Yeni bir yüzyılın içinde yol alırken, işçi sınıfı mücadelesinin kazandığı yeni boyutlar bir dizi soruyu karşımıza çıkarmıştır. İnsanlık yol aldıkça yeni durumlar da elbette sınır tanımayacaktır. Ancak, böylesi bir seyir hattı üzerinde biriken kafa karıştırıcı sorular birçoklarını ürkütmekte ve adeta birer soru olarak sorulması bile zorlaşmaktadır. Yeni bir şeylerden söz edildiğinde akla pek çok şey gelebilir, ancak özü itibariyle yeni olanlar aslında oldukça sadedir ve birkaç başlık altında toplanmış durumdadır. Her şeyden önce reel sosyalizmin yenilgisi yeni bir durumdur ve Türkiye işçi sınıfının mücadelesine dair bir dizi parametre bu durumun uzantısı olarak yeniden biçimlenmiştir. İkincisi; giderek krizlerden de bağımsızlaşan yoksulluk, sefalet ve işsizliğin yaygınlaşarak daha fazla emekçi kitlesini bağlamaya başlamasıdır. Nihayetinde; emek cephesinin ilk ikisiyle harmanlanmış ancak özgün bir anlamı olan açıktan örgütsüzlüğü yeni bir durum olarak karşımızda durmaktadır.
Tüm bu yeni durumlar içinde, işçi sınıfı için ürküten sorular silsilesini birbirinin yanıtını hazırlayan belirli bir sistematik içinde toplamanın daha fazla olanaklı olduğu bir dönemde ve ülkede yaşıyoruz. Aşağıda bu sorular açıktan sorulacak ve yanıt aranması çabası içinde bir çerçeve oluşturulmaya çalışılacaktır.
İşçi sınıfının bugün oldukça geriye çekilerek “yıpranmış” olan “sınıf öfkesi”ni yeniden güçlendirmek gerekli ve de mümkün müdür?
“Öteki” tartışmalarının gündeme değişik biçimlerde sıkça giriyor oluşu özgün bir dönemden geçtiğimizin kanıtı sayılmalı. “Öteki” tartışmaları, toplumsal hiyerarşinin meşruiyetinin sorgulandığı anlamına gelir ya da ipin ucunun kaçtığını gösterir. Tam boy bir saldırı altında ezilmekte olan işçi sınıfının böylesi bir özgün nesnellikte, tepkisizliği dikkat çekicidir. Kimileri bu durumu baskı, engelleme, boşluk, ihanet ya da hegemonya kavramları üzerinden açıklayabilir. Her bir kavramın da bu durumu açıklayan tarafları mutlaka vardır, ancak işçi sınıfı adına bir tür “depresyon” anlamına gelen, geleceksizlik içinde hayata bağlanma noktalarının önemli ölçüde yıprandığı açıktır. “Öteki” tartışmalarının bu denli anlam kazandığı bir süreçte; işçi sınıfının karşısındakileri “öteki” bağlamında tanımlayamıyor oluşu, içinden geçilen sürecin kavranması açısından anlamlı veriler sunuyor. Daha da önemlisi, gidişatı sindiremeyenlerin çabaları her şeyden önce işçi sınıfının kendisine tosluyor!
“Keskin sirke küpüne zarar” ya da “Öfkeyle kalkan zararla oturur” deyişleri nefrete dayalı refleks tepkinin maliyetini anlatır. Aynı şekilde, işçi sınıfının iktidar kavgası uzun ve zahmetli bir yol ise, bilinç, perspektif ve strateji vazgeçilmezdir. Devreye benzeri biçimde girenlerin her biri şu ya da bu biçimde ve düzeyde sınıf öfkesinden çalar, uzaklaştırır, bir yönüyle onu terbiye eder. Hal böyle olunca bir kavgada vazgeçilmez olan hırs ve öfke nasıl yeniden üretilecektir?
Hırs ve öfkeden söz ederken kuşkusuz davranışsallıkla ya da psikolojik-insani olgularla kendimizi sınırlayamayız. Kim ne derse desin; nasıl bir takım solcuları eski solcu yapan esas olarak hırs ve öfkelerinin azalması-dönüşmesi ise, işçi sınıfını mücadelesi içinde zayıf kılan etmenlerden en önemlisi de sınıf öfkesini gündelik yaşamında yeniden üretebilecek beslenme kaynaklarını kullanamıyor oluşudur.
İktidar kavgasında işçi sınıfının içindeki hedef doğrultu “sınıf bilincinin yükseltilmesi”dir. Bu hem mücadelenin asli taşıyıcılarının açığa çıkarılması hem iktidar kavgasının unsurlarının çoğalması hem de kavganın toplumsallaşması açısından zorunludur. Sınıf bilincinin bu bileşkeli yönü, içinden geçtiğimiz süreç söz konusu olduğunda parçalı ve zayıf bir görünüm arz etmektedir. Asli taşıyıcılar yok denecek kadar az, bir türlü çoğalamıyor ve de toplumsal süreçlerde ağırlık oluşturulamıyor. Taşıyıcılık-çoğalma-toplumsallaşma bağlantıları oldukça zayıf kurulmuş ve açıkçası işlemiyor. Asli taşıyıcılar şu ya da bu çabanın ürünü olarak artırılabilir, ancak kanımca daha kritik önem taşıyanı bu taşıyıcılar ile çoğalma ve toplumsallaşma dinamiklerinin buluşamamasında. Oysa sıklıkla karşımıza çıkanı asli taşıyıcıların sınıfa “toslaması”dır.
Bir bütün olarak sınıf öfkesinin öne çıktığı ya da geriye çekildiği koşullar, nesnel süreçlerin karşılığıdır. Bu tür nesnelliği yaratan, üç yüzü olan bir süreçtir. İlki; güncel sermaye birikim modelleriyle harmanlanarak biçim kazanmış üretim ilişkilerinin durumudur. Bu tablo sınıf mücadelesinin taraflarını nerede ve nasıl duracaklarına dair zorlamaktadır. İkincisi ise; sınıf mücadelesinin taraflarına ilişkin -sadece özgün anlarda teorik olarak varolabilen- denge halinin bozulma biçimidir. Dengenin işçi sınıfı aleyhine ya da lehine giderek daha fazla bozulduğu koşullar, sınıfsal öfkeyi boyutlandırır. Son olarak; şu ya da bu nedenle boyutlanan öfkenin sıçrayacağı ya da çökeceği kanallara akışıdır. Bu esas olarak örgütlü öncü gücün varlığı ve performansıyla ilişkilidir. Her üç yüzü ile birlikte ele alındığında, ancak sınıf öfkesinin işçi sınıfı adına geriye çekildiği süreci değerlendirmemiz mümkün olabilir.
İlki ile başlarsak; üretim ilişkilerinin güncelliği içerisinde sınıf mücadelesinin taraflarını açıktan karşı karşıya getiren nedir? ’70’li yılların sonlarından itibaren gelişmiş ülkelerdeki üretim sürecinde anlamlı bir sektörel değişim yaşanmıştır. Genellikle gerileme içinde bulunan kaynak-yoğun ve emek-yoğun ürünlerin üretimi gerek yerli sermaye kullanımıyla gerekse uluslararası yatırımlara bağlı olarak gelişmekte olan ülkelere kaydırılmıştır. Gelişmiş ülkelerde kaynak-yoğun endüstriler (gıda, içecek, deri ve ağaç ürünleri) ve emek-yoğun endüstriler (tekstil, hazır giyim makine-malzeme hariç metal eşya) gerilerken, sermaye yoğun endüstriler (lastik-plastik, kimya, cam ve porselen) ve teknoloji yoğun (motor ve tribünler, tarım makine ve teçhizatı, elektrikli makine ve teçhizatı) malların üretildiği sektörlerle, AR-GE yoğun (elektronik aygıtlar, hassas mesleki aletler, silah ve havacılık endüstrisi) gibi ürünlerin üretildiği sektörler gelişme içindedir.
Öte yandan, “küreselleşme” silsilesi içinde özellikle uluslararası tahkim zemininde dayatılanlar, tek tek ülkelerdeki üretim ve istihdam yapısını yeniden tanımlanmaya itmektedir. Böylelikle, işçi sınıfının mücadele birikimini yansıtan hak ve özgürlükler yok sayılarak üzerine basılmaktadır.
Nihayetinde, emperyalist-kapitalist sistemin merkez-dışı halkalarında Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) kanalıyla dayatılan üretim ve istihdam politikaları söz konusudur. Devletin küçültülmesinden, tarımın tasfiyesine ve hatta sanayisizleştirme dayatmalarına uzanan bir yelpazede niyet mektupları ve yapısal uyum programları birbirini takip etmektedir.
Sermaye birikim sürecini yükleyen bu toplam içinde her şey işçi sınıfının ve geniş emekçi kitlelerin aleyhine gelişmektedir. İşçi sınıfı adına geriye gidenler bir dizi olguyu biriktirmekle beraber, birikenler içinde iki unsur sınıf mücadelesinde taraflaşmanın şekillenmesi açısından öne çıkmaktadır. İlki; işçi sınıfının sınıfsal öfkesini emperyalist dayatma ve saldırılar içinde biçimlendirmesiyle ilişkilidir. Anti-emperyalizm bugün sınıf öfkesinin vücut bulmasının ana unsurlarından biri haline gelmiştir. Patronlar, emperyalist dayatmalara ister peşkeş çekerken isterlerse acizlikleri içinde uyum sağlamaya çalışırlarken, işçi sınıfının karşısında açıktan konum almak durumundadır. Öte yandan rekabet zemininde, emek ve kaynak-yoğun sektörlerde yığışan üretim alanında pervasızlığa kapılar ardına kadar açılmıştır. Sınıf mücadelesinin tarafları olup bitene kendi açılarından daha fazla bakmak durumundadır.
Yaşam düzeyleri arasındaki uçurumun haddinden fazla oluşu, toplumsal taraflaşmaların kritik beslenme noktalarından birisidir. Kamusallığın yerine bir bütün olarak inşa edilmek istenenler, açıktan saldırıları ve yıkımı zorunlu kılmaktadır. Kamusallık geriye çekilirken ardında ağır bir yıkım bırakmaktadır. Kamusal değerlerin peşkeşinden, temel toplumsal hizmetlerin metalaşmasına ve sosyal güvenlik mekanizmasının tasfiyesine uzanan süreçte yıkım katmerlenmektedir. Dışlananlar ayyuka çıkarken, ideolojik atmosfer bu zeminde yükselmektedir. Sınıf öfkesi açıktan dışlayıcı bu ideolojik atmosfere karşı şekillenmektedir. Kamusal tasfiyeyi tüm inatçılığı ve mahkumiyetiyle bugün patronlardan başkası taşıyamamaktadır. Taraflaşma bu inatlaşma ve patlama uçları arasında gidip gelmektedir.
Sınıf öfkesinin vücut bulmaya başladığı koşullar, biriken tepkiselliğin sınıf siyaseti ve sosyalizm ideolojisinin ağırlıklı yönlendiriciliği altında akmaya başlamasını zorunlu kılar. Sınıf öfkesi bu akış içinde biçimlenir ve kavganın asli dayanaklarından birisi haline gelebilir. Bir kanalda toplaşmaya başlayacak olanları, bu yönde ikna etmek değil, heyecanlandırmak gerekir. Öncü örgütlü gücün görevi ve sorumluluğu bu heyecanın yükseltilmesindedir. Sözgelimi yurtsever ve kamucu siyasetin haklılığı değil, harekete geçirmek üzere çoğu zaman simgeleşen noktalarında üreteceği heyecan vazgeçilmezdir.
Sınıf dayanışması neden erimiştir?
“Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganı içimizi ısıtan bir slogan olmasına karşın, bugünlerde atıldığında bir tür “burukluk” yaratabiliyor. İşçi sınıfını “un ufak” eden saldırılar birbirini takip ederken, ne bir “dayanışma” ruhunu hissedebiliyoruz ne de “sınıf dayanışması” ihtiyacının nasıl karşılanabileceğini kafamızda canlandırabiliyoruz. Sanki sınıf dayanışması, tarihsel değeri olan ya da ancak iktidara yürüyüş günlerinde yakalayabileceğimiz bir şeymiş gibi geliyor. Yani, bugüne ait karşılığı adeta yok gibi!
Sınıf dayanışmasının anlamı çoğunlukla sınıfa yönelik topyekün saldırıların yakıcı gündemlerinde belirginleşir. Bu tür gündemlerde aynı kaderi paylaşanların birbirlerini daha yakından hissetmeleri güncel bir ihtiyaç olarak yakıcılaşır. Öte yandan sınıfın herhangi bir bölmesinin direnişini desteklemek için de sınıf dayanışması gösterilebilir. Bu bilinen yönlerinin dışında, özellikle son dönemlerde icat edilen bir biçimi ise tamamen protokol düzeyde bir yazışma ya da ziyaret konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani herkes bu başlık üzerinden rahatlıkla “ruhunu kurtarır.”(!)
İşçi sınıfı için; “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” çapına ulaşmış bir değer taşıyan birliktelik ve ilişkili olarak dayanışma olgusunun bu denli çözülmüş hali, sadece moral kaybına yol açmıyor; aynı zamanda bir perspektif olarak ele alınmasını, vazgeçilmez olarak üzerinde durulmasını bile giderek zorlaştırıyor. Bu çözülmenin kuşkusuz toplumsal-sınıfsal süreçlerin bir sonucu olarak telakki edilmesi zorunludur. İşçi sınıfı adına geriye gidenlerin ya da çığırından çıkanların bu kadar üst üste yığıldığı bir dönemde sınıf dayanışmasına işaret etmek abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir aslında! Öte yandan, sınıf dayanışması zemininin yitirilmesini irdelerken ulaşacaklarımız ise işçi sınıfının mücadelesi adına kesinlikle ufkumuzu açabilecek niteliktedir. Bu nedenle tekil bir parçanın değerinin bu denli önemsizleştiği bir süreçte, bütüne yönelecek vurguların pekişeceği bir olgu olarak sınıf dayanışması özgün bir anlam kazanmış durumdadır.
Sınıf dayanışmasının işçi sınıfının mücadelesindeki değeri her süreçte aynı düzeyde ve yalınlıkta değildir. Mücadelenin yükseldiği, duraksadığı ya da geriletildiği süreçlerdeki karşılığı gerçekten de farklılaşır. Ancak, içinden geçtiğimiz süreçte, dayanışmaya yönelik o denli vurguya karşın anlamının bu yükleme içinde bile eriyor oluşu dikkat çekmektedir. Sözgelimi, “küresel saldırıya karşı küresel direniş” böylesi bir niteliğe sahiptir. Dayanışmanın çapını ne kadar artırırsanız artırın, değerini ne kadar yüceltirseniz yüceltin, artık karşılığını somutlamakta o denli zorlanıyorsunuz.
Sınıf dayanışması bir ihtiyaç olarak şu temel dayanaklara sahiptir. Bir; bu düzende sınıflar vardır ve bu sınıfların çıkarları arasındaki tarihsel çatışma yeni bir düzen kurulana dek sürecektir. İki; kimse başka herhangi bir kimliği ile sınıfsal konumundan sıyrılamaz. Üç; yerini bilenler ve bulanlar sınıfdaşlık zemininde birbirlerine yaslanarak güçlerini açığa çıkartmak ve çoğaltmak zorundadır.
Öte yandan, sınıf dayanışması bir gerçeklik olarak ise şu handikaplara sahiptir: Bir; mağduriyet çoğalması ve çeşitlenmesi kendi başına harekete geçirici bir dinamik değildir. İki; ilgili potansiyel dinamikler sürekli eşitsiz gelişim dinamiklerinin basıncı altındadır. Üç; sınıf dayanışması önünde sonunda örgütlü bir pratiktir.
Birleştirirsek; sınıf dayanışması söz konusu olduğunda temel dayanakların yanı sıra handikapların da tersinden bir dayanak haline getirilmesi zorunludur. Yani sınıf dayanışması nesnel koşulların itkisiyle ama ileri çekici kolların performansı ve örgütlü güçle ete kemiğe bürünür.
Sınıf dayanışmasının besleyici ve güçlendirici bir olgu olarak yeniden işçi sınıfı mücadelesinin içine yerleşmesi için Türkiye işçi sınıfı adına özgün bir örnekten hareket etmek hem sınıf dayanışması adına çıkartılacak bir çerçeveyi oluşturacak hem de benzeri olgulara bakışı sistematize edecek değerdedir. Söz konusu örnek Türk ve Kürt emekçilerinin birliğidir.
Nesnel koşulların itkisi denen şeyin, mağduriyetlerin çoğalması ve çeşitlenmesinden ibaret olmadığını biraz önce anımsatmıştım. İşçi sınıfının birlikte dünyayı-ülkeyi koklamaya daha yatkın hale geldiği koşullar esas olarak, işçi sınıfının siyasi-ideolojik bir iradeyi biçimlendirecek biçimde “prangaları”ndan kurtulmuş olması ile ilgilidir. İçinden geçilen son yirmi yılda Türk ve Kürt emekçilerinin emekçi kimliğini aynı düzlemde yakalamalarını engelleyen özellikle siyasi prangaları söz konusu oldu. Geçtiğimiz birkaç yıl ise, Türk ve Kürt emekçilerinin bu prangadan kurtulmaya başladığı yıllar oldu. Yani, emekçi kimliğinde buluşmanın önündeki en önemli engel, ayrı kanallarda yol alışı ifade eden “özgün dönem” kapanmış oldu.
Bu durum, tümüyle bir nesnel itki anlamını taşımaktadır, kuşkusuz aynı zamanda bir dizi sorumluluğa da işaret ederek. Kamu emekçilerinin toplumsal pozisyonu, farklı sendikal konfederasyonlarda ayrı siyasi eksenlerde yol alanların akıbeti, dışlananların toplumun önemli bir yüzdesini oluşturuyor oluşu da aynı çerçevede sınıf dayanışması için nesnel birer itki üretmiş durumdadır.
İleri çekici kolların performansının sınıf dayanışması adına kritik bir önemi olduğundan söz ettik. Bunun anlamı ikilidir. Bir tarafıyla ileri çekici kolun belirginleşmesini ve öte taraftan da bu kolun bütünü ileri çekmeyi önüne koyması söz konusudur. İleri çekici kol, sürekli kendini kanıtlayanları ya da ayakta kalmayı başaranları ifade etmez, sıyrıldığı nesnelliğin herhangi bir kesitinde sınıfsal-siyasal ağırlık, etki güç ve olanakları aynı anda üzerinde toplayabileni anlatır. Bir başka ifadeyle gözlerin üzerinde olduğudur. Bundan sonrası; iddia, kararlılık ve başarıdan ibarettir.
Nitekim, nesnel itkilerin anlamını berraklaştıran ve ileri çekici kolun performans koşullarını olgunlaştıran bir toplumsal atmosfere “sıra” gelecektir. Bu atmosfer ise kesinlikle ve kesinlikle örgütlü bir güç tarafından dönüştürülür ve biçimlendirilir. Bu atmosferle yatanların daha da yükseltilmiş olanı ile kalkmasının tarihte tek adı vardır: Örgüt. Anlamı ile ilişkili potansiyel dayanakları ve handikapları ortadan kaldıran yönüyle birlikte ele alınmayan sınıf dayanışması ise belki çok tutulur belki içimizi rahatlatır ancak kesinlikle yetmeyecektir.
İşçi sınıfı adına öne çıkarak ağırlık oluşturmaya başlayan bir örgütsel-siyasal süreç, sınıf dayanışmasının akıbetini de büyük ölçüde belirleyecektir. Aksi takdirde sınıf dayanışması giderek bir yük haline gelmeye başlayacak ve çoğu zaman “atlansa da olur” türünden bir değersizleşmeye maruz kalmaktan kurtulamayacaktır. Kuşkusuz örgütlü gücün koşuşturmasına ve atlamamasına bağlı olarak bir sınıf dayanışmasından söz etmiyoruz. Altını çizdiğimiz, biraz önce dayanak olarak oluşturulması gerekenleri sırtlanacak bir özne ve bu öznenin harekete geçirdikleridir.
İşçi sınıfının tarihsel kazanımlarının yerle bir edilmiş hali nasıl değerlendirilmelidir?
İşçi sınıfının tarihsel kazanımları iktidar arayış ve denemelerinin üzerinde yükselmiştir. Bu kazanımlar bin bir bedel ödenerek elde edilmiş ve korunması uğruna yürütülen kavga da yine birçok bedel gerektirmiştir. Söz konusu kazanımların kaba bir tasnifi mümkün görünmektedir. Çalışma koşulları, örgütlenme ve sosyal güvenlik işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının üç ana başlığını oluşturmaktadır. İçinden geçilen süreçte, her üç başlıkta da tarihsel kazanımların elden yitip gittiğine tanık olmaktayız.
Öte yandan, işçi sınıfının mücadelesinde her zaman için gerçek bir silah olarak kullanılmış olan başta grev hakkı olmak üzere “iş hukuku” düzenlemeleri içinde yer alan kazanılmış hakların ise bugün, birer silah olmaktan çıkarıldığını görmekteyiz. Herhalde hiç kimse, bu zeminde kazanılmış hakların salt baskı ve sindirme politikalarının uzantısı olarak etkisizleştiğini iddia etmiyordur! Gerçekten de, işçi sınıfının eylemlilikleri uzunca sayılabilecek bir süredir bir hak kazanımı aracı olmaktan çok tepkiselliğin soğurulduğu ya da düpedüz patronların lehine çıktıları olan eylemliliklere dönüşmüştür. Aynı anlama gelmek üzere, sermaye düzeninin bu tür sınıfsal karşı karşıya gelişlerde geliştirdiği bir birikim ve bu birikimin ürünü yeni uygulamalar da söz konusudur.
Çalışma koşullarına dair tarihsel kazanımların başında kuşkusuz 8 saatlik işgünü hakkının elde edilmesi gelmektedir. Amerikan işçi sınıfının ödediği bedel belki bize 1 Mayıslar olarak kalıcı bir biçimde yansımıştır, ancak çalışma koşullarının bu denli acımasızlaştığı bir dönem sadece krizler bağlamında irdelenemeyecek bir çapı içermektedir. Kimilerince “yeni ortaçağ” olarak tanımlanan süreçte çalışma süresine dair her türden kazanım iğdiş edilmiş ve karşılığı olmayan her türlü keyfiyete kapılar ardına kadar açılmıştır.
İşçi sınıfının önceleri gizlilik koşullarında kurduğu dayanışma dernek ve sendikalarının -birçok bedel ödeyerek zamanla meşruiyet ve ardından yasallık kazanmış halinin- bugünü de ortadadır. İşçi sınıfının sömürüyü sınırlandırma işlevi gören örgütlülükleri de dahil olmak üzere her türlü örgütlenme aracı deyim yerindeyse “dönüştürülmüş”tür. Tarihsel kazanım niteliği taşıyan örgütlenme haklarının uzantısı örgütlülüklerin böylesine bir dönüşüm yaşamakta oluşu, elden kayıp gidenler listesine örgütlenmeyi de eklemeyi dayatmaktadır.
Nihayetinde, sosyal güvenlik başlığında toplanacak hakların kimi yönleriyle kapitalizmin gelişme ve rekabet dinamiklerinin içinde şekillenmiş olmasına karşın, sistematize edilerek bir tarihsel kazanıma dönüşmüş olması esas olarak sosyalist sistemin kazanımları sayesinde olmuştur. İşçi sınıfının iktidar pratiğinin bu türden sonuçları, bu zemindeki talepleri biçimlendirmiş ve kapitalist düzenin içindeki işçi sınıfı mevzilerine dönüştürmüştür. Ancak, sosyal güvenlik mekanizmalarının tasfiyesi bağlamında yaşanmakta olan sermaye düzeni saldırısı kazandığı yeni boyutlarıyla birlikte, tarihsel kazanımların yitip gitmesinde simgesel bir öneme sahiptir.
Bir başka görüş açısından bakıldığında, işçi sınıfı adına gerilemenin doğal sonucunun elde olanların yitirilmesi olacağı ileri sürülebilir. Ancak, tarihsel kazanımların elden gitmesi biçiminde yaşadıklarımızın salgıladıkları ihmal edilebilmektedir. Biraz daha ileri giderek, söz konusu olan tarihsel kazanımların şu ya da bu biçimde kaybedilmiş olması değil, tarihsel kazanımların içerik ve biçimlerine dair işçi sınıfının içinde bulunduğu yabancılaşmadır. Sınıf kavgası içinde elbette kazanılanlar ve yitirilenler olacaktır, sınıf öfkesi kazanılan her şeyin geliştirilmesi, yitirilenin de yerine tekrar konması için itki üretir. Sınıf öfkesinin silikleşmesi ve sınıf dayanışmasının erimesi bağlamında dillendirdiklerimiz, tarihsel kazanımların yitirilmesi belki daha da önemlisi bu kazanımlara yabancılaşılması ile birlikte bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu nedenle, hak kayıplarına dair geliştirilecek çerçeve, neyin nasıl yeniden yerine konulacağı üzerine değil, söz konusu olan bütünlüğün nasıl ve ne zaman yakalanacağına yönelik kurulmalıdır.
Yabancılaşmanın çaresizlik ürettiği doğrudur, ancak çaresizliğin bire bir zorunlu bir karşılığı olmadığı da iyi bilinmelidir. İşçi sınıfının tarihsel kazanımlarına yabancılaşmış hali, belki birçok şeyin düzlenmiş halini anlatıyor olsa da, bir dibe vuruş anlamına da gelmemektedir. Yabancılaşma hali, -kavramsal içeriğinden bağımsız olarak- bütünün içine daha rahat yerleştirilebilmesi bağlamında önemlidir. Artık tarihsel kazanımların şu ya da bu kısmını daha fazla önemseyerek bir şeylerle iştigal etme şansı ve koşulları kalmamıştır. Bu, içimizi karartan bir durum olmaktan ziyade elimizi kolumuzu serbestleştiren yönleriyle birlikte işçi sınıfının mücadelesine taşınması gereken bir olanağa işaret etmektedir. Artık kimsenin ücret sendikacılığı yapıyor diyerek eleştirilemediği, ya da toplu sözleşme metinlerine konulanların pratikte hiçbir değerinin olmadığı bir ortamdan söz ediyoruz. Bu nedenle tarihsel kazanımların şu kısmı ya da bu kısmı belki iyi birer tutamak noktası olabilir, ancak bütünle bağlantısı kurulabildiği ölçüde.
İşlevsizleşen sendikaların ortaya çıkardığı boşluk nasıl bir boşluktur ve bu boşluğun işçi sınıfı mücadelesi açısından anlamı nedir
İşgücü piyasasını diğer piyasalardan mal ve sermaye piyasalarından ayırt eden tüm özellikler, sendikalar üzerinde de etkindir. Bu yüzden, sendikalara yönelik bir çalışmanın, hem sendikanın kendi örgütsel yapısı (liderlik, üye kompozisyonu ve yoğunluğu, sendika içi demokrasi, sendika-parti ilişkisi vb.) hem de sendikanın örgütlendiği işkolu-endüstri düzeyinde belirlenen ekonomik ve siyasi faktörler (piyasanın rekabetçi-tekelci yönü, ürün talebi, teknoloji, kamunun ağırlığı, gelirler politikası, yasal çerçeve, sendikal faaliyetlere dönük düzenlemeleri vb.) göz önüne alması gerekecektir.
Sendikal hareketin dibe vuruşu ve ilişkili olarak işlevsizleşmesi bu toplam içinde özgün bir anlam kazanmıştır, çünkü ortaya ciddi bir boşluk çıkmış durumdadır. Sözü edilen boşluk, zayıf bırakılanların, terk edilenlerin ya da etkisizleştirilenlerin doğal uzantısı bir boşluk olarak tanımlanırsa, eksikli bir tanımlama olacaktır. Sendikal hareketin güncel pozisyonu sermaye düzeni içinde topyekün yeniden bir yapılanmaya tabi tutulmaktadır ve bu durum bir müdahalenin sonucu olarak değil bir veri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle sendikalara dair güncel verilerin, işçi sınıfı adına yaşanan geçici bir gerileme olarak telakki edilmesi mümkün değildir. Daha da ötesi, yeni durumlara ayak uydurma konusunda kendisini hızla yenilemesi gereken bir sendikal hareket de söz konusu değildir. Sendikal hareketin verili yapısı ile işçi sınıfı mücadelesi içindeki yeri ve değeri farklılaşmış durumdadır. Boşluk esas olarak bu farklılık üzerinden kavranmak zorundadır.
Sendikaların öne çıkan fonksiyonu, bilindiği üzere patronlara karşı örgütlü pazarlık gücünü elinde tutması ile ilişkilidir. Toplu sözleşme yetkisi üzerinden hem patronların hem de yasaların tek muhatabıdır. Aynı niteliğin uzantısı olarak sendikalar işçi sınıfının farklı türde -grev, miting- eylemliliklerinin de yasal ve “meşru” sahibidir. Aralarındaki rekabet, sınıf mücadelesi içinde kazanılmış bu toplumsal pozisyonlarına gölge düşürmemektedir. Bu nedenle, sendikaların dibe vurmasını hazmedemeyenler, ya sendikaların nasıl adam edileceğini ya da aynı fonksiyonları üstelenebilecek yeni araçları tarif etmek zorundadır.
İçinden geçtiğimiz süreç, sendikaların hem işçi sınıfının toplamı içindeki temsil yeteneklerinin hem de işçi sınıfının mücadelesine koydukları katkı bağlamında işlevselliklerini bütünüyle yitirdikleri bir süreçtir. Bugün sendikalaşma oranı yüzde onlarla ifade edilirken, hiçbir sendikanın elindeki toplusözleşme yetkisini pozitif olarak kullanma şansı kalmamıştır. Yani, işçi sınıfının hak ve özgürlükler mücadelesindeki yeri adeta sıfırlanmıştır. Öte yandan sendikalar adıyla sanıyla halen varlıklarını sürdürmekte, sendika yöneticileri sıkça boy gösterebilmektedir. Madalyonun iki yüzü gibi görünen bu durumun tek açıklaması vardır; artık sendikalar şirketleşerek hem işçi sınıfının elindeki bir araç olmaktan çıkartılmış hem de işçi sınıfı mücadelesinin dışında bir toplumsal kanala yerleşmiştir.
Tüm bunlar karşımıza acımasız gerçekler olarak çıkmaya devam ederken, sınıf mücadelesi tüm şiddetiyle hüküm sürmektedir. İşçi sınıfının örgütlü gücü ve tarihsel kazanımlarının sahibi olarak sendikaların devreden çıkması ortaya devasa bir boşluk çıkarmış durumdadır. İşçi sınıfı adına tarihsel kazanımların korunması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, sömürünün sınırlandırılması, örgütlülüğü, eylemleri, diğer toplumsal kesimlerle ilişkileri, sınıf dayanışması, memleket meselelerine dair politik tavır koyuş vb, tüm bunlar “ortada” kalmıştır.
Böylesi bir süreçte, sendikal hareket toparlanmaya dönük tüm potansiyel niteliklerini yitirmiştir. Emekçilere dair dayatılarak işletilenler söz konusu olduğunda sendikaların muhatabının işyerinde patronlar olmadığı açıktır, çünkü bir dizi yasal süreç bu ilişkiyi doğrudan olmaktan çıkarmaktadır.
Aynı şekilde, yasal süreçlerin sahibi görünen hükümet de sendikaların bire bir muhatabı olarak görünmemektedir, çünkü işçi sınıfının bugününü ve geleceğini ilgilendiren neredeyse tüm kararlar IMF, DB, NATO, AB gibi oluşumların emperyalist açılım ve projelerinin uzantısı olarak alınmaktadır. Muhatap bulamayan sendikaların serzenişte bulunmaktan başkaca “çaresi” kalmamıştır. Üstelik, yasal prosedürler üzerinden işleyen sürecin hukuksal boyutuyla zaten geçersizliği ortadadır ve üzerinde anlaşılan prosedürü işletmeyen hiçbir patron için yaptırım koşulu yoktur. Bu nedenle, yapılan toplu pazarlıklar bir mücadelenin ürünü olmayıp tümüyle işi idare etmeye dönük yürütülmektedir.
Bugün, işçi sınıfının mücadelesi söz konusu olduğunda, zaten işlemeyen sendikaların içinde yer aldığı prosedürlerin sınıfı beslemesi söz konusu değildir. Mücadeleci bir sendikal oluşumun şekillenmesi için, dayanılacak hiçbir sendika içi dinamik kalmamıştır. O halde, işlemeyen prosedürleri yeniden işletecek olan sendikaların toparlanması değil, söz konusu prosedürlerin mentalitesinin tümüyle yeniden kurulmasıdır. Bu nedenle, ihtiyaç duyulan güçlü bir iradedir ve bu irade doğrudan siyasi-ideolojik bir irade olmak durumundadır. Bu irade, sendikal mücadelenin hem yeniden kurulmasını hem de toplumsal pozisyonunun yeniden kazanılmasını sağlayacak bir sarsıntı yaratmak zorundadır.
Toplumun geniş kesimlerinin ezilenler ve dışlananlar olarak işçi sınıfı saflarına itilmiş olmalarının siyasi-ideolojik-örgütsel değeri nedir?
Ara sınıf ve tabakaların, emperyalist ülkelerde genişlediği, emperyalist-kapitalist sistemin dış halkalarında ise çözüldüğü üzerine görüşler yaygınlık kazanmıştır. Türkiye gibi ülkelerde yoksullaşan ve işsizleşen tabakalar kitleler halinde işçi sınıfı saflarına doğru hızla yol almaktadır.
İşçi sınıfı saflarına toplaşanların bu denli kalabalıklaştığı ve çeşitlendiği günümüzde toplumsal süreçlerin ağırlık noktalarında bir tür kayma yaşanmaktadır. Bir taraftan işçi sınıfı cephesinin oluşturduğu bütünlük giderek daha zor tanımlanabilir hale gelmekte, diğer taraftan da sınıfın dirsek temasında bulunan farklı bölmeleri arasındaki iletişim önem kazanmaktadır.
İşçi sınıfının kapsamı tartışmaları sözü edilen kaymanın sadece bir boyutuyla örtüşmekte ve giderek de teorik değerini yitirmektedir. Öte yandan, bu karmaşa içerisinde sınıfın asli unsurlarının hem kendi aralarında hem de yanı başında hissettikleri kesimlerle parçalı bir iletişim içinde oldukları gözlenmektedir. Yani bir taraftan sadeleştirici bir süreç işlerken, diğer taraftan ise parçalılık bu sadeleşme içinde bir kez daha önem ve değer kazanmaktadır.
İşçi sınıfı cephesi içinde bir tür “kader birliği” yaşayanlar afaki değildir ve işçi sınıfı dışındaki unsurları yoksul köylüler, varoşların “marjinal” kesimleri, kamu emekçileri ve tekelleşmeden muzdarip emekçiler olarak tasnif edilebilir. Farklı tarihsel ve toplumsal birikimleri olan bu dört kesimi aynı saflarda bir arada olmaya iten süreç, esas olarak sahip oldukları özgün toplumsal pozisyonlarının yitirilmesi sürecidir. Sermaye düzenine kimi zaman birbirini dışlayan noktalardan tutunan bu kesimler için geleceksizlik ortaklaşmıştır. Üstelik bu yönde işleyen süreç söz konusu kesimler için geçici değildir ve toplumsal düzenin yeniden yapılandırılması ekseninde pozisyonlarının yeniden tanımlanması sürecidir.
İşçi sınıfı tanımlamasının yanı sıra sıkça kullanılan “emekçi” kategorisi, sınıfsal bir tanımlamadan daha çok işlemekte olan düzende farklı toplumsal pozisyona sahip olanların “genel çıkar” ortaklığını anlatmaktadır. Emekçiler açısından özgün toplumsal pozisyonların yitirilip silikleştiği günümüz koşullarında, işçi sınıfı safları daha kapsayıcı bir nitelik kazanmış görünmektedir. Bu yönüyle bakıldığında sürecin gelişimi işçi sınıfının kapsamı sorunsalı ile gerçekten de bire bir ilişkili değildir. Kapsam konusunda ister içimizi rahatlatan yeni formüller bulalım istersek geçici tanımlamalar yapalım, iktidar kavgası söz konusu olduğunda ufkumuz genişlememektedir. Öte yandan bu nitelikleriyle birlikte, sınıf mücadelesinin özellikle siyasi-ideolojik boyutları yeniden kurgulanmak zorundadır.
Sözgelimi IMF paketlerinden işçi, kamu emekçisi ve yoksul köylünün payına düşenlerin bütünlük oluşturması ve benzer içerikte olması, toplumsal süreçlere dair siyasi-ideolojik talep ve kavganın oturması gereken zemine yeterince işaret etmektedir. Yine aynı süreçte aynı anda kent merkezlerinden dışlanan bu unsurların varoşların “marjinal” kesimleri ile en azından mekansal birliktelikleri söz konusudur ve mağdur-muzdarip olunan durumlar da giderek ortaklaşmaktadır. Bu iç içeliğin güncel karşılığı işçi sınıfının toplamı ile aynı ideolojik atmosferin solunması ve benzer siyasallaşma dinamikleridir.
O halde, işçi sınıfı saflarının bu benzeşmeden güçlenerek çıkması beklenmelidir. “İnsanca yaşamak isteyenler”in tüm kapsam sorunsallarından bağımsız olarak, tepki ve iddialarını somutlamak üzere içinde eriyecekleri toplumsal pozisyon kategorisi halktır. Bugün halk, hem sınıf siyasetinin ete kemiğe bürüneceği hitap alanı, hem de iddia ve taleplerin takipçisi olunabilecek taraflaşma dinamiğidir.
İşçi sınıfı iktidarı ile halk iktidarı arasındaki teorik-siyasal fark ise önemini yitirmiş değildir. Bu nedenle yürütülen mücadelenin iktidar perspektifinden soyutlanması mümkün olamayacağına göre bir taraflaşma dinamiği olarak halk ile sınıf mücadelesinin taşıyıcısı işçi sınıfı arasındaki misyon farklılığı ayrıştırılarak yaklaşım geliştirilmelidir. Bu durumun bir paradoks yarattığı ise kesinlikle düşünülmemeli.
Bugün de “Halk iktidarı istiyor!” demek, iktidarı istememekle eş anlamlıdır. Bu nedenle, halk düzlemine yaklaşım esas olarak işçi sınıfı mücadelesinin ihtiyaçları silsilesi içinde anlamlandırılmalıdır. Kesinlikle bir “taktik” olarak değil, toplumsal pozisyonların silikleşmesinin ortaya çıkardığı güncel olanaklar ve üreteceği siyasal-ideolojik dinamikler içinde kavranmak zorundadır. Paradoks gibi görünenin teorik-siyasal tercihlerle ilişkisi açık olsa gerek. İşçi sınıfının iktidarı istemesinin önünde, şu ya da bu toplumsal engellerin olduğuna inananlar, araya bir aşama olarak halk iktidarı sürecini koymaktadırlar. Üstelik, iktidarın unsurları olarak birbirinden koparılmış, farklı özellikleri olan toplumsal kesimlerin aralarındaki ittifak öne çıkarılmaktadır. Oysa, sosyalist devrimin güncelliğini hissedenler açısından, bağlam esas olarak iktidarı isteme dinamiklerinin açığa çıkarılması ile ilişkilidir. İçinden geçilen süreçte, yitirilen özgün toplumsal pozisyonların sunduğu olanaklar yığını vardır ve bunun politik-ideolojik değeri en çarpıcı biçimde sermaye düzenini sorgulayan halk zemininde değer kazanmaktadır.
Bir çerçeve adına
1) Uluslararası kapitalist tekellere daha fazla alan ve kapı açarak emperyalist-kapitalist sisteme yeniden eklemlenmeyi önüne koyan Türkiye kapitalizminin güncel tercihleri söz konusu olduğunda, Türkiye işçi sınıfının enternasyonalist dayanışma ve ilişkisi daha fazla önem kazanmıştır. Bu ilişki biçimi, enternasyonal pratiğinin vücut bulamadığı ve dibe vurarak farklı bir kulvara savrulan sendikal hareketin kurumsallaşmış uluslararası ilişki kanallarının dışında kurulmak durumundadır. Öte yandan, söz konusu ilişki biçimi sınıf öfkesinin yükseltilmesi, sınıf dayanışmasının güçlendirilmesi ve anti-emperyalizmin, halkların kardeşliğinin Türkiye işçi sınıfının mücadele pratiğine emdirilmesi ihtiyacı nedeniyle uluslararası ilişkiler bağlamının ötesinde bir anlam taşımak zorundadır. Bu nedenle, söz konusu dayanışma ve ilişki esas olarak dünya komünist partileriyle, onların işçi sınıfı pratikleriyle buluşma ekseninde kurulmalıdır.
2) Türkiye işçi sınıfının kapsamı ve yapısı tartışmalarının üzerine basarak sınıfın farklı bölme ve kesimlerinin bütünlüğünü esas alan bir sınıf pratiği üzerinde yoğunlaşılmalıdır. Bu bütünlüğün şu ya da bu gerekçeyle zayıfladığı her nokta tahkim edilmeli ve bütünlüğün kurulması sürecinin kendisi başlı başına harekete geçirici bir nitelikle yüklenmelidir. Kamu emekçilerinden Kürt emekçilerine, işsizlerden emeklilere uzanan bir yelpazede bu bütünlüğün tesis edildiği somut pratikler hayata geçirilmelidir.
3) İşçi sınıfının eğitim, siyasallaşma, dayanışma ve örgütlenme ihtiyaçlarının karşılanmasında sendikal hareketin taşımakta olduğu ağırlık, sendikal hareketin dibe vuruş süreci içinde ortadan kalkmıştır. Bu ihtiyaçlar bütünüyle farklı düzlemlerde karşılanmak durumundadır. Söz konusu ihtiyaçların karşılanmasına dönük iddialı çabaların güçlendirilmesi ve süreklileştirilmesi zorunludur. Bu artık tarihsel bir sorumluluktur.
4) Türkiye işçi sınıfının geleneksel olarak üzerinde yükseldiği işkolları bazındaki yapılanma içinden geçilen süreçte çökmüştür. Sanayisizleştirme politikaları ve iş hukuku düzenlemeleri ile daha da içinden çıkılmaz hale gelmiş olan bu yapılanma üzerinde işçi sınıfının mücadelesi yükselemez. İşçi havzaları başta olmak üzere yerellik bazındaki bir yapılanmaya ihtiyaç duyulmaktadır. İşçi sınıfının mücadele ihtiyaçlarının karşılanması ve siyasal-toplumsal atmosferin emek cephesi lehine yükseltilmesi için bu yönelim vazgeçilmezdir. Kapitalist düzen artık karşısında tekstil, inşaat vs işçilerini değil Gebze, Bursa, Adana, Gaziantep… işçilerini görmek zorunda bırakılmalıdır.
“Dört kenarı” üzerinden çıkarmaya çalıştığımız çerçevenin içine her şeyden önce bir sınıf hareketi oturacaktır. Çerçevenin içine yerleştirilecekler bütünüyle bu örgütsel-siyasi iradenin kavga ve başarılarının ürünü olacaktır.
İşe işçi okullarından başladık ve 1 Mayıslar ile devam etmek mümkündür. 1 Mayısların sendikal hareketin tekelinden çıkarılması için mücadele başlatılmalıdır. Türkiye işçi sınıfının ancak yüzde birkaçını temsil yeteneğine sahip olan oluşumların, 1 Mayısların içini boşaltmasına izin verilmemelidir.