Türkiye’de devletin modernleşme sürecinde durduğu yerle bugünkü konumu arasındaki ilişki nasıl açıklanabilir? Türkiye’de ve dünyada sınıflar mücadelesinin bugün izlediği seyrin genel özellikleri nelerdir? Tarihe müdahale aracı olarak partinin işlevlerinde zaman içinde değişiklikler oldu mu?
Sorular ilgi çekici ve hiç şüphesiz kışkırtıcı… Yanıtların daha da ilgi çekici ve kışkırtıcı olacağı da muhakkak. “Aylık sosyalist kültür dergisi” Birikim’in genel yayın yönetmenliğini yapan Ömer Laçiner’in bu sorulara verdiği yanıtlar da istisna değil.
Laçiner’in verdiği yanıtlar, marksist referanslardan uzaklaşınca, “sosyalist” bir derginin yöneticisinin neler yazabileceğini görmek açısından oldukça ilgi çekici, okuyana, “sekter Birikim okuyucuları dışında hiç kimsenin malum satırlara ilgi göstermeyeceğini düşünmüş olsa gerek” dedirtecek kadar da kışkırtıcı…
Kuşkusuz, bu soruların yanıtları güncel bir boyut içeriyor ve güncel hakkında konuşmak hep çok zordur. Çünkü toplumsal olarak o anda görünen olguların izlerini takip etmenin sınırları vardır.
Bir toplumsal formasyonda ekonomik, siyasi ve ideolojik alanların, temel ile üstyapının birbirleriyle olan karmaşık ilişkisini verili bir anda eksiksiz, yanlışsız ve tamamen çözümleyebiliyor olmak, güncel olanın bilgisinin bu bağlamda yetersizliği nedeniyle çoğu zaman olanaklı değildir.
Ancak bu kısıtlar kimseyi güncel tarihi yazmaktan alıkoymamalıdır. Çünkü gözlerimizin önünde akıp giden tarihin açıklanmasına ihtiyaç vardır. Ama yine aynı kısıtlar güncel olanı çözümlemeye çalışırken azami bir dikkati de zorunlu kılar.
Şimdiki zamanın yorumu, zorunlu ideolojik ve siyasi karakteri nedeniyle, bir iddia konusudur aynı zamanda.
Örneğin bir siyasi hareketin yaşanan olayları doğru yorumlama çabası, aynı hareketin siyasi ve ideolojik doğrultusunun bu yorum ve çözümlemelerden hareketle yapılandırılacak ve yaşama geçirilecek olması nedeniyle anlaşılırdır.
Ancak benzer bir durum, sınıflı toplumların taraf olma sorununu kendiliğinden çözen karakteri nedeniyle, siyasi bir hareketle doğrudan bağlantısı olmayanlar için de geçerlidir.
Herhalde kimse, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından tarihin sonunun geldiğini ilan edenlerin, bu tezi yalnızca bilimsel bir titizlikle öne sürdüklerini iddia etmeyecektir. Tarihin sonunu ilan eden akademisyenin aslında kapitalizmin nihai zaferini kutlamaya hazırlandığı gözden kaçmamalıdır. Bunu toplumsal olguları inceleyen bir bilim adamı kisvesiyle yaptığı da…
Peki ya siyasi bir hareketle doğrudan bağlantısı olmadan sosyalist bir kültür dergisi çıkaranlar… Onların tezlerinin durdukları yerle ilgisi yok mu?
Hayat yorgunuyum ben…
Birikim Dergisi’nin Türkiye’de ‘80’li ve ‘90’lı yılları incelediği sayısı da, son yirmi yılı merkeze alan güncel değerlendirmeler içeriyor. 1 Türkiye’nin son yirmi yılını incelemeye, yorumlamaya çalışmanın elbette birçok nedeni olabilir:
“Türkiye’nin 2000’li yıllardaki öngörülebilir geleceği hakkında konuşabilmek için, bu dönemin Türkiye tarihi bağlamında ne anlama geldiğini, nasıl nitelenebileceğini tespit etmek son derece önemlidir.” 2
Bu nedene ve dolayısıyla bu yirmi yılı anlamak için harcanan çabaya kimsenin bir itirazı olamaz. Ancak bu öngörülebilir gelecekte bizlerin payını, değiştirilebilir bir gelecekten söz edip etmediğimizi merak etmeye hakkımız var herhalde. Yoksa bu yirmi yıl hakkında konuşmanın ve geleceği öngörmenin ne anlamı olabilir ki? Yalnızca yorumlamak ve tahmin etmekle yetineceksek, dünyayı anlama uğraşını onu değiştirme çabasından soyutlayacaksak, geçmiş yirmi yılın Türkiyesi hakkında konuşmayı, sadece bir sonraki yirmi yıl hakkında konuşmanın ön hazırlığı olarak göreceksek, bu dönemin Türkiye tarihi bağlamında ne anlama geldiğini tespit etmemizin bir önemi kalmaz.
‘80’den sonraki yirmi yılı Türkiye için bir “alacakaranlık dönemi” olarak nitelendirmekte başlangıçta bir sakınca görülmeyebilir. Ancak bu alacakaranlığı, geleceği öngörebilmek amacıyla inceliyor dahi olsak da, her şeyden geçtik, bir insan olarak umut nerede diye sormaya hakkımız var.
Sözü edilen yirmi yılı birtakım ölçütlere dayanarak, karanlık olarak niteliyorsak, bu karanlıktan çıkışı aramaktan daha doğal, daha insani ne olabilir? Bunu yapmıyorsak geleceği öngörmenin bir anlamı kalır mı?
Ama sorun da tam burada ortaya çıkıyor zaten. Bu yirmi yıla bakışın yöntemi, bu soruların yanıtlarıyla fazlasıyla ilgili; Türkiye’nin ‘80’den sonra yaşadığı döneme bakarken, bu karanlıktan çıkışın yollarını aramak ile yaşanan olumsuzlukları baki görmek arasında o kadar çok fark var ki…
“(…) son yirmi yılda neler oldu sorusuna verdiğim, siyaset, kültür, din alanlarıyla mahdut, kişisel, dolayısıyla kısmi ve mutlaka eksikliklerle dolu gözlemlerimi sergilemek istedim. Bu gözlemlerin daha ayrıntılı bir düşünme biçimine ve haklılaştırmaya ihtiyaç duyduğunun farkındayım. Ancak artık sadece bana ait olmadığını bildiğim, hissettiğim bir ‘yorgunluğun’ beni bunu yapmaktan alıkoyduğunu da itiraf etmek zorundayım.” 3
Karşımızda, bir sosyalist kültür dergisinin, çevresindekilerle de paylaştığı yorgunluk hissinin, gözlemlerini olgunlaştırmasına engel olduğunu itiraf etmekte sakınca görmeyen bir yazarı var.
Ama bu yorgunluk onun ham haldeki yorumlarını yazmasına engel olmamış, büyük olasılıkla aynı his yazdıkça daha da yoğunlaşmış ve yazı şu cümlelerle sonlanmış:
“Gelecek konusunda iyimser ya da kötümser olmanın nesnel olarak fark etmediği bir belirsizlik yaşıyoruz. Görünen o ki bu belirsizliği artık hep yaşayacağız.” 4
Bu belirsizliği hep yaşayacaksak, sosyalist bir dergide yazmanın ne anlamı var? Daha doğrusu, tarif edilen belirsizlik bu kadar kalıcı ise, gelecek konusunda düşündüklerimiz nesnel olarak bir fark yaratmıyorsa, yazmanın ve hatta yaşamanın ne manası var?
Tüm umudunu kaybetmiş adamların hayat yorgunluğundan kendine bir elbise dikmeye çalışan Ahmet Çiğdem, karanlık elbisesiyle bizlere var olan belirsizliğin sonsuza kadar süreceğini vazediyor.
Bu bağlamda, sonsuza kadar sürecek bu belirsizlik aynı zamanda tarihin bizim bildiğimizden daha farklı bir akışına da denk düşüyor. İnsanoğlunun nesnel olarak etkileyemediği bu akışın nasıl gerçekleşeceği ayrı bir tartışma konusu, ancak bu satırlar aracılığıyla aslında oldukça iddialı bir şekilde, öyle ya da böyle insanın merkezinde durduğu tarih anlayışının da sonu ilan ediliyor. Belirsizlik ve bu anlamıyla tarihin sonu hepimize bir yerlerden tanıdık geliyor:
“Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Türkiye 1980’li yıllara girerken, dünya ölçeğinde de modern çağdan çıkılıp postmodern çağa geçildiğine ilişkin genel bir kabul vardır. Her ne kadar bu tespit, modernleşmesini ‘tamamlamış’ toplumlar için geçerli denilse de; modernleşme sürecine girdiklerinden beri bu ‘ileri’ toplumların etkisi, müdahale ve yönlendirmesi altında olan Türkiye gibi periferik ülkeler bu, değişime zorlayıcı ‘dış’ etkene bu kez postmodernist öğelerle de takviyeli olarak maruz kaldılar.” 5
Laçiner, postmodern çağa geçildiğine dair “genel kabul”ün kimlerce oluşturulduğunu açıklamaya gerek görmüyor, yalnızca bu kaynağı belirsiz genel kabule iştirak etmemiz bekleniyor.
Birileri öyle diyor ve ortada genel bir kabul var, hem Laçiner de onaylıyor; daha ne bekleyebiliriz ki? İlan etmekte artık bir sakınca kalmadığına göre; modern çağ bitmiş, postmodern çağ başlamıştır…
Oysa “genel kabul” lafzıyla geçiştirilmeye çalışılsa da ortada oldukça önemli bir saptama ve bu saptamanın doğal ve aynı önemde sonuçları var.
Kapitalizmin krizi ve postmodernizm
Postmodernizm veya bir diğer deyişle modernitenin ölümü, yoğun olarak 1980’li yıllarda dillendirilmeye başlandı. 1990’lar ise Laçiner’in de iştirak ettiği “genel kabul”e göre postmodernizmin kesin zaferini ilan ettiği yıllardı.
Ancak modernitenin ölümü ilk kez bu dönemde iddia edilmedi. Daha önce de çeşitli defalar, farklı düşünürler, yazarlar benzer tezleri öne sürdüler, ama bu tezler o dönemde yaşadığımız yıllardaki gibi genel bir kabul görmedi. Bu tezlerin ortaya çıkış zamanları da hiç şaşırtıcı değildir; her iki dünya savaşından sonra da benzer tezler ortaya atılmıştır. 6
Bu olgunun birkaç nedeni olabilir. Öncelikle nesnel olarak iki dünya savaşı sırasında da modernitenin sonunun gelmediği ve bundan dolayı bu erkenci tezlerin kabul görmediği iddia edilebilir. 1980’lerde hız kazanan gelişmeler Batı’nın modern toplumlarında nesnel olarak bir dönemi bitirmiş olabilir. Postmodern tezler, yalnızca bu nesnelliğin bir ifadesidir. Zaten “genel kabul” de bu yöndedir.
Ancak farklı bir olasılığın daha var olduğu eklenmelidir. Modernitenin ölüm ilanının başka bir savaşla eşzamanlı olması oldukça düşündürücüdür. ‘70’lerde dünya çapında yaşadığı krizin izlerini silmeye çalışan ve bu arada sosyalizme karşı korkunç ve sonuç alıcı bir saldırıya girişecek olan kapitalizmin ‘80’lerde yürüttüğü ideolojik mücadele ile Batılı birtakım akademisyen ve yazarların modernitenin sonunu ilan etmelerinin arasındaki senkronizasyon, postmodern akımın nesnel durum saptaması çabalarından oldukça farklı mecrada anlamlarının olabileceği ihtimalini gerçekçi bir seçenek olarak önümüze getirmektedir.
Bu bağlamda temel sorun şöyle ortaya konabilir; kapitalizm ‘70’lerde yaşadığı derin krizden çıkamayıp ‘80’lerde bütünüyle yeni bir kapitalizm sonrası topluma doğru mu evrilmeye başlamıştır? Yoksa aynı dönemde tanık olduğumuz, ‘70’lerdeki krizi temel belirleyici özelliklerinde hiçbir değişiklik yapmadan yeniden örgütleyerek aşan kapitalizmin, belirli bir bütünsellik içinde ekonomik, siyasi ve ideolojik alanlarda yaşadığı doğal değişiklikler midir?
Modern çağı yaratan ve sonrasında sürükleyen süreç olarak modernleşme, hiç şüphesiz kapitalizmle doğrudan ilişkilidir. Kapitalist gelişme yalnızca birtakım maddi olgulardan hareketle gözlenebilen ekonomik ve siyasi bir süreç değildir.
Toplumsal formasyonun tamamında, ideolojik alan da dahil olmak üzere, kökten değişikliklerle kendini gösteren kapitalistleşme süreci, bir bütün olarak kendi ürünü olan insanı yaratmıştır. Modernleşme, yaşantısıyla, dünyaya bakışıyla, ilişkileri ve davranışlarıyla kapitalizmin insanını yaratan bütünsel değişimin tam da kendisidir. Bu bağlamda modernizm, elbette, aynı insanın sanattaki tavrıyla bir estetik yan da içerecektir.
Postmodernizmin, modernizmin ardılı bir süreç olarak, kapitalizmin temel yapısal özelliklerindeki değişiklikleri önsel olarak varsaydığı açık olmalıdır. Kapitalizmin insanına dair bir durum olarak modernite iflas etmişse, bu durum, aynı insanın içinde yaşadığı koşullarda köklü bir değişikliğin olmasını gerektirir. Tabii hâlâ insanın doğadan ve tarihten bağımsız, kendiliğinden değişen ilahi bir tözsel özü olduğuna inanmıyorsak…
Ancak yapıbozumcu versiyonuyla postmodernizm bundan çok da farklı iddialara sahip değildi. Yapıbozumcular, düşüncenin dilin temel yapısı tarafından sınırlandığını ve toplumun bir dil gibi örgütlendiğini söylemekle yetinmediler; toplumun aslında bir dil veya söylem olduğunu iddia ettiler.
Elbette tüm postmodern teorisyenler bu kadar ileri gitmedi. Ancak ortaklaşılan nokta, tüm bütünsel geleneksel bilgi biçimlerinin reddiydi. Çünkü bu bütünsel sistemlerin tamamı onlara göre, “indirgemecilikle” veya “temelcilikle” maluldü; geriye farklılıklar ve parçalı mücadele kalıyordu. Kapitalizmin antitezlerini içeren marksist tarih görüşü postmodernizm ile her anlamda taban tabana zıttı.
Dünyaya ve insana dair bilginin parçalı bir doğası olduğunu savunan postmodern kuramcılar, bu bağlamda sınıf gibi ortak toplumsal kimliklerin var olabileceğini de inkar ediyorlardı.
Bu durumda kapitalizmin 20. yüzyılın tüm büyük değişikliklerini diyalektik bir bütünsellik içinde birbirine bağlayan kaçınılmaz olarak tümleyici karakterini de yok saymaktan başka bir yol kalmıyordu.
Türkiye’de “çarpık” modernleşme
Hem modernizmin hem de fazlasıyla tartışmalı ve bir o kadar da meçhul bir kavram olan postmodernizmin Batı merkezli kavramlar olduğu muhakkak. Kapitalizmin beşiği olan Batı’nın modernizmin de doğum yeri olmasında şaşılacak bir yan bulunmuyor. Ama doğası gereği yayılmacı olan kapitalizmle birlikte pek tabii modernizm de evrenselleşecekti.
Kapitalistleşme sürecini kapsayan bir kavram olarak modernleşme, kapitalizmin tüm dünyada egemenliğini ilan ettiği 20. yüzyılın başında artık yalnızca Batı için değil, farklı coğrafyalardaki ülkelerde de gündemdedir.
Ancak kapitalistleşme yolunda gecikmiş ülkelerin bu süreçte dış dinamiklerin etkisi altında kalması, aynı ülkelerin modernleşmelerine de damgasını vuracaktır.
Türkiye’nin kapitalistleşme ve modernleşme süreçleri hakkında yaygın yanlış kanaatlerin önünü de işte bu “dış dinamik” açmıştır.
“Türkiye’de modernleşme, benzer birçok ülkede olduğu gibi, iç dinamiklerle değil, ‘dış’ zorlamayla ve devletten başlayan, devletten topluma ‘inen’ bir süreç olarak başladı. Türkiye’nin ‘özgünlüğü’, herhalde, devletin bu süreci başından itibaren hem kendisini yıkıma götürebilecek ve hem de yıkımdan kurtarabilecek bir süreç olarak algılamasında yatıyor. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca devletin ve onun çevresindeki Türk-Müslüman elit tabakaların içinde dönen tartışma, bu yüzden modernleşmenin mahiyeti, asli dinamik ve gerekleri konusu üzerinde değil; modernleşmenin ‘devleti kurtarabilme, bekasını sağlayabilme’ ihtiyacına nelerle cevap verebileceği noktasında yoğunlaşmıştır.” 7
Modernleşmenin amacı devleti kurtarabilme ve bekasını sağlayabilmek değildir. Ama maddi dinamiklerin göz ardı edildiği bir düzlemde, modernleşmenin kendisinin de bir amaç olduğu söylenemez.
Türkiye’nin modernleşmesi incelenirken de sürecin temelinde yatan olgunun kapitalist üretim ilişkilerinin kendisinden önce gelen ilişki biçimlerini tasfiye etmesi olduğu unutulmamalıdır; modernleşme, kapitalistleşmeden bağımsız bir süreç olarak ele alınamaz.
Türkiye gibi gecikmiş kapitalist ülkelerde, kapitalist gelişmenin eşitsiz ve bileşik doğası gereği, egemen sınıflar veya bu sınıfları temsil eden özne veya irade kendisinden önce yaşanmış deneyimlerin bilgisiyle hareket eder.
Ancak sürecin asli öznesinin maddi dinamiklere göre oldukça ilerde olan bilgisi, maddi dinamiklerin de dönüşmesinin temel itkilerinden birine dönüşecektir. Türkiye’de burjuvazinin sermaye birikimi ve kendi iç örgütlenme sorunlarını aşma yöntemleri bu olgunun en güzel örnekleridir.
Ama modernleşme vizyonunu taşıyan irade ile toplumsal formasyon arasındaki bu gerilim, sürecin dışarıdan bu iradenin elinde tuttuğu devlet aygıtı ile toplumun mücadelesi şeklinde gözlemlenmesine neden olur.
Oysa devlet ile toplum arasında cereyan ediyor gibi görünen bu mücadele, elbette sınıflar mücadelesinin bir görüntüsüdür. Ama geç kapitalistleşen ülkelerde yaşanan sınıflar mücadelesinin zengin dinamikleri, bu karmaşık görüntünün oluşmasında belirleyicidir.
Türkiye’de devletin sorunlu ve çelişik yapısının o günlerden bugüne taşınmasının temel nedeni, modernleşme sürecinin devlet ile toplum arasındaki gerilimi merkeze alarak ilerlemesi değil, burjuvazinin yapısal sorunlarıdır.
Bir sınıf olarak örgütlenmeye başladığı andan itibaren, sermaye birikiminden kaynaklı problemlerini çözemeyen ve iç örgütlenme zafiyetlerini aşamayan burjuvazi, Türkiye’de devleti, bu sorunları merkeze alarak yapılandırmıştır.
Bu bağlamda, Laçiner’in iddia ettiği gibi modernleşme sürecini “algılayan”, bu süreçte taraf olan bir devletten söz edilemez.
Söz konusu olan, geç modernleşen bir ülkede devletin, yapısal zafiyetlerle malul burjuvazinin sınıflar mücadelesindeki zayıflıkları nedeniyle, kapitalistleşme yoluna erken giren ülkelerde olduğundan biraz daha farklı işlevler yüklenmesidir.
Türkiye burjuvazisinin tarihsel özellikleri, muktedir bir devlet aygıtını zorunlu kılmıştır. Özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında gözlenen “bağımsızlık” hedefi, bu yapısal zafiyetin uluslararası arenada muhtemel sonuçlarına karşı alınmış bir tedbirdir.
Bağımsızlaşmak için kapitalistleşen Türkiye egemen sınıflarının, yine aynı süreçte bağımlılaşması ise tarihin bir oyunu değil, basbayağı kapitalizmin olmazsa olmaz bir özelliğidir.
Laçiner Türkiye’nin modernleşmesinin öyküsünü, devletin bekasının sağlanması ekseninde anlatırken, modernleşmeye ideal dinamikler ve gerekler uygun görmektedir. Batı kapitalizmlerini model alan Laçiner, modernleşmenin mutlak bir tanımını yaparak Batı’daki mahiyetiyle gerçekleşmeyen Türkiye örneğini asli gereklerini yerine getirmemekle itham etmektedir.
Oysa Türkiye’de modernleşme ile Batı’daki örnekler arasında devletin sınıflar mücadelesinde oturduğu yer açısından bir fark yoktur. Bu iki farklı tarihsel süreç arasında, sınıfların yapısal özellikleri göz ardı edilerek yapılacak her karşılaştırma yanlış sonuçlar üretecektir.
Farklı tarihselliklerde değişken olan yalnızca devlet değildir; tüm sınıfsal harita değişkenlik arz etmektedir. Değişik sınıfsal yapıların, aynı sınıflar mücadelesi dinamiklerini doğurması beklenemez herhalde. Tıpkı kapitalist gelişmenin farklı evrelerindeki ülkelerde devletin aynı özelliklere sahip olmasının beklenemeyeceği gibi…
Mutlaklaştırılan modernleşme süreci, somut olarak geleneksel olan ile yeni olan arasında ikiliğin de mutlaklaştırılması anlamına gelir. Bu bağlamda örneğin Türkiye’de hâlâ geleneksel sosyal yapıların, kültürel olguların gözlemlenmesi, tıpkı Laçiner’in yaptığı gibi, modernleşmenin asli gereklerinin yerine getirilmemiş olmasına yorulur. Modern olanla geleneksel olanın, yine geç modernleşmeye özgü bir tarzda eklemlenebileceği gözden kaçırılır.
Türkiye burjuva devriminin bu anlamda tamamlanmamış, başarıya ulaşmamış olduğu söylenirken iki önemli gerçeği hatırlamamız istenir: İlki bu ülkede modernleşme sürecinin hakkını veremeyen ve Türkiye’ye demokrasiyi getiremeyen “devlet”in yapamadıklarını solun yapması gerektiğidir. Sol bu eksikliği tamamlamaya aday her türlü girişimin yanında olmalıdır. Bu ülkeye nasıl bir demokrasi getireceği belli olmayan Avrupa Birliği’ne entegrasyon sürecine de bu olasılık yüzünden destek verilebilir mesela…
İkincisi ise bu “başarısızlık”tan yola çıkılarak, tepeden inme devrimlere, somutlaşmış bir iradenin yönlendiriciliğine karşı çıkmaktır. Sosyalist devrimin kurucu öznesinin, Türkiye’nin modernleşmesinin asli öznesiyle hiçbir ilgisi olmayacaktır, ama varsın olmasın… Tepeden inmeciliğin, iradeciliğin başka bir tarihsellikte de olsa başarısızlığı tescillendi ya, bu yeter de artar bile!
Modernleşme sürecinde “bir zümre olarak devlet”
Modernleşmeye pragmatik yaklaşan ve bu bağlamda sürecin asli gereklerini yerine getirmeyen devlet, bu yaklaşımı gereği sürecin kendisi için tehlikeler barındırdığını anladığı anda da modernleşmeden vazgeçecektir:
“Türk modernleşmesinin başlangıcında kendini bu sürecin öznesi, toplumun modernleştirme misyonunun sahibi, taşıyıcısı olarak tanımlayan, toplumun üzerinde, ona her türlü müdahaleye yetkili bir aygıt-kurum olarak konumlayan, bu konumlanışını o misyonla meşrulaştıran ‘devlet’, 12 Eylül düzenlemeleri ile, açıkça ilan etmese dahi fiilen o misyonu terk ettiğini, hatta siyasal sonuç ve gerekleri itibarıyla modernleşmeyi bir tehdit-tehlike sayan bir anlayışa geçtiğini göstermekteydi.” 8
Laçiner önce modernleşmeyi, tarihten bağımsız mutlak bir olgu olarak tanımlar, sonra Türkiye’nin modernleşmesinin bu ideal süreçten farklı seyretmesinden hareketle devletin modernleşme karşısındaki tutumunu saptar, en sonunda da, gerekleri yerine getirilmese de mucizevi bir şekilde tehdit haline gelmiş süreçten vazgeçilmesini imler.
Modernleşme ile kapitalistleşmenin ilişkisi, devletin sınıflar mücadelesindeki konumu, Türkiye burjuvazisinin devlet aygıtıyla olan ilişkisi mi? Bunların hiçbirine yer verilmez. Ne olduğu belli olmayan, aslında bu haliyle tanrısal, ezeli ve ebedi bir varlığa benzeyen devlet ile toplum arasındaki gerilim de çelişki ve mücadele arayanlar için oradadır.
Ancak 12 Eylül darbesinden sonra Laçiner, devlet için bir tanım yapmaktan çekinmez:
“Burada, milletin, millet iradesinin üzerinde konumlanmış, onu denetleyen ve sınırlayan bir düzey olarak tanımlanmış olan ‘devlet’, aslında bir zümredir. Devletle özdeşleşmiş ya da devleti kendileriyle özdeşleştirmiştir bir zümredir bu. (…) devlet organlarının yüksek bürokrasisi, bu zümrenin çekirdeğini oluşturur. Dolayısıyla siyasette, millet iradesinin şekillendiği alana yasaklanan o en temel, hayati konu/sorunlarda söz ve karar sahibi olan bu zümredir.” 9
Burjuvazi mi? Onlar kim ki en hayati konu ve sorunlarda söz ve karar sahibi olacaklar. Kapitalizm mi, devletin sınıfsal bir aygıt olarak sınıflarüstü görünümü mü? Bırakın canım bunları; hangi devirde yaşıyoruz…
Ama Laçiner’in sınıfları, burjuvaziyi yok saydığını düşünüp haksızlık yapmayalım hemen. Onlar da toplumsal formasyonun bir parçası olarak varlar elbette; hem de modern Türkiye tarihinde “devlet”le mücadele eden ve bu mücadelede kah kazanan, kah kaybeden bir sınıf olarak.
Ama anımsanacaktır, Laçiner toplum ile devlet arasında bir çelişki saptamıştı. Toplumun bir “parçası” olarak burjuvazinin de devletle mücadele halinde olduğunu söylemek, bu tezin doğal bir sonucu değil mi?
“Devlet” zümresinin Cumhuriyet tarihi boyunca serüvenini takip etmek ilginç sonuçlar ortaya çıkarıyor; Laçiner, büyük olasılıkla pek haz etmediği kemalist tarih yorumlarıyla da yan yana geliveriyor. Sınıfları tarihin dışında bırakmanın, zümreler icat etmenin bedeli ne yazık ki ağır oluyor.
Kemalistlere göre 1950, aleni bir karşı devrimdir. Bu memlekette şu ana kadar kötü giden ne varsa, hep 1950’den sonra yapılanlardan dolayı olmuştur. Laçiner elbette bunu söylemiyor ama 1950’yi zümreler arası bir iktidar değişiminin tarihi olarak saptıyor. DP’nin iktidara gelmesiyle mülk ve sermaye sahibi sınıf, devlet zümresinin elinden iktidarı alıyor:
“1950’de sermaye ve mülk sahiplerinin çekirdeğini oluşturduğu DP iktidara geldiğinde ‘devlet’, mülk-sermaye sahiplerinin egemenliğine girmenin, statü ve itibar kaybetmenin gerçeğiyle yüz yüze gelmiş oldu. (…) Devlet, sermaye ve mülk sahiplerinin gücü, özgüveni arttığı oranda kendi üstün-ayrıcalıklı konumu ile ‘uğraşacağı’nın farkındadır.” 10
‘50’den önce iktidarda burjuvazi yok o zaman. Kim var peki? Modernleşmeyi kendi bekası için araçsallaştıran devlet zümresi.
Modernleşme kapitalistleşme ile doğrudan bağlantılı bir süreç değil miydi? Evet, ama biz çok özgün bir süreç olarak Türkiye’nin modernleşmesinden söz ediyoruz ve elbette aynı derecede özgün bir örnek olarak Türkiye kapitalizminden.
Laçiner Türkiye’nin özgünlüğünün sınırlı olduğunu yazının başında vurguladığını söyleyecektir. Ama, bu sınırlılık fena halde lafta kalmaktadır. Çünkü Laçiner’in son söyledikleri doğruysa, dünyanın en özgün kapitalistleşme ve modernleşme denemesi ile karşı karşıyayız demektir; burjuvazinin iktidarda olmadığı bir kapitalizmle…
Bir an için burjuvazinin 1950’de iktidarı aldığını ve devrimi yaptığını düşünseniz bile, 27 Mayıs 1960 tüm hiddetiyle, burjuvazinin üç siyasi temsilcisini asmak üzere kapıda beklemektedir.
Laçiner, her iki kesime, devlete de, mülk ve sermaye sahiplerine de eşit mesafede duruyor olsa da, kemalistlerin miladına tersten sadık kalmaktadır.
Burada sorun kemalistlerin bir milat olarak gördükleri tarihin, bir başkasınca da öyle görülmesi değildir. Örneğin 1923, Türkiye’de aklı başında herkes için önemli bir tarihtir. Farklı bakış açılarıyla, farklı sonuçlar elde edilecek olsa da…
Ancak önemli olan nokta, kemalistlerin de, Laçiner’in de, ‘50 öncesinde Türkiye’deki iktidar yapısının burjuvaziden bağımsız oluşunda ortaklaşıyor olmalarıdır. Bu sonuca, kemalistler Türkiye’nin sınıfsız toplum yapısından hareketle ulaşırken, Laçiner Türkiye’de sınıflar olsa da iktidarı bunlara karşı, bunlarla mücadele halinde olan, devlet zümresinin elinde tuttuğunu iddia ederek aynı sonuca varır.
Laçiner’in tezine göre, 1950 sonrasında Türkiye’de durum oldukça karmaşıktır. Burjuvazi sonunda iktidara gelmiştir ama muhalefete düşen devlet zümresi, emaneti geri almak için birinci DP hükümetinin henüz ilk günlerinde çalışmalara başlamıştır.
Laçiner’in ‘50’ler için çizdiği ilginç tabloyu şöyle özetlemek mümkün: İktidarda burjuvazinin temsilcileri vardır. Ama muhalefetteki devlet zümresi bir darbe için hazırlıklarını sürdürmektedir. Memleketteki işleri idare etmek için bir “devlet” vardır büyük olasılıkla. Sistem de ne kadar çarpık da olsa kapitalizmdir.
Kapitalizmi bu kadar çarpıtmak, ancak gerçekleri çarpıtmakla mümkün olabiliyor. Bu acayip tablo 27 Mayıs sabahı devletin iktidara dönmesiyle daha da acayipleşiyor. Çünkü sonra, askerler çekilse bile, devlet CHP’de temsil olunuyor ve sermayeyi temsil eden AP ile mücadelesini sürdürüyor. ‘70’lerde CHP’nin devletle ipleri koparmasına kadar, CHP-AP çekişmesi aslında devlet ile sermaye sınıfının mücadelesini ifade ediyor.
‘80 darbesi ile devlet zümresi iktidarını konsolide edince, sistem bugünkü nihai haline kavuşuyor!
Laçiner, ‘80 öncesi katliamlara devletin destek verdiğini söylerken, kendi zümre-sınıf yapısına göre burjuvaziyi işin içinden çıkarmaktadır. Öyle ya, bu devlet değil midir, 1960’ta sermayenin üç temsilcisini asan; aynı devlet ‘72’de de üç yiğit yurtseveri asacaktır. Her ikisinde de sorumlu devlettir anlayacağınız; Denizlerin ölümünde burjuvazinin payı yoktur. 16 Mart, 1 Mayıs katliamlarında da… Çünkü aynı devlet, tamam aynı hiddetle değil ama, ‘60’ta da sermaye sahiplerinin üzerine gitmiştir. İki olayın arasındaki fark da bu kadar basittir işte; devlet sola karşı daha hiddetli davranmaktadır. Sağa şefkatinin nedenini ise Laçiner bizlere bahşetmemektedir…
Laçiner’in Türkiyesi’nde sınıflar önemsiz ve talidir. Modern Türkiye’nin tarihini yazan, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele değil, devlet ile toplumsal yapının unsurları arasındaki çatışmadır.
İkinci Savaş’ın hemen ardından çok partili yaşama geçmeyi tercih eden Türkiye’nin bu tercihinin tüm dünyada süren sınıflar mücadelesi ile ilişkisi hiç düşünülmez. Türkiye’ye, tarafsız geçirilen bir savaşın arkasından yalnız kalma telaşıyla, kapitalist kampta yer almak için Sovyet tehdidi yalanlarıyla dışarıda, çok partili demokrasi atılımıyla içeride üst üste adımlar attıran, sınıflardan bağımsız bir aygıt olarak devletin çıkarları değildir; iktidara gelmek için DP’yi beklememiş bir sınıf olan Türkiye burjuvazisi yaşam ve iktidar savaşı vermektedir.
Modern Türkiye’nin tarihini sınıfsal bir perspektifle tekrar anlatmaya hiç gerek yok. Laçiner’in hedefi modern sınıfların bu tarihteki yerini önemsizleştirmektir. Bu önemsizleştirme operasyonu, memleketin şimdiki halinden egemen sınıf olarak burjuvaziyi sorumlu tutmamızı engellerken, kurtarıcı sınıf olarak proletaryayı görmemizin de önüne geçecektir.
Sınıfların bu önemsiz ve tali görüntüsü, sınıfları gözden çıkarmayı da kolaylaştıracaktır. Yeni bir bin yılın başında Laçiner, sınıflar mücadelesinin bittiğini ilan edecektir…
Sınıflar mücadelesi bitti! Sınıflar bitmemiş ne gam…
12 Eylül 1980’de devlet zümresinin liderliğini yapan paşaların topluma karşı işini kolaylaştıracak diğer faktör ise gelecek yirmi yıla damgasını vuracak olan postmodern dönemdir.
Postmodernizm ile paşaların ittifakı, Türkiye’de siyaseti kökten değiştirecek, bir dönemi kapatıp, yeni, yepyeni bir dönemi başlatacaktır. Bu yeni dönemde eskiye ait referansları kullanma olanağı yoktur. Çünkü tüm modern toplumu belirleyen olgu yoktur artık:
“Özetle, bütün değerlerin parasallaşmasını, metalaştırılmasını, böylece araçsallaştırılmasını öngören, bireysel çıkardan başkasını tanımayan kapitalizmin mantığı tüm insan-toplum ilişkilerine sinip kuşatarak nihai amaç ve ‘zafer’ noktasına gelirken; bu süreçte o bireysel çıkarlarını sermaye üzerinden azamileştirmeye çalışan kesimlerle, emek üzerinden bunu yapan kesimler arasındaki sınıf-çıkar-mücadelesi de birinciler lehine tartışmasız biçimde nihayete ermiş sayılabilir. Bu mücadele ile belirlenen modern toplumun da sonudur bu.” 11
İşte bu kadar! Kapitalizm tüm insanlığı esir alarak nihai amacına ulaştı. Bu bağlamda sınıflar mücadelesi de burjuvazi lehine sonuçlanmış oldu.
Ama Laçiner için bunu alenen söylemenin ne anlamı olabilir ki? Kendisi zaten, modern Türkiye tarihini sınıflardan arındırarak yazmanın devlet ile toplum arasındaki çatışmaya endeksli bir formülünü bulmamış mıydı?
Ancak Laçiner sınıflar mücadelesinin bittiğini söyleyerek, bir zamanlar sınıfların da var olduğunu söylüyorsa, Türkiye tarihini, 1923’ü, 1950’yi, ‘60’ı, 12 Eylül’ü tekrar değerlendirmesinde sonsuz fayda var.
Aslında Laçiner’in buna da ihtiyacı bulunmuyor. Devlet ile toplum arasındaki çelişkinin lokomotif olduğu bir trenin, sınıflar mücadelesinin bittiği istasyonda gideceği yere varması o kadar doğal ki…
Laçiner yalnızca yönteminde tali olanı bir kenara bırakıyor. Devletin, siyasi mücadelelerin, modernleşmenin sınıflar mücadelesi tarafından belirlenmediği bir tarihte sınıflar vardı, sınıflar mücadelesi de vardı demenin ne kadar anlamı olabilir? Hiç…
“Ama Batı toplumları…” diye söze başlayacaktır Laçiner. Doğru ya, Batı kapitalizmlerinde devlet, Türkiye’deki devlet gibi değildir. Orada adam gibi bir kapitalizm vardır, adam gibi sermayedarlar, adam gibi de işçiler… Aralarında da adam gibi bir sınıf mücadelesi vardır. Ama işte sınıf mücadeleleri artık orada da bitmiştir ve hatırlanacaktır Türkiye dış basınca bu defa işte bu postmodern öğelerle maruz kalmaktadır.
Yalnız Türkiye burası; modernizmin hakkını veremeyen bir ülkenin postmodernizmin hakkını vereceği ne malum. Bu durumda birkaç yıl sonra, çarpık ve özgün Türkiye postmodernizmini eleştiren ve değerlendiren yazıları kaleme almak da yine Laçiner’e düşer. Çünkü, zaten karmakarışık, anlaşılması zor bir dönem olan postmodernizmin tam bir muamma olacak Türkiye versiyonunun hakkından bir tek o gelebilir; modern Türkiye tarihi için başarısı ortadadır.
Laçiner sınıflar mücadelesinin bittiğini iddia ederken, sınıflar mücadelesini merkezine alan marksizmin, modern toplumla birlikte miadını doldurduğunu da söylemektedir.
Künyesinde “sosyalist” yazan bir derginin genel yayın yönetmeninin sınıflar mücadelesi için bitmiştir demesi ciddi bir olaydır. Sınıflar mücadelesinin bittiğini iddia eden bir derginin, “solda” olduğunu iddia etmesi de, künyesinde “sosyalist” ibaresini taşıması da biraz gariptir.
Sınıflar mücadelesinin bittiğini iddia eden satırların yazarı, iddiasını marksist referanslarla desteklemeyi düşünüyorsa, hiç duraksamaksızın, insanoğlunun en sonunda ütopyasını yaşama geçirdiğini ve komünist topluma ulaşıldığını söylemelidir. Marksist referanslarla sözlerine devam eden Laçiner, sınıfların artık ortadan kalktığını, bu nedenle sınıflar mücadelesinin bittiğini ekleyecektir. Çünkü tersi mümkün değildir.
Sınıflar var olduğu sürece, sömürü ilişkileri de var olacak ve bunun doğal sonucu olarak sınıflar mücadelesi yalnızca ekonomik alanda değil, siyasi ve ideolojik alanlarda da sürecek, toplumsal formasyonu etkileyen her olguda varlığını hissettirecektir.
Laçiner, yaptığı dar tanımın sınıflar mücadelesinin anlamını karşıladığını düşünüyorsa yanılıyor ama ortada öyle garip ve saçma bir durum var ki, Laçiner’in tanımladığı şekliyle dahi sınıflar mücadelesi sürüyor; bireysel ekonomik çıkarlar için yürütülen mücadeleye indirgenmiş haliyle bile, emek gücünün bir meta olarak alınıp satılması devam ettikçe de sürecek.
Reel sosyalizmin “kamçılayıcı” etkisi
Marksist literatürde sınıf kavramı çokça tartışıldı. Ama marksist olduğunu iddia eden hiç kimse sınıfların varlığının üretim ilişkileriyle ve dolayısıyla sömürü ilişkileriyle olan bağlantısını yadsımadı. Sınıflar mücadelesi, sınıfların varlığının doğal sonucudur.
Bu mücadelenin bittiğini söylemek, farklı bir üretim tarzının hüküm sürdüğünü de söylemektir aynı zamanda. Laçiner, kapitalizmin de bitişini muştulamaktadır. Ama içinde yaşadığımız komünist topluma geçmek için kapitalist üretim tarzı elbette tasfiye olacaktır.
Laçiner kapitalist üretim tarzının sonunun geldiğini, komünizme geçildiğini söylemediğini iddia edecektir. Ona göre mücadelenin bitişi bir zaferden kaynaklanmaktadır; işçi sınıfı yenilmiş ve mücadeleyi bırakmıştır. Oysa proletaryanın bizatihi varlığı, sınıflar mücadelesinin kanıtıdır. Ama büyük olasılıkla Laçiner de bunları biliyor; ama onun derdi başka…
Laçiner siyaseti sınıftan koparmayı amaçlamaktadır.
Sınıf siyasetinin bitişini ispatlama hırsı, onu sınıflar mücadelesinin bitişine dair saçmalıkları üretmeye kadar götürmüştür. Sınıf siyasetinin temel aracı olarak parti ise, dayanılmaz bir alerji kaynağıdır.
“Parti, modern -endüstriyel, burjuva- toplumun en karakteristik ve -genel oy hakkı ile birlikte- en özgün siyasal kurumu olmasının yanısıra, onun siyasal yapılanışının, mekanizmasının da temel taşı, eksenidir.” 12
Evet, Laçiner haklıdır; modern toplum, asıl olarak egemen sınıf olarak burjuvazinin hakimiyetindeki toplumdur ve parti de siyasi mekanizmanın temel aygıtıdır. Burjuva toplumunda veya kapitalizmde örgütlü düzen partilerine karşı verilecek mücadelenin tek yolu da işçi sınıfının kendi bağımsız partisini kurması, onun aracılığıyla mücadele etmesidir. Laçiner bütün bunların farkındadır ama “partiyi de bitirmek” de Laçiner’in varlık nedeni haline gelmiştir.
Ancak kapitalizm koşullarında “partiyi bitirmenin”, yöntemi, teoriyi ve dolayısıyla tarihi iğdiş etmekten başka bir yolu yoktur. Cephane, postmodern tezlerden temin edilecektir.
Laçiner’in işe modernizmle, kapitalizmin arasındaki ilişkiyi yok etmekle başladığı anımsanacaktır. Kapitalistleşme dinamiklerinin yok sayıldığı bir süreçte, modernleşme maddi olgulardan bağımsız bir süreç olarak tanımlanmıştı; Türkiye’nin modernleşmesi de devletin bekasının sağlanmasının hikayesiydi aslında. Modern Türkiye’nin tarihini de sınıflardan azade, devlet-toplum ekseninde yürüyen bir çatışma aracılığıyla anlatmak mümkündü. Bu tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi değildi sanki.
Gecikmiş Türkiye kapitalizminin yapısal özellikleri nedeniyle, burjuvazi devlet ilişkisi Batı’ya göre farklı seyretmişti ve bu da Laçiner’e görünüşte bir fırsat sunuyordu. Bu fırsatı kaçırmayan Laçiner, devletin sınıfsal özelliklerine dair bilinen ne varsa alt üst ederek bambaşka bir “tarih” yazmaktan çekinmedi.
Hem bu tarih yazımı, “öncülük” iddiasına darbe vuruyor, devlet kavramını sınıfsal zeminden kopararak tarih dışılaştırıyor, böylece kapitalist devletle sosyalist devleti son tahlilde eşitleyerek, ikincisini de mahkum etmekten geri kalmıyor ve son olarak eksik modernleşmeyle malul Türkiye’de sola bu eksikliği kapatmak için misyonlar biçiyordu.
Öncülüğün ve devlet otoritesinin bütünsel olarak reddedilmesi, kapitalist rehabilitasyon tezleri sizlere tanıdık gelecektir. Bu tezlerin asıl olarak neyi hedeflediği de:
“ (…) çatışmanın [sınıflar mücadelesi -y.n.] siyasal iktidar mücadelesi boyutu da kazanması, yani tarafların çıkar -bölüşüm- kavgasını lehlerine çözümlemek için siyasal iktidarı ele geçirmeye çalışmaları, belki mevcut burjuvazi için ciddi bir tehdittir ama modern -kapitalist- toplumun temel mantığı açısından sadece kamçılayıcı bir etki demektir. “Reel sosyalizm”ler bunu aksi iddia edilemez biçimde kanıtlamıştır.” 13
Ey komünistler, uyanın! Yürüttüğünüz siyasal iktidar mücadelesi başarıya ulaşsa dahi bu “zafer” modern-kapitalist toplumu kamçılamaktan başka bir işe yaramayacak. Örneğin Sovyetler Birliği de “sadece” bu amaca hizmet etti zaten. Hem de aksi iddia edilemez biçimde… 14
İnsaf…
Reel sosyalizmi bu düzlemde tartışmanın hakikaten bir anlamı yok. Çünkü Laçiner, Ekim Devrimi’nin bir CIA komplosu olduğunu iddia etmek üzere!
İşçi sınıfının iktidara gelmesine karşı çıkmak, partiyi bitirme çabasının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Çünkü iktidar mücadelesi ile parti birbirinden ayrılamaz. İşçi sınıfını temsil etmek iddiasındaki parti, proletaryanın siyasal iktidarı fethetmesi için kurulur. Başka amaçlarla kurulan işçi sınıfı partisi olmaz; vakıf, dernek, tekke olur ama parti olmaz.
Ancak bu partinin siyasal iktidarı fethinden sonra, sosyalist kuruluş ve dolayısıyla toplumsal devrim süreci başlayacaktır. Üretim ilişkilerini dönüştürmenin, kapitalist üretim tarzını tasfiye etmenin başka yolu bulunmuyor. Komünist ütopyaya, sınıfların yok oluşuna giden yol, tek tek ülkelerdeki iktidarların fethinden geçiyor. Ancak, örneğin, bu amaç için yetmiş yılını veren, sayısız fedakarlığa katlanan, milyonlarca evladını kaybeden Sovyet işçi sınıfının kapitalizmi kamçılamaktan başka bir işe yaramadığı söylenebiliyor.
Ama unutmayalım, bunu iddia eden yazar, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin çoktan bittiğini de iddia ediyor. Kapitalizm koşullarında sona erecek bir mücadeleyi bitirmek için iktidar mücadelesi vermeye ne gerek var? Oturur, dergi çıkarır, kendimizi de “yoran” makaleler kaleme alırız. Bu arada sınıflar mücadelesinin bittiği dünyada ve Türkiye’de, milyonlarca insan açlıktan ve savaşlardan ölmektedir, çocuklar para karşılığında satılmaktadır, insanlar ABD emperyalizmine direndikleri için katledilmektedir, ama olsun…
“Şimdiki, postmodern durumda, bu mücadelenin galiplerine karşı -alttan- bir sınıf mücadelesi de söz konusu değildir. ‘Üsttekiler’e yönelemeyen -dikey- mücadele enerjisi, alttakiler arasında, kendileriyle benzer durum ve statüde olanlara karşı -yatay- bir öfke ve gerilimle etnik, dini, milli… çatışmaları biçimlendirmektedir.” 15
Cahilliğinden değil, kötü niyetinden yapıyor; kötü niyetinden dolayı cahili oynuyor.
Şimdiki zamanda yaşanan etnik, dini ve milli çatışmaların kökeninde sınıflar mücadelesinin bitişi var, öyle mi?
Laçiner, sınıflar mücadelesi bittiği halde dünya üzerinde yaşanan sorunların devam ettiğini de görünce, tezini ayakta tutmak için bu sorunların aslında sınıfsal özleri olmadığı konusunda bizi uyarıyor; kafasındaki ilkel ve statik sınıflar mücadelesi modeli, etnik veya dini görünümlü çatışmaların sınıfsal özünü görmesine izin vermiyor.
Türkiye’de son yirmi yılda binlerce insanın canına mal olan mücadelenin, yalnızca etnik nedenleri mi bulunuyor? Örneğin Sivas’ta onlarca insanı yakarak öldürenler, öfkelerini yukarıya yöneltemeyenlerdi. Sınıflar mücadelesi bitti ve Sivas’ta dostlarımız, arkadaşlarımız yandı.
Laçiner’e göre, Sivas’ın da, Kürt sorununun da, Türkiye’de kapitalizmin yarattığı sınıfsal antagonizmayla, eşitsiz gelişim ile bir ilgisi bulunmuyor. Sınıflar mücadelesinin bir gereği olarak ortaya çıkan ideolojik mekanizmalarla, burjuvazi tarafından körüklenen etnik ve dini ayrımcılıkla bu çatışmaların ilgisi hiç sorgulanmıyor.
Mücadele enerjisi doğrudan burjuvaziyi hedeflemiyorsa, bu burjuvazinin ağırlığını koyduğu bir sürecin sonucudur ve değişmez, nihai bir durumu ifade etmez. Ama bu durumu tersine çevirecek, işçi sınıfını gerçek hedefine doğru yöneltecek olan, kapitalizmden bağımsız ideolojik ve siyasi hattıyla partidir. Değiştirmek arzusundan bağımsızlaşmış yorumlama çabası, var olan durumun idealize edilmesiyle sonuçlanmaktadır.
Dünyada bugün işçi sınıfı geçmişe göre atıl görünmektedir, insanoğlu etnik ve dini çatışmalardan muzdariptir; ama bunlar sınıflar mücadelesinin bitmesinin değil, burjuvazinin bu mücadelede “geçici” üstünlüğünün sonuçlarıdır.
Burjuvazi bu üstünlük sayesindedir ki, siyasi, ideolojik ve ekonomik mekanizmalar aracılığıyla temelde sınıfsal antagonizmadan kaynaklı çelişkilerin yarattığı dinamizmin başka alanlarda massedilmesini sağlayabilmektedir. Siyasi iktidardan korkan, devletin her türlüsünü karşısına alan ve böylece değiştirme umudunu kaybeden zihniyet “geçici” ve “verili” olanı mutlaklaştırmakla işe başlayacak ve mutlak ve değişmez olanı veri alarak devam edecektir.
Sonuç hazindir; sınıflar mücadelesi bitmiş, mücadeleyi kaybeden işçiler birbirine girmiştir. Dünya ölçeğinde ise “galipler” muzaffer durumlarının farkında olmadıklarından, savaşın ve mücadelenin bittiğini idrak edemediklerinden olsa gerek, dehşet saçmaya devam ediyorlar. ABD, Afganistan’ı dini nedenlerden dolayı bombalıyor, Irak’ı benzer bir milli gerekçeyle işgale hazırlanıyor; İsrail ve Filistin arasındaki sorunun da kaynağı zaten etnik… Bu liste fazlasıyla uzatılabilir. Ancak bu liste mücadelenin muzaffer tarafını ilan edenler için bir utanç listesidir.
Partisiz yeni hayat! Oh ne rahat…
Artık zamanı geldi. İnanması zor bir çabayla modern toplum projesinin miadını doldurduğu ve sınıflar mücadelesinin bittiği söylendi. Tarih, teori hepsi eski hallerine dönüp, başlarının üzerine kalktılar ama olsun:
“Modern toplum ve onun siyasal düzeninin üzerinde şekillendiği sınıf mücadelesinin bu ‘bitişi’, o siyasal düzenin ve özellikle de merkezindeki parti kurumunun da bitişi, tarihsel rolünün sona ermesi demektir. Kimi partiler kendilerini şu yukarıda bahsedilen etnik, dini çatışmalara uyarlayarak sürdürmeye çalışsa, en büyükleri birer yönetim şirketine dönüşürken parti adını yine de korusalar da, modern sınıf mücadelesinin organları olarak partilerden söz edemeyiz artık.” 16
Laçiner, partilerin bitişine dair söylediklerine Avrupa’da ve Türkiye’de yaşanmakta olan siyasi tıkanıklığı kanıt olarak gösteriyor. Bu söylenenlere değiştirilemez bir somutluk vurgusu yine içkin olduğu ilk anda görülebiliyor ve yine söylenenler ciddi yanlışları barındırıyor. Çünkü Avrupa’da ve Türkiye’de siyasal sistemin ve partilerin yaşadığı tıkanıklıkla, modern toplumun sonu arasında bir ilişki bulunmuyor. Bu tıkanıklık burjuva modernizmine dair bir soruna işaret etse de…
Siyaset temel çelişkinin belirlediği sınıflar mücadelesinin özel bir görüntüsü değil bizatihi kendisidir. Sınıflar mücadelesi, ideolojik alanda da kendisi olarak var olur. Sınıflar mücadelesinin toplumsal formasyondan bağımsız, ayrı bir noktadan bu formasyona ait alanları belirlemesinden değil, bu alanlarda bizzat var olmasından söz edilebilir.
Bu bağlamda, modern toplumlarda gözlenebilen siyasi tıkanıklık, Laçiner’in nihai zaferini ilan ettiği burjuvazinin ciddi bir sorunu olarak görülebilir. Sınıflar mücadelesi ve modern toplum bitmemiş, ancak siyasi alanda egemen sınıfı temsil eden partiler bu temsiliyet ilişkilerini yeniden üretmek konusunda ciddi açmazlarla karşı karşıya kalmışlardır.
Temsiliyet ilişkileri, sınıf mücadelelerinin ve sınıfsal konumların tarihsel ürünleri olarak ortaya çıkar. Siyasal partilerin oluşum ve etkinlikleri aslında bu ilişkilerin açıkta ve görünen kısmıdır.
Burjuvaziyi temsil eden siyasi partiler bir yandan düzenin bekasını sağlarken, diğer yandan kitleleri sistemi ayakta tutmak için bu politikalara onay vermek konusunda ikna etmek zorundadırlar. Ayrıca yine bu temsiliyet ilişkisi gereği, burjuvazinin güncel istek ve çıkarları da, doğası gereği, düzenin uzun vadeli çıkarlarıyla çelişebileceğinden başka bir gerilim kaynağıdır.
Kitlelerle ve dolayısıyla emekçi sınıflarla girilen bu zorunlu ilişki, sermaye sınıfının güncel ihtiyaçlarının da zorlamasıyla sıkça bir kriz dinamiği haline gelir. İdeolojik mekanizmalar bir kural olarak kapitalizmi bu krizden korumak için varsa da, bu mekanizmalar da sistemin genel ve uzun vadeli yönelimlerine konsantre olduklarında, var olan krizin çözümünü her durumda kolaylaştırmayabilir.
Bugün Batı’da ve Türkiye’deki postmodern temalarla da beslenen genel ideolojik atmosfer, bir bütün olarak uzun vadede kapitalizmin lehine çalışıyor görünse de, kısa vadede, kitlesel zemini aşınan burjuvazinin partilerinin durumunu zorlaştırmıştır.
Bütünsel her tür projeye karşı çıkan, tümleştirici öğelerdense, parçalı kimlik ve söylemleri öne çıkartan bu ideolojik saldırı asıl olarak sosyalist hareketi ve işçi sınıfını hedeflese ve bunda başarı kazansa da, modernist temalardan beslenen burjuva partileri de saldırıdan dolaylı olarak etkilenmişlerdir. Kitleler bütünsel olarak apolitize edilmeye çalışıldığında, bu süreçten sermaye sınıfının kendi siyasi mekanizmalarının ve partilerinin de etkilenmemesi düşünülemez.
İlk anda zararsız gibi görülebilecek bu kitlesel çekiliş, geleneksel burjuva partilerinin eriyen tabanları nedeniyle, aynı partileri önemli bir işlevlerini yerine getirmekten alıkoymuştur. Bu partiler, siyaset aracılığıyla emekçi sınıfların kapitalizme olan bağlılıklarını yeniden üretemez hale gelmişlerdir. Ancak bu erime, aynı ideolojik saldırının asıl hedefi göz önüne alındığında, işçi sınıfı partilerinin erimesiyle eşzamanlı gerçekleştiği için kalıcı bir tehlike oluşturmaktan uzaktır.
Ama yalnız bir şartla; işçi sınıfı partilerinin toparlanıp, sistemin siyasi olarak kapsama alanının dışına çıkmış bu kitleyle temasa geçmemesi şartıyla…
Ancak bu kitlelerin kapitalizmin ideolojik kapsama alanının dışına çıktığı hayalciliğine de kapılınmamalıdır. Ayrıca sermaye düzeninin daimi bekçisi devletin hep orada olduğu, kapitalizmin uzun vadeli çıkarlarını koruduğu da unutulmamalıdır. Yine, siyaset alanında ortaya çıkacak boşluklar, Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, ordu gibi farklı kurumlarca da doldurulabilmektedir.
Burjuva partilerinin yaşadığı bunalım, Laçiner’in iddiasının tam tersine, sınıflar mücadelesinin bitişini değil, işçi sınıfı için yeni olanakları müjdelemektedir.
Laçiner’in yaptığı bir diğer ciddi yanlış da, burjuva partilerini işçi sınıfı partileri ile aynı kefeye koyarak, bunalımın koşulsuz olarak tüm partiler için geçerli olduğunu iddia etmesidir.
Oysa, işçi sınıfı partileri burjuva partileri ile kesinlikle aynı düzlemde mücadele ediyor olsalar da farklı bir temsiliyet ilişkisi üzerine bina edilmişlerdir. Öncü parti, köklerini modernist gelenekte bulsa da, tıpkı marksizmin modernizmle olan ilişkisinde olduğu gibi, modernist parti geleneğini aşmıştır.
Marksizm köklü ve bütünsel bir modernizm eleştirisidir, ama bu eleştiri basit bir reddiyeden öteye geçer; marksist düşünce, modernist ve aydınlanmacı burjuva düşüncesini her anlamda aşar.
Bu bağlamda, örneğin, marksistlerin aydınlanma karşısındaki tutumları da kendi aydınlanma projelerini nasıl yaşama geçireceklerini düşünmek şeklindedir. Ama marksist aydınlanmanın, burjuva aydınlanmasını her yönden aştığı, bu aşkınlığa da öncelikli olarak burjuva aydınlanmacılığının eleştirisiyle ulaşıldığı unutulmamalıdır.
Parti kurumsal olarak elbette modern çağın ürünüdür. Ama Lenin’in partisinin modern çağın partileriyle pek az ilişkisi vardır.
Temsiliyet ilişkisini iradi bir düzlemde yeniden üreten öncü partinin, sosyalist devrimin gereklerine göre örgütlendiği için, kitlelerle olan ilişkisi de burjuva partilerinin ilişkisine göre çok farklıdır.
Kapitalizmde ekonomik olan ile siyasi olanın göreli ayrılığı, temsiliyet ilişkilerinde de köklü bir dönüşümü ifade eder. Siyasetin, sömürü mekanizmalarına doğrudan değil, dolaylı olarak müdahale edecek olması, birtakım dolayımları zorunlu kılmıştır.
Oysa işçi sınıfını temsil etme iddiasındaki öncü partinin bu anlamda dolayımlara ihtiyacı yoktur. Çünkü aslında söz konusu olan öncelikle “öncülük”tür. Parti sömüren değil sömürülen bir sınıfı, proletaryayı temsil etmek, sınıflar mücadelesinde onun çıkarlarını savunmak için, işçi sınıfına öncülük etmek zorundadır.
Sınıfın doğal isteklerinin ya da bir başka deyişle sınıfın kendiliğinden bilincinin belirlediği bir zeminde mücadele etmek, işçi sınıfı partisini, bu bilincin egemen ideolojiden bağımsız olamayacağı gerçeğinden dolayı, proletaryayı değil, farklı bir bağlamda da olsa, burjuvaziyi temsil eder konumda bırakacaktır.
Bu nedenle işçi sınıfı partisi için öncülük, sınıfı temsil etmenin yegane yoludur. Temsiliyet ilişkisi iradi düzlemde yeniden üretilirken, ortaya çıkan sonucun modern temsiliyet ilişkileri ile ilgisi kalmamış, modern düzlem kesin olarak aşılmıştır. Aşkınlığın başlangıç noktası da hiç şüphesiz, kapitalizmden bağımsız, ideolojik ve siyasi hattır.
Ancak bu noktada yaygın olarak düşülen yanlış, öncü partinin farklı bir mücadele zeminine kayıyor olduğu yanılgısıdır. Öncülük ilişkisi ile işçi sınıfını temsil etmeyi başaran parti, burjuvazinin karşısına elbette sınıflar mücadelesinin aslında kendisi olarak var olduğu siyasi alanda çıkacaktır. Birinde işçi sınıfı, diğerinde burjuvazi adına siyaset yapılan iki ayrı siyaset alanı yoktur; burjuva partileri de, işçi sınıfı partisi de aynı siyasi alanda mücadele ederler.
Keşke burjuva partileri bitmiş olsalar. Ama söz konusu olan nihai bir son değil, kapitalizmin yaşadığı siyasi krizdir. Ancak bu kriz, burjuva partilerine öykünen sol partilerin de bitişidir aynı zamanda. Laçiner’in lügatında leninist partinin olmamasında şaşılacak bir yan yok ama Laçiner’i daha da umutsuzluğa sürükleyen olgu, farklı siyaset anlayışı derken burjuva partilerinden farkı kalmayan, parti gibi olmayan “sol” partilerin de krizidir. 17
“Türk solu hiçbir şey yapmadıysa…”
Parti nefreti, postmodern tezlerle süslü bir şekilde önümüze sunulmakta, kapitalizmin nihai zaferinden söz edilerek alternatif bir toplum projesinden vazgeçilmektedir. Partiden vazgeçmek, aslında tarihe müdahale iradesinden vazgeçmektir.
Tüm toplumu kapsayan bütünsel ve tümleştirici bir kimlik olarak sınıfların ve dolayısıyla sınıflar mücadelesinin sona erdiğini söylemekle, kapitalizme karşı toptan bir mücadeleye inanç da bitmiştir. Artık Laçiner gibi düşünenlerin önünde daha iyi bir kapitalizm arayışından başka bir yol yoktur. Bugün, Birikim’in Avrupa Birliği konusunda en az Türkiye burjuvazisi kadar hevesli olması da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Postmoderniteyi bir durum olarak tarif eden Laçiner, modern toplumun sonu teziyle, postmodernist tezlere sahip çıkmaktadır.
Batı kökenli bu postmodern tezler elbette bir anda ortaya çıkmadı. Bu yaklaşımın köklerini 1970’lerde izlerini sürmek hep daha kolay olsa da, tezlerin asıl öncüllerini deşifre etmek için biraz daha önceye, sol tarihi açısından da daha tanıdık bir tarihe gitmek gerekiyor. 1968’e bu bağlamda bakmak, Batılı entelektüelin düşünsel gelişimini incelemek açısından ilginç olduğu kadar, çok farklı bir karakterde ‘68’i yaşamış Türkiyeli bir grup solcunun siyasal yolculuğunu anlamak için de ipuçları barındırıyor.
Batı 68’ini sürükleyen tema hiçbir zaman işçi sınıfı olmadı. Dönemin hareketlerinde egemen öğe ya öğrenciler ya da entelektüellerdi. Sosyalist ideolojinin doğal önderi Sovyetler Birliği’nin Avrupa’dan çekilmesi, ero-komünizmin garip ve anlaşılmaz ittifak politikaları, sol dinamizmin anti-sovyetik akımlarca belirlenmesine olanak tanıdı. Bir köylü ülkesinden çıkan Maoculuğun Batıda bu kadar prim yapmasının nedeni, güçlenen anti-sovyetizm ile birlikte, sınıf söylemini terk eden Batı solunun farklı mücadele alanlarında ihtiyaç duyduğu esini, özellikle de “kültür devrimi” efsanesiyle sağlamasıdır.
Sosyalizmin İkinci Savaş’tan kalma prestijinin Avrupa’da hızla eridiği ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin bu süreci neredeyse hiçbir şey yapmadan seyrettiği ‘60’lar aynı zamanda kapitalizmin olağanüstü bir büyüme hızı yakaladığı yıllardır; kapitalizm ekonomik olarak da güçlenmektedir.
‘70’lerde yaşadığı derin ekonomik krizden kaynaklı ideolojik ve siyasi sarsıntıyı yine ideolojik yöntemlerle atlatmayı tercih eden kapitalizm, bu yolla muhalif hareketlerin yönünü daha çok belirleme olanağına da sahip oldu. 1960’ların işçi sınıfından bağımsız mekansal, parçalı ve kültürel özgürlük arayışının, bu yardım ve manipülasyonla, postmodern söyleme dönüşmesi hiç de zor olmayacaktı. Kapitalizmin etrafına ördüğü bu kalın ideolojik duvar için gereken tuğlalardan sonuncusu da Berlin Duvarı’ndan çıkanlardan tedarik edildi.
Düşünsel ve teorik temelleri zayıf Türkiye solu da bu tezlerden derinden etkilenecektir. Hızla kendisini bir muhalefet kültürüne indirgeyen Türkiye solunun bir kısmının, teorik gıdasını bu tezlerden almasından daha doğal bir sonuç olamaz.
Siyasal iktidar mücadelesine inanmamanın, reel sosyalizme düşman olmanın, kapitalizmin yenilmezliğine ve ebediliğine olan inancın altı, postmodernist düşünürlerden alınanlarla kolayca doldurulacaktır.
Kapitalizme karşı, sınıfsal zeminde bütünsel olarak verilen mücadele ve onun aracı parti reddedildiğinde, geriye kalan güdük mücadelenin bile nasıl yürütüleceği kocaman bir muammadır:
“Modern toplumda partiye karşı partiyle verilen mücadelenin yerine geçebilecek ve geçmesi gereken bu hayata, bu topluma karşı yeni bir hayat ve toplumun inşası mücadelesidir.” 18
Kapitalizmin nihai zaferinin ve dolayısıyla burjuvazinin egemenliğinin belirleyici olduğu bir konjonktürde Laçiner’in “yeni bir hayat”ı nedir, anlamak mümkün değil. Ama Laçiner’in başka yazıları belki bu konuda yardımcı olabilir; Avrupa Birliği’ne katılırken Türkiye’nin neler yapması gerektiği üzerine kafa yoran Laçiner umudunu emperyalist AB projesine bağlamıştır.
Sınıflar mücadelesinin sona erdiğini, kapitalizmin nihai zaferini iddia ettiğini söyleyen Laçiner için aslında tarihin sonu gelmiştir. Böylesi bir zaferden sonra, solun teorik olarak bir anlamı kalmaz. Çünkü mutlaklaşan kapitalizme karşı bütünsel bir mücadele gündemden düşmüştür. Artık gündemde olan kapitalizmin rehabilitasyonunu merkeze alan Laçiner solculuğudur.
Ancak Laçiner’in iddialarının gerçekle bir ilişkisi bulunmamaktadır. Sınıflar mücadelesi tüm şiddetiyle sürmekte, bu bağlamda işçi sınıfının eşitlik ve özgürlük temelinde kuracağı sosyalist toplum hedefi güncelliğini korumaktadır.
Gerçekte, gündemden düşen Laçiner solculuğudur. Umutsuzluk ve karamsarlık bezirganlığının, daimi muhalefet kültürünün yanına sınıflar mücadelesinin ve partilerin bitmesini ekleyen Laçiner’i teorik olarak solda görmek imkansızlaşmıştır.
Emperyalizmin en azgın çağında sınıflar mücadelesinin sona erdiğini iddia eden Laçiner hakkında ne diyebilirsiniz?
“(…) Türk solu hiçbir şey yapmadıysa, Ömer Laçiner gibi bir adam yetiştirdi. Bu bile yeter!” 19
İşte böyle…
Ama kimse niye böyle oluyor diye sormasın; yanıt o denli açık ki… Sınıflar mücadelesi devam ediyor çünkü…
Dipnotlar ve Kaynak
- Bkz. Birikim 152-153,Aralık 2001-Ocak 2002.
- ÖmerLAÇİNER, “Kapan(may)an bir parantez mi?”, a.g.y., s.10.
- Ahmet ÇİĞDEM, “Yirmi yılın hikayesi: Devlet kapitalizmi ile Türk usulü faşizm”, a.g.y., s.44
- a.g.y., s.49
- Ömer LAÇİNER, a.g.y., s.10.
- Bkz. Ellen Meiksins WOOD, “Postmodern gündem nedir?”, Marksizm ve Postmodern Gündem, der. Ellen Meisksins WOOD – John Bellamy FOSTER, Ütopya yay., Ankara, Şubat 2001.
- Ömer LAÇİNER, a.g.y., s.11.
- a.g.y., s.11-12.
- a.g.y., s.12.
- a.g.y., s.14.
- Ömer LAÇİNER, “Parti bittiyse de…”, Birikim 155, Mart 2002, s.18.
- a.g.y., s.15.
- a.g.y., s.17.
- “Genel kabule göre”, “aksi iddia edilemez biçimde”… Bu tarz ifadeler Laçiner’in içini rahatlatıyor olabilir ama reel olarak bir şeye tekabül etmiyorlar. Postmodern çağa geçildiği, burjuva ideologlar ve yazarlar arasında genel kabul görüyorsa, bu marksistleri neden ilgilendirsin? Burjuva kampı sayıca daha kalabalık olduğu için mi? Peki aynı mantıkla Laçiner, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının “genel kabul”ler hakkında ne düşünüyor acaba? Örneğin seçmenlerin tercihleri hakkında… “Genel kabule göre” bu ülkede sosyalizmin bir şansı bulunmuyor. Ama pardon, Laçiner de tersini düşünmüyor ki! Reel sosyalizm konusunda ise, Laçiner’in bilgisi olsun, Gelenek 74 sayıdır tersini iddia ediyor. Geçmiş sayıların taranması, nasıl aksini iddia ettiğimize dair bir fikir verebilir.
- a.g.y, s.19.
- a.g.y., s.19.
- Laçiner’in “partilerin bitişi” tezine, solda olanların da bittiğini söyleyen Ruşen Çakır’dan da destek geliyor: “Son yirmi yılda sistem karşıtı olmasalar bile sistem dışı olarak tanımlanabilecek hareketlerin hepsi inişli çıkışlı bir grafik izlerken bir tek radikal sol sistemli bir şekilde geriledi. TBKP, SBP gibi partiler kısa ömürlü oldu. ÖDP, EMEP, İP, SİP, TSİP gibi partiler her geçen gün daha da marjinalleşti.” Çakır’a bu sonuca nasıl ulaştığını sormak en doğal hakkımız. 1980 sonrasında düzenli olarak büyüyen tek haraket olan Gelenek-SİP-TKP çizgisi bugün 1 Mayıs’ta alanlara büyük kitleleri taşıyabilen bir “parti”dir. Çakır, TKP’nin marjinalleştiği iddiasının hangi ölçütlere dayandığını açıklamak zorundadır. Bkz. Ruşen Çakır, “Son yirmi yılda merkez dışı hareketler”, Birikim 152-153, Aralık 2001-Ocak 2002, s.144.
- Ömer LAÇİNER, a.g.y., s.19.
- Muhsin KIZILKAYA, Bende Mahfuz Fotoğraflar, İletişim Yay., İstanbul, 1997, s. 195.