Sanayisiz bir kapitalizm olabilir mi? Bu yazı, en özet ifadeyle bu soruya yanıt arayacak. “Postendüstriyel toplum tezi”, sanayisiz bir kapitalizmin varolabileceğini öne sürmekte ve en azından kapitalist hiyerarşinin en tepesindeki ülkelerde sanayi üretimin ve istihdamının giderek düşmesini buna kanıt olarak göstermektedir. Yani postendüstriyel toplum tezine göre kapitalizmin giderek sanayisizleşmesi, tıpkı küreselleşme süreci gibi kaçınılmaz bir gelişmedir. Aynı yaklaşım, sanayileşme ya da daha geniş anlamda kalkınma kavramlarının 20. yüzyılın son çeyreği itibarıyla gündemden düşmüş olduğunu ya da en azından bu ikisi arasındaki bağın kopmuş olduğunu öne sürerek, artık eski kalkınma paradigmasının yerini yeni bir “gelişme tarzı”nın dinamiklerine ve paradigmalarına bıraktığını vaaz etmektedir. Bu yeni “gelişme tarzı”, kapitalist uygarlığın yeni bir gelişme düzeyini yansıtması nedeniyle iktisadi süreçlerin çok köklü bir değişimini ifade ettiği gibi, doğal olarak siyasal süreçlerin de radikal bir değişimini imlemektedir. Günümüzün küreselleşme övücüsü “post” önekli ideolojileri, ekonominin ve siyasetin mekânsal ölçeklerinin değiştiğini, bir yandan küresel ölçek önem kazanırken öte yandan ulus devletin “gücünü yitirmesi”nin yerelliğe ait özgünlüklerin önemini arttırdığını, teknolojideki gelişmelerin de yerellikler arasında ulus devlet dolayımına dayanmayan küresel bir hiyerarşinin ortaya çıkmasını mümkün kıldığını iddia ediyorlar. Yani sözde küreselleşme süreci yerelleşme süreciyle beraber ilerlemiştir. Postendüstriyel toplum tezi, bu önermelerden hareketle, sanayisizleşme sürecini kapitalizmin “sanayinin ötesi”ne geçmesinin kanıtı olarak gösteriyor.
Bu önermelerin aklı başında solcular tarafından kabul edilemeyeceği açık. O halde “sanayisiz kapitalizm olmaz” düsturunu belleyip, sanayisizleşme argümanını baştan sona küreselleşmecilerin uydurduğu bir yalan olarak görmek mümkün mü? Hele de Türkiye gibi, burjuvazinin kalkınma sanayileşme gibi kavramları mezara gömmek için ne gerekiyorsa yaptığ,ı bir sene içinde sanayinin yüzde 14 küçüldüğü bir ülkede sanayisizleşme argümanını bir çırpıda reddetmenin haklılığı savunulabilir mi? Ben savunulamayacağını düşünüyorum. Çünkü memleketimizin doludizgin kalkınma, dolayısıyla sanayileşme düşüncesinden uzaklaştırıldığı, oysa ki emekçi halkımızın refahını artırmanın önemli ölçüde ekonomik kalkınma ve sanayileşme konularında göstereceğimiz başarıya bağlı olduğu gün gibi ortada. Geçmişte de komünistler sık sık Türkiye gibi ülkelerde iktisadi kalkınmanın ancak ve ancak sosyalist bir iktidarın meziyeti olabileceğini ifade ederlerdi; bugün bu gerçek çok daha açıkça görülebilmektedir. Kalkınma ve sanayileşme düşüncesini modası geçmiş bulan kimi aklı evvellere, rantiye birikimin sanayiden çok daha eski, çok daha ilkel, çok daha asalak ve çürümüş olduğunu hatırlatırım.
Ancak yine de bir şerh koyarak günümüzde sanayileşme ve kalkınma etrafında dönen tartışmaların önemli bir alt başlığı olan sanayisizleşme tartışmasının ideolojik düzlemde yukarıda belirttiğim yerelleşme-küreselleşme, işçi sınıfının ölümü, politik öznelerin ve siyasetin mekânsal ölçeklerinin değişimi gibi bir dizi “post” önekli önermeyle paralel düşmesinin mümkün olduğunu ve bu tür paralellikleri kuran bir takım “entelektüeller”in de var olduğunu belirtmek isterim. Dolayısıyla, sanayisizleşme sürecinin bu tarz bir yorumunun da olduğunu ve bu yorumun kabul edilebilir olmadığını vurgulayalım. Günümüzde sanayi, sanayisizleşme, kalkınma gibi kavramlar halen sırtlarında pek çok ideolojik yük taşıyan ve bu nedenle de ideolojik mücadelenin fay hattında duran kavramlardır. Sol duyulu bir yaklaşımın, öncelikle söz konusu kavramların betimlediği süreçlerin hangi sınırlar içinde tartışılacağını çok iyi belirlemek zorunluluğu vardır.
Kapitalizm sanayisizleşmektedir, ancak bu süreç, birincisi, bir ilerleme değil, gerilemedir ve ikincisi, toplumsal sınıfların siyasal özneler olmaktan uzaklaştığı ve buna bağlı olarak artık yepyeni bir siyasal ölçek sorunuyla karşı karşıya kaldığımız yollu önermeleri doğrulayacak hiçbir dinamik içermemektedir.
Kanımca mutlak anlamda sanayisiz bir kapitalizm varolamaz. Sanayileşme paradigmasının kapitalist üretim sürecinde oynadığı rolün değişmesi başka şeydir, tümüyle sanayisiz bir kapitalizmin ortaya çıkması başka bir şey. Bu nedenle, sanayisizleşme argümanın güncel ideolojik mücadelenin yoğunlaşma alanı içerisinde görülmesi gerekiyor. Dolayısıyla sanayisizleşme tartışmasının iktisadi süreçlere daraltılarak incelenmesi pek açıklayıcı olmayacaktır. Konunun özellikle kapitalizmde mekânın gelişim dinamiklerine etkisi ve sol içersinde yeni sol-geleneksel sol ayrımıyla birlikte başlayan aktör-yapı diyalektiği tartışması üzerinden ele alınması anlamlı olacaktır, çünkü sanayisizleşme süreci en çok burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki ilişkide yol açtığı farklılıklar üzerinden tartışılmaktadır. Bu nedenle konuyu salt iktisadi bir çözümlemeye dayanarak açıklamak pek aydınlatıcı olamaz. Ancak ben yine de tartışmaya sanayisizleşme sürecini çözümleyen ekonomik temelli yaklaşımların genel ayrımlarına değinerek başlamak ve buradan devam etmek istiyorum.
Sanayisizleşme süreci, iktisat yazınında genel olarak üç ayrı biçimde yorumlanmaktadır. Bu yaklaşımlardan ilki, sanayisizleşmeyi iktisadi gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak gören ve bu anlamda bir gelişme düzeyini temsil ettiği için süreci olumlu olarak yorumlayan “pozitif sanayisizleşme” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, ekonomik gelişmenin yapısal bir sonucu olarak sanayinin önemini yitirmeye başladığı varsayımına dayanıyor. Başka bir ifadeyle, ekonomik gelişme, tarımın makineleşmesi aracılığıyla tarımsal istihdamın giderek daralmasına, öte yandan daha önce toprağa bağlı olan nüfusun kentlere gelerek sanayide istihdamı arttırmalarına ve bu sürecin sonucunda da kişi başına düşen gelirin artmasına sahne olur. Ancak belirli bir eşikten sonra sanayide istihdam ve gelir, hizmet sektörü lehine düşmeye başlayacaktır. Bu durum, sektörler arasında talebin gelir esnekliğinin farklı olmasının (bir ülke sanayileştikçe sanayi ürünlerine olan talebin gelir esnekliği azalır, ancak aynı durum sermaye yoğunluğu daha düşük olan hizmet sektörü için geçerli değildir), sanayide üretkenliğin hizmet sektöründen hızlı artmasının ve tüketim alışkanlıklarının hızla değişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, pozitif sanayisizleşme hipotezine göre sanayisizleşme ekonomideki bir sağlıksızlığın değil, bizzat ekonomik gelişimin sonucu olacaktır.
İkinci yaklaşım sanayisizleşmenin olumsuzluğuna vurgu yapan “negatif sanayisizleşme hipotezi”dir. Bu yaklaşıma göreyse, sanayisizleşme ekonomideki genel dengesizliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Sanayide ortaya çıkan işsizlik hizmet sektörü tarafından tamamen emilememekte, böylece ekonomi giderek artan gerçek gelirler ve tam istihdam ideallerinden daha fazla uzaklaşmaktadır. Döviz kurunun aşırı değerlenmesi, yüksek emek gücü maliyeti, düşük ürün kalitesi gibi etkenler de ekonomilerin azalan rekabet gücüne işaret etmektedir. Dolayısıyla negatif sanayisizleşme hipotezi, sürecin ekonomideki yapısal sorunlardan kaynaklandığını öne sürmektedir. Öte yandan, negatif sanayisizleşme hipotezinin savunucuları da sanayisizleşmeyi daha çok gelişmiş kapitalist ülkelere özgü bir sorun olarak görmektedir.
Son yaklaşım, sanayisizleşmeyi dış ticaretle ilişkili bir olgu olarak yorumlayan “dış ticaret yaklaşımı”dır. Bu yaklaşıma göre dış ticaret, imalat sanayi istihdamı üzerinde hem makroekonomik etkenler aracılığıyla, hem de dayattığı uluslararası işbölümü sayesinde etkili olmaktadır. Dış ticaret, gerek güçlü gerekse de zayıf ticaret yapısına sahip merkez ülkelerde sanayisizleşme sonucuna götürebilir. İmalat sanayiinde ticaret dengesinin pozitif olduğu durumda “pozitif sanayisizleşme” yaklaşımının açıklaması çerçevesinde sanayisizleşme gerçekleşecek, tersi durumdaysa negatif sanayisizleşme yaklaşımının açıklaması geçerli olacaktır. 1 Sanayisizleşmeyi uluslararası ticaretin dinamikleriyle ilişkili bir süreç olarak gören “dış ticaret yaklaşımı”, hem diğer iki yaklaşımı çerçevesine dahil etmiş olduğundan, hem de sürece daha geniş bir perspektiften baktığından diğer iki yaklaşıma göre daha açıklayıcı ve tartışmaya değerdir. Ülkelerin verili ekonomik durumlarına göre ortaya çıkan “mukayeseli üstünlüklerinin” belirlediği bir dış ticaret yapısının etkisi altında üretim süreçlerini geliştireceklerini öne süren ortodoks dış ticaret kuramının varsayımlarından hareket eden bu son yaklaşım böylece liberal “serbest pazar ve ticaret” dogmalarını da tartışmanın kapsamına katmıştır.
Sanayisizleşme olgusunu emperyalizmin dünya çapında sistemsel bir bütünlük taşıdığı gerçeğinden hareketle, tüm bir emperyalist sistemin iç ilişkilerini göz önüne alarak çözümlemek gerekiyor. Bu yaklaşım bizi ister istemez uluslararası iktisat kuramında öne sürülen bazı iddiaları da tartışmaya davet ediyor. Bu çerçevede güncel bir tartışma, emperyalist sömürünün en temel araçlarından bir tanesi olan “sermaye ihracı” olgusunun, “sermaye kaçışı” gibi anlamı bulanık kavramlarla ikâme edilmeye çalışılmasıdır. Sanayi sermayesinin gelişmiş kapitalist ülkelerden kaçarak üretim maliyetinin göreli düşük olduğu ülkelere yerleşmesini ifade eden “doğrudan dış yatırım”ların günümüz kapitalizmine ait yeni bir özellik olduğu ve bu özelliğin ülkelerin iktisadi ilişkilerini giderek daha çok belirlediği iddia edilmektedir. Doğrudan dış yatırımların hacmindeki artış, gelişmiş kapitalist ülkelerin sanayisizleşmesini açıklamakta başvurulan unsurlardan bir tanesidir. Şu kadarını baştan belirtelim; sermayenin bir yere kaçtığı yok. Son yirmi yılda kapitalizmin deneyimlediği süreç, gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki sermaye hareketlerinin yoğunlaşması-derinleşmesi ve bununla beraber, azgelişmiş kapitalist ülkelere “yeni uluslararası işbölümü” çerçevesinde gerçekleştirilen sermaye ihracıdır. Bu nedenle bir sonraki bölümde sanayisizleşme olgusunu sermayenin uluslararası hareketi üzerinden yeniden ele alacak ve böylece sanayisizleşme olgusunu ekonomik anlamda emperyalist sistemin genel işleyiş dinamiklerine dayanarak açıklamaya çalışacağım.
Bütün ulusların refah düzeylerini yükselteceği iddia edilen en eski burjuva masalı olan “serbest ticaret” mitolojisi de konumuz bağlamında önemlidir. Gerçekte uluslararası ticaret, ülkeler arasındaki eşitsizlikleri yansıtan ve derinleştiren bir etkinliktir. Neoliberal ideolojinin bir parçası olan ticaretin liberalize edilmesi dayatması, sanayisizleşme biçiminde gözlenen olumsuz dinamiklerin azgelişmiş kapitalist ülkeler üzerine daha da tahripkâr bir dizi etkide bulunmaktadır. Bu etkilerin başında ticaretle kalkınma arasındaki bağın kopmasının sonucunda ülkelerin iktisadi kalkınmaları için gerekli olan kaynakları emperyalist tekellerin mal ve hizmetlerini satın almak üzere tüketmeleridir. O halde serbest ticaret yalanının dünya kapitalizminin daralma eğiliminin bir sonucu olan sanayisizleşme sürecinin olumsuz etkilerini azgelişmiş kapitalist ülkelere yansıtmakta önemli bir işlevi bulunmaktadır. Bu işin nasıl yapıldığının ampirik bir analizini bu yazıda yapmayacağım ancak kuramsal çerçevede serbest ticaretin ne işe yaradığını tartışacağım. Aynı alt başlıkta, neoliberal saldırının bir diğer düsturu olan mali liberalizasyonun azgelişmiş kapitalist ülkelerin sanayi ve istihdam yapılarına etkilerine değineceğim. Bu iki unsuru, eşitsiz gelişme süreci içerisindeki dünya kapitalizminde sanayisizleşmenin nedenleri olarak görmek gerektiğinin altını çizmek isterim. Bu nokta özellikle, sanayisizleşmeyi tek başına gelişmenin yeni bir düzeyine tekabül eden bir aşama olarak gören postendüstriyelci tezlerin karşısında, sanayisizleşmenin dünya kapitalizminin tümünü ilgilendiren ve emperyalist sistemin eşitsizliklerini tam olarak yansıtan bir süreç olduğunun altını çizmek için gerekli.
Bu nedenle günümüz kapitalizminde uluslararası ticaretin dinamiklerinin, sermaye ihracı ve sermaye kaçışı (doğrudan dış yatırım) gibi süreçlerin incelenmesi ilk hareket noktası olacak. Ancak, daha önce de belirttiğim gibi, iktisadi çerçeve, sanayisizleşme konusuyla ilgili tartışmaların yalnızca bir bölümünü kapsıyor. Bu çerçevenin dışında, konunun doğrudan siyasal alanla ilişkili bir dizi tartışmaya da kaynaklık ettiğini ya da bu tartışmaların da gündeminde bulunduğunu belirtelim. Bu nedenle daha sonraki bölümlerde, kapitalizmin gelişiminde sanayinin rolü ve bunun sınıflar mücadelesindeki yansımaları üzerinde duracağım. Özellikle sanayi ve sanayileşme kavramlarının yerini yeni bir gelişme paradigmasının almasının olanaklı olup olmadığı tartışma konusu olacak.
Bu çerçevede kapitalizmin yeni bir evreye geçtiğini savlayan bazı kuramların ana hatlarına ve bu kuramlarda öne sürülen iktisadi-siyasi dönüşüm iddialarına değineceğim. Teknolojik determinizmle malûl bir grup liberal ve postmarksist kuramcının savunageldiği “postendüstriyel toplum”, “ağ toplumu” gibi kuramların temel argümanlarını, özellikle Manuel Castells ve Antonio Negri gibi son yıllarda uluslararası sol çevrelerde konuyla ilgili tartışmalara yol açan yazarların çalışmaları çerçevesinde incelemenin anlamlı olacağını düşünüyorum. Kapitalizmin bir “enformasyonel gelişme tarzına” geçtiğini öne süren ve son 25-30 yılda yaşanan teknolojik değişimlerin kentsel sürece olan etkisi üzerine çalışan Althusser tilmizi Manuel Castells, postendüstriyelci tezlere güncel bir teorik temel kazandırmak konusunda oldukça büyük bir çaba sarf etmektedir. Althusser’in marksizme yönelik getirdiği metodolojik eleştirilerle açtığı yolu sosyal ve siyasal süreçlerin analizine taşıyan Poulantzas’ın kurduğu sınıf-devlet-siyasal mücadele ilişkisinin günümüzde Castells, Negri ve benzerlerinin kuramlarında yeniden üretildiğini düşünüyorum. Bir zamanlar “proletarya öldü mü ölmedi mi” çerçevesinde yapılan yeni solcu sınıf analizinin, günümüzde yerini proletaryanın yokluğunu veri alan ve kendisine yeni siyasal özneler bulma misyonunu biçen teorilere bıraktığını söyleyebiliriz. Batı düşünce dünyasına hakim olan teorilerin önemli bir bölümü bu tür arayışların ürünü.
Geçmeden evvel, bu yazının çok geniş bir tartışma düzleminin ancak genel bir profilini çıkartmayı hedeflediğini ifade etmeliyim. Burada teorik düzeyde sunulan çerçevenin Türkiye’nin iktisadi süreçlerine ve sınıf mücadelesine uygulanması ise tamamen başka bir çalışmanın konusudur. Böyle bir çalışmayı yapmak gerekli şüphesiz, ancak bu yazının amacı böyle bir araştırmaya ışık tutmak değil. Her ne kadar burada öne sürülen argümanların Türkiye özelinde yapılacak bir sanayisizleşme tartışmasından tamamen kopuk olduğu söylenemezse de, bu yazı asıl olarak ideolojik bir amaçla yazıldı; dünya solu üzerinde de etkili olan bazı tartışma ve kuramların, Türkiye’den bakarak marksist bir eleştirisini yapmak. Bu nedenle okurun bir takım teorilerde öne sürülen argümanların uzun uzun betimlenmesini mazur görmesini dileyeceğim. Bu tarz, metnin amacıyla doğrudan ilişkili olarak tercih edildi. Bugün bir düzeyde dünya solunu da meşgul eden bazı “post” önekli sıfatlarla anılan şahısların daha iyi tanınması, bu adamların ürettikleri ideolojinin karşısına daha donanımlı bir biçimde çıkmamıza yardımcı olacaktır. Donanımı artırmak daha iyi tanımaktan geçmektedir ve bu yazı bir düzeyde tanıtmayı da hedeflemektedir. Ben bu amacı önemsiyorum; ancak burada sunulan tartışmayı ülkemizdeki somut durumun tahliline taşıyan çalışmalar şüphesiz çok daha değerlidir ve örnekleri Gelenek arşivlerinde mevcuttur.
Sanayi sermayesi kaçıyor mu?
Sanayisizleşme kavramının, bir hipotez olarak sunuluşu ilk kez, 1982 yılında basılan Barry Bluestone ve Robert Kuttner imzalı Amerika’nın Sanayisizleşmesi başlıklı kitapla oluyor. Bu kitapta yazarlar özetle, imalat sanayiindeki küçülmenin, ücretlerin görece yüksek olduğu sanayi işletmelerinde çalışan ve yazarların “Amerikan orta sınıfı” olarak değerlendirdikleri toplumsal kesimin zayıflaması sonucunu doğurduğunu ifade ediyor ve bu süreci sanayisizleşme kavramıyla betimliyorlar. Başka bir deyişle, bu çalışmada sanayisizleşme, sanayide üretilen katma değerin GSYİH’ya oranının ve sanayideki istihdamın azalması olarak ele alınıyor. Bluestone ve Kuttner’e göre sanayisizleşmenin temel nedeni yerel talepteki değişimler gibi faktörlerden çok, dış ticaretteki gelişmelerdir. 2 Yani yazarlar, girişte betimlenen yaklaşımlara göre sınıflandırırsak, sanayisizleşmeye dış ticaretin bir sonucu olarak bakmışlardır.
Sanayisizleşme argümanın ortaya atılışı da, konuyla ilgili daha sonraki tartışmalar da büyük oranda sanayileşmiş kapitalist ülkelere ilişkin. Sürecin dış ticaretle ilişkisi üzerinde durulması da emperyalist sistemin uluslararası işleyişine dair çözümlemelere yol açmamış, bu anlamda kapitalist sistemin dünya çapındaki işleyiş dinamikleri incelemelerin odak noktası olamamıştır. Ancak konuyla ilgilenen pek çok iktisatçı sanayisizleşmeyi, sanayi sermayesinin bölgeler ve ülkeler arasındaki hareketiyle açıklamaktadır. Dolayısıyla konuyla ilgili çalışmalarda sanayisizleşme süreci, sanayi üretiminde ve istihdamındaki azalmayı uluslararası ticaretle, yurtiçinde üretim maliyetlerinin, özellikle de ücretlerin sektörel/bölgesel dağılımının karşılıklı etkileşiminin bir fonksiyonu olarak ele alınmaktadır.
Bu yaklaşıma dayanarak, şu altı özelliğin sanayisizleşme sürecini nitelemekte olduğu öne sürülmektedir:
- Belirli bir kentte ya da ülkede imalat sanayisindeki istihdamın mutlak olarak azalması,
- İmalat sanayisinde istihdamın hizmet sektörü karşısında göreli olarak azalması,
- Ülkenin mamul mal ihracatının ithalatının gerisinde kalması,
- Üretimin kilit sektörlerinde üretim endeksinin düşmesi,
- İmalat sanayisinde çıktının düşmesi sonucunda ciddi bir ödemeler dengesi açığı sorununun ortaya çıkması,
- Ülkenin ihracatçı sektörlerinin uluslararası rekabette güç yitirmesi. 3
Bu altı özelliğin tamamı bizi uluslararası ticaret, istihdam ve ücretler arasındaki ilişki üzerinde düşünmeye sevk ediyor, çünkü sanayisizleşme literatüründe sanayi sermayesinin tanımı çok net yapılmamakla beraber, en genel düzeyde sanayi üretiminin gelişmiş kapitalist ülkelerin dışına, bu ülkelerin içinde de emek gücü maliyetlerinin düşük olduğu göreli olarak geri kalmış bölgelere doğru kaydığı öne sürülmekte ve sanayi sermayesinin bu hareketine temel gerekçe olarak da üretim teknolojisindeki değişiklikler gösterilmektedir. Çoğu iktisatçı, “sermaye kaçışı”nın, başka bir ifadeyle “doğrudan dış yatırımlar”ın sanayisizleşmenin ardındaki temel dinamik olduğunu iddia etmekte ve doğrudan dış yatırımların hacmindeki artışın, sermayenin üretim maliyetinin yüksek bölgelerden düşük olduğu bölgelere doğru mutlak bir göçü olduğunu ileri sürmektedirler. Dolayısıyla sermaye kaçışı kavramı, Lenin’in emperyalizm tanımında yer alan “sermaye ihracı” olgusundan farklı bir anlamda kullanılmaktadır. Çünkü sermaye ihracı, emperyalist metropollerde değerlenme zorlukları yaşayan aşırı birikmiş sermayenin, daha geri toplumsal üretkenlik düzeyine sahip bölgelere aktarılarak değerlenme olanağı bulması olarak tanımlanmaktayken, sermaye kaçışı ya da doğrudan dış yatırım (DDY) süreciyse, özellikle belirli bir ulus-devletle arasında doğrudan bir aidiyet ilişkisi olmayan çokuluslu ya da ulus ötesi şirketlerin dünyanın herhangi bir yerini kendi stratejileri doğrultusunda yatırım alanı haline getirmeleri ve yatırım sermayesinin ülkeler arasında mutlak göçü olarak değerlendirilmektedir.
Bu değerlendirmelerin ne derece haklı olduğu birkaç gözlemle sınanabilir. Sermayenin bir ülkeden diğerine mutlak olarak göç ettiği argümanı, ister istemez bağımlılık ilişkisinin ulus düzeyinde tanımlanmasından vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü artık tüm dünya, ulusal aidiyeti olmadığı savlanan bir takım ulus ötesi ajanların (çokuluslu şirket) serbest yatırım alanı haline gelmiştir. Bu durumda tek tek ülkelerin diğerlerine bağımlı hale gelmesi sorunu ortadan kalkmış, bunun yerini ülkelerin bu uluslar üstü serbest yatırım ajanlarına bağımlılığı almıştır. Elbette bu süreç devletlerin uluslararası politikadaki güçlerinin belirlediği her türlü “rekabet avantajı”nın ortadan kalktığını ya da kalkmakta olduğunu da ifade edecektir. O halde artık uluslar, içinde yer aldıkları yatırım havzalarındaki konumlarına, yani bu serbest yatırımları çekme güçlerine göre belirlenen bir iktisadi gelişmişlik göstereceklerdir. Başka bir ifadeyle iktisadi gelişmenin ölçütü, ulusların kendi sınırları içerisinde geliştirecekleri kalkınma becerileri değil, uluslararası sistemle entegrasyon becerileri olacak ve bu beceriyi en çok gösterebilen ülkeler de en hızlı gelişen ülkeler olacaklardır. Aşağıdaki tablo dünya çapında NAFTA, AB ve ASEAN blokları dışında en çok doğrudan dış yatırım çeken bölge olan Latin Amerika’dan bir dizi ülkenin bu reçeteyle nereye geldiğini göstermektedir.
Tablodaki verilerden çıkan sonuç bu üç ülkenin önemli miktarda DDY çekmelerine rağmen çok büyük bir borç sorunuyla boğuştukları ayrıca her üç ülkenin de toplam ihracatlarında yüksek teknolojili ürünlerin payının oldukça düşük kaldığıdır. Sadece bu verilerden hareketle neoliberalizmce tarif edilen “yeni gelişme paradigması”nın bir yanılsama olduğunu sezebiliriz. Bu sezgiye bir ilave olması açısından şu verilere bir göz atalım:
(a) 3 Eylül 2001’de toplam DDY’nin yüzde 90’ının dolaştığı 51 ülke hesaba katılarak yapılan ön tahmin.
(b) Eski Yugoslavya cumhuriyetleri dahil.
(c) Güney Afrika dahil edildiğinde rakamlar 1998’de 8, 1999’da 10, 2000’de 9 ve 2001’de 11.
Bu tablo, DDY akımlarının nerede yoğunlaştığını kabaca göstermektedir. Tablodan izlenebileceği gibi, DDY’ların gelişmiş ülkelerdeki artış hızı dünyanın diğer bölgelerine oranla çok daha fazladır. Bu verilere yine UNCTAD’ın sunduğu istatistiklere göre 2000 yılı itibarıyla en büyük transnasyonel şirketler sıralamasında ilk 50 sırada 12 ABD’li, 8 Japon, 7 Alman, 7 Fransız, 4 İngiliz, 3 Hollandalı, 3 İsviçreli, 3 İspanyol, 1 Kanadalı, 1 Avustralyalı, 1 İtalyan ve 1 de Çinli (daha doğrusu Hong Konglu) şirketin sıralandığını hatırlatalım. Bu dağılım, emperyalist hiyerarşinin şekliyle bire bir örtüşmektedir… Çokuluslu şirketlerin ulusal bağlardan azade olduğunu öne sürenlerin, UNCTAD’ın her yıl yayımladığı en büyük 500 transnasyonel şirket sıralamasına bakmalarını ve hangi transnasyonel şirketin hangi ulusa ait olduğunu öğrenmelerini öneririm.
Bir ülkeye giren ve o ülkeden çıkan yatırımların ölçülmesinde kullanılan bir (yurtiçi) parametre olan Gayri Safi Yurtiçi Sabit Sermaye Oluşumu’dur (GSYSSO). Alderston yukarıda andığım çalışmasında 17 OECD ülkesinde doğrudan yatırım giriş çıkışlarının GSYSSO’ya oranlarının zaman içinde nasıl değiştiğini incelemiş, doğrudan yatırım akışının bu ülkelerin GSYSSO’ların 1985-1990 döneminde ortalama yüzde 5’ini oluşturduğunu, 17 ülkenin 13’ü hesaba katıldığındaysa aynı oranın ortalama yüzde 10’a çıktığını göstermiştir.
Görüldüğü gibi, sanayileşmiş kapitalist ülkelerin çoğu için doğrudan yatırım akımlarının önemi artmış, ancak bu artış bu ülkeler arasında bile tam olarak homojen dağılmamıştır. Tablodan izlenebileceği üzere İngiltere, Belçika, Hollanda gibi ülkelerin GSYSSO’larında doğrudan yatırım akımlarının etkisi görece büyükken bu oran Japonya, İtalya gibi ülkelerde yüzde 5’i bulmamıştır. Sanayisizleşme olgusunu sanayi üretiminin mutlak olarak yer değiştirmekte olduğu argümanıyla açıklamaya çalışan görüşün temel dayanak noktası bu verilerle çökmektedir, çünkü bu görüş sanayisizleşmeyi emperyalist ülkelere özgü bir süreç olarak görmekte ve sanayi sermayesinin bu ülkelerden kaçışını emek gücü maliyetlerinin yüksekliğine bağlamaktadır. Oysa ki DDY akımlarının çok büyük bir bölümü üç emperyalist blok arasında gerçekleşmektedir. Bu bloklar arasında ise bu akımları açıklayacak büyüklükte bir emek gücü maliyeti farkı bulunmamakta. Ayrıca, DDY akımlarının bu ülkeler arasında homojen dağılmamasını da önemsemek gerekiyor, çünkü bu farklılık söz konusu ülkelerin kendi aralarındaki göreli ekonomik farklılıklarının bir sonucudur, ki bu da dünya ekonomisinin bu düzeydeki entegrasyonun bile henüz mutlak seviyeden uzakta olduğunu gösterir. Dolayısıyla tek tek ülkelerin ayrı iktisadi karar alma süreçleri ve yapıları halen dünya ekonomisinde tuttukları yeri belirleyen unsurlardır.
Bir üçüncü noktaya daha işaret etmek isterim: “Sermaye kaçışı” ya da “doğrudan dış yatırım” olarak kodlanan süreç, düpedüz günümüz kapitalizmi koşullarındaki sermaye ihracıdır. Sermayenin bir yere kaçtığı ya da ulusal bağlardan kurtularak, istediği coğrafyaya serbestçe yatırıldığı falan yok; bu anlamda, “sermaye kaçışı” diye bir şey de yok… Bugünün sermaye ihracı dinamiklerinde geçmişte bulunmayan bazı değişikliklerin olduğu ve bu değişikliklerin özellikle yeni uluslararası işbölümü biçiminde yansıdığını ifade edelim. Bu yeni uluslararası işbölümü çerçevesinde gözlenen en belirgin özelliğin, sermaye hareketlerinin gerek mali sektörde, gerekse reel yatırım biçiminde emperyalist odaklar arasındaki yoğunlaşmakta ve derinleşmekte, yani daha ileri düzeyde tekelleşmekte oluşudur. Yeni uluslararası işbölümünün şirketlerin örgütlenme ilkelerinde ne gibi sonuçları olduğunu gösteren şu ifadeler, önemi sürekli abartılan bu değişimin sınırlarını yeterince belirgin bir biçimde çizmektedir:
“Çokuluslu şirketler, tek stratejik yön ve eğilime sahip yekpare bütünler değildirler. Gitgide ‘gevşek bağlantılı fakat büyük oranda benzer’ yarı-otonom ünite ağları haline gelmektedirler. Bu üniteler spesifik ulusal alanlarda kendilerini açıkça gösterirler. Başarılı şirketlerin stratejileri, alt ünitelerinin faaliyetlerinin -içinde işledikleri ve aynı zamanda etki ettikleri- kökleşmiş ulusal sistemlere angaje olması anlamına gelen esnekliğe izin verilmelidir. Çokuluslu şirketlerin -kaynak üretim ve pazarlamalarının uluslararası bütünleşmesiyle gelen- ‘dönüşüm’lerinin tabiatını anlamada bu çift yönlü hareket önemlidir.
Üretim avantajındaki ulusal özelliklerin ön plana çıkmasının bir sonucu, ülkelerarası ticarette homojenleşmeden ziyade ulusal sektörel ticari uzmanlaşma ve farklılaşmanın ortaya çıktığına dair kanıtların artmasıdır.” 4
İçinde bulunduğumuz dönem, emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinde sermaye ihracı kavramının yeni uluslararası işbölümü çerçevesinde yeniden örgütlenmesine sahne olmuştur. Bu yeni uluslararası işbölümünün ortaya çıkmasında kapitalist sistemin temel bir derdine çare bulma arayışı söz konusudur; uzun bir daralma dönemi boyunca merkezde değerlenme sorunu yaşayan sermayenin ihracı. Oysa “sermaye kaçışı” yaklaşımı, firma örgütlenişi bazında yaşanan değişiklikleri ve yeni uluslararası işbölümünün bazı niteliklerini dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durumun sonucu değil, nedeni olarak ele almakta ve böylece neoliberal ideolojinin öne sürdüğü argümanlara destek sunmaktadır. Bu yaklaşım, ülkelerin ve bölgelerin göreli iktisadi durumlarını ifade ederken dayandığımız temel bir nitelik olan sanayileşmişlik düzeylerinin karşılaştırılmasından vazgeçmemizi ve “iktisadi gelişme” kavramını farklı bir paradigma etrafında tanımlamamızı gerekli kılar. Bunu yapanlar da var zaten…
Oysa yukarıdaki verilerin de gösterdiği gibi, reel birikim alanına yatırılan sermayenin emperyalist metropollerin dışına çıkma eğilimi, üç emperyalist blok içindeki dolaşımıyla kıyaslandığında son derece zayıftır. O halde, “artık azgelişmiş kapitalist ülkelerden emperyalist metropollere kaynak transferinin bir öneminin kalmadığını”, dünya üretim yapısının küreselleşmesi ve DDY’ların öneminin artmasıyla bu ilişkinin tersine döndüğünü ve uluslararası bağımlılığın küresel ekonominin dinamikleri tarafından giderek ortadan kaldırıldığını vaaz eden liberal görüşün baştan sona çarpıtmayla dolu olduğunu bir kez daha belirtmek durumundayız. Bu görüşe yaslanan ve sanayisizleşmeyi gelişmiş kapitalist ülkelere özgü bir süreç olara gören her tür yaklaşımın tersine yeni uluslararası işbölümü çerçevesinde örgütlenen sermaye ihracı süreci, dünya kapitalizminin halen içinde bulunduğu daralma dinamiklerinin yükünü büyük oranda azgelişmiş kapitalist ülkelere yansıtmaktadır. Bu eylemin en belirgin sonucu ise geçmişte ithal ikameci birikim rejimi vasıtasıyla belirli bir sanayileşme düzeyini yakalayan ülkelerin hızla bu konumlarından uzaklaşmaları olmaktadır. Doğrudan dış yatırım akımları ise, iddia edildiği gibi bu eğilimi tersine çevirmeye yaramamakta, aksine bu ülkelerin üretim yapısındaki eklemlenmemişlik sorununu daha da derinleştirerek ve ticari ve mali liberalizasyon politikalarının uygulanmasını talep eden liberal ittifakı güçlendirerek yerli sanayi üzerinde tahrip edici etkide bulunmaktadır. Latin Amerika örneğinde olduğu gibi, büyüme yapısı emperyalist pazarlara geri teknolojili sanayi malları satmaya dayanan, büyüme dinamikleri büyük ölçüde ihracat becerilerine bağlı bir yığın ülke ortaya çıkmıştır. Bu ülkeler, ağır borç yükü altında tüm mali sistemlerinin denetimini yitirmiş ve böylece devalüasyonlara, kısa vadeli spekülatif sermaye akımlarına ve yurtiçi varlıkların emperyalist tekellere ucuza kote edilmesine mahkum edilmişlerdir. Doğrudan dış yatırımlar, bu yapıyı güçlendiren unsurlardan bir tanesidir. Ancak, yukarıda da belirttiğim gibi, DDY akımları, günümüzde sermaye hareketlerinin ve dünya ticaretinin oldukça küçük bir boyutunu yansıtıyor. DDY akımlarından çok daha yaygın ve etkili hareketler, mali sektörde ve mal ve hizmet ticaretinde gerçekleşiyor. Neoliberal dogma, bu iki kalemin, yani serbest ticaret ve mali liberalizasyonun bir ülkenin kalkınmasında en önemli ölçütler olduğunu ileri sürüyor. Ben elbette, aksine her iki kalemin de bir ülkenin azgelişmişliğine ve sanayisizleşmesine yol açtığını iddia edeceğim…
‘Serbest ticaret’ ve mali liberalizasyon: Kalkınmanın yeni paradigmaları mı?
Şu soruya yanıt arayarak başlayalım: Eğer sanayileşmişlik düzeyi halen bir iktisadi gelişmişlik göstergesi olarak kabul edecek olursak, bugün emperyalist metropollerin dünyanın diğer bölgeleri lehine durakladığı azgelişmiş ülkelerin de -en azından bir kısmının- “doğrudan dış yatırımlar” yoluyla hızla sanayileştiği (yani geliştiği) bir dönemin içinde miyiz? Bu “gelişmenin eşitlenmesi” düşünün Kautsky’nin ultraemperyalizminden hiçbir farkı olmadığına göre bugünün gerçekleri hepimizi leninizmi sorgulamaya ve Kautkskici olmaya mı davet ediyor? Olabilir mi?
Olmaz…
Neden olmayacağını bir düzeyde serbest ticaret denilen pek eski burjuva yalanını başka bir düzeyde sanayi sermayesinin kapitalizmdeki özgün rolünü inceledikten sonra kolayca açıklayabiliriz. Ben burada öncelikle kapitalizmde uluslararası ticaretin mantığı üzerinde durmak istiyorum. Bu tartışma bize, sermayenin dünya çapındaki hareketinin eşitsiz gelişme sorununu ortadan kaldırıp kaldıramayacağına dair veriler sunacak. Bu anlamda, bölümün girişinde sıraladığımız altı özellikçe betimlenen olgusal gerçekliğin arkasında yatan dinamikleri eşitsiz gelişme yasasının bize sunduğu bilimsel çerçeveye yerleştirme olanağına kavuşmuş olacağız. Sermayenin dünya çapındaki hareketini kapitalizmin tarihsel gerçekliklerinden soyutlayarak, bir tür teknolojik determinizmle konuyu açıkladığını iddia eden tezlerin karşısına, aynı gerçekliği kendi iç bütünlüğü ve tarihselliği içerisinde soyutlayan bir yaklaşımla çözümlemeyle çıkmak buradaki hareket noktamızdır.
Bu noktada bir başka soru ortaya atalım: Bir ülkenin serbest ticaret yoluyla uluslararası sisteme entegre olması, yani uluslararası rekabete açılması o ülkenin zenginliğini nasıl etkiler? Bu soruya ortodoks iktisat teorisinin verdiği yanıt şu biçimde özetlenebilir:
“…bir ekonominin uluslararası rekabet gücü orta vadede yükselme ve alçalmalar gösterse de, ortalama on ya da daha fazla yıldan uzun sürelerde, rekabet ‘avantajı’ndaki bu yükselme ve alçalmaların zamansal ve mekânsal olarak rastlantısal biçimde oluştuğu görülür.” 5
Bu ifade ortodoks iktisat teorisinin uluslararası ticarete bakışının özünü ortaya koyuyor. Bu teori, uluslararası ticaretin uzun vadede herkesin kazandığı bir oyun olduğu varsayımından hareketle, kendisini serbest ticaret denilen mitosun hiçbir yapısal belirleyeni –kısıtı– olmaması gerektiğini öne süren klasik liberal görüşe dayandırmaktadır. Bu yaklaşım, birbirinden ayrı ulusal paraların varlığının uluslararası rekabetin yapısını değiştirdiğini uluslararası ticaretin ülkelerin mukayeseli üstünlüklerine göre şekillendiğini öne sürer. Mukayeseli üstünlüklerin ortaya çıkmasında döviz kuru son derece önemli bir faktördür, çünkü döviz kuru yerel fiyat ve ücretlerin düzeyini uluslararası alana tercüme eder. Ortodoks teoride “kurların gerçek değişim oranlarının bütün ülkelerin ticaretini otomatik olarak dengeleyen dolayısıyla da tüm ülkeleri teknolojilerinin ne kadar geri olduğuna ya da ücretlerin o ülkede ne kadar yüksek olduğuna bağlı kalmaksızın uluslararası ticarette eşit düzeyde ‘rekabetçi’ kılan bir biçimde hareket ettiği varsayılır.” 6 Bir diğer varsayım, iki ülke tarafından, ortak para birimiyle aynı fiyata satılan aynı tür bir malın fiyat düzeyinin tüm dünyada yaklaşık eşit olarak gerçekleşeceği, yani birim üretim maliyetinin uluslararası düzeyde eşitleneceğidir. Birim üretim maliyetinin uluslararası düzeyde eşitlenmesi, serbest ticaretin tüm ülkeleri eşit düzeyde rekabetçi kılmasının bir başka nedeni olacaktır.
Bilindiği gibi bir ülkenin ödemeler dengesi bilançosunun iki ana kalemi, cari işlemler ve sermaye hareketleridir. Ortodoks yaklaşımın buraya kadar betimlediğimiz varsayımlarının hepsi bilançonun cari işlemler boyutuyla ilgili ancak söz konusu yaklaşımın bilançonun diğer ana kalemiyle ilişkili önermeleri de pek farklı değil: Reel kur oranı bir ekonomiye dışarıdan sermaye akışı olduğunda ticaret açığının artmasına neden olarak ödemeler dengesinin tutturulmasını sağlayacaktır. Yani yukarıdaki mantığın aynısı burada da işletilmekte ve uzun vadede bir ülkeye dönük sermaye akımının ülkeler arasındaki faiz hadleri eşitlenene kadar devam edeceği, faiz hadleri eşitlendikten sonra ise arbitraj ortadan kalkacağından bu hareketin duracağı varsayılmaktadır. Bu sayede de uzun vadede ticaretin dengeye kavuşacağı öne sürülmektedir. Başka bir deyişle, ortodoks kuramda ülkeler arasında uzun erimde net sermaye aktarımı olamayacağı gibi, ticaret de uzun erimde bütün ülkelerin ekonomilerinin göreli durumlarına göre kazanç sağlayacakları bir faaliyettir. Yani hem kapitalizmin ulusal ekonomilerin eşitsiz gelişimine neden olduğu, hem de sermaye ihracı gibi emperyalizme özgü karakteristikler birer safsatadan ibarettirler…
“Sonuç olarak, basmakalıp (ortodoks -y.n.) teori, uluslararası ticarette ne teknolojik geriliğin ne de yüksek maliyetlerin son tahlilde bir dezavantaj olmadığı sonucuna varmaktadır. Gerçek kur oranları tüm ticaret ortaklarını eşit düzeyde rekabetçi kılar ve böylece hiçbir ülke sürekli bir ticaret açığının yükü altında ezilmeyeceği gibi, hiçbir ülke de sürekli bir ticaret fazlasının keyfini süremez.” 7
Liberalizm tarafından gerçeklerin üzerine örtülmek istenen bu ağır ideolojik örtüyü kaldırmak hiç de zor değil. Söz gelişi Anwar Shaikh, dış ticareti ve sermayenin uluslararası hareketini incelediği çalışmalarında bu işi ustaca yapıyor ve oldukça sade bir modelle ortodoks ticaret kuramının yanlışlarını ortaya koyuyor. Shaikh modelini kurmaya, kökenleri klasik iktisat teorisine özellikle de David Ricardo’ya dayanan “mukayeseli üstünlük” (comparative advantage) kuramını eleştirerek başlıyor. Shaikh, Adam Smith’in uluslararası ticareti ulusal ticareti belirleyen aynı yasalara tabi bir süreç olarak gören ve bir ülkenin ticarete dair avantajlarının o ülkeye özgü doğal özelliklerden kaynaklanabileceğini ileri süren “mutlak üstünlük” yaklaşımının uluslararası ticaretin dinamiklerini anlamaya daha fazla yaklaştığını düşünmektedir.
“Smith’in serbest ticaret savunusu, bunun her ülkenin tabii yeteneklerine en uygun mallarda ihtisaslaşmasına imkan vermesine dayanır. Böylece, ferdi işbölümünde olduğu gibi verimliliğin yükselerek, dünyada refahın artması mümkün olur. Her ülkenin (bugünkü deyimiyle) ‘mutlak üstünlüğü’ olan mallarda ihtisaslaşmasını, ülkelerarası mal mübadelesinin her ülkenin çıkarına olmasını serbest ticaret sağlar.” 8
Ne var ki Smith, böylesine bir ihtisaslaşmanın bizzat kapitalist dünya pazarının dinamiklerince sınırlandırıldığını görememiştir. Ricardo, Smith’in ulusların iktisadi yapılarına göre ihtisaslaşmalarını savunarak uluslar arasında mal dolaşımına bir çeşit yapısal sınır getiren mutlak üstünlük kuramını eleştirmiş ve bunun yerine “mukayeseli üstünlük” kuramını ortaya atmıştı. Ricardo’nun emek-değer teorisine dayanarak kurduğu mukayeseli üstünlük teorisi, büyük ölçüde 19. yüzyıl başında İngiltere’nin dünya ticaretinde oynadığı özgün rol göz önüne alınarak oluşturulmuştur. Özetle Ricardo, ülkeler arasında sermayenin verimlilik farklarının işgücü ve sermaye hareketine değil, oluşan göreli değerlere göre malların hareketine yol açacağını saptamıştı.
“Ricardo, serbest dış ticaret ve rekabet şartları altında, ürün birimi başına iş saati itibarıyla bir ülkenin ‘reel maliyeti’, her bir üretim dalında diğer ülkelerden daha yüksek olsa dahi, mukayeseli maliyete göre mal mübadelesinin mümkün ve her iki ülkenin menfaatine olduğunu gösterir.” 9
Ricardo, kuramını açıklamak üzere İngiltere ve Portekiz örneklerini verir. Sözgelişi İngiltere’de bir birim kumaş 100 iş saatinde, bir birim şarap da 120 iş saatinde üretilsin. Portekiz’deyse bir birim kumaş 90, şarap da 80 saatte üretilsin. Smith’in mutlak üstünlük yaklaşımına göre Portekiz her iki malın üretiminde de İngiltere’den üstündür. Oysa ki Ricardo’ya göre, dış ticarette yararı sağlayan mukayeseli üstünlüklerdir. Yani, İngiltere’nin şarap/kumaş maliyet oranı, 6/5 Portekiz’inki 8/9 olduğuna göre, İngiltere daha fazla kumaş üretir, Portekiz de daha fazla şarap üretirse, her iki ülkenin dış ticaret yoluyla göreli maliyeti yüksek malları dışarıdan satın alması daha avantajlı bir durum olacaktır. Bu durumda İngiltere bir birim kumaş karşılığında 6/5 birim şarap Portekiz de bir birim şarap karşılığında 8/9 birim kumaş sınırları içerisinde kazançlıdır. Bu nedenle dış ticaret her iki ülkenin de yararına bir süreçtir. 10
Öte yandan, açık ki, mukayeseli üstünlük yaklaşımı ancak belirli varsayımlar yapıldığında geçerli olabilir. Bu varsayımların başında ülkeler arasında sermaye ve işgücü hareketinin olmaması, ülke içinde tam faktör dolaşımı olması, için tam rekabet şartlarının olması, ödemeler bilançosunun dengede olması ve tam kapasite kullanımı-tam istihdam koşulları gelmektedir.11 Mukayeseli üstünlük kuramının bu varsayımları daha sonra üretilen dış ticaret kuramlarının önemli bir bölümünce de kabul edilmiş ve kuram bazı değişikliklerle beraber kullanılmaya devam edilmiştir. Shaikh, marksizmin kategorilerine dayanarak geliştirdiği yaklaşıma öncelikle bu varsayımları değiştirerek başlıyor. Bu çerçevede Shaikh’in analizinde, ilkin üretim koşullarının ve gerçek ücretlerin ülkeler arasında farklı olduğu, dolayısıyla teknoloji ve gerçek ücretlerin her bir ulusun kendi içinde belirlendiği kabulü yer alıyor. İkinci olarak uluslararası rekabetin dış ticarete konu olan mal ve hizmetlerin fiyatlarını birbirlerine bağladığını, ancak bunun ticaret sürecinde tek bir uluslararası fiyatın oluştuğunu işaret etmek yerine, ticarete konu malların fiyatlarının belirli bir band dahilinde oluştuğunu ifade eden İlişkili Fiyatlar Kanunu’nun işlediğini işaret ettiğini görmek gerekiyor. Son olarak da uluslararası ticarete konu herhangi bir mal veya hizmetin fiyat yapısıyla üretimin uluslararası maliyetini birbirine bağlayan bir dizi düzenleyici mekanizmanın varlığını kabul etmek gerekmektedir. 12
Bu saptamalardan hareketle Shaikh, uluslararası rekabetin ulusal rekabetle aynı biçimde işlediğini, birim maliyeti düşük olan üreticilerin fiyat kırma ve pazar genişletme avantajlarına sahip olduklarını belirtmektedir. Yani uluslararası ticaret serbest rekabet koşullarında değil, monopol koşullarında gerçekleşmektedir. Böylece monopol avantajlarına sahip üreticiler herhangi verili bir metanın uluslararası dolaşımının düzenleyicisi olarak işlev görecektir. Bu argümanın mantıksal devamı, gerçek ücretlerin düşük tutulabilmesi koşulunu yeniden üretmeyi başarabilen ülkelerin dinamik ve büyüyen ihracat pazarlarına sahip olacaklarının saptanmasıdır. Bu son önermenin bir başka faktörü, yani döviz kurunu göz önüne alması gerekir. Ancak Shaikh çalışmasında, bir ülkenin ticaret hadlerinin uzun vadede döviz kurundan bağımsız olduğunu göstermektedir. Ticaret hadlerinin uzun vadede döviz kurundan bağımsız olması, ticarete konu olabilir ayrı iki mal paketini üreten ayrı iki düzenleyici üretici ülkedeki göreli birim emek maliyetleri, yani o ülkedeki gerçek ücret düzeyleri tarafından belirlenecektir. Bu da bir ülkenin ticaret hadlerinin uzun vadede döviz kurundan bağımsız olmasının nedenidir. 13
“Ülkelerin ticaret hadlerinin uzun vadede döviz kurundan bağımsız olması gerçeği uluslararası ticaretin, katılımcı ülkenin rekabetçi konumunu yansıtan yapısal ticaret açıklarına ya da fazlalarına yol açacağını ifade eder. Göreli ticaret dengesi, ticaret hadleriyle (px/pm), ihracat-ithalat oranının (X/M) bir ürünüdür. Ancak uzun vadede X/M’nin kendisi ticaret hadlerine ve ülkenin göreli büyüme hızına bağlıdır (yüksek bir göreli büyüme hızı ithalat talebinde ihracata göre daha büyük bir artışa neden olarak ticaret dengesini bozar). Eğer ticaret hadleri gerçekte uzun vadede döviz kurundan bağımsızsa, o halde bir ülke ticaret dengesini (yapısal değişikliklerden başka) yalnızca göreli büyüme hızını düşürerek sağlayabilir. Ancak, eğer açık veren ülkeler göreli ithalat talebini azaltmak üzere büyüme oranlarını düşürürlerse, fazla veren ülkelerin (açık veren ülkelerin ithalat mallarını aldıkları ülkeler) de büyümelerinde azalma olacaktır. Rekabet düzeyindeki farklılıklar ortadan kalkmayacak, böylece dünya ticaretindeki yapısal dengesizlikler yeniden ortaya çıkacaktır; şimdi yalnızca daha düşük bir toplam büyüme hızında.” 14
Shaikh, emperyalist sistem içinde kalındıkça eşitsiz gelişmenin sonuçlarına katlanılmak zorunda olunduğunu son derece güzel ifade ediyor. Bu çerçevede uluslararası ticareti, eşitsiz güçlere eşitlermiş gibi muamele edildiği ve bu nedenle de gelişmenin eşitsizliğini süreklileştiren bir etkinlik olarak çözümlemek gerekiyor. Öte yandan sürecin her zaman aynı sabitlere sahip olmadığının altını çizelim. Yani ülkeler verili hiyerarşi içerisinde yer değiştirebiliyorlar. Bunun için dinamik bir gelişme kurgusuna sahip olmak gerekli. Shaikh de bu gerekliliğin farkında olarak şu sonuca varıyor: Bir ülke yalnızca ekonomisinin üretkenliğini artırarak uluslararası ticarette avantajlı duruma gelebilir. Ancak üretkenliğin artması serbest ticaretin tılsımıyla gerçekleşemez, aksine uluslararası ticaret, kapitalist sistemin dünya çapındaki hiyerarşisine dayanmakta olduğundan eşitleyici değil, ülkeler arasındaki eşitsizlikleri koruyucu, hatta artırıcı bir işleve sahiptir. Bu nedenle uluslararası ticareti azgelişmiş bir ülkenin gelişmesini sağlayacak anahtar olarak görmek son derece yanlıştır, çünkü uluslararası ticaretin ne üretkenliği artırıcı ne de istihdam yaratıcı bir işlevi bulunmaz. Ticaret-istihdam-büyüme ilişkisinin en çarpıcı örnekleri, üç büyük kapitalist bölgenin, NAFTA, ASEAN ve AB bölgelerinin, iç süreçlerinden izlenebilir örneğin. Sözgelişi, NAFTA’nın kuruluşunun ardından sırf ABD ve Kanada mısırının Meksika’ya ithali üzerinden Meksika’da 200 binle 2 milyon arasında kişinin işsiz kaldığı tahmin ediliyor. Öte yandan, Meksika’nın ucuz emek gücü havzalarına akan ABD sermayesinin de ABD imalat sanayiinde işsizliği artırıcı bir işlevi olduğundan söz ediliyor. Elde edilen net sonuç her iki ülkede de işsizliğin artması ve her iki ülkenin işçi sınıfları üzerindeki sermaye baskısının yoğunlaşmasıdır.
Shaikh’in vardığı sonuç, bir ülkenin uyguladığı kur rejimi ne olursa olsun, uzun vadede ticaret hadlerinin üretimin göreli gerçek maliyetine göre düzenleneceği, yani ticaret dengesizliklerinin tüm kur rejimleri altında geçerli olmasının sermayenin uluslararası dolaşımından kaynaklandığıdır. Böylece serbest ticaret, varolan eşitsizlikleri yansıtır. 15 Dolayısıyla uluslararası rekabet göreli üstünlüğe göre değil mutlak üstünlüğe göre düzenlenir.
“Mutlak üstünlük teorisi, ticaret dengesizliklerinin ulusların gerçek üretim maliyetlerindeki yapısal eşitsizlikleri yansıttıkları için kalıcı olma eğiliminde olduğunu öne sürer. Bu yaklaşım, devalüasyonların, aynı maliyetlerde (ulusal gerçek ücretler ve üretkenliklerde) temel bazı değişimlere yol açmaksızın ticaret dengesi üzerinde uzun süreli bir etkisinin olmayacağını belirtir. Eğer bu tür temel değişimler olmazsa, ticaret dengesizlikleri, bunlara eşlik eden uluslararası borç yüklerinin oluşumuyla birlikte, denkleştirici uluslararası sermaye akımlarını kışkırtacaktır. Son olarak, gerçek kur oranlarının seyri bu gerçek maliyetlerin yavaş fakat kalıcı evrimini yansıtacağı için, Satın Alma Gücü Paritesi hipotezinin ne mutlak ne de göreli türleri genel olarak tutmayacaktır.” 16
Başka bir deyişle, bir ülkenin üretim yapısının, kendine özgü göreli faktör donanımları sonucunda ortaya çıkan göreli avantajlar tarafından belirlendiğini iddia eden serbest ticaret argümanının öne sürdüğünün tersine, dış ticaret, uluslararası eşitsizlikleri ve ulusların iktisadi ilişkilerine kapitalist sistem içinde konulan zorunlu yapısal sınırları ifade eder. Buradan çıkan genel sonuç açıkça ortada: Uluslararası sistemle entegrasyonun ülkeleri kalkınma yoluna soktuğu doğru değildir… Tam tersine serbest ticaret, emperyalist hiyerarşinin kurallarınca şekillenir ve ülkelere bu kuralları dayatır. Günümüzde bu kuralların başında, ülkelerin “özerk biçimde kalkınma” yolları aramasına izin verilmemesi vardır. Bu nedenle emperyalist sistemle, mevcut uluslararası işbölümünün dayattığı çerçeve içinde gerçekleşecek bir eklemlenme, kaçınılmaz olarak iktisadi durgunluk, sanayi üretiminin gerilemesi ve işsizlik sonuçlarını doğurur. Shaikh’in çözümlemesi, bu gerçeği neoliberal serbest ticaret argümanını çürüterek ortaya koyuyor.
Buna ek olarak, günümüzde emperyalist bağımlılığın bir diğer ana düsturu olan “mali liberalizasyon”un ekonomik gelişme üzerindeki etkilerinden kısaca söz edelim. Bilindiği gibi bir ülkenin istikrarlı bir biçimde sanayileşebilmesi, ancak mali piyasalarının bu süreci destekleyecek ölçüde istikrarlı olmasıyla olanaklıdır. Öte yandan neoliberalizmin temel savunularından bir tanesi, “mali piyasaların deregülasyonu”dur. Özellikle azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik sıkıntıların bir kısmının mali piyasalara dönük devlet müdahalelerinden kaynaklandığını öne süren liberal görüş, bu tür müdahalelerin mali piyasaların deregülasyonu yoluyla devletin inisiyatif alanından çıkartılmasıyla, bu ekonomilerin verimlilik düzeyinin artacağını ve tasarrufların yükseleceğini iddia etmektedir. Elbette artan tasarrufların ve verimliliğin sonucu istikrarlı bir büyüme olacaktır. Bu nedenle, yüksek faiz oranlarının tasarrufu artıracağı varsayımından hareket eden liberal yaklaşım, yurtiçi faiz oranlarının serbest bırakılmasını önermektedir. Oysa ki, söz gelişi mevcut gelir gelecekte beklenen gelire göre azalma gösterirse, özellikle yüksek enflasyon koşullarında faiz oranlarındaki artış, tasarruf düzeyinde bir azalmayla birlikte varolabilir. Ayrıca pek çok ülkede mali liberalleşme tüketici borçlarında muazzam bir artışa neden olmuştur, yani kişisel tasarruf düzeyi azalırken, faiz oranları yükselmiştir. Özetle faiz oranlarındaki artışlar, yurtiçi tasarruf düzeyinin artmasının garanti etmez. 17
Mali liberalizasyonun verimliliği artıracağı argümanı da doğru değildir. Liberal yaklaşım, mali açıklığın, sermaye hareketleri yoluyla tasarrufların dünya çapında birikmesini ve dağılımının sağlanmasını sağlayacağını varsayar. Böylece yatırımların kârlılık oranı uluslar arasında eşitlenecektir. Gerçekte ise artık herkesin ne anlama geldiğini gayet iyi bildiği, rantiye-spekülatif birikim sürecinde bir patlama yaşanmış, sermaye akımları büyük oranda ülkeler arasında nominal faiz oranları farklarına göre gerçekleşmiştir. Ayrıca sermaye piyasalarının dışa açılması, iktisadi varlıkların önemli ölçüde yabancı sermayenin denetimine girmesine yol açmaktadır. Söz gelişi Meksika’da, 1992’nin ikinci yarısında, toplam 25 milyar dolar değerindeki pay senedi yabancı sermayenin elinde bulunmaktaydı. Bu rakam, Meksika piyasasındaki kapitalizasyonun yaklaşık yüzde 25’ine karşılık gelmekteydi. Bu rakam büyük sermaye piyasalarında yüzde 5’i aşmamaktadır.18 Bu durum da, Meksika ve benzeri ülkelerde mali krizlerin patlama olasılığını ciddi biçimde artırmaktadır. Bu ülkeler hem de öyle bir risk üstlenmektedirler ki değişik makroekonomik politikalar izleyen ülkelerin ortak özelliği sermaye hareketlerini serbestleştirmeleri nedeniyle yaşadıkları mali krizler olmaktadır. Bu nokta artık uluslararası alanda resmi söylemi oluşturan kurumların raporlarına bile girmiş durumda. Söz gelişi UNCTAD’ın 2001 Ticaret ve Kalkınma Raporu’nda şu tespit yapılıyor:
“Son finansal krizden etkilenen ülkelerin makroekonomik göstergelerinde ve ekonomilerinin diğer özelliklerinde gözlenen önemli farklılıklara karşın ortak bir özelliği sermaye akımlarına açıklıklarıdır.” 19
Bu saptamanın da işaret ettiği gibi, ülkelerin makroekonomik politikalarının mali açıklık koşulları altında fazla bir hükmü bulunmamaktadır. Böylesine istikrarsız bir yapının üzerinde kalkınma, sanayileşme projeleri oluşturmanın herhalde pek olanağı bulunmuyor. Elbette yüksek faiz hadleri ve yerel paranın aşırı değerlenmesi gibi sorunlar, yatırımlar ve istihdam, dolayısıyla ekonomik büyüme üzerinde doğrudan etkili olmaktadır.
“Sermaye akışlarının ve döviz kurlarının istikrarsızlığı da istihdam ve ücretlerdeki olumsuz eğilimi kötüleştirmektedir. Bu istikrarsızlık sanayide riski artırarak yatırımları ve iş alanı yaratılmasını güçleştirmektedir. Ayrıca finansal sermaye hareketlerinin ortaya çıkardığı genişleme-kriz-iyileşme döngüleri ortalama reel ücretleri ve istihdamı düşürmekte ve gelir dağılımının bozulmasına yol açmaktadır. Sermaye girişlerindeki ani bir yükselme, döviz kurlarını ve ödemeler dengesini sürdürülebilir düzeylerinden önemli ölçüde saptırarak, reel ücretleri suni biçimde yukarı çekebilmektedir. Genişleme dönemlerinde paranın değer kazanması nedeniyle rekabet gücünün kaybedilmesi, imalat sanayiinde istihdamın değişmesine yol açmakta, hizmet sektöründe artış kaydedilmesine rağmen, toplam istihdamda fazla bir artış sağlanamamaktadır. Spekülatif balon patlayıp sermaye hareketleri tersine döndüğünde, döviz kurları baskı altına girmekte ve oluşan kriz ve ekonomik daralma üretim ve istihdamda ciddi düşüşlere yol açmaktadır. Çok defa krizin maliyeti, başta sermaye girdilerinin sağladığı ilave büyümenin getirdiği kazançları aşmaktadır. Bu özellikle emek gücü için söz konusudur; emek gücü genişleme aşamasında elde ettiği kazançlardan çok daha fazlasını yalnızca reel ücretlerdeki düşüş nedeniyle değil, aynı zamanda işsizliğin artmasıyla da kaybetmektedir. Sonuçta, ücret ve istihdam açısından durum genişleme öncesi döneme göre çok daha kötüleşebilmektedir. Bu olgu hem Latin Amerika hem de Doğu Asya krizlerinde açıkça gözlenmiştir.” 20
Gelişmiş kapitalist ülkelerde sanayisizleşmenin nedenleri
Dünya ekonomisindeki süreçlerin azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkilerini bütün boyutlarıyla ele almak bu yazının sınırlarını aşıyor. Ancak, buraya kadar sunduğumuz çerçeve, sanayisizleşmenin sadece emperyalist ülkeler için değil, tüm dünya ekonomisi için geçerli olduğunu ve neoliberal ideolojinin kalkınmanın yeni ölçütleri olarak lanse ettiği politikaların Türkiye ve benzeri ülkelerde sanayisizleşmenin temel nedenlerinden bir tanesi olduğunu gösteriyor. Yukarıda sorduğumuz soruya dönecek olursak, kapitalist sisteme ticari ve mali liberalizasyon yoluyla entegre olmak, azgelişmiş ülkelerde sanayileşme, kalkınma sonuçlarını asla doğuramaz. Shaikh’in geliştirdiği kuramsal yaklaşımda da görüldüğü gibi, bugün dünya, daha düşük bir toplam büyüme düzeyinde eşitsizliklerin daha fazla derinleştiği bir sürecin içinde. Sanayileşmiş ülkeler 1990’dan beri altmışlar ve yetmişlere göre yüzde 2 daha yavaş büyüdüler. 21 Bu süreçte sanayileşmiş ülkeler, emek yoğun sanayi kolları da dahil, kendi imalat sanayilerinin bütününü dış rekabetten korudular. Türkiye’nin ikide bir ABD’den tekstil kotalarının artırılmasını dilenmesi bu noktaya örnek olarak gösterilebilir.
Kısacası dünya üretim yapısında gerçekleşen değişim, sanayisizleşme hipotezinin bazı savunucularının iddia ettiği gibi, uluslararası rekabetin akışına bağlı olarak merkez ülkelerde sınai üretimin daralması değildir. Süreç, ekonomik verimsizliği kıracak bir tılsım bulamayan kapitalist sistemin büyüme motorunun frenine basmasından ibaret. Sermaye kaçışı diye adlandırılan ve yeni uluslararası işbölümü çerçevesindeki sermaye ihracından başka bir şey olmayan süreç de, tüm dünyada ve bu arada merkez kapitalist ülkelerde de emek üzerine baskı kurmanın bir aracıdır.
Bu gerçeği, IMF gibi emperyalist kuruluşların iktisatçıları da gayet iyi biliyorlar. Söz gelişi, 1999 yılında IMF için yaptıkları bir çalışmada Rowthorn ve Ramaswamy, 22 sanayileşmiş ülkelerde sanayisizleşmenin hangi nedenlerden kaynaklandığına ilişkin çarpıcı bulgular ortaya koydular. Aşağıdaki tablo, 18 sanayileşmiş ülkeyi örneklem olarak kullanan ve regresyon analizi yöntemiyle sanayisizleşmenin arkasında yatan nedenleri araştıran yazarların bu konuda ulaştıkları sonuçları özetlemektedir:
Tablodan da izlenebileceği gibi, emperyalist ülkelerin sanayisizleşmesinde kuzey-güney ticaretinin rolü, iç faktörlere kıyasla son derece az. İç faktörlere dönüldüğünde ise, tüm emperyalist ülkelerde yatırım paylarının düştüğünü ve imalat sanayi ürünlerine olan talebin azaldığını görmekteyiz. Sanayileşmiş ülkelerde mamul mal talebinin düşmesi ilginçtir, çünkü genel olarak bir ülkenin iktisadi gelişmişlik düzeyi arttıkça mamul mal talebinin gelir elastikiyeti azalır, yani harcanabilir gelirdeki bir yükseliş ya da azalmanın talep üzerindeki etkisi daha sınırlı kalır. Bu nedenle başka bir faktörün, yani imalat sektöründe artan üretkenliğin yol açtığı işsizliğin, sınai malların ucuzlaması dolayısıyla artan talebin sanayiyi tetikleyici etkisini aşması bu ülkelerdeki sanayisizleşme sürecinin temel bir nedeni olarak görülmektedir. Emperyalist ülkelerde son yirmi yılda göze çarpan bir başka eğilim de bu sürece eşlik etmektedir. Pek çok sanayileşmiş ülkede imalat sanayiinde üretkenliğin hizmet sektörüne göre çok hızlı artmasına karşın, iki sektörün çıktı düzeyleri aşağı yukarı eşit gerçekleşmektedir. Bu da imalat sanayiinde ortaya çıkan işsizliğin önemli bir bölümünün hizmet sektörüne kaydığını ve bu yolla toplam sermaye değersizleşmesi ihtiyacının bir kısmının giderildiğini gösteriyor.
Son olarak, emperyalist ülkelerin azgelişmiş kapitalist devletlerle olan ticaretinin ve bu ülkelere dönük doğrudan dış yatırım akışlarının merkezde gözlenen sanayisizleşme üzerindeki etkisine değinelim. Rowthorn ve Ramaswamy yaptıkları hesaplamalarda, kuzeyden güneye mamul mal ihracatının GSYİH’nin yüzde 1’i kadar artması halinde, kuzeyde bu sayede imalat sanayi istihdamının yüzde 1.2 arttığını, öte yandan güneyden mamul mal ithalatının GSYİH’nin yüzde 1’i oranında artması durumundaysa, bunun kuzeydeki imalat sanayiinde yüzde 5.3’lük bir istihdam daralmasına neden olduğunu tespit etmektedirler. 23 Bu veriler dünyayı oldukça belirsiz ve istatistiki açıdan sorunlu bir kuzey-güney ekseni etrafında tasnif ettiği için bazı sorunlar içeriyor kuşkusuz. Bu sorunların farkında olarak şunu ekleyelim, kuzey ülkelerinin güneyle ticareti sonucunda zengin ülkelerin sanayilerinde ortaya çıkan istihdam azalması yüzde 1.5-4 seviyesinde yani oldukça önemsiz bir düzeyde…
Bu veriler göstermektedir ki sanayisizleşme olgusunun kapitalist gelişmenin yeni bir düzeyine işaret ettiği argümanı doğru değildir. Teknolojideki gelişmeler ve sanayideki üretkenlik artışları, kapitalist sistemin devrevi bunalımlara girmesini önleyemiyor. Tipik aşırı üretim sendromu, yine tipik emperyalist tepkiyle, yani sermaye ihracı ile karşılanıyor. Bu sürecin dünyanın geri kalanı için sonuçlarının neler olduğunu biz Türkiye örneğinde gayet iyi biliyoruz. IMF’ye köle olmuş sanayisi yok olmanın eşiğine gelmiş, borç batağında bir yığın ülke…
Sanayisizleşme sürecini postendüstriyel topluma geçişin bir ifadesi olarak gören teorilerin iddialarının tersine, dünya üretim yapısında köklü değişikliklerin gerçekleştiği doğru değildir. Bu tür yaklaşımların meseleyi hangi noktalara vardırdıklarını tartışmak, kapitalizmin güncel anlamda barındırdığı eğilim ve dinamiklerin ne tür bir ideolojiyle maskelenmek istenildiğini görmemiz açısından anlamlı olacaktır. Teknolojik determinizmden kalkıp, eylem fetişizmini ve kültürü politik çözümlemenin merkezine alan bir metodolojik çizgi, günümüz “post” önekli toplum kuramlarının ortak noktasıdır. Yazının geri kalanında, postendüstriyel bir topluma geçildiğini iddia edenlerin bazı güncel iddiaları üzerinde duracağım.
Kapitalizmin ‘sanayi sonrası’
Sanayisizleşmeyi küreselleşmenin kaçınılmaz bir sonucu, küreselleşmeyi de gelişmenin bir aşaması olarak gören yaklaşımlar, sanayileşmiş ülkelerde toplumsal yapının da bu gelişmelere paralel olarak değiştiğini iddia etmektedirler. Sanayileşmiş kapitalist ülkelerin sanayisizleşmesini doğa yasası kabilinden bir süreç olarak gören ve büyük oranda teknolojik determinizmle malul teorilerin ana dayanağı, yetmişlerde Alain Touraine ve Daniel Bell gibi bir kısım liberal zevat tarafından ortaya atılan postendüstriyel toplum tezidir. Bu kuramların mantıksal çerçevesi son derece basit; teknolojideki gelişmeler, yetmişli yılların ortalarında başlayan, ancak özellikle seksenlerde hızlanan ve doksanlarda tamamlanan bir enformasyon devrimini imlemektedir. Enformasyon devrimiyle beraber kapitalizm, geleneksel sanayi sektörlerinden farklı, esnekliğin ve yüksek işgücü kalitesinin belirlediği, temel hammaddesi bilgi olan, yeni bir dizi sektörün yükselişine tanıklık etmiştir. Bu yeni ekonomi geleneksel sanayinin kurallarına uymayan bazı niteliklere sahiptir ve bu anlamda yeni ekonominin yükselişi, eskisinin yani sanayi toplumunun geride bırakılışını müjdelemektedir. Yeni ekonomi etrafında adım adım örgütlenen bu yeni toplumsal düzene ilk verilen ad, postendüstriyel toplum olmuştur. Daha sonra aynı süreç Althusser tilmizi bazı kuramcıların uydurdukları “ağ toplumu” (network society) gibi başka kavramlaştırma denemelerine de zemin sunmuştur. Elbette, bu ideolojinin üreticileri için sanayisizleşme olgusu bulunmaz bir nimet olacaktı ve zaten yukarıda “pozitif sanayisizleşme yaklaşımı” olarak ele aldığımız çerçeve de bu kişiler tarafından üretildi. Bu yaklaşıma göre postendüstriyel topluma geçiş, sanayinin önemi giderek yitirmesi anlamına gelmektedir ve işte eskinin sanayileşmiş ülkeleri, yani en gelişmiş kapitalist ülkeler tek tek sanayisizleşmektedirler. Bu beyler de hemen, “postendüstriyel toplum kuramına bundan daha açık bir destek daha iyi bir kanıt olabilir mi?” diye sormaktadırlar. “Olmaz” deyip de zokayı yutanlar, “artık sınıf da, sınıf mücadelesi de yok”, “ulusal düzeyde iktidarı elde etmeyi hedefleyen bir siyasi mücadeleyi sürdürmek doğru değil” gibi başka angajmanlara da kendilerini hazırlamalılar; yani sınıfı da, siyaseti de unutmalılar…
Bu alt başlıkta öncelikle postendüstriyel toplum ya da “ağ toplumu” argümanlarının temel önermelerine değineceğim. Bu argümanlar, sanayisizleşme konusundaki tartışmalarla yukarıda betimlemeye çalıştığım çerçevede ilişkilidir. Sanayisizleşmeyi kapitalist düzenin irrasyonalitesinin ve emperyalist tahakkümün sonucu olarak gören marksist bir yaklaşımın, süreci türlü türlü burjuva ideolojisine temel hazırlamak çerçevesinde yorumlayan kuramların oluşturduğu hegemonyayı kırması gereklidir. Bu nedenle işe bu teorilerin ileri sürdüğü argümanları tartışmakla ve bu teorilerin hangi öncüllere dayandıklarını belirlemeye çalışmakta yarar var.
Manuel Castells’in “ağ toplumu” tezi, postendüstriyel toplum tezlerinin dünya ekonomisindeki mevcut dinamiklerle ilişkisini kuran ve bu tezlere güncel dayanaklar kazandıran bir örneği olması nedeniyle, buradaki tartışmamıza temel olacak. Castells’in yaklaşımının günümüzde batı sosyal biliminin içine düştüğü açmazları ve bu anlamda da postendüstriyel toplum tezinin bütün özelliklerini yansıttığını düşünüyor ve bu nedenle üzerinde genellemelere gidilebilecek bir prototip olarak görülebileceğini iddia ediyorum.
Yukarıda da belirttiğim gibi, “postendüstriyel toplum” ya da “ağ toplumu” teorileri önemli ölçüde teknolojik determinizmle maluldür. Yetmişlerin ortasında yazdığı bir kitapla “postendüstriyel toplum” deyişini literatüre sokan Daniel Bell adlı liberal kuramcıya göre, postendüstriyel şema, toplumun sosyo-teknik boyutuna karşılık gelmektedir. Kapitalizm ise, toplumun sosyo-ekonomik boyutu olmaktadır. 24 Dolayısıyla, nasıl ki “sosyo-ekonomik” boyuta göre tarihsel bir periyodizasyon üretilebildiyse aynı şey, “sosyo-teknik” boyuta dayanılarak da yapılabilir. O halde, sanayi öncesi toplum sanayi toplumu, ve sanayi sonrası toplum ifadeleri sosyo-teknik boyuta dayanan somut, gerçek tarihsel dönemlerdir.
Kimileri tarafından “21. Yüzyılın Weber’i” olarak anılan Manuel Castells de Bell’in tasnifini yerinde bulmakta ve toplumsal tarihin tekniğe göre bir bölmelendirilmesinin yapılabileceğini savunmaktadır. Castells kendisi bir periyodizasyon yapmasa da, teknolojinin değişimin motor gücü olduğu yeni bir çağa adım attığımızı öne sürmekte ve bu çağı “enformasyon çağı” olarak nitelemektedir. Castells “enformasyon çağı”nı, “insan toplumlarının etkinliklerini mikroelektronik temelli enformasyon/iletişim teknolojileri ve genetik mühendisliği etrafında tanımlanan bir teknolojik paradigma içinde gerçekleştirdikleri bir tarihsel dönem” 25 olarak nitelemektedir. Castells’e göre “enformasyon çağı”, temel olarak enerjinin üretimi ve dağıtımına dayalı sanayi paradigmasının yerini enformasyon işlemeye dayalı enformasyon paradigmasına bırakmasıyla ortaya çıkmıştır.
Castells, Bell ve ardıllarının ne tür eleştirilere maruz kaldığını gördüğünden olsa gerek öne sürdüğü “yeni çağ” argümanını teknolojik determinizmle eleştirilemeyeceğini öne sürmektedir. Castells, üç ciltlik “enformasyon çağı” analizine, “aslında teknolojik determinizm ikilemi muhtemelen yanlış bir sorundur çünkü teknoloji toplumdur ve toplum teknolojik araçları olmaksızın anlaşılmaz ya da temsil edilemez” 26 diyerek başlamaktadır. Aynı metindeki şu cümleler, Castells’in tarihe bakışındaki teorik izleri sürmek açısından ilginçtir: “Teknoloji toplumu belirlemez, onu dile getirir. Ancak toplum da teknolojik yenilenmeyi belirlemez; onu kullanır. Toplumla teknoloji arasındaki bu diyalektik etkileşim Fernand Braudel gibi iyi tarihçilerin eserlerinde bulunur.” 27 Yeni bir çağın eşiğinde olduğumuzu vahyeden yeni çağ vaizlerinin kendilerine Musa olarak Braudel’i seçmeleri ilginçtir. Vaiz Wallerstein’in Eski Ahit’i kuşkusuz Braudel’in “Maddi Medeniyet ve Kapitalizm”idir; vaiz Castells’in de Wallerstein’in izinden gittiği ortada…
Castells teknolojik determinizmi totolojiyle çözüyor: Teknoloji toplumdur, toplum da teknoloji. Böylece teknolojik determinizm sorunu aşılmış olmuyor; sorunun varlığını inkar etmek için bu pek de fena bir yol değil. Liberal Bell bu konuda daha saf ama daha dürüsttür. Onun teknolojik determinizm suçlamasına yanıt yetiştirmek gibi bir derdi bulunmamaktadır. O işine bakmaktadır…
Bu yöntemsel çizgiden çıkan ilk sonuç, “yeni kurallara tabi yeni bir ekonomik düzen”in varolduğunun savunulmasıdır. Liberal Bell, burada yine alıklık düzeyinde açık sözlüdür:
“… postendüstriyel toplum entelektüel teknoloji tarafından şekillendirilir. Ve eğer sermaye ve emek endüstriyel toplumun yapısal özellikleriyse, enformasyon ve bilgi de post-endüstriyel toplumun yapısal özellikleridir.” 28
Böylece Bell, rahatlıkla emek-değer kuramının ya da daha geniş anlamda emekle sermaye arasındaki ilişkinin artık toplumsal ilişkileri açıklayamayacağını öne sürer. Bell’e göre emek-değer kuramı post-endüstriyel toplumda yerini “bilgi-değer kuramı”na bırakmıştır. Endüstriyel ve postendüstriyel toplumların iktisadi özleri tamamen farklıdır: Pre-endüstriyel bir sektör esas olarak genişleyicidir; ekonomisi tarıma, madenciliğe, balıkçılığa, kerestelere, doğal gaz ya da petrol gibi başka hammaddelere dayanır. Endüstriyel bir sektör esas olarak imalatçıdır; malları imal etmek için enerji ve makine teknolojisini kullanır. Postendüstriyel bir sektör ise, enformasyon ve bilgi değişiminde telekomünikasyonun ve bilgisayarların stratejik önem taşıdığı bir işleyicidir.” 29
Castells, Bell kadar açık sözlü değildir -bunun nedeni kuşkusuz liberal Bell kadar alık olmamasıdır. Castells, eski bir marksist olarak emek-değer kuramını da, üretim tarzı kavramını da hemen reddetmez. Ona göre, üretim tarzı ile gelişim tarzı farklı şeylerdir. Castells ayrımı şu biçimde koyar:
“Artığın elde edilişini ve denetimini belirleyen yapısal ilke, bir ‘üretim tarzı’nı karakterize eder. (…) gelişim tarzları, emeğin ürününü ortaya çıkarmak üzere madde üzerinde çalıştığı, artığın düzeyini ve niteliğini nihai olarak belirleyecek olan teknolojik düzenlemelerdir. Her bir gelişim tarzı, üretim sürecindeki üretkenliğin gelişiminde temel olan öğe ile tanımlanır.” 30
Başka bir yerde Castells, gelişme tarzlarının merkezi teknolojik paradigmalarına ve çalışma ilkelerine göre tanımlandıklarını yazmaktadır. Castells bundan sonra üretim tarzı kavramını bir kenara bırakıp, kendisinin ortaya attığı gelişme tarzı kavramını çözümlemenin merkezine koymaktadır. Buna göre, endüstriyel gelişme tarzında yeni enerji kaynaklarının keşfi temel paradigmayken, enformasyonel gelişim tarzında üretkenliğin kaynağı enformasyon işleme, bilgi üretme ve sembol iletimidir. Endüstriyel gelişim tarzı çıktıyı maksimize etmeye dönük bir iktisadi büyüme kriterine göre çalışırken, enformasyonel gelişim tarzının performans kriteri teknolojik gelişme, yani bilginin birikmesine ve enformasyon işleme sürecinde daha yüksek bir düzeye erişilmesine dayanır. 31 Castells’e göre enformasyonel gelişim tarzının imlediği yeni ekonomi üç özellik taşır: 1.Enformasyoneldir, 2. Küreseldir ve 3. Şebekeleşme (networking) 32 mantığına dayalıdır. Bunlar ekonominin yeni yasalarıdır…
Öte yandan Castells’e göre enformasyonel gelişme tarzında üretkenlik ve rekabet, bilgi üretimi ve enformasyon işleme becerisinin bir fonksiyonudur. “Enformasyon teknolojisi devrimi” ile birlikte ortaya çıkan teknolojiler, daha önceki teknolojik devrimlerden farklı olarak enformasyon üzerine etkiyen teknolojilerdir. Daha önceki teknolojik devrimlerde ise, teknolojinin enformasyon üzerine etkimesi değil, tersi geçerlidir.(33)33 Bu nedenle tüm bir kapitalist rekabet ve üretkenlik mantığı değişmiş olmalıdır, çünkü daha önceki toplum-teknoloji ilişkisi, enformasyon teknolojisi devrimiyle birlikte baş aşağı olmuştur. Enformasyon teknolojisi devriminin ardından rekabet avantajı sağlamanın yolu, şebekeleşmekten geçmektedir çünkü “şebekenin morfolojisi etkileşimin artan karmaşasına ve bu tür bir etkileşimin yaratıcı gücü sonucunda ortaya çıkan öngörülemeyen gelişim paternlerine kolay uyum sağlayabilmektedir.” 34 Dolayısıyla şebekeleşmek, rekabet edebilmenin ve üretkenlik için gerekli yaratıcılığın bir gereği olmaktadır.
Castells bu düşüncede bir kez daha liberal öncüllerine vefa borcunu ödemektedir. Kendi kitabında alıntıladığı bir paragrafta postendüstriyel toplum safsatasının üreticilerinden olan Alain Touraine şunları yazıyor:
“…üretimin merkezinde kültürel hizmetlerin maddi mal üretiminin yerini aldığı postendüstriyel bir toplumda, öznenin, aparatların ve pazarın mantığı karşısında kendi kişiliğini ve kültürünü savunması, sınıf mücadelesi düşüncesinin yerini almıştır.” 35
Castells, Touraine’nin öğretisine sadık bir biçimde bağlıdır. Ona göre, enformasyon devrimiyle birlikte firmaların ve bölgelerin üretim yönetim ve dağıtım ağları içinde örgütlenmeleri ve merkezi ekonomik aktivitelerin küresel çerçevede gerçekleşmesi söz konusu olmuştur. Böylece ağlar, merkezleri ortadan kaldırmış ve ağlar üzerinden işlemeyen herhangi bir hiyerarşik iktidarı olanaksız kılmıştır. Merkezsizleşme (desantralizasyon) ve hiyerarşilerin dağılması, yeni rekabet ve üretkenlik paradigmasının olmazsa olmazlarıdır. Bu ilkeler, Touraine’nin dediği gibi, öznenin pazarın mantığı karşısında kendi kişilik ve kültürünü korumasını olanaklı kılmıştır. Başka bir deyişle hiyerarşik örgütlenmenin, mekânsal olarak sınırlı toplumsal aktörleri olan sınıflar yerlerini yeni toplumsal aktörlere bırakmıştır…
Teknolojik determinizmin vardığı son nokta budur: Sınıflar öldü, toplumsal aktör değişti, siyasetin kategorileri başkalaştı… Yeni ekonomi, yeni kurallar, enformasyon devrimi derken gelinen nokta bu…
Liberal Bell, Castells’ten yıllar önce “yeni ekonomi”nin yükselmesiyle beraber emek ve sermaye kategorilerine dayalı sınıf ayrımının ortadan kalktığını ve bunların yerini “tek bir bilgi sınıfının” aldığını müjdelemekteydi. Elbette sınıf mücadelesine ilişkin eski masallar da bu değişimden nasibini alacaktı:
“Postendüştriyel sektörlerin yaşam alanları (situs) bir seri dikey, düzen siyasal bağlanmanın daha önemli odakları olacaktır. Dört işlevsel yaşam alanı -bilimsel, teknolojik (…) idari ve kültürel- ve beş kurumsal yaşam alanı -iktisadi girişimler, hükümet büroları, üniversiteler ve araştırma kompleksleri, toplumsal kompleksler (…) ve ordu vardır. Benim argümanın, ana çıkar çatışmalarının bu yaşam alanı grupları arasında gerçekleşeceği ve bu yaşam alanlarına olan bağlılığın yeni profesyonel gruplarının toplumda tutarlı bir sınıf oluşturmalarına yetecek düzeyde güçlü olacağı yönündedir.” 36
Bell’e göre emek-sermaye ayrımına dayanarak tanımlanan toplumsal sınıfların yerini sitüsler ya da mesleğe göre tanımlanan yaşam alanları almaktadır. İddia budur… Bu iddia, “postendüstriyel toplum” argümanına şu ya da bu biçimde bağlı herkes tarafından savunulmaktadır. Yapılan, marksist sınıf tanımının yerine Weberci paradigmayı önermekten başka bir şey değil aslında. “21. yüzyılın Weberi’nin” de bu konuda söyleyecekleri olacaktı elbette… Castells, anlamını hiçbir zaman açık bir biçimde ortaya koymadığı gelişme tarzı kavramından hareketle toplumsal aktör sorununa yaklaşır. Burada Castells’in daha önce kent kuramı üzerine yaptığı analizlerin izlerini görmek mümkün. Kenti kolektif bir tüketim alanı olarak gören Castells, “kentsel toplumsal hareketler”i toplumsal değişimin birincil düzeyde aktörleri olarak görmektedir. “Ağ toplumu” adı altında ortaya attığı teori ise Castells kent bağlamında yaptığı çalışmalara ve öne sürdüğü iddialara toplumsal bir temel hazırlamak üzere ortaya atılmış gibi görünüyor.
Castells, gelişim tarzlarını tüm bir toplumsal davranışı şekillendiren unsurlar olarak ele alır. Bu özellikle “enformasyonel gelişme tarzı”nda daha da belirgindir, “çünkü enformasyonalizm bilgi ve enformasyon teknolojisine dayanmaktadır; enformasyonel gelişim tarzında kültür ve üretici güçler, ruh ve madde arasında özellikle yakın bir bağlantı vardır. Buradan tarihsel olarak yeni toplumsal etkileşim, kontrol ve değişim biçimlerinin ortaya çıkmasını beklememiz gerektiği sonucu çıkar.” 37 Castells’e göre, “son tahlilde üretim ilişkilerinin şebekeleşmesi toplumsal sınıf ilişkilerinin bulanıklaşmasına yol açmıştır. Bu, sömürüyü, toplumsal farklılaşmayı ve direnci imkansızlaştırmaz. Ancak, ağ toplumunda, Endüstriyel Çağ’da olduğu gibi, üretim tabanında tanımlanan toplumsal sınıflar varlıklarını devam ettirmemektedirler.” O halde bu yeni toplumsal aktörler kimlerdir? Castells bu soruya son derece klasik bir yanıt veriyor: (1) Kültürel komünler, (2) Feministler, çevreciler, etnik hareketler gibi değişik toplumsal gruplar tarafından oluşturulan alternatif ağlar… 38 Önemli bir nokta şu; bu sözde yeni toplumsal aktörlere politik bir kimlik veren onlara kolektif kimlik kazandıran özellik nedir Castells’e ve onun gibi yeni toplumsal aktör arayışındaki pek çok başkasına göre üretim süreci artık toplumsal mücadele düzeyinde işçi sınıfına herhangi bir özellik katmadığına göre bunun yerini aldığı iddia edilen yeni toplumsal aktörler hangi özellikleri vesilesiyle boşaldığı iddia edilen tahta oturabilmektedirler? Castells, pek çok benzeri gibi bu soruya kültürelci bir yanıt vermektedir:
“Kritik ayrım (bu grupların) kendilerine özgü benlik tanımlamalarının ötesinde, kodları arasında iletişim kurabilme ya da kuramamalarında yatmaktadır. Ağ toplumundaki temel ikilem, siyasal kurumların artık iktidar alanı olmamalarıdır. Gerçek iktidar, ağların içine gömülmüş araçsal akımların ve kültürel kodların iktidarıdır.” 39
Bu gerçekten ilginç bir nokta ve günümüz “post” ideolojilerinde çok sık rastlanan bir özellik: Teknolojik determinist kalkış noktasından, aşırı kültürelci bir uca salınma… Castells bu anlamda bir prototip sunmaktadır.
Bu yaklaşıma başka örnekler de sunmak mümkün. Ben geçmeden, bazı aklı evvellerin 21. Yüzyılın Manifestosu diye andıkları, Negri ve Hardt’ın İmparatorluk‘undan benzer bir örnek sunmak isterim. Ne de olsa 21. Yüzyılın Weberi‘ni andık, 21. Yüzyılın Manifestosu’ndan bahsetmezsek olmaz… Antonio Negri ve Michael Hardt, İmparatorluk’ta Foucault’nun “disiplin toplumundan denetim toplumuna geçiş” argümanına başvurarak, teknolojideki ve iş örgütlenmesindeki değişimlerin sonucunda yeni –biyopolitik– bir küresel üretim örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin sonucu olan bir biyoiktidar yapısına geçildiğini öne sürüyorlar.
“Disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçişte yeni bir iktidar paradigması gerçekleşir, ki bu paradigma, toplumu biyoiktidar alanı olarak görür. Disiplin toplumunda biyopolitik teknolojilerin etkileri, disiplinin görece kapalı geometrik ve nicel mantıklara göre sağlanmakta oluşu anlamında hâlâ kısmiydi. (…) Buna karşılık, iktidar bütünüyle biyopolitik hale geldiğinde, bütün toplumsal bünye iktidar mekanizması tarafından tasarlanır ve onun virtüelliği çerçevesinde gelişir. Bu ilişki açık, nitel ve duygulanımsaldır. Toplumsal yapı ve gelişme süreçlerinin sinir uçlarına kadar erişen bir iktidar altında toplum tek bir bünye gibi tepki verir. İktidar böylelikle insanların bilincinin ve bedenlerinin -aynı zamanda bütün toplumsal ilişkileri- derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir.” 40
Kanımca, Negri’nin mantıksal çerçevesi ile Castells’inki arasında ciddi bir koşutluk var; her ikisi de üretimden teknolojiyi anlıyor ve üretim sürecinde sınıflar arasındaki ilişkiyi hesaba katmıyorlar. Böyle bakınca üretim, teknik bir ilişkiye indirgenmiş oluyor. Teknik değiştikçe üretimin yapısının ve ilkelerinin de değiştiğine inanıyorlar. Yani, üretim sürecindeki dönüşümlere “yeni ekonomi-yeni yasalar” çerçevesinden bakarak, siyasal süreçlerde de koşut değişiklikler arıyorlar. Negri, bizzat kendisi Le Monde Diplomatique‘de kitap üzerine yazdığı bir makalede bu mantığı dile getiriyor:
“Emperyal iktidarın daha ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren kazanmış olduğu ‘biyopolitik’ özelliğini (yani, fordist bir emek örgütlenmesinden postfordist bir örgütlenmeye, imalatçı bir üretim tarzından daha yaygın bir valörizasyon ve sömürü tarzına, toplumsal ve manevi biçimlere geçişi) vurgulamamızın nedeni budur. (…) Üretimin kendisi biyopolitikleştiğinden İmparatorluk biyopolitik bir düzen kurar. Başka bir deyişle: Ulus-devlet, düzenin onay dinamiklerinin sürdürülmesini örgütlemek için bir disiplin aygıtı olarak iş görür ve böylece belli bir üretici toplumsal bütünleşme ve buna denk düşen bir yurttaşlık modeli oluşturur. Oysa İmparatorluk, denetim aygıtları geliştirir ve bunlarla yaşamın bütün yönlerine hükmeder. Bunları etkinliklerin, çevrenin, toplumsal ve kültürel ilişkilerin totaliter yönetilişine denk düşen üretim ve yurttaşlık şemalarına uygun olarak yeniden oluşturur. (…) Bu süreç, yani uluslardan İmparatorluğa geçiş, zenginliğin fabrikalarda üretilmesinin yerini şirketlere bırakması, çalışmanın yerini iletişimin alması, disiplinli hükümetlerin yerine denetim süreçlerinin yerleşmesi artık geri dönülmez bir özellik kazanmış görünüyor.” 41
Negri’ye göre biyopolitik düzenin kökünde disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçiş, bu sürecin arka planında da kapitalist üretim yapısındaki teknik değişiklikler vardır. Bu değişimi kaçınılmaz biçimde siyasal alanın ve siyasal mücadelenin değişimi izlemektedir. Her ne kadar Negri sınıf mücadelesi ve sınıflara bakışı konusunda Castells’den daha solda bir tavır alıyor olsa da, mantık süzgeçleri arasında ciddi bir fark bulunmuyor. Negri, emperyalizm aşamasından imparatorluk aşamasına geçişi sınıf mücadelesiyle açıklıyor ve içinde bulunduğumuz aşamada da küresel ölçekte tanımlanan bir dizi talep ve mücadele tarzıyla ortaya çıkan komünlerin aktör rolünü üstlendiğini belirtiyor:
“Eski terimlerle dile getirilse de yeni bir bilinç doğuyor: Üretimde olduğu kadar yaşamda da ortak yarar, ‘özel olan’dan ‘ulusal olan’dan daha önemlidir. İmparatorluk’a yalnızca ‘komün’ meydan okuyabilir.” 42
Neden sanayisiz bir kapitalizm olamaz?
Marksizmden bu yöntemsel sapmanın tarihinin altmışlı yıllara değin gittiğini, özellikle Poulantzas’ın başını çektiği “göreli özerklik” yaklaşımının bu sapmanın ortaya çıkışında önemli olduğunu anımsatmak isterim. Maddi koşullara dayanmayan kolektivitelere aktör rolü verilmesi ve bir kez bu apriori rol verildikten sonra, bu rolü rasyonalize edecek maddi koşullar icat edilmesi yeni solun kırk yıldır başvurduğu bir yöntemdir.
“Belirli bir sınıfla olan bağları koparılan sosyalist proje, kimliği, birlik ilkeleri, amaçları ve kolektif eylem kapasitesi bir takım özgül toplumsal ilişkilerden ya da çıkarlardan kaynaklanmayıp bizzat politika ve ideoloji tarafından oluşturulan toplumsal kolektivitelerde … ‘halk ittifakları’nda… yeni bir yere oturtulmaktadır. Bu nedenle Yeni Hakiki Sosyalizm, maddi yaşamın özgül koşulları üzerinde yükselmeyen tarihsel güçlerin; stratejik güç ve eylem kapasitesi yönündeki iddiasını maddi yaşamın toplumsal örgütlenmesine dayandırmayan ortaklaşa etkenlerin varlığını kabul etmektedir. Daha açık bir şekilde ifade edersek, stratejik gücün elde edilmesi ve ortaklaşa eylem yeteneği, toplumsal dönüşümü sağlayacak etkenlerin tanınmasında temel ölçütler olarak görülmemektedir.” 43
Böylece ideolojiye ve politikaya özerklik tanıma vurgusu ekonomik düzeni imgeleminde yeni baştan kurmuş ve gerekli yeni maddi koşulları icat etmiştir: Sanayi sonrası toplum, ağ toplumu, imparatorluk vb…
Bütün bu tartışmaların sanayisizleşmeyle ne ilgisi olduğunu sormanın vakti geldi. Sanayisizleşmenin, kapitalizmin daralma eğiliminin başat olduğu bir uzun dalga boyunca dünya çapında büyümenin frenine basmak zorunda kalışının bir sonucu olduğunu ve bu sonucun emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin tarif ettiği çerçevede, eşitsiz gelişerek tüm bir dünya kapitalizmini ilgilendirdiğini bir önceki bölümde ifade etmiştik. Postendüstriyel toplum tezi, bu gerçekliğin bambaşka bir yorumunu öne sürmekte ve bu yorumdan hareketle yeni bir siyasi mücadele dizgesinin zorunluluğunu vaaz etmekte. Bugün emperyalist sistemin bizimki gibi ülkelerin başına bela ettiği dertlerden bir tanesi olan sanayisizleşme sürecinin ortaya çıkarttığı son derece ciddi toplumsal sonuçların, bir tür akıl tutulması aracılığıyla sınıf mücadelesinin gündeminden düşürülmesi söz konusudur. Tam da bu bağlantı noktasında sanayisizleşmenin sanayi sonrası bir kapitalizme geçişe işaret etmediğinde ısrarcı olmak zorundayız.
Ben daha da ileri gidecek ve sanayisiz bir kapitalizmin asla varolamayacağını da iddia edeceğim. Bu iddiayı, bir boyutuyla modern sanayinin kapitalizmin oluşumunda oynadığı özgün rolle ilişkili tarihsel bir nedene, bir diğer boyutta da modern sanayinin sınıflar mücadelesindeki özgün konumuyla ilgili yapısal bir bağlama dayandırıyorum. Marx’ın Kapital’de modern sanayinin tarihsel anlamı üzerine yaptığı vurgu kapitalizm varoldukça değişmeyecektir:
“Makine biçimine gelen iş araçları, insan gücü yerine doğal kuvvetlerin konulmasını ve el alışkanlığı yerine bilimin bilinçle uygulanmasını gerektirir. Manüfaktürde, toplumsal iş-sürecinin örgütlenmesi tamamen özneldi, ve parça-işçilerin bir bileşimiydi; makine sistemine dayanan modern sanayide ise, tümüyle nesnel bir üretici organizma vardır ve işçi, zaten varolan maddi üretim koşullarına eklenen bir şey haline gelmiştir. Basit elbirliğinde ve hatta işbölümüne dayanan da bile, tek başına çalışan işçinin yerini kolektif işçinin alması, az çok rastlantıya bağlı bir şey gibi görünür. Oysa makineler, daha sonraki durumlarda birkaç istisna dışında sadece birleşmiş emek ya da ortak emekle işletilir. Demek ki, burada iş-sürecinin ortaklaşa niteliği iş aracının kendisinin zorladığı teknik bir gerekliliktir.” 44
Modern sanayi, tekil işçinin el becerisinin bilimsel bilinçle, tekil işçinin de kolektif işçiyle tarihsel olarak yer değiştirmesini ifade eder. İş sürecinin nasıl bir teknik donanıma göre örgütlendiği değil, bu paradigma çerçevesinde tanımlanan bir işbölümünün varlığı modern sanayinin ontolojik konumunu belirler. Başka bir deyişle, Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan bu paradigmanın yok olması için, işin bölünmesi zorunluluğunun ortadan kalkması ve çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkıp, gönüllü bir etkinlik halini alması gerekir. Malum, bu da ancak komünist toplumun bir özelliği olacaktır…
Modern sanayinin, Marx tarafından Kapital’de belirlenen bir başka yönü, üretimin tüm alanlarının teknik olarak birbirine bağlanmasıdır. Üretimin teknik bir bütün oluşturmasının arkasında, sanayi kapitalizminde üretim sürecinin mekanizasyonu yatmaktadır. Modern sanayinin özelliği üretimin makineyle yapılması değildir; kaldı ki, bilindiği gibi Sanayi Devrimi’ni niteleyen makinelerin pek çoğu, Sanayi Devrimi gerçekleşmeden önce keşfedilmişlerdi. Dolayısıyla, sanayinin varlığı makinenin varlığını gerektirmekle beraber bu tek başına yeterli koşul değildir. Modern sanayinin özelliği “makinenin makineyle yapılmaya başlanması”dır. Makineyle makine üretimi ise, temel bir koşula, üretimin tüm alanlarını teknik anlamda birbirine bağlı kılacak ortak bir güç kaynağının varlığına bağlıdır. Bu akıl yürütme, üretimin teknik koşullarındaki değişimler ne düzeye gelirse gelsin sanayinin üretim sürecinin teknik birliğini sağlayan temel süreç olarak işlevini sürdüreceği anlamında okunmalıdır. Yani hizmet sektörünün büyümesi, üretken olmayan faaliyetlerin iktisadi öneminin artması, sanayide istihdamın daralması gibi olgular, kapitalizmde sanayinin oynadığı özgün rolü ortadan kaldırmaz.
Modern sanayi, üretim sürecinin teknik birliğini sağlayan unsur olarak toplumsal üretkenlik düzeyinin de nihai belirleyicisidir. Sanayinin üretkenlik üzerindeki belirleyici rolü, onun sınıf mücadelesi üzerinde son derece önemli bir etkisi olduğu anlamını taşır, çünkü kapitalist sistemde üretkenlikle sömürü oranı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kapitalizmde modern sanayi, ücretlerin esnekleştirilmesine ve sermayenin işgücü pazarı üzerindeki belirleyiciliğini artırmasına zemin sağlar. Marx, Kapital’de kadın ve çocuk emek gücü kullanımını çözümlerken bu noktaya dikkat çeker:
“İşgücünün değeri, yalnız yetişkin işçinin hayatının devamı için gerekli iş zamanı ile değil, aynı zamanda ailesinin bakımı için gerekli olan iş zamanıyla da belirleniyordu. Makine, bu ailenin bütün üyelerini emek-pazarına sürerek, yetişkin erkeğin işgücünün değerini bütün ailesinin üzerine dağıtmıştır. Böylece, erkeğin işgücünün değerini düşürmüştür. … makine sermayenin sömürücü gücünün konusu olan insan malzemesini artırmanın yanı sıra bu sömürünün derecesini de yükseltir.” 45
Bugün kadın ve çocuk emeğinin sanayide 19. yüzyılda olduğu biçimiyle kullanılmadığı söylenebilir, ancak işçi sınıfı kimliğinin oluşumunda etnisite, ırk ve cinsiyet ayrımlarının geçmişte olduğundan daha da önemli hale geldiğini herhalde kimse inkâr etmeyecektir. Bu rolün sadece hizmet sektörüne özgü olması söz konusu değil. Özellikle emek yoğun sanayi kollarında kadın ve çocuk emek gücü halen büyük bir rol oynuyor. Ancak, üretkenliğin motoru olarak sanayi, sınıf mücadelesinin tarihsel olarak en yoğun şekilde yaşandığı, dolayısıyla da işçi sınıfının kazanımlarının en fazla kurumsallaşabildiği alandır aynı zamanda.
Sanayi proletaryasının sınıf mücadelesinde elde ettiği kazanımlar, işgücü pazarı üzerindeki sermaye denetiminin verili düzeyinin belirlenmesinde özel bir öneme sahiptir. Kapitalist açısından üretkenlik artışı sömürü oranını artırmaya hizmet eder, ancak üretkenlikteki artışın sömürü oranında ne düzeyde bir artışa tekabül edeceğinin gerçek düzeyi sınıf mücadelesi tarafından belirlenir. Modern sanayi bu ilişkinin ilk elden yaşandığı alandır ve bu alanda işçi sınıfının göstereceği başarının, üretimin diğer sektörlerindeki başarı üzerindeki etkisi son derece fazladır. Bu noktada kapitalist iş hukuku örnek gösterilebilir. Tüm kapitalist ülkelerde sanayi proletaryası hukuksal anlamda en fazla hak elde edebilen sınıf bölmesidir ve bu haklar, sınıfın diğer bölmelerinin mücadelesinde de temel istemler olarak öne çıkmaktadır.
Bütün bu düşünceler, sanayi proletaryasının sınıf mücadelesinin halen kritik halkası olması gerçeğinin, üretkenlik artışına bağlı olarak sanayideki istihdamın azalmasıyla ortadan kalkmayacağını ifade ediyor. Sanayi proletaryasının sınıflar mücadelesinde ve işçi sınıfı kimliğinin oluşumunda oynadığı rol ortadan kalkmamıştır ve kapitalizm varoldukça da kalkmayacaktır. Elbette bu işçi sınıfı kimliğinin iki yüz yıl önce neyse aynı olduğunu ifade etmiyor; kastım, sanayi proletaryasına Marx’ın atfettiği rolün teknik bir rol olmaktan çok öte, siyasal bir rol olduğudur.
Bu nedenle sanayisiz bir kapitalizmin varolması, sınıfların toplumsal değişimin temel aktörleri olmaktan çıkması denli büyük bir saçmalıktır. O halde sanayisizleşme, sanayinin mutlak yok oluşunu değil, kapitalizmin daralma dönemi boyunca işçi sınıfı üzerindeki baskısını dünya çapında artırmasını betimlemektedir. Çünkü, sanayi yukarıda saydığım gerekçelerle ortadan kalkamaz…
Postendüstriyel toplum tezinin çarpıttığı bir noktaya değinerek bu alabaşlığı kapatalım. Kapitalizminin yetmişlerin ortasından bu yana bir “enformasyon devrimi” yaşadığını iddia edenlerin üzerinde en fazla spekülasyon yaptığı konu üretkenlikteki değişimler. Enformasyon teknolojilerindeki gelişimin üretime uygulanması sonucunda özellikle sanayide belirli bir üretkenlik artışı sağlandığı kesin olmakla beraber postendüstriyel toplum tezi savunucuları sanayinin genel üretkenlik düzeyi yerine ayrı ve sanayi dışı bir entite olarak gördükleri “yeni ekonomi”nin üretkenlik seviyesini teorik bir dayanak olarak öne sürmektedirler. Aşağıdaki tablo, sanayileşmiş ülkelerdeki üretkenliğin son 40 yılda nasıl seyrettiğini gösteriyor:
Bu veriler emperyalist metropollerin tamamının son 40 yılda bütün faktörler itibarıyla üretkenlik düşüşü yaşadığını ortaya koyuyor. Enformasyon teknolojilerinde sağlanan üretkenlik artışlarının ise suni olduğunu dünya kapitalizminin içine sürüklendiği resesyon göstermiş oldu. Uluslararası mali sermayenin sözcüsü The Economist dergisi bile, “enformasyon devrimi” denilen şeyin önemli oranda bir balon olduğunu ifade etti:
“İlkin ve en önemlisi, küresel enformasyon teknolojisi (IT) patlaması sönmeye başladı. Geçtiğimiz yıl, Amerika’nın IT balonunun sönmekte olduğu Nasdaq’ın ve ‘dotcom’ların çöküşünden belliydi, ancak bu sönümlenişin Internet hisselerindeki küçük bir balonun patlamasından daha fazla bir şey olduğu pek kabul görmüyordu. Aslında, ‘yeni ekonomi’ aldatmacası küresel teknoloji sektörünü altüst etti ve bütün Amerikan ekonomisini dengesizleştirdi. Gelecekteki kârlara ve ucuz sermayeye dair aşırı iyimserlik özellikle IT sektöründe aşırı yatırımları körükledi. Sonuçta bu yıl sermaye harcamalarında görülen çöküş, yurtiçindeki ve yurtdışındaki IT imalatçılarını vurdu. Morgan Stanley’e göre ikinci çeyrekte, yatırımlar yıllık bazda Amerika’da yüzde 15, Japonya’da yüzde 18, düştü. … Ekonomiler ticaret, küresel üretim zincirleri ve çokuluslu şirketler aracılığıyla Amerika’ya daha fazla bağımlı hale geldiler. Son on yıl boyunca dünya ticareti dünya GSYİH’sinden 2.3 kat daha hızlı büyüdü; bu oran daha önceki iki on yıl boyunca 1.4’tü. Amerika’nın ithalatı artık dünyanın geri kalanının GSYİH’sinin yüzde 6’sı düzeyinde, ki bu rakam 1990’dakinin iki katı. Ancak bu yılın (2001) ilk yarısında, Amerika’nın ithalatı yıllık bazda yüzde 13 azaldı; IT teçhizatı ithalatıysa yıllık neredeyse yüzde 50 düştü.” 46
Bu ne menem bir devrimdir ki, altı ay içerisinde tüm göstergeleriyle tepe taklak gidebilsin? Kanımca teknolojik determinizmin sınırlarını “yeni ekonomi”nin akıbeti belirlemiştir. Çünkü, sanayi sonrası topluma geçişi sağladığı belirtilen iktisadi zeminin kendine bile hayrının olmadığı, dünya ekonomisinin girdiği durgunlukla birlikte görülmüştür…
“Sınıf öldü”, “iktidar kavgası öldü” diye yola çıkanların, böylesine oynak ve naif bir zeminde yola çıkmalarına fazla şaşmamak gerekiyor. Onlar “yeni ekonomi”yle kafalarını boza dursunlar, komünistler işçi sınıfının aklı olmaya ve işçi sınıfını sosyalist iktidar kavgasına örgütlemeye devam ediyorlar. Neyse ki ülkemizde sanayi sonrası toplum, ağ toplumu, küresel toplumsal muhalefet gibi kavramların bu topraklardaki alıcılarına alan bırakmayan bir komünist hareket var. Bu hareketin mücadele çağrısını bir kez daha yinelemek bu yazının kapanışı için olabilecek en anlamlı vurgudur:
“Türkiye’de işçi sınıfı partisinin zamanı geçti diyen solcular olmuştur. Sınıf mücadelesinin yerine toplumsal muhalefet hareketlerini geçirmeyi öneren, yani işçi sınıfının bağımsızlığını küçük burjuva reformculuğuna feda edelim diyenler olmuştur. Bu eğilimin adını koyalım; bazı solcu arkadaşlarımız mücadelenin ‘komünist parti’ biçimine ihtiyacı olmadığını savunmuşlardır. Başka arkadaşlarımız, komünist partinin yerine ideolojisiz kitle partisi fikrini, yani kitle kuyrukçuluğunu koymayı önermiş ve denemişlerdir. Başkaları, burjuva cumhuriyetçiliği ile, altı okla işçi sınıfı siyasetini ikame etmeyi düşünebilmişlerdir. Hepsi iflas etmiştir. Bunların hepsi, bugün sosyal-demokrasiden bağımsız bir işçi sınıfı kimliğinin çıkışsız olacağında anlaşma halindedirler. Solda yakın zamanların bu fraksiyonculuk dönemi kapanmalıdır. Bugün solda farklı eğilimlere dağılmış komünistler bulunmaktadır. Sözü uzatmayacağım. Özetle, komünistlerin yeri komünist partisidir. Türkiye Komünist Partisi yeni bir dönemin açılışını simgelemektedir.” 47
Başka söze gerek var mı?..
Dipnotlar ve Kaynak
- ALDERSTON Albert S., “Globalization and Deindustrialization: Direct Investment and the Decline of Manufacturing in 17 OECD Nations”, Journal of World Systems Research, C.3, no.1, 1997, s.11-12-13.
- KRUGMAN Paul, “Domestic Distortions and the Deindustrialization Hypothesis”, NBER Working Papers, Mart 1996.
- GeoFact Sheet, “Deindustrialisation”, Nisan 1998.
- HIRST Paul – Grahame THOMPSON, “Küreselleşme Sorgulanıyor”, Dost Kitabevi, 1998, s.89.
- Arndt ve Richardson’dan alıntıyı yapan Anwar Shaikh, “Free Trade Unemployment and Economic Policy”, Global Unemployment-Loss of Jobs in the ’90s içinde, ME Sharp Press, 1995, s.62.
- SHAIKH Anwar, a.g.e., s.62.
- SHAIKH A., a.g.e., s.63.
- KAZGAN Gülten, “İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi”, Bilgi Yayınevi, 1969, s.116.
- KAZGAN G., a.g.e., s.117-118.
- KAZGAN G., a.g.e., s.117.
- KAZGAN G., a.g.e., s.118.
- SHAIKH A., a.g.m., s.68-69-70.
- SHAIKH A., a.g.m., s.71-72-74.
- SHAIKH A., a.g.m., s.74.
- SHAIKH Anwar, “Real Exchange Rates and the International Mobility of Capital”, NBER Working Papers, No.265, New School University, 1999, s.17.
- SHAIKH A., “Real Exchange Rates…”, s.17-18.
- AKYÜZ Yılmaz, “Financial Liberalization: The Key Issues”, s.25-26.
- AKYÜZ Y., a.g.e., s.55.
- UNCTAD Trade and Development Report, 2001, s.82.
- AKYÜZ Yılmaz, “Küreselleşme, Kutuplaşma ve Kalkınma”, İktisat Dergisi, sayı: 416, 2001, s.21.
- AKYÜZ Yılmaz, a.g.m., s.19.
- ROWTHORN Robert – RAMASWAMY Ramana, “Growth Trade and Deindustrialization”, IMF Staff Papers, C.46, No.1, Mart 1999.
- ROWTHORN ve RAMASWAMY, a.g.m., s.31-32.
- BELL Daniel, “The Coming of Post-Industrial Society”, Basic Books, 1976, s.214.
- CASTELLS Manuel, “Materials for an Exploratory Theory of the Network Society”, British Journal of Sociology 51:1, Ocak-Mart 2000, s.5-6.
- CASTELLS Manuel, “The Information Age: Economy Society and Culture. The Rise of the Network Society”, C.1, Blackwell, 1998, s.5.
- CASTELLS M., a.g.e., s.5.
- BELL D., a.g.e., s.216.
- BELL D., a.g.e., s.216.
- CASTELLS M., a.g.e., s.16.
- CASTELLS M., a.g.m., s.9.
- CASTELLS M., a.g.m., s.10.
- CASTELLS M, “Information Technology and Global Capitalism”, Global Capitalism içinde, 2000, s.52.
- CASTELLS M., “The Rise of the…”, s.61.
- CASTELLS M., a.g.e., s.23.
- BELL D., a.g.e., s.219-220.
- CASTELLS M., a.g.e., s.18.
- CASTELLS M., a.g.m., s.18.
- CASTELLS M., a.g.m., s.23.
- NEGRI Antonio ve HARDT Micheal, “İmparatorluk”, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yay., 2001, s.47-48.
- NEGRI Antonio, “Vers l’Agonie des Etats-Nations. L’Empire Stade Suprême de l’Impérialisme”, Türkçesi www.bianet.org, Le Monde Diplomatique, Ocak 2001.
- NEGRI A., a.g.m., s.4.
- WOOD Ellen Meiksins, “Sınıftan Kaçış”, Yeni ‘Hakiki’ Sosyalizm, çev. Şükrü Alpagut, Akis Yayınları, 1992, s.11.
- MARX Karl, Kapital, C.1, çev. Alaattin Bilgi, 1975, s.415-416.
- MARX Karl, a.g.e.
- The Economist, “The World Economy. A Global Game of Dominoes”, 23 Ağustos 2001.
- GÜLER Aydemir, Sosyalist İktidar Partisi, 6. Olağanüstü Kongresi’nde yaptığı konuşma, Gelenek 69, s.20.