nın omuzlarına yıkılmışken, haksızlık yapmaktan mutlaka kaçınılmalıdır. Yeri gelmişken bugün Küba’nın ürettiği deneyimin titizlikle incelenmesi gerektiğinin altını çizmeliyim. Çağımızın kuşkusuz en yetenekli komünist lideri Fidel Castro’nun ülkesinde deneyselliğin ağırlığı altında yol alındığını bilmeliyiz. Küba’nın sosyalist demokrasisinde tek parti ilkesi, Halk Meclisi’ne partinin aday göstermeme uygulaması, Devrim Savunma Komiteleri adıyla yaygın taban örgütlenmesi, parti önderliğinin dinamik karakteri ve halk hareketinin teşviki yan yana sıralanıyor. Bu unsurların hangisinin ne ölçüde genelleştirilebileceği konusunda ise acele edilmemesi gerekiyor. Başka sosyalist ülkelerin başka ve kendi aralarında çelişik denemelerinin de mercek altına alınması kuşkusuz yararlı olacaktır. Doğu Avrupa’nın halk demokrasilerinde burjuva pluralizminden farklı birçok parti yapısı olduğu hatırlanmalıdır. Sovyetler Birliği ise partinin yönetici rolünü Anayasa hükmü kılmıştı…
Reel sosyalizme haksızlık yapılmamalıdır. Reel sosyalizmin demokrasi ve özgürlükler alanında sınıfta kaldığı için çözüldüğü görüşü karşısında tereddüt edilmemelidir. Tersi doğrudur; reel sosyalizm demokrasi ve özgürlükler alanında insanlığın önüne yeni bir ufuk açmıştır.
Reel sosyalizm kapsamına girmesi kaçınılmaz olan yeni sosyalist iktidarların önünde, birincisi dünya kapitalizminin kuşatma ve dayatmaları, ikincisi sosyalizmin temel ilkeleri ve varsayımları ile kapitalizmden devralınan insan karakteri arasındaki mesafe koskoca engeller olarak durur:
“Sanırım 1948 ya da 1949 yılıydı. Ekonomik bir konu ile ilgili olarak Politbüro’nun bir toplantısına çağırılmıştım. Konu sadece çok yetersiz olan teknik düzey ile açıklanamayan iş verimliliğindeki düşüklüktü… Lenin sık sık belirtmiştir; sosyalizmi akvaryumdan aldığımız insanlarla değil, kapitalizmin çarpıklaştırdığı insanlarla kurmak zorundayız. Bu nedenle sosyalizmin bazı olumlu yanları önceleri bizim aleyhimize dahi işleyebilir. Örneğin işyeri güvencesi. Böylesi bir durumda bu bir rahatlama ve verim düşüklüğü getirecektir. Çünkü nasıl olsa kimse işinden olmaz. Yoldaşlar başlarını sallayıp söylediklerimi onayladılar. Hemen sonra verilen arada hafifçe içimi çektim: ‘Sadece yüzde bir oranında işsizlik iş verimini de hayat standartlarını da derhal yüzde iki arttırırdı.’ Yoldaşların birden nasıl üzerime atıldıklarını görmeliydiniz. ‘Bu söz konusu bile edilemez!’ ‘Propaganda ile bu iş halledilmeli!’ ‘Bu bir eğitim meselesidir!’ Elbette yoldaşlar haklıydı. Kapitalizme ve onun işçileri ezen yöntemlerine kapıları açmak yerine şu anki insan aşamasında daha çok zorluk çekmeyi daha uzun bir süre hiç de küçük olmayan bir kesimin yeterince yiyememesini tercih ederim.” 1
Demokratik Almanya’nın komünist bir bilim adamının bu anısının üzerinden kırk yıl geçtikten sonra sosyalist ülkeler tıpatıp aynı problematikle karşılaşmışlardı. Perestroyka adı verilen ekonomik reformlarda, verimlilik adına işsizliğin belli bir oranına ve geçici bir süre için katlanılabileceği tezi merkezi bir yer tutmuştur. Bunun reform değil, karşı-devrim yolu olduğunun kanıtlanması için uzun süre beklemek gerekmedi. Sosyalist demokrasi ve özgürlük anlayışının temelinden çalıçma hakkını ve artı-değer sömürüsünün yasak olmasını çıkartmak mümkün değildir. Sömürü ve işsizliğin yok edilmesi, sosyalist özgürlükleri karakterize eder. Bu temel unsurlara konan vurgunun yerine, burjuva toplumlarında tanımlandıkları halleriyle tekil demokratik hak ve özgürlüklerin konması halinde, iş bitmiş, sosyalist problematik terk edilmiştir.
Peki iki çağdaş toplum biçimi arasında herhangi bir biçimsel karşılaştırma yapılmasını toptan reddedebilir miyiz? Bilimsel bir analiz için mümkün olabilen karşılaştırma yasağının, insan zihninden atılması olanaksızdır ve marksistler istemese de, kapitalizm ve sosyalizm, “sokaktan bakıldığında”, biçimsel göstergeler ile karşılaştırılacaktır. Sosyalizmin biçimsel özgürlükler alanında “kazanma” olasılığının zayıf olduğunu yukarıda söyledim. İyi de, bu “kendi kalemize gol atalım” anlamına niye gelsin? Neden duyarsızlaşalım? Tersine, sosyalizm, burjuva demokrasisine karşı bir ideolojik saldırı yürütmek, mücadelede inisiyatifi ele almak durumunda ise, bu hamlenin ön koşulu, “karşılaştırılabilir bir rakip” olarak algılanmaktır. Bütün dünyanın, yani burjuva ideolojisinin hükümranlığı altında yaşayan emekçi halkların gözleri önünde bir sosyalist rejim, “ben bu karşılaştırmayı kabul etmiyorum” deme şansına sahip olmayacaktır. İşin doğrusu, bu eşitsiz karşılaştırmada hiç olmazsa bazı temel göstergelerde biçimsel bir denkliği temin etmek ve sonra kendi tercih ettiğiniz sahada karşı hamleyi örgütlemektir.
Bu akıl yürütmeden hareketle söylenmelidir ki, bugünün ve yarının reel sosyalizminin, 20. yüzyıl pratiğine oranla, biçimsel anlamda da, daha özgürlükçü olması mutlak zorunluluktur. Sosyalizm mücadelesinde akılları soyut liberal demokrasi ile çelinmiş proleter ve küçük-burjuva kitleleri ihmal etmemiz mümkün değildir. Küba bu noktada son derece öğretici ve cesaretlendirici bir örnek oluşturuyor. ABD emperyalizminin ateş hattında ve kendi kendine yeterlilik kıstasları açısından şanssız sayılan bir ada halkının sergilediği özgürlük ve açıklık, daha büyük ölçekli, daha sanayileşmiş, kaynakları daha zengin ülkelerin halkları tarafından geliştirilerek aşılmalıdır, aşılabilir.
20. yüzyılda reel sosyalizm özgürlük ve açıklık değil, disiplin ve kapalılık görüntüsü verdi. Bu durum, reel sosyalizmin kapitalizme göre daha az özgür veya daha az demokratik olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Ancak sosyalist demokrasinin hem vitrininin, hem de kimi unsurlarının önemsiz sayıldığı biliniyor. Bu yönelimin tarihsel nedenlerini tartışmanın yeri burası değil. Yine Kuczynski, 1980’lerde, Demokratik Almanya’daki bilim ortamını şöyle sorguluyor:
“1945’ten bu yana halkımız üzerine yazılan herhangi bir tarihi okurken, hiç nefesinin kesildiği ya da yüreğinin hızla çarptığı oldu mu?”2
Sorun burada belirtilen devrimci heyecan ile doğrudan ilgilidir. Sosyalist iktidarın özgürlük ve demokrasi normlarının geliştirilmesi, burjuva demokrasisi ile yarışmaktan öte, tam da bu devrimci heyecanın üretilmesini sağlıyorsa anlamlıdır. Bu sağlandığında, burjuva demokrasisi ile dünya kamuoyu nezdinde yapılan yarışta da tablo değişecektir. İzleyicilerin ilgisi, soyut ve burjuva normların ölçülmesinden, halkların devrimci coşkusuna pekala çekilebilir.
Devrimci heyecanın kaynaklanacağı düzlem ve kurum hakkında da herhangi bir kuşkuya yer olmamalı. İdeolojik, siyasal ve kültürel önderliğin ana misyonlarından biri bu değilse ne olabilir ki?.. O halde, önderliğe yani partiye geliyoruz. Sosyalist toplum için özgürlük ve demokrasi kavrayışında, bir tarafa sosyalist iktidar ve öncü partiyi, karşısına da toplum ve bireyi yerleştirmek temel bir hata olacaktır. İktidar mekanizmaları ve partinin öncülük misyonu, özgürlük ve demokrasi uygulamalarıyla dengelenmek veya sınırlanmak durumunda olamaz. Sosyalizmde, bu iki düzey arasındaki çelişki yok edilmelidir. Sözün kısası bu çelişki yöneticilerin sömürücü sınıfları temsil ettikleri toplumlara aittir ve orada kalmalıdır.
Zor devrimin geçerli kavramları
Devrimin ve sosyalizme geçişin sosyalist ülkelerin var olmadığı bir dünyada zorlaştığı açıktır. Ancak bu saptamadan marksist-leninist kavramsal yapının topluca revize edilmesi gerektiği biçiminde bir sonuç çıkartılmamalıdır. Daha sonra değinmek istediğim ikinci bir tema da, bugünkü zorluğu saptarken reel sosyalizm koşullarında devrimin kolay olduğunun zannedilmesiyle ilgili olacak. Bir dizi nedenle böyle bir sanının reddedilmesi gerek.
Yazının başlangıcında üç sacayaklı dünya devrim süreci modelinin çöktüğü söylendi. Bugün sosyalist ülkeler yok, bağımsızlık mücadelelerinin ilerici karakteri flulaştı, ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketi ataletini koruyor… TKP’nin hangi yöne işaret ettiği de biliniyor olmalı. Öncelikle, kapitalist dünyanın kabaca, biri, anti-emperyalist mücadelenin, ikincisi anti-kapitalist mücadelenin önce çıktığı iki bölme halinde ele alınması artık söz konusu değildir. İşçi sınıfı temelli mücadelelerin, geçmiş dönemin kavrayışına göre çok daha geniş bir coğrafyada, devrimci sürecin ana damarını temsil ettiği söylenmelidir.
Devrim sürecinin belirli dönemlerde özel olarak odaklandığı coğrafyalar söz konusu olur. Devrimci akış, gezegenin her tarafına eşit dağılmamaktan da öte, dönemsel yoğunluklarla yol alır. Bu yoğunlaşma 19. yüzyılda İngiltere, Fransa ve Almanya’yı dolaşmış, 20. yüzyıl başında Rusya’ya taşınmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde bütün Avrupa’yı sarmış, sonra (üçlü model çerçevesinde) “Üçüncü Dünya”ya kaymıştı. Günümüz koşullarında gözlerin çevrilmesi gereken coğrafya dünya kapitalizminin, eski anti-emperyalist bağımsızlık mücadelelerine denk gelen “çevre” ülkeleri değil, gelişkin merkezinin hemen yanı başına denk gelen bir kuşak. Devrimci potansiyelin bu ülkeler kuşağında birikmekte olduğu yolunda bir öngörü yapılmış durumdadır ve kanımca bazı eklerle geçerliliğini korumaktadır:
“Dünya devrim sürecinin yakın gelecekteki kritik bölgesi, aynı zamanda emperyalist güçlerin üzerinde en fazla durdukları Doğu Avrupa bölgesidir. Bu bölge, yalnızca Romanya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Bulgaristan ve Ukrayna’dan ibaret değildir. Bölge aynı zamanda Yunanistan, Kıbrıs, Türkiye ve Rusya da dahil edilerek değerlendirilmelidir.” 3
Bu coğrafya devrimci önemini korumaya devam ederken, emperyalizmin güncel yönelimleri risk alanını genişletiyor. Dizginlerinden boşanan “küresel” yağmanın yarattığı eşitsizlik uçurumları, dünya üzerine neredeyse gelişigüzel mayınlar serpmiştir. Ancak bu mayınların patlama mekanizmasının aşırı ölçüde rutubet almış olduğu görülüyor. Zaaf esasen toplumsal hareketliliğin işçi sınıfı ekseninde şekillenmemesi olarak kendini göstermekte ve devrimci önderlik yokluğu olarak formüle edilmektedir. Kapitalizmin 2001 yılında ekonomilerini patlattığı iki ülkeden biri olan Türkiye’de şimdilik sol potansiyelin büyüdüğünü saptamakla yetinmek durumundayız. Hatırlanacaktır, kriz, kitle eylemi olarak, ancak gerici esnaf gösterileri üretti. Arjantin’de ise eylemlerin “zıplama” ritüeliyle malıl olduğu görülüyor!
Latin Amerika’nın içten içe bir kaynama yaşadığını görmemek mümkün mü? Bir devrimci mevzi olarak Küba’nın yanı başında, işçi sınıfı önderliğinden yoksun, dolayısıyla tabiatı gereği yönü belirsiz bir devrimci süreç olarak Venezüella yerini aldı. İç savaş ve devrimci durumun yaşandığı Kolombiya dışında, kıta, ABD emperyalizmiyle mesafesini genişletmeye dönük ilginç dinamiklere yataklık ediyor.
Ortadoğu’da ise emperyalist yapılanmanın güçlü ama sorunlu olduğu görülüyor. Filistin ve Irak söz konusu olduğunda, emperyalist bir senaryonun adım adım sahnelendiğini öne sürmekte bazı zorluklar var. ABD emperyalizmi sürecin hakimi olarak göze çarpsa da, bölgenin aşırı gerilim yüklendiği, bu gerilimin öyle kolayca manipüle edilemeyeceği söylenmelidir.
Zorlaşan devrim süreci, birinci olarak eşitsiz gelişme kavramını yaşatmaktadır. Uluslararası sınıf mücadelelerinin geleceğe açılan çelişkileri bazı coğrafyalarda yoğunlaşma halindedir. Bu anlamda, 1990 sonrası kapitalizmin dünyayı tekdüzeleştirdiği ve küreselleşmenin eşitleyici/düzleyici bir etki yarattığı doğru değildir.
İkinci olarak, zayıf halka kavramı, eşitsiz gelişme yasasının tezahürü olarak geçerliliğini korumaktadır. Emperyalist zincir, çelişkilerin özel yoğunluklar kazanacağı halkalarından kopmaya adaydır. Kanımca, bu noktada, zayıf halka konumuna hangi toplumların yakınlık gösterdiği konusunda, yukarıda alıntıladığım pasaf somut olarak aydınlatıcıdır. Leninist çerçevede zayıf halka kavramlaştırmasına başvurulduğunda, belirli bir ülkenin sosyalist kuruluş (toplumsal devrim) için sahip olduğu olgunluk düzeyi ile sosyalizme geçiş (siyasal devrim) koşulları arasında bir ayrım yapılıyordu. en gelişkin kapitalist toplumları devrimci sıçramaya en elverişli sayan bakış açısı, genel hatlarıyla 19. yüzyıl Batı Avrupa soluna terk ediliyordu.
Bu fark bugün de geçerlidir. Ancak bir avantajla ki, kapitalist dünyanın çelişkilerinin yoğunlaştığı ülkeler, 20. yüzyılın gerek birinci, gerekse üçüncü çeyreğindeki zayıf halkalar kuşağına oranla, objektif koşulları itibariyle sosyalist kuruluş için de özgün bir dezavantaj taşımamaktadır. Açıkçası, 1910’ların Rusyası, 1960 ve ’70’lerin onlarca Afrika ve Asya ülkesi, sosyalist inşa için yer yer umut kırıcı eksiklere sahipti. Bugün Doğu Avrupa’dan Rusya’ya ve Doğu Akdeniz’e uzanan alanda, sermaye birikimi ve sınai altyapı açısından ileri tekelci kapitalist merkezlere oranla gözlemlenen gerilik, herhangi bir biçimde işçi sınıfının devrimci süreçlere önderlik yeteneğini sorgulamayı gerektirmez.
Geçerliliğini koruyup korumadığı en fazla tartışma konusu edilen bir kavram işçi sınıfı ve işçi sınıfının rolüdür. İlerleyen sayfalarda bu başlığa değinmeyi tasarlıyorum. Burada ise işçi sınıfının rolü ile öncü parti başlıklarının ayrılmasına şiddetli bir itiraz notu düşülmelidir. Uluslararası komünist hareketle, geleneksel solla yolunu ayıran akımlar, komünist partilerin işçi sınıfı içindeki örgütlülüklerini ve önder konumlarını görmezden gelemediklerinde, işçi sınıfı siyasetinin çoğulcu olması gerektiğini ortaya atmışlardı. Buna göre, bir tanesi de komünist partiler olmak üzere, işçi sınıfı içerisinde çok sayıda meşru seçenek söz konusu olabilirdi. Zaten bunlardan biri de sosyal demokrasi değil miydi? Kendileri sosyal demokrat olmayanların, 20. yüzyılın ilk emperyalist dünya savaşından beri burjuvaziye ait olan bu akımı aklamaktaki çıkarları, kendi konumlarını meşrulaştırmaktır. İşçi sınıfı siyasetinde çoğulculuk fikri, 1990’ların yenilgi ortamında büyük bir prestij kazanmıştır. Ortalama aydın için bu bir savunma refleksi olarak bile okunabilir: Yenilen, işçi sınıfının tamamı değil, sadece bir kanadıdır!
İşçi sınıfının siyasal çoğulculuğu yaklaşımı anti-komünizmdir ve sınıfın mücadelesinin altını oymaktan başka bir işe yaramayacaktır. Şu nedenle ki, kapitalizmin gündelik düzeyde, gerek üretim sürecinde gerekse sosyal yaşamda, durmaksızın parçaladığı işçi sınıfı, kendisini örgütlü olarak ve siyasal alanda kurabilirse, bir kollektif özne haline gelir. Ya da koskoca bir hiçtir! Leninist öncülük, işçi sınıfının doğal halindeki eşitsizliklerden geri bir ortalama alınmasının karşısına, en ileri unsurların lokomotif rolünü üstlenmeleri seçeneğini çıkartmak anlamına gelir. Bu kurgunun biricik aracı partidir. Komünist partinin eşitlerden biri olarak sunumu, sıradanlaştırılması, işçi sınıfının likide edilmesinden başka ne anlama gelebilir?
Uluslararası komünist hareketin dünya ölçeğinde yaşadığı sarsıntının bir meşruiyet erozyonuna neden olduğu belli. Ancak bu erozyonun veri alınması ve geri bir mevzinin kabullenilmesi komünist hareketin kendi kendisini inkarından başka bir anlam taşımayacaktır.
Komünist hareketin temsiliyeti ve birliği ile ilgili sorunlar elbette çeşitli ülkelerde ortaya çıkabilir, çıkmaktadır da. Bu tür sorunlar, mutlaka geçici olarak kabul edilmelidir.
İşçi sınıfının partisinin komünist parti olması ile solun farklı türlerinin varlığı iki başka olgudur. Elbette işçi sınıfını esas almayan, sınıfsız toplumu hedeflemeyen ve marksist-leninist mirası sahiplenmeyen sol türleri olacaktır. Bunlar var olmakla da kalmayacaklar, işçi sınıfı dahil olmak üzere genel olarak komünistlerle aynı hitap alanına sesleneceklerdir. Reel sosyalizmin çözülüşünü takiben bu tür akımların komünizmin içine sızması da, işçi sınıfı içerisinde mevzi edinmesi de mümkün olmuştur. Sonuç değişmemektedir. İşçi sınıfının güncel ve tarihsel çıkarlarını temsil eden akım komünizm, bunun aracı da komünist partidir. İşçi sınıfının, dünya ölçeğinde dışlandığı siyasete dönüşünün esas kanalı da budur.
Kolay devrim yanılsaması
Devrimin zorlaştığı gerçeğinden, devrimin eskiden kolay olduğu çıkarmasını yapmak yanlış olacaktır. Sosyalizmin dünya ölçeğinde devletler olarak organize olması ve genel olarak kazanılmış mevzilerimiz, sosyalist yürüyüşe önemli avantajlar sunuyordu. Ancak uluslararası dinamiklerin, reel sosyalizmin çözülmesinden önce, ille de devrimci bir etki yarattığı iddia edilmemelidir. Tam da tersine 20. yüzyılda ülkeler ölçeğindeki devrimci süreçler, ya da sosyalist iktidar kavgaları açısından “dış dinamik” tarafından üstlenilen pozitif katkının rolü sınırlı olmuştur.
Bu açıdan bir döküm yapmak bambaşka bir çalışmanın konusu olabilir. Burada ancak topluca bir periyodizasyon ya da kategorileştirme deneyebilirim.
Bir: 20. yüzyılın başı ile Ekim Devrimi arasında geçen dönem uluslararası işçi hareketinin çoğunluğu tarafından bir devrimci gidiş olarak okunmamış, tersine emperyalist yoğunlaşmadan umutsuzluk ve uzlaşma formülleri çıkartılmıştır. Rus bolşevizmi ile almanya’da daha sonradan spartakistler adını alacak olan hareketler ve çeşitli ülkelere dağılmış devrimci yorumcular uluslararası akışa damga vurmaktan çok uzaktı. Böylesi bir uluslararası ortamın tek tek ülkelerdeki sınıf mücadelelerini sola çekici, ilerletici etki üretmesi mümkün değildir.
İki: 1917 Ekim Devrimi’nin etrafına yaydığı coşku ve devrim çağrısının başlı başına bir periyod olarak tanımlanmasında önemli bir zorluk nedeni hemen göze çarpar: Süre sınırı. Ekim Devrimi’nin bir devrim ihracı değilse de “teşviki” yarattığı doğrudur. Bilindiği gibi çeşitli akımlar bu dalganın nerede nasıl sonlandığı konusunda bir tartışma yürütmüşlerdir. Troçkistlerin subjektif niteliği üzerinden dökülen yorumuna kalırsa, kritik tarih Lenin’in hastalık günlerinde Stalin’in öne çıkmasıdır ve Sovyet Rusya enternasyonalist devrimci misyonunu Trotskiy’in tasfiye süreciyle nihai olarak yitirir. Başka yorumcular Brest-Litovsk Anlaşması’na işaret ederken, anarşistler Bolşeviklerin iktidarlarını sağlamlaştırma sürecine bu açıdan bakarlar…
Ekim Devrimi’nin doğrudan “devrimci soluk” salgıladığı bir kısa devreden sonra, reel politikanın ve tek ülkede sosyalizmin korunması ile doğrudan bağlı görevlerin ezici ağırlığı hissedilmiştir. Bu görevlerin tarihsel değeri ve doğruluğu, kanımca su götürmez. ancak yine bu görevlerin tek tek ülkelerin iç dinamikleri üzerinde devrimcileştirici bir etki yaptığını dile getirmek de mümkün değildir. Bu iki evre arasında ise bir keskin dönüş aranmamalıdır, çünkü işçi sınıfının iktidar mücadelesi ile bu iktidarın korunmasını, devrimci siyaset ve taktikler ile reel politikayı karşı karşıya getirmek doğru olmayacaktır. İki kategorinin farklı karakterleri olacağı ne kadar açık bir gerçekse, romantizm ile politikayı karşı kutuplar olarak görmek marksizme bir o kadar aykırıdır. sadece marksizmin bilimselliği adına değil, komünist siyaset açısından da buna itiraz edilmelidir. İktidarın korunması ve reel politika tabiatları gereği devrimci kılınamayacak ise karşımıza tamamen umut kırıcı bir tablo çıkacaktır. Hayır, devrimci ve komünist siyasetin çare üretme görevi her daim yürürlüktedir. Bizim konumuz açısından ise, Rusya’da işçi sınıfının siyasi iktidarının kurulması anlamında ekim Devrimi’nin temel mantığının, dünyanın geri kalanına devrim taşımak olmadığının altı çizilmelidir. Her devrim diğer ülkelerdeki devrimcileri yüreklendirir. Her devrim, insanlığın büyük ideali doğrultusunda yol alınabildiğinin somut ispatıdır. Her devrim, benzeri sıçramaların meşruiyetini artırır. Ancak bu nesnel girdinin ötesinde somut ve tikel bir iktidar mücadelesi oldukça girift sorunlarla yüzleşecek, devrimci hamle bu sorunları olsa olsa bir noktaya kadar sadeleştirebilecektir.
Ekim Devrimi, örneğin, bolşeviklerin Çarlık hükümetinin imza koyduğu gizli anlaşma hükümlerini açıklaması ile önemli bir sadeleştirme adımı atmıştır. Ekim Devrimi, dünya çapındaki mücadelelerin esasen diplomatik değil, sınıfsal olduğunu açığa çıkartarak ortalığı sadeleştirmiştir. Bunun ötesinde Ekim Devrimi, mevcut girift dengeleri reddederek ya da görmezden gelerek değil, bu dengelerin içerisinde kıyasıya stratejik ve taktik kavgalar vererek gerçekleştirilmiştir. Lenin’in Almanya üzerinden Rusya’ya dönüşü bu açıdan en fazla telaffuz edilen örnektir. Brest-Litovsk sürecinde parti içindeki tartışmalar (hemen barış, sonuna kadar savaş ve emperyalistleri idare edip Avrupa proletaryasına zaman kazandırma gibi çelişik seçenekler) bu açıdan çok öğreticidir.
Ekim devrimcilerinin Avrupa’ya dönük beklentileri esas olarak Almanya, Macaristan ve Polonya’da karşılık bulmuştur. Alman Devrimi 1918-1923 yıllarıyla dönemleştirilir. 1918 yılı boyunca yükselen işçi hareketleri onlarca Alman kentinde konsey iktidarlarına ulaşmakla birlikte, bütün ülkeyi birleştiren bir süreçten söz edilmesi hiç mümkün olmamıştır. 1919 Ocak ayında Spartakist Ayaklanması’nın kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra Alman Devrimi merkezi örgütlenmeden ve stratejiden yoksun bir eylemlilik dizisi olarak devam eder. Almanya Komünist Partisi, köklü bir geçmişi olsa da, son döneme kadar parti değil bir grup olarak var olan Spartakistler Birliği’nin dönüşümüyle ancak Aralık 1918’de kurulur.
Macaristan’da 1919 yılı baş döndürücü bir hızla geçer: Devrim ve karşı-devrim aylara sığdırılır. Macar Komünist Partisi ise 1918’de Devrim Rusyası’ndan dönen Bela Kun önderliğinde aynı yıl kurulmuştur.
Polonya’da devrimci olasılığın motor gücü Kızıl Ordu’dur. Ekim Devrimi iki ülke arasında eskiden kalma bir çelişkiyi devraldı. Polonya bu çelişkiyi karşı-devrimci güdülerle güncelleştiriyordu. Sonuçta Sovyet Rusya kendi tercihi olmayan bir kavganın içine girmiştir. 1920 sonbaharında savaşın kaderi belirginleşir. Polonya cephesi kaybedilmiştir. Umut edilen emekçi desteği ise yükselmemiştir.4
Batı söz konusu olduğunda Sovyet önderliği açısından açık ve kesin olan nokta, Avrupa devriminin “öznel faktörüne”, yani önderliğe yönelik güvensizliktir. Gelişmeler, yani komünist ve devrimci önderliklerin kurulmasında yaşanan büyük gecikme, sosyal demokrat, II. Enternasyonal bulaşıklıklarından arınamama ve devrimci sürecin iç dinamiklerinin belirli eşikleri aşamaması bu güvensizliği yeterince haklı çıkartmıyor mu?
Tekrar etmek gerekirse, Ekim Devrimi bir nesnel etki anlamında batısında devrimi cesaretlendirmiştir. İç dinamikleri sosyalizme geçiş açısından Rusya’dan çok daha elverişli sayılan Avrupa için bunun ötesinde bir beklentinin zaten anlamı olmayacaktır. Rus Devrimi’nin Kızıl Ordu eliyle Avrupa’ya destek verme olanağı üzerinde fazla durmanın da herhangi bir mantığı yoktur.
Doğu’ya dönersek, Ekim’in cesaretlendirme etkisinin ötesinde, gelişmeleri etkileme gücü asıl bu coğrafyada yüksektir. Ekim Devrimi, iç dinamikleri itibariyle sosyalizmi gündemine alması beklenemeyecek halklara el uzatmıştır. Ancak burada da bir başka “güven” sorunu vardır. Doğu halklarının mücadelesinde komünist bir yoldaşlık zemini değil, kaçınılmaz olarak karşılıklı çıkarlar, yeni pragmatizm ağır basmıştır.
Dünya çapında bir krizin devrimcileştirici etkisi ile Ekim Devrimi’nin yüreklendirici etkisini ayrıştırmak mümkün olamaz. Bunun dışında Ekim Devrimi’nin tasarlanmış bir politika ile, özel olarak sola çekmesinden söz etmek çok tartışmalıdır. Bu noktada, Doğu siyasetinin önemli ayağı sayılan Doğa Halkları Kurultayı hakkında Yalçın Küçük’ün yabana atılır olmayan yorumunu aktarmak isterim:
“Doğu Halkları Kurultayı’na gelince, zamanında denilebilecek bir zamanda kaleme alınan bir değerlendirmede, Sovyet basınının kurultay hakkında çok az bilgi verdiğine işaret edilerek, pek çok müslüman, ancak non-komünist delege bulunduğu ve bunların, bulundukları yerlerdeki komünistler tarafından, resen, d’office, seçildikleri ileri sürülüyordu. İleri sürülenler arasında, bir bölümünün, tehditle, Bakü’ye gönderildikleri de var; doğru mu, bilmek mümkün değil, ancak günü gününe yapılan, Roy’un ‘sirk’ ve Reed’in ‘komedi’ değerlendirmeleri ile bir paralellik gösterdiği kesindir.”5
Küçük, alıntıladığım çalışmasında, Büyük Ekim Devrimi’nin kendi çevresini bir anlamda kurutuşunu betimliyor. Kesin, nihai ve genel bir belirleme olarak alındığında bu yaklaşımın ne denli sorunlu olduğu açıktır. Zira 20. yüzyılın bütün komünist pratiği bu dönemde şekillenen komünist partilere dayanır. Sırlar bu partileri genel olarak oldukça kişiliksiz olarak resmetmektedir. Komintern geleneğinin terk edilmesine yolu açabilecek bu yaklaşıma rezerv koyarak, Küçük’ün çalışmasının Ekim Devrimi’nin uluslararası etkilerinin kavranması için ufuk açacağını söyleyebilirim.
Artık yukarıda konuya girişi kolaylaştırmak için söylediğim noktaya, Ekim Devrimi’nin devrimcileştirici etkisinin bir “süre zaafı” olduğuna dönebilirim. Anlatabildiğimi sanıyorum, zaaf süreyle de sınırlı değildir. Hatta ortada bir zaaf da yoktur.
Herhangi bir devrimci önderliğin kendi dışına nesnel olarak bir itilim salgılamanın ötesine geçmek için bir dizi parametreyi gözetmesi zorunlu olacaktır. aşağı yukarı hiç güvenmediğiniz “yol arkadaşları”, içeride en ufak yeni riski kaldıracağı kuşkulu, herhangi bir garantisi olmayan güç dengeleri, kapıda hata bekleyen emperyalist kuşatma… Bu koşullarda Ekim devrimcilerinden daha fazlasını istemek maceracılıktan başka ne anlama gelebilir? Parametreler Sovyet önderliğinin, verdiği nesnel itilimi öznel ve güncel bir global devrim stratejisiyle taçlandırmasına asla uygun düşmemiştir. Sonuç ise elbette devrimcilerin gönüllerini rahatlatmayacaktır: 20. yüzyılda sınıf mücadelelerinin en önemli atılımı olan 1917 Devrimi, nesnel ve öznel açılardan iki farklı mesaj taşımış, nesnel itilim, öznel frenleme ile yan yana gelmiştir.
Periyodizasyon denememize geri dönelim. Üçüncü olarak II. Dünya savaşı’nın sonlarına geçeceğim. Bu kısa konjonktürde Sovyetler Birliği’nin, yani dünya işçi sınıfının ve sosyalizmin kalesinin kazandığı zafer, kuşkusuz kendi dışına nesnel itilim vermekte 1917 ile karşılaştırılabilir bir önem taşıdı. “Dış faktör”ün en fazla devrimci rol üstlendiği konjonktür herhalde budur. Bu etki somut politik açılımlar itibariyle eşitsiz çıktılar vermiştir: Bir kez daha, hiç tartışma kaldırmayacak ölçüde sola çekici, ilerletici etki, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği için güvenlik kuşağı anlamına gelen bir coğrafyada söz konusu olmuştur. Sovyetler’e komşu olmayan, ama belki iç dinamikleri itibariyle Halk Demokrasilerinden hiç aşağı kalmayacak olan Akdeniz ülkeleri, Fransa, İtalya, Yugoslavya ve Yunanistan (doğuda İran eklenebilir) zaferden solculaşarak çıkamamışlardır. Bu ülkeler için “ne yapalım, iç dinamikleri daha gelişkin olsaydı” demek bilimsel olmayacaktır, çünkü bu çağda iç dinamiklerine yani kendi kaderine terk edilen bir ülke bulmak zaten mümkün değildir. Fransa ve İtalya’da Direniş’ten birinci parti olarak çıkan komünistlerin muhalefet rolünde sabitlenmeleri yalnızca iç değil uluslararası süreçlerin de sonucudur. Tam bu noktada Sovyet zaferinin teşvik edici değil, frenleyici rol oynadığı açıktır. Ancak fren etkisine teslim olmak bir zorunluluk sayılabilir mi? Fransız ve italyan komünistlerinin pozisyonunun alternatifsiz olmadığını diğer iki ülke kanıtlamasaydı yanıtımız soyut kalırdı: Yugoslavya’da Tito önderliği, belki Sovyet gölgesinin Akdeniz’e kadar yayılıp bir koruma sağlamayacağını da hissederek, daha işgal yıllarından başlayarak emperyalistlerle uzlaşma kanallarını açmıştır. Yunanistan’da ise, Komünist Parti, kriz nesnelliğini bir devrimle taçlandırmak için elinden geleni yapmış, ama yenilmiştir.
Dört; 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinde -dünya devrim sürecinin üç sacayağının birincisi olarak kaydedilen- Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerin, yine doğrudan bir devrimci stratejiye kaynaklık ettikleri söylenemez. Gerek kapitalist olmayan yol olarak adlandırılan deneylerde, gerekse sosyalist atılımlarda, sosyalist ülkelerin yalnızca varlığı bile emperyalist saldırganlığa sınır çektiği için paha biçilmez bir katkı olmuştur. Bununla da kalınmamış, sosyalist ülkeler ekonomik, teknik ve askeri yardım açısından oldukça eli açık davranmışlardır. Bu etki ile sosyalizmin kazanımlarını da içeren anlamıyla “uluslararası statüko”nun korunması birbirinden ayrıştırılamayacak ölçüde iç içe girmiştir.
Beş; Sovyet sisteminin glasnost-perestroyka reformlarından çıkan salgı mutlak anlamda karşı-devrimci ürünler vermiştir.
Devrimin yeni devrimlerin önünü açtığı, bir genel tarihsel doğrultu anlamında elbette doğrudur. Bu tarihsel doğrultu düz ve kesintisiz bir hat değildir. Tersine öne çıkan devrimler, bir kendilerini savunma kaygısını da öne çıkartmakta, iki öne çıkan devrimciler geride kalanlar hakkında, tarihsel dayanakları yeterince güçlü bir güvensizlik üretmektedirler. Sosyalist ülkelerde yaşanan karşı-devrimlerin sonrasında, günümüzde dış faktörün devrimci olmadığı açık ve kesindir. Ancak 1991 (ya da 1985) öncesi için tersi doğru değildir. Eşitsiz gelişme yasası hükmünü icra etmiştir.
Biten hangisi?
İşçi sınıfının bittiği görüşü elbette tek başına ortaya atılmadı. Yalanı daha ikna edici hale getirmek üzere sanayinin de bittiği söylendi, tarihin de, modern çağın da, bu çağın kurum ve örgütlerinin de… Sendikalar da bitmişti, partiler de. Bileti kesilip bu uzun listeye eklenmesi kaçınılmaz bir unsur daha var: Teori! Ya da “büyük/grand teori”. Ve tam bu noktadan filmi tersine sarmak mümkün…
Kapsamlı, bütünlüklü teori aydınlanma çağını karakterize eder. İnsanlığın mevcut durumunu, bilinemezciliğe, mistisizme, bilim öncesine teslim olup anlamaktan vazgeçenlerin bu durumu değiştirmekten söz etmeleri mümkün olamazdı. Ancak post-modern çağda bu kapsayıcı yaklaşım mahkum edilmiş (!) ve yerine kompartmantalizm konmuştur. Artık toplumsal yaşamın ve insanların her küçük bölmesi ayrı bir inceleme, araştırma konusudur. Büyük Teori sonsuz parçacıklara bölünerek reddedilmektedir.
Bu değişimi anlamak için 2002 Türkiyesi’nde izlenecek en kolay yol, Birikim dergisinin bir sayısını alıp karıştırmak olacaktır. Ben sayfaları karıştırdım ve okuyucunun bu hakkını asla elinden almadan, tersine hararetle tavsiye ederek, kendi yaptığım işlemi sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bir yazar 1990’lı yılların öğrenci hareketini ele alıyor ve şu sonuçları formüle ediyor:
“1) ’90’lı yılların gençliğinin azımsanamayacak bir kısmı, siyasi pratiklerini el kitapları ya da klasikleşmiş eserler etrafında anlamlandırmak yerine, (gençlik ateşinin izin verdiği kadarıyla) çok yönlü bir teorik ilgiyle siyasi angajmanı birleştirme yoluna gittiler … 2) Bu teorik ilginin somut bir getirisi, gündelik yaşamın eleştirisinin siyasette merkezi bir yere oturtulması oldu… 3) …’90’lı yılların muhalifleri eskilere göre daha özgürlükçü oldu. … 4) Özgürlükçülük ve gündelik hayatın eleştirisi ile atbaşı giden yerelcilik, ’90’lı yılların öğrenci siyasetinin belirleyici renklerinden biri idi. ’70’lerde yerel dinamikleri ön plana çıkaran siyasi çevrelerin deneyimlerini aktarmaları sonucu, ’90’ların öğrencileri mekanlarını sadece bir üst kimlik adına örgütlemek yerine, yereli dönüştürmek için ‘genel’ (ulusal ve evrensel) bilgilerini ve ‘genel’le olan bağlarını harekete geçirdiler. Ancak ’90’lılar -gündelik hayatın eleştirisi ve özgürlükçülük meselelerinde olduğu gibi- kendi siyasi pratiklerinin bu boyutunu da yeterince içselleştirememiş olduklarından, eskiler ‘yeni’ bir parti kurmaya girişip, yerellere yine malzeme muamelesi yapmaya kalkışınca, buna direnemediler. Partileşmeyle birlikte yerel hukuklar çiğnendi ve yerel gruplanmalar emildi. 5) Yerelliğin ciddiye alınması, Türkiye’ye özgü koşullar üzerine kafa yorulmasını da beraberinde getirdi…”6
Daha fazla uzatamayacağım. Ama “Türkiye’ye özgü koşullar üzerine kafa yorulunca” ortaya çıkartılan muazzam ürünlere bir örnek isterseniz, sosyalistlerle islamcıların birlikteliğini akıl edememenize şaşırırım!
Yazar, bırakın, ’90’lı yılların üniversite gençliğini kavramsal bir yapıya oturtmak ve bu yolla anlaşılır kılmak, belli ki, bir zamanların liberter koordinasyoncu gençlik hareketinin dışında herhangi bir gözlemde bulunmaya bile ihtiyaç duymuyor. Liberter bir parti olarak ÖDP’nin gençlik özgürlüğünü iğfal etmesinden şikayet ediyor. Neye dayanarak teorik ilgiden söz ettiğini ise çözemiyorum.
Aynı derginin sayfalarını çeviriyorsunuz ve aynı konudan devam ediyorsunuz… Yani bir ’90’lı konuşuyor:
“’90’ların tek umut veren tarafı, yaşadıkları enformasyon ve manipülasyon fırtınasının yoğunluğundan ‘kıllanıp’ bu işin içindeki işten şüphelenme olasılıkları ve biraz da kendilerinden önceki kuşaklardan öğrendikleri sağduyu sonucunda ortaya çıkabilecek vicdanları. Bu vicdanın yakın zamanda kimseye verebileceği somut bir yarar yok, bunun için ben kendi adıma bu vicdanın bana önerdiği ve hissettirdiği şeyleri yapmanın dışında sağduyulu bir bekleyişin yararlı olacağını düşünüyorum. Buradan bir şey çıkacağı konusunda o kadar da umutsuz değilim, umutlu olmamı sağlayacak çok somut görüntüler olmasa bile… Evet, burada kalmak ve kaldığım yeri (mevzimi mi demeliyim?) savunmak sorundayım. Çünkü başka çarem ve çekip gideceğim bir yerim yok.”7
Başka bir sayısını alıyorum derginin: “Alacakaranlık yılları, seksenler doksanlar”. Sadece başlığın albenisi ile değil, dergiyi de Türkiye solunda az sayıdaki teorik çabalardan biri olarak bellemiş olmanın etkisi altında çeviriyorsunuz sayfaları. Ömer Laçiner’in 1980’leri betimlediği yazısında anahtar kavram “devletin bekası”. Yazının son cümleleri şöyle:
“1980’lere girilirken hemen tüm toplumlar için derece derece geçerli olan apolitikleşme sürecinin en özlü ifadesi o dönem Batı gençliği içinde hayli yaygın olan ‘No Future – ‘gelecek yok’ sloganı idi. Şu anda o slogana örtünmüş gibi duran Türkiye toplumu böyle kaldığı sürece sadece geleceğini değil kendini de belirsizleştireceğinin bilincine varmak zorundadır.”8
Ahmet İnsel’in son cümlelerini aktarmadan edemeyeceğim:
“… Türkiye toplumunun en çok kendinden korktuğu sonucunu da çıkartabiliriz. Türkiye toplumu en çok kendinden korkuyorsa, herhalde bir bildiği vardır.”9
İnsel’in temel analiz kavramı da “güven duygusu”.
Tanıl Bora makalesini zaten “sesli düşünme” olarak tanımlıyor.10
Bir başka yazı başlığı “Seksenzedeler ve Seksenzadeler”. Bu kez ilk cümleleri okuyalım:
“1980’in ilk aylarıydı, Şubat ya da Mart olabilir; tam hatırlamıyorum. Ataköy İkinci Kısım’da bir evdeydik. Üç kişiydik. Üç kız… Bu görev bize verilmişti. Herhalde kız olduğumuz için, daha iyi becereceğimiz düşünülmüştü…”11
1980’lerin başlarını, (henüz Yahudi komplosunu keşfetmezden önceki günlerinde Yalçın Küçük kavramlaştırmasıyla) küfür romanlarını hatırlıyorum. Hani ’70’lerin solcularını, sabah akşam insafsızca adam harcayan, akıldan yoksun, insanlıktan çıkmış, sigara dumanından nefes alınmaz karanlık mekanlarda yaşayan yaratıklar olarak tasvir eden yazını… Neredeyse insanlarımızın sokaklarda kurşunlanmayı ya da darağacına çekilmeyi hak ettiklerini söylemeye getiren o iğrenç saldırıyı… Ne farkı var?.. Bir tek: Artık iş Birikimcilerin kendi kendilerini alaya almalarına dönüşmüş:
“Daha onsekizimizde değildik. Her şeye gülüyorduk. Marx’ı, Engels’i, Gramsci’yi tartışıyor sonra makarna pişiriyor gülüyorduk. Yürüyüşlere gidiyor, polistan kaçarken çamura düştüğümüz için gülüyorduk…”12
Birikim dergisine artık kolay yazılıyor. Bir kavram buluyorsunuz, muhtemelen bir sohbet sırasında aklınıza gelmiş oluyor. Sonra alıyorsunuz ve bu kavramdan bir analiz aracı üretiyorsunuz. Zekice, esprili olmasına dikkat ediyorsunuz. Betimleyici olacaksınız, gözlemci ve izlenimci olacaksınız. (Zaten) Büyük teorilere başvurmayacaksınız.
Birikim‘in konuk yazarlarını tenzih etmek durumundayım. Ne kadar post-modernist ve liberal olurlarsa olsunlar, çevirisi yapılan bir dizi yazar bu kapsama girmiyor. Teorik çalışmasını sergilemenin bir mekanı olarak adı geçen dergiye başvuran marksist araştırmacılar var, okuyucu onları isim isim belirtmeme ihtiyaç duymayacaktır, çünkü onlar kendilerini ayrı tutmayı zaten beceriyorlar. Benim kastettiğim şu türden, ciddiyet notu verilemeyecek değerlendirmeler ve yazarları:
“Son yirmi yılda sistem karşıtı olmasalar bile sistem dışı olarak tanımlanabilecek hareketlerin hepsi inişli çıkışlı bir grafik izlerken bir tek radikal sol sistemli bir şekilde geriledi. TBKP, SBP gibi partiler kısa ömürlü oldu. ÖDP, EMEP, İP, SİP, TSİP gibi partiler her geçen gün daha da marjinalleşti. Silahlı eylem yanlısı grupların da sayısı ve etkileri her geçen gün azaldı…”13
TBKP ve SBP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldıklarının, ama ana gövdelerini de BSP ve ardından ÖDP’ye aktardıklarının farkında değil mi bu yazar? Değilse neden yazı yazıyor, farkındaysa “kısa ömürlü” lafını ne cüretle kullanıyor? Saydığı partilerin her geçen gün marjinelleşmelerini nasıl ve hangi tepenin üstünden bakıp gözlemiş olduğunu anlayabiliyor musunuz, peki? Ben SİP’i biliyorum, ve oldukça marjinal bir konumda 1992’de başlayan partili mücadelenin ne denli yetersiz bulsak bile düzenli olarak güç topladığını iddia ediyorum. Adı geçen partilerin kimilerine dair herhangi bir gözlem yapması imkansız olan yazar, kimileri hakkında yalnızca uydurmaktadır.
Dergi yazarları, en efendi tabirle, “teorik nitelik açısından gayrı ciddi” diyebileceğim bu betimleyici tarzı açıklıyorlar da! Evet evet, yanlış duymadınız, açıklıyorlar:
Sezai Sarıoğlu ’80’li ve ’90’lı yıllardan bahsederken başlığını çok yerinde seçmiş: “Değişmek de değişmemek de yordu beni“14 Ama daha iyisini bir diğeri şöyle ifade ediyor:
“Aşağıda son yirmi yılda neler oldu sorusuna verdiğim, siyaset, kültür ve din alanlarıyla mahdut, kişisel, dolayısıyla kısmi ve mutlaka eksiklerle dolu gözlemlerimi sergilemek istedim. Bu gözlemlerin daha ayrıntılı bir düşünme biçimine ve haklılaştırmaya ihtiyaç duyduğunun farkındayım. Ancak sadece bana ait olmadığını bildiğim, hissettiğim bir ‘yorgunluğun’ beni bunu yapmaktan alıkoyduğunu da itiraf etmek zorundayım.”15
Bence yorgunluk ülkemizin liberal solcularını topluca kapsıyor. Ancak son aktardığım satırların yazarı Çiğdem’in özrünü diğerlerinin kabul edeceğinden kuşku duyuyorum. Çoğunun “bugün böyle olması gerektiğini” düşündüğüne inanıyorum. İnanmasalar, yine Türkiye’nin yirmi yılının muhasebesini konu alan bir sol dergide, “haber dergiciliği” konusunda şu satırlara yer verirler miydi hiç?
“Devlet hizmetinde çalışan biri olarak (TRT Haber Merkezi ve ardından üniversite) özel kesimdeki ilk işim olan Nokta aslında işlerin burada da öyle pek özgürce gitmediğini ve gitmeyeceğini hissettiriyor. Yol filminin Cannes’da ödül alması üzerine koyacağımız Yılmaz Güney yazısına ‘önlem olarak’ ünlü sinemacımızı olumsuzlayan birkaç cümle ekleyip ayrıca verilen yeri küçültmeyi kabul ediyoruz. (Bu çoğul ekini o dönem Nokta’da çalışan ve tümü kendini solda tanımlayan, ben dahil, editörler için kullanıyorum.) 12 Eylül rejiminin baskısını, kendimizi de kollayarak, delmeye çalışma derdindeyiz. Şimdi öyle bir durum yok güya, ama bazen Radikal İki’yle uğraşırken de kendimi ip canbazı gibi hissediyorum: ‘Fazla sert oldu. Arka sayfalara iki güzel kız ya da delikanlı koymamız şart. Yıldırım Türker’in yazısı çok iyi ama, fincancı katırlarını ürkütmemek için kapağa Julia Roberts koyalım. Ahmet İnsel’i de sol sayfanın altına koyup gözden uzak tutalım.’ Yıllar önce bir mazeret bularak kendimi haklılaştırdığım şeyi 15 sene sonra sürdürmek hiç de keyif verici değil. Aktüel ve Tempo’nun her yeni sayısı, kapaklarındaki o güzelim kızlara rağmen, içimi acıtır. ‘En iyileri’ diye abuk sabuk seçimler yapmak da bizim sunduğumuz marifetti. Birkaç hakkıyla kazanan dışında oralarda bile ‘Ama bu da çok sol bir liste oldu’ diye dengeleri gözetirdik. Bu dengeler hala sürüp gidiyor. Aynı oyları gönderenler solcu bir yazarla sağcı bir siyasetçiyi aynı listeye nasıl koyuyorlar diye soran uyanıklar için cevap hazır(dı): ‘Demokrasi ve hoşgörü de böyle bir şey. Siz biraz çağdışı kalmışsınız.”16
Anlamış olacağınız gibi bu satırların yazarı bugün Radikal gazetesinin Pazar günleri verdiği ekin, Radikal İki‘nin yönetmeni! Dergideki yazısının başlığında “hatırlıyorum yazısı” ibaresi geçiyor. Keşke “hatırlamasaydı”! Solculuk etiketini üzerlerinde taşıyan insanlar, meslek icabı yapmak zorunda oldukları benzeri ahlaksızlıkları, -kendi deyimiyle marifetmiş gibi-yazıp meşrulaştırmak yerine bir an evvel unutmaya çalışsalardı! Unutturmak için, entelektüel birikimlerini bir iki de faydalı işe kullansalardı! Ama artık iş işten geçmiş. İnsanın yaptığı hataları bilince çıkartmaması, her zaman bir bilinçsizlik hali değildir. Bazen de hatalardan kurtulma kapısını açık tutmak anlamına gelir. Eryılmaz kapıyı kapatıyor. yukarıda yazılanları özeleştiri saymak mümkün değil. Adam düpedüz her gün aynı icraata devam ettiğini yazıyor!
Kapı kapanıyor. Sayfalarını paylaştığı Birikim dergisinin has yazarları ile birlikte… Hata yok, teori yok, çözümleme yok, aydınlatma yok… Betimleme, gözlemleme, alaya alma, meşrulaştırma, bilinemez ve değiştirilemez sayma… Bunlar var!
Sormak gerekiyor: Biten nedir? Teori mi bitmiştir, yoksa teoriden kaçan betimleyiciler ahlaki bir dekadans mı yaşıyorlar? Biten insani değerler mi, yoksa kimileri insanlıktan mı çıkıyor? Gerçekten, nedir bittiğinden söz edilmeyi hak eden? Geleneksel kurumlar ve değerler mi, yoksa yorgunluklarını alenen itiraf edenler mi? Ömer Laçiner’in dediği gibi “parti” midir biten,17yoksa 1990’ların icadı “parti olmayan parti”nin sonunu mu yaşıyoruz? Sınıf mücadelesi bitiyor ve yerini insanların dünyayı ve kendilerini “nasıl kavradıkları” mı alıyor, yoksa emekçilerin haklarına,17 dünyanın mazlumlarına saldırmaya devam eden hala bizim eskiden bildiğimiz gibi sermaye sınıfı mı?18 Örneğin 1990’lı yıllarda Türkiye’de öğrenci gençliğin durumuna bakarken SİP’li -ve bir süredir TKP’li- öğrencileri görmezden gelince, bunlar bitmiş oluyor mu? Ya da “AB karşıtı propaganda en sert biçiminde dahi AB ile ilişkileri tümüyle koparmayı açıkça önermiyor“19 diye yazıldığında elinizde tuttuğunuz Gelenek dergisi ve TKP buharlaşıyor mu? AB’ye karşı çıkmak, gerçekte AB’ye hiçbir temelli karşıtlığı olmayan Erol Manisalılar’a ya da MHP’ye kalmış mı oluyor?
Bu sorumsuzluk çağdaş kapitalizmin üslubunun taklidinden başka nedir ki? Sanayi-sonrası ilan edilen çağımızda, koca Asya’nın, koca Afrika’nın, hatta Güney Amerika’nın milyarlarca insanı sanayi ile pek ilkel bir düzeyde tanışmış durumda. Klasik sanayinin, fabrikaları ile birlikte göçtüğü ve yerini hizmet ve enformatiğe bıraktığı iddia ediledursun, ülkemiz ve dünyamız her geçen gün artan işsiz nüfus ile çalışmayan fabrikalar arasındaki derin çelişkiyi seyrediyor. İstanbul’dan Ankara yoluna doğru çıkın… Gebze’yi geçtiğinizde yol bir tepeden inmeye başlar, Dilovası’na. Oturduğunuz yerde dikilmeye çalışın ve dikkatle bakın aşağıya, Dilovası’na. Dünyamız aşağıda gördüğünüz sanayiye sahip olmayan o kadar çok ülke barındırıyor ki! Bu nasıl post-endüstri çağı? Yoksa sanayinin sonunu ilan edenlerin kastettiği şu muydu:
“ADC’nin (Alman Demokratik Cumhuriyeti) halk ekonomisi şimdi kasıtlı olarak batırılıyor. Bu, öyle görünüyor ki, ADC’ni az gelişmiş bir ülke düzeyine indirmeyi daha da kolaylaştırıyor. Gerçek şudur. ADC ekonomisi, Batı Almanya’daki işletmelerin tam kapasite kullanımına zarar vermediğinde ve sadece o ölçüde isteniyor. Bugün herkesin malumudur ki, Batı Almanya’da kimya sanayi kapasitenin üzerinde olduğu için, ADC’nin kimya sanayisi büyük ölçüde yıkılmıştır. ADC’nin tekstil sanayisi yıkılmıştır, çünkü Batı Almanya’da tekstil sanayi kapasitesini düşürmek zorundaydı. Aynı şey, çelik ve metal işletmeleri için de geçerlidir… ADC’deki kimya işletmeleri, kimya sanayi çevreye pis kokular saçtığı için yıkılmamıştır. Batı’daki ve başka yerlerdeki kimya işletmeleri de kokuyor. Hayır, yıkım tamamen rekabet nedeniyle gerçekleştirilmiştir.”20
“ADC’de 9,5 milyon işyeri vardı. Sanayisizleştirmeyle şimdi bunun yarısı ortadan kaldırıldı.”21
Emperyalizm, eski sosyalist ülkelerin bir gün yeniden ayakları üzerinde durabilmelerini yapısal olarak önlemenin yolunu sanayisizleştirmekte buldu. Tam bir intikam güdüsüyle hareket ettiler! Sosyalist ülkelerdeki bu uygulamanın dünyanın tamamına yaygınlaştırıldığını görebiliyoruz. Türkiye’nin mevcut sanayisinin kullanım dışına çıkartıldığını biliyoruz. Emperyalizm dünya üzerinde yerel herhangi bir karar mekanizması bırakmama kararlılığıyla karar alma yetisinin kaynaklarını kurutuyor. Adı da sanayi-sonrası oluyor! Avrupa Birliği aday ülkelere bundan başka bir şey vaat etmiyor. Ancak sanayisizleş(tir)me eğiliminin bir taktik olduğunu söylemek de doğru değil. Aslında dünya kapitalizminin elinden başka türlüsü gelmiyor. Otuz yıllık bir kriz dönemini yaşamaya devam eden kapitalizm, geçerliliği hiçbir değişime uğramayan Kapital’de saptandığı gibi, karlılık ölçütlerini yaşatabilmek için üretici güçleri tahrip etmekten başka bir çareye sahip değil ki…
11 Eylül devrimi iteledi mi?
Uluslararası komünist hareket 11 Eylül’ün hemen ertesinde, ABD emperyalizminin saldırganlığına yeni ve güçlü bir mazerek olarak bu olayı kullanacağı uyarısında bulundu. Gelişmeler sadece Afganistan Savaşı ile değil, başka bir dizi gelişmeyle bu öngörüyü doğrulamıştır. ABD’nin gücünü sınırladığı/sınırlayacağı iddia edilen Avrupa, Rusya, Çin ve diğer odakların böyle bir niyetin kendilerine atfedilmesini bile reddettiklerini gördük. İsrail’in Filistin’de dozajını arttırdığı baskının ABD’nin bölgeye davet edilmesi için vesile haline geldiğini gördük. Arap devletlerinin, tarihlerinde ilk kez bu yoğunluk ve açıklıkla çözüm için ABD’ye el uzattıklarını, bu kervanın başına bizzat Arafat’ın geçtiğini… Filistin’de dökülen kanın ABD’nin Irak planlarını ertelemesine yol açtığını savunan popüler yorumlar da oldu. Aslında Filistin, Ortadoğu’da meşru bir hükümete ne tür muameleler yapılabileceğine dair çarpıcı bir örnek oluşturdu. Böylece Irak’ın başına gelebilecekler meşrulaştırılmış, kanıksatılmış oldu.
İyi de, bütün bunlar, üstelik bizim bölgemizde emperyalist sistemden kopuşun en azından ve dönemsel olarak zorlaştığını mı anlatıyor?
Emperyalizmin dizginsiz egemenliğinin kırılmasının güç olduğu açıktır ve söylenenlerden bu sonuç çıkartılabilecektir. Devrimin ve sosyalist iktidarların güncellik taşıdığını iddia eden bu yazıda, bu noktaya değinmek kuşkusuz gerekiyor. Notlar halinde ve genel belirlemelerden konjonktürel olanlara doğru gelerek:
Bir; kapitalizmin uluslararası kriz dinamikleri dünyaya eşit biçimde dağılmaz. Tersine eşitsiz bir dağılım ve bunun ötesinde, eşitsizliklerin belirli odaklarda yoğunlaşması kuraldır.
İki; kriz nesnelliğine mutlaka oturması gereken, yani keyfi veya iradi olarak gündeme getirilmesi mümkün olmayan devrim ve devrimci durum işte bu yoğunluk alanlarında öne çıkacaktır.
Üç; kapitalizmin maddi ve nesnel krizinin yoğunlaştığı alanların karşı-devrimci bir tahkimatla güçlü bir koruma altına mı alınacağı, yoksa devrimci hamlelere mi sahne olacağı, bütünüyle öznellik alanının, yani siyasi mücadelenin konusudur.
Dört; ne kapitalizmin maddi ve nesnel krizinin yoğunluk alanları, ne de siyasi mücadeleler tablosu sabittir. Yoğunluk alanları hızı daha düşük, siyasal tablo ise daha yüksek bir hareketlilik gösterir. Dolayısıyla kapitalizmin kriz bölgeleri, işçi sınıflarına vadesi sonsuza giden krediler açmayacaktır. Yine söz konusu coğrafya, sola sıçramalı gelişme olanağı sunmaktadır.
Beş; ABD emperyalizmi 2001 yılı sonbaharında dünya üzerinde sistem içi dengeler açısından üstünlüğünü perçinlemiş ve dünyanın bir bütün olarak yeniden biçimlendirilmesi mücadelesinde yeni bir evreye geçişi zorlamaya başlamıştır. “Teröre karşı mücadele” terimiyle kodlanan bu evrede, ABD’nin tarzı merkezinde kendisinin durduğu bölgesel ittifakları esas alıyor. Sonsuz sayıda ve herbirinde sabit olarak ABD’nin bulunduğu ittifaklar, emperyalizmin merkez ülkesinin, dünyanın topluca biçimlendirilmesi konusunda kendisine eşdeğer hisseli herhangi bir ortak almayacağını da anlatmaktadır. Her müttefik kendi sınırlı nüfuz alanında sınırlı söz hakkına sahiptir. Bu arada silah kullanımı ABD’nin tekeli veya iznine tabi olacaktır. Model budur. Bu model bir satranç ustasının onlarca amatörün her birinin önüne birer satranç tahtası koyup şov yapmasına benzetilebilir.
Altı; satranç tahtalarının arkasına oturtulanlar, birer bölgesel güç odağı olarak amatör derecesine indirgenmiş olmaktadır. Bu amatörlerin “büyük usta” ile gerçek bir mücadele içinde olduklarını düşünmek gülünçtür.
Yedi; ancak ABD’nin dünyayı yeniden biçimlendirme mesaisinin bu güncel modeli, bütün dünyaya, sınırsız, kayıtsız bir çağrı çıkartmaktadır: Pazarlık serbesttir! Zaten, her bir burjuva öznenin ABD karşısında küçülmesi bir şekilde dengelenmeli, bu özneler merkezden uzağa doğru itilmemelidir. Bu anlamda pazarlığın serbest olması, hatta teşvik edilmesi bir hegemonya tarzı olarak “ittifaklar dizisini” de mümkün ve gerekli kılmaktadır.
Sekiz; kriz dinamiklerinin yoğunlaştığı bölgelerde ve tek tek ülkelerde, bu ortam, toplumsal mücadelelerin dondurulması ile, yani karşı-devrimci tahkimatla kaçınılmaz olarak çelişkiye girecektir. Bir yandan uluslararası düzeyde bir yeniden yapılanma zorlanacak ve buna bağlı iç düzenlemeler gündeme gelecek, öte yandan bu iç düzenleme gündeminin sınıfsal mücadeleleri kızıştırması engellenecek, toplumsal yaşamın genel olarak politize olmaması temin edilecek… Bu ikisi karşıt eğilimlerdir.
Dokuz; ABD merkezli uluslararası yeniden yapılanmanın, kriz coğrafyalarında ülkeler ölçeğinde sınıf mücadelelerini tetiklemesi ise kendiliğinden ve tek yönlü bir sonuç değildir. Gelişmelerin yönüne ancak sınıf mücadelelerin içinde karar verilir. Bu noktada bu ülkelerde işçi sınıflarının örgütlülüğü, komünist partilerin konumu ve elbette egemen sınıfın performansı gibi faktörler belirleyici olacaktır.
Solda ise kabaca üç eğilim ortaya çıkmıştır. Birincisi, yukarıdaki analoji ile amatörlerin büyük ustayı yenmesine bel bağlamaktadır. Bunlar akıl almaz bir körlükle “Şanghay Beşlisi” deyip durmakta, dünyaya sınıf kavramını kullanarak bakmayı asla becerememekte, hatta reddetmektedirler. Damarlarındaki milliyetçi sapma, bunları “dünyaya kafa tutan Türk” hikayelerine götürmektedir. Kastettiğim kesimler bellidir. Fantezi ustası Perinçek, Galiyef masalcısı Attila İlhan ve paşaların mesaj yüklü demeçlerini heyecanla ve ağızları açık izleyen diğerleri… Muhtemelen, bu yazının yazıldığı sıralarda sık sık ekranlarda rastlanan ve Türkiye milli futbol takımını dünya şampiyonu olarak hayal eden bir reklam bunların gözlerini yaşartmaktadır! Bu solculuk türünü ihmal etmemiz mümkündür. Ancak faşist MHP’nin öncülüğünde şekillenen bu milliyetçi siyasal alanı hafife almamız imkansızdır. Bu akım Türkiye’yi emperyalizme karşı doğuya yönlendireceği için değil elbette. Bağımsızlıkçılık savunusunun faşizme ihale edilmesi, işçi sınıfı mücadelesine yönelik bir alan kapatma operasyonu olduğu için…
İkinci kanat, 11 Eylül’ün işleri zorlaştırdığını hissetmiştir ve buradan hareketle “uygarlık” ile uzlaşmanın yolunu aramaktadır. Aslında eskiden beri sahip oldukları uzlaşmacılık yeni bir argümana kavuşmuştur. İkide bir Batı medeniyetini öven, Afgan semalarında bu medeniyetin havai fişek gösterisi yaptığını zanneden Sadun Aren ne yazık ki bu kategoridedir. Aren’in onursal genel başkanlığını yaptığı ÖDP, giderek Avrupacılık konusunda üzerindeki utangaçlığı atmıştır.22 Artık ÖDP’li olmayan, bu partinin çözülüşü ile başka sulara açılmaya hazırlanan “emeğin Avrupacıları” da aynı kategoriye sokulmalıdır. Ancak bunlar, siyasal yelpazede hem sağları hem solları dolu olduğu için utangaçlıktan kurtulamayacaklardır.23 Bu kategorinin Birinci Emperyalist Savaş’ın merkezinde durduğu yüz yıl önceki ortamda emperyalizme “ultra” sıfatı ve barışçılık, uygarlık nitelikleri atfeden eğilimle pek bir farkı bulunmuyor. Yüz yıl sonra aynı sözleri söylemekten başka!
Bu akımı da solculuğu açısından önemsemek mümkün değil. Ancak bir diğer ihalenin solcusu sağcısıyla bu pro-emperyalist kesimin üzerinde kalmasını sorun saymadan geçemeyiz. Özgürlükçülük ve demokratik haklar alanının işçi sınıfı mücadelesinden kopartılması ve burjuvalaştırılması bir diğer alan kapatma çabasını oluşturmaktadır. Üstelik bu operasyon Kürt dinamiğini soldan uzaklaştıran ana yolu da ifade etmektedir.
Üçüncü kanatta komünist siyaset bulunuyor. Sınıf kavramını dünyayı anlamaya çalışırken elimizden düşürmemek gerektiğini biliyoruz, batılı ya da doğulu çeşit çeşit burjuva devletine bel bağlamayı ise yüreğimizin yakınından bile geçiremiyoruz. 11 Eylül’ün kendisinin devrimi yakınlaştırmadığını açıkça görüyoruz. Geçen yüzyıldaki dünya savaşlarının da “devrim olsun” diye çıkmadığını, ama devrimci bir krize alan açtığını hatırlatmak istiyoruz. Devrimin, içinde yer aldığımız, parçası ve öznesi olduğumuz bir mücadelenin konusu olduğunu, başka adreslere havale edilemeyeceğini de biliyoruz. Maddi gelişmelere değil, asıl komünist özneye, işçi sınıfımıza baktığımızda devrimci iyimserliğimizi güçlendiriyoruz.
Türkiye’nin ideolojik haritası son derece hareketli biçimde yapılandırılmaya çalışılıyor. Komünist hareketin bir devrimci silkinişe önderlik edebilmesi, bir ölçüde de, içinde bulunduğumuz kritik evrede oldu bittilere boyun eğmemesine bağlı olacak. Toplumun ideolojik biçimlenişinde kendisine güçlü bir mevzi oluşturamayan bir işçi sınıfı ve öncüsünün işi çok zorlaşacaktır. Bugünkü ortamda ise komünist hareketin işçi sınıfımız adına bir ileri sıçramayı gerçekleştirmesi için elverişli bir zemin kesinlikle mevcuttur.
Dipnotlar ve Kaynak
- Jürgen KUCZYNSKI, Torunuma Mektuplar, çev. Zeki Gürsoy, De Yay., İstanbul, Şubat 1988, s. 22-23
- a.g.y., s. 89. Uzatmamak icin aynı kaynaktan son bir pasajı bu dipnota almakla yetineceğim. “… Konu Merkez Komitemizin 6.Plenum toplantısının değerlendirilmesi idi. Tartışmada Doğa Bilimleri Enstitüleri’nden birinin Küba’dan yeni dönmüş olan başkanı da konuştu. Açıkça Kübalı bilim adamlarındaki şikayetsiz heyecanı bizde de görmek istediğini söyledi. Hayatında ilk kez laboratuvarında şarkı söyleyen bir fizikçi görmüş. Şarkı söyleyen bir fizikçi: Pek sevdiğim o güzel ülke için ne kadar tipik!” (s. 164) Pek maddeci bir yaklaşım olmayabilir ama laboratuvarda şarkı söylemek Kübalılar için doğuştan gelen bir özellik olabilir! Bu noktada devrimci iradeyi yardıma çağırmalı ve bu yeteneğin “sonradan” da edinilebileceğini düşünmeliyiz. Pek çok sosyalist toplumun bunu başaramadığını, bugün sosyalizmi düşleyenlerin bu yeteneği mutlaka edinmeleri gerektiğini bilerek…
- SİP Konferansı – Mart 2000; “Turkiye ve Dunya Değerlendirmesi” Gelenek 62 Mayıs 2000 s. 8.
- Polonya savasının ilk evresinde Lenin’in bu beklentiye sahip olduğu soylenir: “Lenin Polonyalı isci ve koylulerin Kızıl Ordu’yu bir kurtarıcı gibi karsılayacağından emindi. Ona gore bu hareket Polonya’da devrimi tahrik edecek Almanya’da yankılanacaktı. (Kızıl Ordu Komutanı) Tukhacevksi ise birliklerine seslenirken ‘dunya capında devrimin kaderi batıda karara bağlanacak’ diyecekti. Bir yıl sonra da Lenin Klara Zetkin’e ‘Kızıl Ordu’yu Po-lonyalılar kardes ve kurtarıcı olarak değil dusman olarak gorduler… Beklediğimiz Polonya Devrimi gerceklesmedi’ seklinde itirafta bulunacaktı.” (Ragıp ZARAKOLU “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Sınanıyor: Sovyetlerle Polonya Savasta” Sosyalizm ve Toplumsal Mucadeleler Ansiklopedisi c. 2 İletisim Yay. s. 663)
- Yalcın KÜÇÜK Sırlar YGS Yay. İstanbul Eylul 2001 s. 64.
- Cihan TUĞAL “90’lı Yıllarda Oğrenci Hareketi” Birikim 155 Mart 2002 s. 39
- Banu UZPEDER “Suursuzluk savunusu bir nevi” Birikim 155 Mart 2002 s. 43
- Ömer LACDNER “1980’ler: Kapan(may)an bir parantez mi” Birikim 152-153 Aralık 2001-Ocak 2002 s. 17.
- Ahmet İNSEL “Kaybolan guven duygusu ısığında Turkiye” a.g.y. s. 27.
- Tanıl BORA “’Son yirmi yıl’ı ayrıstırmak icin notlar” a.g.y. s. 55-60.
- Gaye BORALIOĞLU “Seksenzedeler ve Seksenzadeler” a.g.y. s. 75.
- a.g.y. s. 75
- Rusen CAKIR “Son yirmi yılda merkez dısı siyasi hareketler” a.g.y. s. 144.
- Sezai SARIOĞLU “Değismek de değismemek de yordu beni” a.g.y. ss. 61-67.
- Ahmet CİĞDEM “Yirmi yılın hikayesi: Devlet kapitalizmi ile Turk usulu fasizm” a.g.y. s. 44.
- Tuğrul ERYILMAZ “Haber dergiciliği: Bir tur ‘hatırlıyorum’ yazısı” a.g.y. s. 212-213.
- “Modern -kapitalist- toplumun sosyal hukuk devleti formu ve ekseni etrafında 2.Dunya Savası ertesinden 1980’li yılların baslangıcına kadar surmus ‘olgunluk donemi’ sona ermis postmodern safha baslamıstır.” (Omer Laciner a.g.y. s. 17) Bu gorus acıkca emekcilerin sosyal haklar icin mucadelelerinin anlamsız olduğuna cıkar ve sermayenin isci sınıfını silahsızlandırmak icin aldığı butun onlemleri yeni dunya safhasının kacınılmaz unsuru olarak mesrulastırır.
- Yeri gelmisken belirtmeliyim; mazereti yorgunluğa havale eden ve acıklama yukumluluğunu reddeden yaklasım sasırtıcı ama dunyanın değisebilirliğine duyduğu “inancı” yitirmis değil. Gecenlerde Omer Laciner ile İstanbul Universitesi’nde bir panele katıldım. Konu Ortadoğu idi ve Laciner’i dinlerken Birikim’in iyi bir okuru olmama rağmen saskınlığa dusmekten kendimi alamadım. Laciner Ortadoğu halklarının barıscı geleceğini herhangi bir toplumsal dinamiğe oturtma zahmetine asla girismeksizin insanların kendilerini ve cevrelerini algılama duyumsama bicimlerinden soz ediyordu. Marksizmle soyle ya da boyle iliskisi olmus biri miydi yoksa bir vaiz mi?
- Cuneyt AKMAN “Seytanın solak avukatı” a.g.y. s.61
- Erich HONECKER Moabit Hapishanesi Notları cev: Drfan Cure Yazın Dergisi Yay. İstanbul 1995 s. 78.
- a.g.y. s. 89
- “ÖDP lideri ulusalcı sol ve Avrupa Birliği karşıtı sosyalist blokla iliskilerini tamamen koparmıs durumda. Bu ge-lismenin partinin onunu actığını parti yoneticilerinin kısır ic cekismelerden sıyrılarak Turkiye’nin gerceklerini tartısmaya yoneldiğini soyluyor.” (Aktaran Suleyman Gencel “Buyukler rahatsız kucukler hareketli” Haber Ekspres 11 Mayıs 2002.)
- Örnek olması icin bkz. Ertuğrul KURKCU “Semayenin ‘Avrupa Birliği’ne karsı ‘Emeğin Avrupası’” Avrupa Birliği ve Sosyalistler Akıntıya Karsı der: Sibel OZBUDUN – Temel DEMIRER Utopya Yay. Ankara Aralık 2000 s. 354-360. Ayrıca bkz. Seyfi ONGDDER “Dki Avrupa Dki Turkiye ve AB” a.g.y. s. 139-141.