Türkiye solu bugüne kadar “tarım sorunu” hakkında ciddi bir tartışma yürütmedi. Köylülük hakkında yazılıp çizilenlerin bolluğu, bu söyleneni yalnızca doğruluyor. Çünkü Türkiye solu, tarım sorununun yalnızca köylülüğü doğrudan ilgilendiren boyutlarıyla ilgilendi. Belirleyici olan, köylülükle ilgili siyasal beklentilerdi. Bu nedenle de, tarım sorununun en az kırlardaki emekçiler kadar kentlerdeki emekçileri de ilgilendiren bir sorun olduğu gözardı edildi.
Tarım sorunu ihmal edildiğinde, “köylülük sorunu”nu doğru bir şekilde değerlendirmek de olanaksızlaşacaktır. Türkiye solunun köylülük konusundaki yanlış ve geri tezlerinin ardında tarım sorununun ihmal edilmesinin bulunduğunu söylemiyorum. Kuşkusuz tam tersi geçerlidir. Ancak tarım sorununun kararlı bir şekilde ihmal edilmesi, yanlış ve geri tezlerin ömrünü uzatan etkenlerden biri olmuştur.
Sermaye iktidarlarının tarım ve köylülük sorunlarına dönük yaklaşımları ile sol yaklaşımlar arasında ciddi bir paralelliğin bulunduğu görülebilir.
Türkiye’nin burjuva devriminin önder kadrosu da köylülük sorununu tarım sorununun önüne koydu. Toplumsal tabanı zayıf bir özne olarak kemalist önderlik, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülüğü dönüştürmeye çalışmaktan çok, onunla uzlaşma yoluna gitti. Tarımsal yapıların kapitalist dönüşümü zamana, daha doğrusu piyasa ilişkilerinin belirleyiciliğine bırakıldı.
Burada açıklık sağlanması gereken bir nokta var: Köylülükle uzlaşmanın somut biçimi ağalarla, aşiret reisleriyle, şeyhlerle, tüccarlarla ve tefecilerle kurulan ittifaktır. Ve köylülüğün ezici çoğunluğu açısından bu ittifak, sömürü yoğunluğunun azalmasına değil, en iyi durumda değişmemesine yol açmıştır. Bu arada, feodal döneme ait bağımlılık ilişkileri, geri ideolojilerle birlikte, kapitalizm dönemine taşınmıştır.
“Köylülük”le kurulan ittifakın başka bir sonuç vermesi olanaksızdı. İttifaklar yalnızca siyasi temsilciler arasında kurulabilir ve yalnızca yukarıda anılan unsurlar, “bir bütün olarak köylülük”ü temsil etme iddiasıyla ortaya çıkma şansına sahipti. Diğer yandan, “bir bütün olarak köylülük”ü gözeten her tür politikanın aynı unsurları güçlendirmesi kaçınılmazdı.
Toprak reformu neden yapıl(a)madı?
Türkiye solunun tarihindeki en “kitabi”, bir başka deyişle ülke gerçekliğinden en kopuk taleplerden biri, toprak reformudur.
Toprak reformunun özünde burjuvaziye ait bir talep olduğu herkes için açık. Büyük toprak sahibi feodallerin egemenliğini kırarak tarımda kapitalist gelişmenin yolunu açmanın aracı olan toprak reformu, sermaye iktidarları tarafından da 1920’li yıllardan bu yana defalarca gündeme getirildi, tartışıldı… Ancak yapılmadı ya da yapılamadı…
Feodal unsurların siyasal ağırlığının çok fazla olması nedeniyle mi?
Böylesi bir iddia, yalnızca Kürt aşiretleri için anlamlı olabilir. Zaten, başta kemalist önderlik olmak üzere sermaye iktidarlarını toprak reformu konusunda tartışmaya sevk eden, Kürt aşiret reislerini güçten düşürme kaygısıdır. Ancak bu kaygı devletle işbirliği yapan aşiret reislerini karşı cepheye itmeme kaygısıyla dengelenmiş ve somut bir adım atılmamıştır.
Türkiye’nin geri kalan bölümü söz konusu olduğunda ise, birincisi, büyük toprak sahipliği yaygın değildir; ikincisi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kıt olan kapitalist tarıma açılabilecek topraklar değil, tarımsal emek gücüdür. Nitekim, 1960’lı yıllara kadar tarımsal alanlar sürekli bir şekilde genişlemiş ve topraksız köylülerin önemli bir bölümü bu yolla toprak sahipleri arasına katılmıştır.
Cumhuriyet’in ilk döneminde bir “tarım sorunu”nun bulunduğu ise kesindir.
Sermaye birikimini hızlandırabilmek için piyasaya yönelik tarımsal üretimin artırılması ve tarımsal ürün fiyatlarının düşürülmesi gerekiyordu. Sanayinin tarımsal girdi ihtiyaçlarını ucuza karşılamak, kentlerdeki emek gücü arzını (yedek emek gücü dahil olmak üzere) artırmak tarımsal ürünleri ucuzlatarak ücretleri düşürmek ve ihracatı artırmak, için bir “tarım reformu”na ihtiyaç vardı.
Küçük ve asıl önemlisi geçimlik üreticiliğin yaygınlığı, söz konusu hedeflere ulaşmanın önündeki en büyük engellerden biriydi. Ancak böylesi bir reformu hayata geçirebilmek için, az topraklı köylülerden önce büyük toprak sahipleri ile tüccarların karşıya alınması gerekiyordu. Buna da cesaret edilemedi…
Nitekim, Cumhuriyet döneminde tarım kesimini ilgilendiren ilk ciddi adım tam aksi yönde atılmış ve o dönemde devletin en önemli gelir kaynakları arasında yer alan aşar (gayrisafi ürün üzerinden alınan vergi) 1925 yılında kaldırılmıştır. Aşar, 1924 yılında bütçe gelirlerinin yaklaşık üçte birini oluşturuyordu.1
“Kapitalist çiftçilik”i teşvik etmek ve feodal unsurları büyük toprak sahibi kapitalistlere dönüştürmek düşünülemez miydi?
Bunun önünde iki temel engel vardı.
Daha az önemli olanı toprak ağalarının, aşiret reislerinin, tüccarların ve tefecilerin “girişimci kapitalistler”e dönüşmek konusundaki isteksizliğiydi. Büyük toprak sahipleri bile, büyük ölçekli tarımsal işletmeler oluşturmak yerine, topraklarını küçük parçalar halinde topraksız ya da az topraklı köylülere dağıtarak ürüne ortak olmayı tercih ediyordu. Yoksul köylüyü geleneksel yöntemlerle sömürmek, bizzat girişimcilik yapmaya göre çok daha az külfetli ve riskliydi.
Daha önemli engel, sermaye birikiminin yetersizliğiydi. Büyük ölçekli tarımsal işletmelerin verimli olmasının koşulu, mekanizasyon, sulama, gübreleme ve ilaçlama gibi teknolojik girdilerin artırılması, yani üretimin sermaye yoğun hale getirilmesidir. Sermaye birikiminin yetersizliği emek gücünün kıtlığıyla (ve dolayı-sıyla ücretli emek kullanımının pahalılığıyla) birleşince, büyük kapitalist çiftlikler kurmak iyiden iyiye zorlaşır…
Bir başka seçenek daha vardı kuşkusuz: Ülke topraklarının büyük bir bölümünün devlet mülkiyetinde olmasından da yararlanarak tarım sektöründe devlet çiftliklerinin egemen olmasını sağlamak. İktidarın sınıfsal yönelimlerine tümüyle ters düşen bu seçenek doğal olarak tartışılmadı bile…
Sonuç, yukarıda dile getirilen ihtiyaçların giderilmesi konusunda piyasa ilişkile-rine bel bağlanması oldu. Piyasa ilişkileri yaygınlaştığı ve derinleştiği oranda tarımsal üretim artacak, fiyatlar düşecek ve bu arada feodal ilişkiler zaman içinde tasfiye olacaktı…
Tam da böyle oldu. Kuşkusuz, bu süreç, kapitalist dönüşümlerin uzun bir zaman dilimine yayılmasından kaynaklanan sorun ve sancılarla birlikte yaşandı.
Merkezi politikaların merkezi ekseni: “Köylülük”ü korumak
“Köylü milletin efendisidir” söyleminin demagojik bir yanının bulunduğu sıkça dile getirilir ve bu doğrudur da. Türkiye’nin bir sanayileşme atılımı gerçekleştirdiği 1930’lu yıllarda belki de en fazla ezilen kesim köylülüktür. Tarım ürünlerinin uluslararası fiyatlarının 1929’a doğru ciddi oranlarda düşmesi bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve Türkiye’deki tarımsal fiyatların dibe vurmasına seyirci kalınmıştır. Örneğin, 1929 yılında kilosu 12.83 kuruş olan buğdayın fiyatı 1933’te 4.31 kuruşa düşmüştür. 1932 yılında çıkarılan Buğday Kanunu ile bu ürünün desteklenmesi öngörülmüş, ancak destekleme fiyatı 5 kuruş olarak açıklanmıştır.2 Desteklemenin tek amacı köylülüğün tepkisini dizginlemek ve merkezi iktidarın köylülük nezdindeki meşruiyetini artırmak değildir. Asıl dert, fiyatların aşırı derecede düşmesinin piyasaya dönük üretimi sınırlandırmasıdır.
İktisadi açıdan bakıldığında, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde köylüyü milletin gerçek efendisi kılmaya yönelik olarak pek fazla çaba harcanmadığı kesin. Ancak siyasal açıdan bakıldığında işler değişiyor:
“Kemalistler ile eşraf arasındaki işbirliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak ve hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma, toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldıkları bir partinin, Halk Partisi’nin kurulmasıyla tamamlandı. İki basamaklı, dolaylı seçim sistemi, parlamento içinde reformları engelleyen güçlü bir toprak sahipleri lobisinin varlığını güvence altına aldı.”3
Toprak ağaları, aşiret reisleri, tüccarlar ve tefecilerle kurulan ittifak, küçük üreticiliğin ayakta kalmasını sağladığı oranda, köylülüğün sınıfsal ayrışma dinamiklerini zayıflatıyordu. Nüfusun ezici çoğunluğunun modern sınıf mücadeleleri sahnesinden tümüyle uzak kalması da, işçi sınıfının kontrol altında tutulmasını fazlasıyla kolaylaştırıyordu (köy nüfusunun toplam nüfusa oranı 1950 yılına kadar neredeyse hiç değişmemiş ve yüzde 75 düzeyinde kalmıştır).
CHP ile büyük toprak sahipleri ve tüccarlar arasındaki ilişkiler, savaş döneminde bozulmuştur. 1939 yılından itibaren merkezi hükümet tarım kesimine yönelik vergileri artırırken tarımsal ürünlere düşük fiyatlarla ve zorla el koymaya çalışmıştır. Ancak bu politikalar köylülüğün pasif direnişine yol açmıştır. Büyük toprak sahipleri ve tüccarlar ise stokçuluk ve karaborsacılık sayesinde zenginleşmiştir. Zorlayıcı politikaların henüz savaş sona ermeden terk edilmeye başlaması, CHP ile büyük toprak sahipleri ve tüccarlar arasındaki ilişkilerin düzelmesine yetmemiştir.
Ancak burada bir noktaya dikkat çekmekte yarar var: Demokrat Parti, CHP’den kopanların kurduğu bir partidir. Celal Bayar, 1932 yılında iktisat bakanlığına ve 1937 yılında da başbakanlığa atanmış bir kişidir. Adnan Menderes, 1945 yılındaki toprak reformu tartışmaları sırasında hükümete muhalefet ettiği için CHP’den atılan milletvekillerinden biridir.
Çok partili düzen, sermaye iktidarı ile köylülük arasındaki ilişkilerde ciddi dönüşümlerin yaşanmasını sağlamıştır. Türkiye toplumunun siyasal açıdan en hareketsiz ama nicel açıdan en büyük kesimi, oyları aracılığıyla büyük bir siyasal önem kazanırken, sermaye iktidarına tam anlamıyla bağlanmıştır. Büyük toprak sahipleri ile tüccarların köylülüğü kendi egemenlikleri altında tutmalarına yarayan geri ideolojiler burjuva siyaset sahnesine daha açık bir şekilde taşınmış ve sermayenin köylülük üzerindeki egemenliğinin doğrudan araçlarına dönüşmüştür. İşçi sınıfının gerek nicel gerekse nitel olarak daha hızlı bir gelişim göstermeye başladığı bir dönemde, sermaye iktidarı, köylülük ile ilişkilerini sağlamlaştırarak, sınıf mücadelelerinde ciddi bir avantaj elde etmiştir.
Köylülüğü sermaye iktidarına bağlayan en önemli ideolojik öğe, küçük toprak mülkiyetinin yaygınlığından kaynaklanan mülkiyet ideolojisi olmuştur. Ve küçük üreticiliğin korunması, yakın geçmişe kadar, sermayenin tarım kesimine yönelik politikalarının merkezi bir öğesi olarak kalmıştır.
Küçük üreticilik ve kapitalizm
Küçük üreticiliğin yaygınlığını koruması, kırsal yapıların kapitalist dönüşümünün tamamlanmaması anlamına gelir mi? Bir başka deyişle, Türkiye’nin kırlarında feodal ilişkilerin hala tam olarak tasfiye edilemediği söylenebilir mi?
Oysa daha 1800’lü yıllar sona ermeden, tarımda merkezileşme ve parçalanma eğilimlerinin bir arada yaşandığı sa
Kapitalist gelişmenin küçük üreticiliği tümüyle ortadan kaldıracağı, marksizmin ilk dönemine ait ve fazlasıyla “iyimser” bir beklentidir. Burjuvazinin henüz ilericilik barutunu tüketmediği bir dönemde, tarım sektöründe de rasyonel bir gelişim yolunun izleneceği varsayılmıştır.
ptanır. Lenin ,Kautsky’nin 1899 yılında yayımlanan Tarım Sorunu adlı kitabından şu değerlendirmeyi aktarıyor:
“Tamamen mülksüz bir tarım işçisine çok ender raslanır, çünkü kırsal tarım ekonomisi, tam anlamıyla ev ekonomisiyle bağlantılıdır. Tarımdaki ücretli işçilerin bütün kesimleri toprağın mülkiyetine, ya da kullanım hakkına sahiptirler. Küçük üretim büyük ölçüde ortadan kalktığı zaman büyük toprak sahipleri, toprakları satmak ya da kiralamak suretiyle, bu üretim biçimini güçlendirmeye ya da sürdürmeye çabalarlar.”4
Neden?
Çünkü toprağın mülkiyetine ya da kullanım hakkına sahip olan köylü ailelerinin emek gücü, tarım işçilerinin emek gücüne göre çok daha ucuzdur:
“’Köylülerin açlığa katlanma sanatının (Hungerkunst) küçük üretimin üstünlüğüne yol açabileceğini’ gösteren Kautsky’nin aktardığı şu olgu özellikle ilginçtir: Baden’de iki köylü işletmesinin karlılıklarının karşılaştırılması sonucunda, büyük işletmede 933 marklık bir zarar, birincinin yalnızca kadar büyük olan ikinci işletmede ise 191 marklık bir kar gözlenmiştir. Birinci işletmede tamamıyla ücretli işçiler çalıştırılmaktadır ve doğru dürüst beslenen bu işçilerin masrafı hemen hemen günde adam başına bir mark (yaklaşık olarak 45 kopek) tutmaktadır. Daha küçük olan öteki işletmede ise üretim tamamıyla aile bireylerinin (eş ve altı yetişkin çocuk) yardımıyla sürdürülmektedir ki, bunların bakımı için gündelikçi işçilere harcanan miktarın yalnızca yarısı, yani günde birey başına 48 fenik harcanmaktadır. Küçük köylünün ailesi de büyük işletmecinin ücretli emekçileri kadar iyi beslenmiş olsaydı, küçük çiftçi, 1250 marklık bir zarara girecekti!”5
Türkiye’de de, küçük üreticiliğin ayakta kalmasını sağlayan, köylülerin mutlak sefalet koşullarına katlanma sanatıdır. Yoksul köylü aileleri, “mülk sahibi” olma konumlarını, birincisi, yaşam standartlarının düşüklüğünü kabullenerek, ikincisi, çocuklar ve yaşlılar da dahil olmak üzere tüm aile bireylerinin emeğini kullanarak, üçüncüsü, büyük toprak sahiplerinin tarlalarında geçici işçilik yapan aile bireylerinin katkılarıyla ve dördüncüsü, kentlerde ve hatta yurtdışında çalışan aile bireylerinin gönderdiği paralarla korumaya çalışır. Toprak mülkiyeti, gerçek bir boyunduruğa dönüşmüştür. Sanayi işçilerinin yaşam koşulları ile yoksul köylülerin yaşam koşulları karşılaştırılamaz bile…
Tüm bunlar, kapitalizmin kırlara girememesinin değil, kapitalistleşme sürecinin sonuçlarıdır.
Özellikle ‘50’li yıllardan sonra, küçük üreticiliğin ayakta kalması, kırsal alanda ciddi dönüşümlerin yaşanmamasının değil, tam tersine yaşanmasının ürünüdür.
Köylere yol, su ve elektrik götüren ve tarımsal kredileri artıran DP iktidarı, piyasa ilişkilerinin hızla derinleşmesini sağlarken ,köylülük içindeki farklılaşma dinamiklerini de güçlendirdi. Tarım kesimine sağlanan devlet hizmetleri ile desteklerin eşitsiz dağılımı, köylülüğün bir kesiminin zenginleşmesini sağladı.
Örneğin, 1948 yılında 1750 olan traktör sayısı, 1960 yılında 42 bine ulaştı. İthal edilen bu traktörlerin önemli bir bölümü devlet desteğiyle satın alındı. 1960 yılında tarımsal işletme sayısının 3 milyon civarında olduğu hesaba katıldığında, traktör alabilenlerin ne denli “şanslı” olduğu açıklık kazanır.
Ancak aynı dönemde topraksız köylüler de gözetilmiş ve 1950’li yıllar boyunca Çiftçiyi Topraklandırma Programı çerçevesinde 320 bin topraksız ve az topraklı aileye dağıtılmıştır.6 Dağıtılabilecek devlet topraklarının kalmadığı 1960’lı yıllar ve sonrasında7 ise, gerek girdi destekleri, gerekse destekleme alımları, yalnızca büyük toprak sahiplerini zenginleştirmemiş, aynı zamanda küçük üreticiliğin ayakta kalmasına yardımcı olmuştur. Örneğin, 1960 yılında 42 bin olan traktör sayısı 1980 yılında 436 bine (ve 1995’te 776 bine) ulaşmıştır.8
Kapitalist gelişmenin kırlarda çözücü hiçbir etkide bulunmadığı söylenemez. Aksine, ‘50’li yıllardan itibaren, kırlardan kentlere (ve yurtdışına) ciddi bir göç hareketi de yaşanmıştır. Köylerdeki nüfusun toplam nüfusa oranı 1950 ile 1980 yılları arasında yüzde 75’ten yüzde 56’ya düşmüştür.9 Ancak göç de küçük üreticiliğe destek olmuştur:
“İllerarası göç ve 1960’lar ve 1970’lerin başında çok hızlanmış olan uluslararası göç ve bunların içerdiği dönüşümler küçük meta üretiminin sürüp gitmesini en az üç açıdan sağlamıştır: Birinci olarak, hanedeki bazı üyelerin kente veya yurtdışına gitmesi, toprağın bölünerek yeniden üretim koşullarının altına düşmesini önlemiştir. İkinci olarak, kente ve yurtdışına göçen haneler köyde kalan topraklarını çok düşük fiyatla kiraya veya ortağa vermişlerdir. Bu da köyde kalan özellikle traktörlü küçük meta üreticileri için çok önemli bir katkıdır. Üçüncü olarak, kente ve yurtdışına giden hane üyelerinin köyde kalan üyeleri paraca desteklemeleri ve böylece küçük meta üreticiliğinin yeniden üretimini ve hatta birikim yapmasını sağlamalarıdır. Özellikle yurtdışı göç böyle bir etkiyi fazlasıyla yaratmıştır.”10
Kente göç edenlerle köyde kalanlar arasındaki ilişki tek yönlü değildir. Köyden sağlanan erzak, kentlerdeki yeni işçi ailelerinin gıda harcamalarını, sermaye sahiplerinin ise bu işçilerin ücretlerini düşük tutmasını sağlamıştır.
Kuşkusuz, kentlere göç eden emekçilerin köylerdeki akrabalarıyla bağlarını koparmamalarının bir diğer önemli sonucu, geri ideolojilerin kentlerin kenar mahallelerine taşınması ve buralarda yeniden üretilmesi olmuştur. Kentlere sonradan göç edenlerin daha önce göç eden akraba ve hemşehrileriyle aynı gecekondu mahallelerinde buluşması ve dayanışması, kırsal bağların ve geri ideolojilerin yeniden üretimini sağlayan bir diğer etkendir.
Dolayısıyla, sermaye partilerinin küçük üreticiliği en azından tümüyle çözülmemesini sağlayacak kadar koruması, tek başına oy kaygısıyla açıklanamaz. Toprak mülkiyeti, köylerde yaşayan küçük toprak sahiplerinin yanı sıra, geçici ya da kalıcı olarak işçilik yapmak üzere kentlere gelen emekçilerin de boyunduruğudur.
Nitekim, 1990’lı yıllarda haklarında çok konuşulan “Anadolu kaplanları” da, kırsal bağları henüz kopmamış olan emekçileri çok düşük ücretlerle ve çoğu kez her tür sosyal güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırarak büyüdü. Köyde yaşamakla birlikte tarım dışı kaynaklardan da gelir elde eden hanelerin oranı, 1987 yılında, 1950 yılına göre 5.2 katlık bir artışla, yüzde 61.7’ye ulaşmıştı.11
Küçük üreticilerin tarım sektöründen kopamamaları, “köylü tutuculuğu” ile açıklanamaz. Sorun, küçük üreticilerin toprağa bağlılıklarından çok, sınai gelişmenin yetersizliği nedeniyle tarım dışındaki istihdam olanaklarının sınırlı kalması. İş bulanlar ya da iş bulma umudu olanlar, zaten kentlere göç ediyor. İş bulma umudu olmayanlarsa, bir şekilde karınlarını doyurmaya çalışıyor.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın hazırlık çalışmaları kapsamında hazırlanan bir rapora göre, tarım sektöründeki gizli işsizlik oranı yüzde 56’ya ulaşmış durumda. Yine aynı rapora göre, kırsal alanda yaşayan ailelerin yıllık geçimini sağlayacak işletme büyüklüklerine ulaşılabilmesi için, şu anda 4 milyonu aşmış bulunan işletme sayısının 2 milyona düşmesi gerekiyor.12
Diğer yandan, 1991 yılında, arazi varlıkları 50 dekarın altında olan, yani büyük oranda yoksul köylülüğü oluşturan aileler, tüm toprak sahiplerinin yaklaşık olarak üçte ikisini oluşturuyordu. Hiç toprağı olmayan yaklaşık 102 bin ailenin oranı ise yalnızca yüzde 2.5’ti.13
Tüm bu veriler aynı olguya işaret ediyor: Türkiye’de küçük toprak mülkiyeti ile kapitalist sömürü mekanizmaları arasındaki bir çelişki ya da uyumsuzluktan söz edilemez. Köylülüğün büyük bir çoğunluğunu oluşturan yoksul köylüler, uzunca bir süredir, kolektif emek gücünün bir parçası haline getirilmiş durumdadır. Yoksul köylülerin bu olgunun bilincine ne oranda vardığı ya da varacağı elbette ayrı bir sorun, daha doğrusu ülke ölçeğindeki sınıf mücadelelerinin bir konusudur.
Küçük üreticilik ve tarımsal verimlilik
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın verilerine göre 1998 yılında ABD’de 180 hektar ve AB ülkelerinde 17.5 hektar olan ortalama tarımsal işletme büyüklüğü, Türkiye’de 5.9 hektar.14 Üstüne üstlük, Türkiye’deki tarım işletmelerinin büyük çoğunluğu fazlasıyla parçalı (işletme başına ortalama 5.5 parça).
Küçük üreticiliğin yaygınlığı, tarım sektöründe emek üretkenliğinin artırılmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Bilimsel ve teknolojik girdilerin etkin bir şekilde kullanımı, tarımsal işletme ölçeklerinin büyük ve sermaye yoğunluğunun yüksek olmasını gerektirir. Küçük toprak sahiplerinin ziraat mühendisi istihdam etmesi yetiştirdikleri ürüne uygun bir makine ve alet yelpazesinden yararlanması toprak analizi yaptırarak en uygun ürünleri seçmesi, yeterli miktarlarda ve doğru gübre ve ilaç kullanması planlı bir ürün rotasyonu gerçekleştirmesi vb. mümkün değildir. Bunlar olmadığında da hem birim arazi başına elde edilen tarımsal ürün miktarı düşük kalacak, hem de yanlış ürün, gübre ilaç vb. seçimleri nedeniyle doğrudan ve dolaylı maliyetler artacaktır. Küçük üreticilerin eğitim düzeyinin genelde düşük olması, bilimsel üretim tekniklerinin kullanılmasını zorlaştıran bir diğer nedendir.
Devletin tarımsal girdilere yönelik destekleri, özellikle 1950-1980 döneminde, tarım sektöründeki üretkenlik artışlarında önemli bir rol oynamıştır. Düşük faizli, kredilerle satın alınan traktörler Türkiye Zırai Donatım Kurumu’nun düşük fiyatlarla sağladığı gübre ve alet-ekipman, Devlet Üretme Çiftliklerinin geliştirdiği ve dağıttığı tohumlar, farklı devlet kuruluşlarının inşa ettiği sulama kanalları ve ilaç dahil diğer girdiler için yapılan destekler, tarım kesimindeki eşitsizliklerin derin-leşmesine de katkıda bulunmuş, ama bu arada küçük tarım işletmelerindeki verimliliğin artmasına yardımcı olmuştur.
Gelişkin tarımsal girdi kullanımını sağlamaya yönelik destekleme politikaları, tarımsal üretimin artmasına ve tarımsal fiyatların düşmesine yol açtığı oranda, sermayenin uzun vadeli çıkarlarıyla da örtüşmüştür.
Ancak 1980’li yıllarla birlikte sermayenin kısa vadeli çıkarları giderek daha fazla gözetilirken, tarım kesimine sağlanan destekleri yalnızca birer maliyet kalemi olarak görme eğilimi güç kazanmıştır.
Destekleme alımlarını aşağıda ayrıca tartışacağız. Ama girdi desteklerinin kısılmasının Türkiye tarımına vurulan ciddi bir darbe olduğu kesin.
1992 yılında reel gübre fiyatları 1982’ye göre yüzde 80, reel traktör fiyatları 1979’a göre yüzde 12 ve reel tarımsal ilaç fiyatları 1982’ye göre yüzde 40 daha yüksektir.15 Bu eğilim ‘90’lı yıllar boyunca devam etmiş ve özellikle 1997 sonrasında girdi desteklemeleri radikal bir şekilde azaltılmaya başlamıştır. IMF’ye verilen niyet mektuplarında övünçle söz edilen uygulamalar arasında, gübre desteklerinin 1997 yılından itibaren nominal olarak sabit tutulmuş olması da bulunmaktadır. Sonuç olarak 1960 yılında 107 bin ton olan kimyasal gübre tüketimi 1979 yılında 7.7 milyon tona yükseldikten sonra gerilemeye başlamış ve 1987 yılında 9 milyon tona ulaştıktan sonra bugüne kadar neredeyse aynı düzeyde kalmıştır.
Tarımla ilgili devlet kuruluşlarına yönelik “reform”ları da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Örneğin, Tarım Bakanlığı 1984 yılında yeniden yapılandırılırken Ziraat İşleri, Zirai Mücadele, Hayvancılığı Geliştirme, Gıda İşleri, Veteriner İşleri ve Su Ürünleri genel müdürlükleri kaldırılırken, Toprak-Su Genel Müdürlüğü de Yol-Su-Elektrik Genel Müdürlüğü ile birleştirildi. Sonuçlar arasında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın teknik eleman alımlarını 1985 yılından itibaren durdurması ve DPT’ye göre yeni mezun olan 45 bin ziraat mühendisi ile veteriner hekimin başka alanlarda çalışması ya da işsiz kalması da vardı. Oysa yine DPT’ye göre, tarım sektörü, 200 hektara bir teknik danışman ve 100 hektara bir teknik danışman istihdamı ile 157 bin 500 ziraat mühendisi ve 1000 büyükbaş hayvan birimi başına 1 veteriner istihdamı ile 25 bin 747 veteriner hekime istihdam olanağı sağlama potansiyeline sahip.16
Tarım üreticilerine teknik destek sağlayan devlet kuruluşlarının tasfiye edilmesi, yalnızca kamu harcamalarını kısma kaygısından kaynaklanmıyor. Bir diğer kritik hedef, üreticileri uluslararası gübre ve ilaç şirketlerinin eline düşürmek. Bu şirketlerin satış temsilcilerinin temel görevi, üreticileri gereksiz gübre ve ilaçları aşırı ölçülerde kullanmaya ikna etmek. Yanlış gübre ve ilaç kullanımı da, yalnızca maliyetlerin artmasına ve verim kaybına değil, aynı zamanda gerek tarımsal ürünlerin gerekse toprağın ve suyun kirlenmesine yol açıyor.
Sertifikalı tohum fiyatlarındaki hızlı artışlar, ekim alanlarının sınırlandırılmasını verimin azalmasını, ve ürün kalitesinin düşmesini teşvik eden bir diğer etken. Devlet tohum üretiminden de hızla çekilirken pazarı giderek ele geçiren uluslararası tohum şirketleri ise, üreticilere iki seçenek bırakıyor: Her üretim döneminde yeniden alınması gereken pahalı hibrit tohumları satın almak ya da kalitesiz tohum kullanmak…
7 Ağustos 2002 tarihinde Dünya gazetesinde yayımlanan bir haber, girdi desteklerinin büyük bir hızla azaltılmasının sonuçlarını ortaya koyuyordu. Habere göre, Türkiye ekmeklik buğday açığı ile karşı karşıyaydı. Konya Meram Ziraat Odası Başkanı Mustafa Hepokur, şunları söylüyordu:
“Türkiye’de bu yıl 14 milyon hektar alanda hububat ekimi gerçekleşti. Ancak yanlış uygulamalar sonucu ortaya çıkan dengesiz üretim, ekili alanların 9 milyon hektarının arpa olmasına neden oldu. Bunun yanında, geriye kalan 5 milyon hektar alanda ise yulaf, çavdar ve kalitesiz buğday ekildi. Bunun sonucu olarak, hububatta alınan yüksek verime rağmen, ekmeklik kaliteli buğday sıkıntısı nedeniyle ithalat kaçınılmaz oldu.”17
Hepokur’a göre, çiftçiye kaliteli tohum verilmesini sağlayan uygulamanın kaldırılması ve tohum ıslah çalışmalarının yapılmaması üretimin kalitesini düşürmüştü. Açığın 12 milyon ton düzeyinde olduğu tahmin ediliyordu ve ithalat kaçınılmazdı…
Üstüne üstlük, 2002 yılının sonunda, Doğrudan Gelir Desteği dışındaki tüm diğer tarımsal desteklerin kaldırılması karara bağlanmış durumda.18
Kamu harcamalarının her tür toplumsal çıkar bir yana bırakılarak kısılmasının bir diğer sonucu, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında yapılması planlanan sulama projelerinin ortada bırakılması oldu. GAP bölgesi, Türkiye’deki sulanabilir toplam alanın yüzde 20’sini oluşturuyor ve bu bölgeye yönelik sulama projeleri tamamlandığında, bugüne kadar devlet eliyle sulanan alanların toplamına eşit bir alan sulu tarıma açılmış olacak. Ancak 2001 yılının sonu itibarıyla Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından sulamaya açılan alan 215 bin 80 hektardan, yani 1.7 milyon hektarlık toplam alanın yüzde 12’sinden ibaret. Sulama projelerinin yüzde 8’i inşaat halinde, yüzde 25’i ihale aşamasında ve yüzde 55’i de henüz yalnızca planlama aşamasında.
Aslına bakılırsa, sulama projelerinin hayata geçirilmesi, tek başına kaldığında, yeni sorunlara yol açacaktır. Yine GAP bölgesinde, daha şimdiden, sulamaya açılan alanlarda drenaj tesislerinin yapılmamış olması nedeniyle, toprakta hızlı bir tuzlanma ve çoraklaşma yaşanıyor. Devletin denetim ve yönlendirme görevlerini bir yana bırakmasıyla birlikte, sulu tarım yapılan alanlardaki yanlış ve aşırı gübre ve ilaç kullanımı da toprak ve su kirlenmesine neden oluyor.
Kısacası, devletin tarım sektöründen tasfiye edilmesi, yalnızca küçük üreticileri sefalet koşullarına itmekle kalmıyor, aynı zamanda ülke kaynaklarının hızla tahrip edilmesine yol açıyor.
“Ama bu arada hiç olmazsa küçük tarım işletmelerinin yerini büyük kapitalist çiftlikler alacak” denebilir mi?
“Tarım reformu”nun vahşi bir şekilde de olsa küçük üreticiliğin tasfiye sürecini hızlandırarak büyük kapitalist çiftliklerin kurulmasını ve böylece tarım sektöründeki üretkenliğin artmasını sağlayacağı iddiası, bir hayli tartışmalıdır.
Çünkü her şeyden önce, yapılması gereken sermaye yatırımlarının büyüklüğü açısından bakıldığında büyük ölçekli bir kapitalist çiftlik kurmakla fabrika kurmak arasında çok fazla fark bulunmuyor. Üstelik, tarım sektörüne yönelik yatırımlar, tarımsal üretim iklim koşullarına şu ya da bu oranda bağımlı olduğu ve tarım ürünlerinin dünya fiyatları sınai ürün fiyatlarına göre çok daha fazla dalgalanabildiği için, sınai yatırımlara göre daha riskli. Yeni yatırım yapmak bir yana mevcut fabrikaları kapatan ve bazılarını da yurtdışına taşıyan sermaye sahiplerinin tarım sektörüne büyük ölçekli yatırımlar yapmasını beklemek için çok fazla neden bulunmuyor.
Dolayısıyla, tarımsal girdilerin giderek pahalanması, küçük toprak mülkiyetini ortadan kaldırmaktan çok, tarımsal alanların boş bırakılmasına ve geçimlik üretimin yeniden canlanmasına yol açacaktır. Nitekim, 1980-1999 döneminde tarım alanlarının toplam genişliği 28 milyon 175 bin hektardan 26 milyon 665 bin hektara düşmüştür. DİE’nin 2001 yılı Genel Tarım Sayımı geçici sonuçlarına göre ise işlenen arazilerin toplamı 22 milyon 156 hektara gerilemiştir.19 Bu son rakam düzeltilmeye muhtaç olabilir; ancak ciddi bir eğilime işaret ettiği kesin.
Destekleme alımlarına nasıl bakmalı?
Türkiye’de tarım sektörüne yönelik en önemli destekleme biçimi, belirli tarım ürünlerine devlet tarafından taban fiyatı verilmesi ve bu ürünlerin yine devlet tarafından satın alınmasıydı. Ayrıca, tarım satış kooperatifleri birlikleri de, devlet desteğiyle, belirli tarım ürünlerini görece yüksek fiyatlarla satın alıyordu. Devletin doğrudan desteklediği ürünlerin sayısı 1963 yılında 11 iken 1970 yılında 30’a yükselmiş, 1980 sonrasında düşürülen bu sayı 1993 yılında yine 24’e ulaşmış ve 5 Nisan Kararları ile destekleme alımları üç ürün grubu (hububat şekerpancarı ve tütün) ile sınırlandırılmıştı.20
Destekleme alımlarının işlevlerinden biri, küçük üreticilere tüccar karşısında belirli bir koruma sağlamaktır. Bu koruma sınırlıdır, çünkü tarımsal girdileri tüccar ve tefeciden borçlanarak satın alan üreticiler, ürünlerini düşük fiyatlarla satmak zorunda kalır. Ancak, özellikle iklim koşullarına bağlı olarak üretimin çok olduğu bazı yıllarda, küçük üreticiler bile belirli bir birikim elde edebilmiştir.
Destekleme alımları, tarımsal ürün fiyatlarının gerilemesine engel olmamıştır. Gerçi bazı yıllarda oy kaygılarıyla yüksek taban fiyatları açıklanmış, ancak uzun dönemde tarımsanayi fiyat makası tarım aleyhine açılmıştır. Bu konudaki bir araştırmaya göre, tüm tarımsal ürünler için çiftçinin eline geçen fiyat endeksinin, sanayi hammaddesi ve yarı mamulü endeksine bölünmesi ile elde edilen net değişim ticaret endeksi 1963 ile 1980 yılları arasında 100.00’den 73.87’ye gerilemiştir.21
Ancak buradan, tarım sektörünün 1980 yılına gelindiğinde çoktan çökmüş olduğu sonucu çıkmıyor. Aynı dönemde üretkenlik artışları sayesinde tarımsal ürünlerin toplam değeri reel olarak yüzde 27 oranında artmıştır.22
Destekleme alımları tarımsal üretimin artmasına yardımcı olmuş ancak bu arada yanlış destekleme politikaları bazı ürünlerin (tütün çay şekerpancarı ve fındık gibi) aşırı üretimine ve teslim edilen ürünlerin kalitesizleşmesine yol açmıştır.23
Aslında temel sorunlardan biri, tarımsal destekler içinde fiyat desteklerine çok fazla ağırlık verilmiş olmasıdır. Girdi desteklerinden farklı olarak fiyat desteği, verimlilik artışını pek fazla teşvik etmez. Üretim artışları, daha çok, desteklenen ürünlerin ekim alanlarının diğerleri aleyhine genişlemesine dayanır. Bu da bazı ürünlerin kıtlığına neden olur.
Türkiye’de tarım sorununa ilişkin tartışmalarda devlet desteklerine ve bu destekler içinde de destekleme alımlarına gerektiğinden fazla ağırlık verme eğilimi, gerek “tarım reformu” savunucuları arasında, gerekse emperyalist programların muhalifleri arasında bir hayli güçlü. Ve her iki taraf da, başta emperyalist ülkeler olmak üzere diğer ülkelerin kendi tarım sektörüne sağladıkları destekler ile Türkiye’dekileri karşılaştırarak, Türkiye’deki desteklerin fazla ya da eksik olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Tüm desteklerin hemen kaldırılmasının gündemde olduğu bir dönemde, tarıma ve kır emekçilerine yönelik saldırılara karşı çıkanların genel bir tarımsal destekleme savunuculuğu yapmaları bir dereceye kadar kaçınılmaz.
Tarımsal destek karşıtlarının sahtekarlıklarını açığa çıkarmak gerektiği ise kesin.
Her şeyden önce, aşırı şişirilmiş rakamlarla tartışıyorlar.
Örneğin, Ege Çiftçiler Birliği Başkanı Hulusi Tanman, İktisat dergisinde yayımlanan bir söyleşide şunları söylüyor:
“Ziraat Bankası’nın görev zararları 20 milyar dolar deniyor. Bunun 11 milyar dolarının pamuk üreticisine verilen primlerden kaynaklandığı ifade ediliyor. Bunun da gerçek olmadığı meydana çıktı. Gerçek olmadığını meydana çıkaran bir arkadaşımızın raporu da yanımda. Bu raporu hazırlayan Zafer Yükseler DPT’de çalışıyor. Bu raporda, 1993’te verilen 124 milyon do-larlık prime Ziraat Bankası’nın dolar bazında yüzde 128 faiz uygulayarak – böyle bir faiz dünyanın hiçbir yerinde yok – 1998’de 1.7 milyar dolara bugün de bu görev zararının 11 milyar dolara, çıktığı görülüyor. Tabii bu rapor (…) ortaya çıktığı için de Zafer Bey’i görevden aldılar.”24
Böylesi bir sahtekarlığın varlığı bir Sayıştay raporu tarafından da doğrulanmış.25
Hazine’nin “tarım reformu”nu savunmak üzere hazırladığı bir rapor, tarımsal destek maliyetlerinin ne şekilde hesaplandığını gösteriyor:
“1999 yılında tarım sektörüne yapılan ödemeler 4 milyar ABD doları düzeyinde iken, bu ödemelerin kamuya maliyeti 12.7 milyar ABD doları olarak gerçekleşmiştir. Aradaki fark kaynağı olmadan yapılan ödemelerin faiz yüküdür.”26
Şişirilmiş rakamlar temel alınsa bile Türkiye’de tarımsal desteklerin acilen kaldırılmasının hiç de o kadar zorunlu olmadığını,, 1994 yılında imzalanan Dünya Ticaret Örgütü Anlaşması kapsamında yer alan Tarım Anlaşması kanıtlıyor. Tarım sektörüne yönelik devlet müdahalelerinin sınırlandırılmasına ve bu sektörün her tür toplumsal boyuttan arındırılarak “piyasa”ya teslim edilmesine yönelik olarak hazırlanan bu anlaşma, tarımsal desteklerin zaman içinde sınırlandırılmasını öngörüyor. Ancak, destekleme alımları sonucu oluşan destek üretim değerinin yüzde 10’u olarak saptanan üst sınırı geçmediğinden, 2004 yılına kadar Türkiye’nin destekleme alımlarını azaltması gerekmiyor!
Destekleme alımlarına birdenbire son verilmesine, milyonlarca kır emekçisini sefalete sürükleyeceği için karşı çıkmak gerekiyor. Ancak orta ve uzun vade söz konusu olduğunda, devlet politikalarının merkezine tarımsal verimliliğin ve ürün yelpazesinin konması gerekiyor.
Gündemdeki “Tarım Reformu”
Türkiye’nin bir “tarım reformu”na ihtiyaç duyduğu açık. Tarımsal üretimin artırılması ve başta besin maddeleri olmak üzere emekçilerin doğrudan ya da dolaylı olarak tükettiği tüm tarımsal ürünlerin fiyatlarının düşürülmesi için… Aşırı üretimi de kıtlığı da ortadan kaldırmak için… Türkiye’nin tarımsal üretim açısından kendi kendine yeten bir ülkenin ötesine geçmesi ve bu verimli toprakların tüm insanlık yararına değerlendirilebilmesi için…
Emperyalistlerin ve yerli sermayedarların gündemindeki “tarım reformu” ise son derece sade. O kadar sade ki, Türkiye’deki tarımsal üretimi artırmaya yönelik tek bir önlem bile içermiyor! Reform programı iki maddeye indirgenebilir. Birincisi, tarımsal desteklerin kaldırılması. Destekleme alımları ve girdi sübvansiyonları kaldırılacak, tarımla ilgili KİT’ler ve tarım kooperatifleri özelleştirilecek ve her türden devlet desteğinin yerine “Doğrudan Gelir Desteği” konacak. İkincisi, uluslararası tarımsal ürün tüccarları ile tohum, ilaç ve gübre şirketlerinin Türkiye pazarını ele geçirmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak.
İddiaya göre, tarımsal üretime yönelik desteklerin kaldırılması sayesinde üreticiler “piyasa gerçekleri”ni daha fazla dikkate almak zorunda kalacak ve bu da aşırı üretimin son bulmasını sağlayacak. Bu dönüşümün köylülük açısından yıkıcı sonuçlar doğurmaması ise doğrudan gelir desteği ile sağlanacak.
Tarımsal destek politikalarındaki bu dönüşümün iki anlamı var. Birincisi, toplam destek miktarı hızlı bir şekilde düşürülecek. İkincisi, üretime yönelik desteklerin kaldırılması sayesinde pek çok tarımsal ürünün piyasa fiyatı üretim maliyetlerini bile karşılayamayacak düzeylere düşeceğinden, boş bırakılan tarımsal alanların genişliği daha da artacak.
2002 yılının sonuna kadar, tüm diğer desteklerin yerini “doğrudan gelir des-teği”nin (DGD) alması hedeflenmiş durumda. DGD sistemi, tapulu birim arazi başına sabit ödeme öngörüyor. Dolayısıyla bu sistem, toprağı işleyenlerin değil, tapu sahiplerinin ve özelde büyük toprak sahiplerinin işine yarayacak. Diğer yandan, DGD sisteminin yol açacağı eşitsizlik ve suiistimaller, toplam desteğin azaltılması için bir propaganda malzemesi olarak kullanılacak. Nitekim, kentlerde yaşayan ve tarımsal üretimle hiçbir ilgisi olmayan kimi kişilere büyük miktarlarda DGD ödemesi yapıldığı daha şimdiden “ortaya çıkarılmış” durumda…
2001 yılı için yapılan DGD ödemeleri, dekar başına 10 milyon liraydı. Türkiye’deki tarımsal işletmelerin üçte birinden fazlası, 1-20 dekarlık işletme genişliklerine sahip. Dolayısıyla, bu kesime yönelik en büyük ödeme, 200 milyon lira oldu. Çiftçilik yapan ve işledikleri toprağın mülkiyetine sahip olan ailelerin bir yıl boyunca bozdurup bozdurup harcayabilmeleri için!
DGD ödemeleri, kağıt üzerinde, toprağı fiilen işleyenlere yapılıyor. Dolayısıyla, kiraya verilen topraklar söz konusu olduğunda DGD ödemelerinden tapu sahiplerinin değil, kiracıların yararlanması gerekiyor. Ancak gerçek hayatta işlerin nasıl yürüdüğünü tahmin etmek zor değil…
Küçük toprak sahipleri açısından neredeyse hiçbir anlamı bulunmayan DGD ödemeleri, büyük toprak sahipleri açısından ise anlamlı bir gelir kaynağı. 2001 yılı için, 200 dekarlık bir araziye sahip olanların eline 2 milyar lira geçti. Ya daha geniş topraklara sahip olanlar? Onlar da elbette topraklarının mülkiyetini kağıt üzerinde aile bireyleri ve tanıdıklar arasında bölüştürdü… Ancak büyük toprak sahiplerinin birçoğu artık böylesi formalitelerle boğuşma ihtiyacı duymayacak. Çünkü 2002 yılında, DGD ödemeleri için üst sınır 200 dekardan 500 dekara çıkarıldı!
Kısacası, DGD sisteminin temel hedefi, tarımsal desteklerin tümüyle kaldırılması sürecinde büyük toprak sahiplerine sus payı vermek.
“Reform”, aslında çoktan başlamıştı
Bir zamanlar, dünya ölçeğindeki kapitalist işbölümü çerçevesinde, emperyalist ülkeler sanayi ürünleri ihraç eder, hammadde ve tarım ürünleri ithal ederdi. Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelere düşen görev, kendi aralarında rekabet ederek tarımsal ürün fiyatlarını olabildiğince aşağıya çekmekti. Bunun yolu da tarımsal emek gücü maliyetlerini düşürmekten geçiyordu.
Tarım ürünleri ihracatı, 1980 yılına kadar, Türkiye’nin toplam ihracatının yarıdan fazlasını oluşturuyordu. Tarım ürünleri ithalatı ise ihmal edilebilir düzeyde kalıyordu. Örneğin, 1980 yılında, gıda maddeleri ve canlı hayvan ihracatının ithalatı karşılama oranı, yüzde 820 düzeyindeydi. Yani, Türkiye’nin gıda maddeleri ve canlı hayvan ihracatı, ithalatının 8.2 katıydı. Ancak 1980’li yıllarla birlikte bu durum hızla değişmeye başladı. 1990 yılına gelindiğinde, Türkiye’nin gıda maddeleri ve canlı hayvan ihracatının ithalatı karşılama oranı yüzde 196’ya gerilemişti.27
1980’li yıllarda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkenin tarım sektörlerinin kaderini belirleyen dönüşüm sürecinin ardında birden fazla neden var.
Birincisi, emperyalist ülkeler, gerek teknolojik ilerleme gerekse destekleme politikaları aracılığıyla, kendi tarımsal üretimleri ile birlikte tarımsal ürün ihracatlarını da artırdı. Buna bazı tarım ürünlerinin üretim ve ticaretinin uluslararası tekellerin denetimine girmesi de eklenince, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin pazarlarını yabancı tarım ürünlerine açmaları doğrultusundaki baskılar arttı.
İkincisi, uluslararası tohum, gübre, ilaç ve yem tekelleri pazar paylarını artırmaya çalışırken, devletlerin bu alanlardan çekilmesi dayatıldı.
Üçüncüsü, gıda ve dağıtım sektörlerindeki tekelleşme süreci hızlanırken, tarımsal ürün fiyatlarındaki düşüşü yavaşlatan destekleme politikalarına son verilmesine ve gıda sektöründeki devlet işletmelerinin özelleştirilmesine yönelik baskılar da arttı.
Tüm bunlar, ABD, AB, IMF ve Dünya Bankası’nın az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelere benzer tarımsal reform programlarını dayatmasına yol açtı. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülke açısından sonuç, tarım sektörünün belirli kollarının çökmesi ve kır emekçilerinin yoksullaşma sürecinin hızlanması oldu.
Türkiye’de ilk çökertilen alt sektörlerden biri hayvancılıktır. Bunun ardında, Avrupa Birliği’nin (o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu) 1978 yılından itibaren sübvansiyonlu et, et ürünleri ve süt tozu ihracatını hızla artırma çabaları vardır. 1980’li yıllarla birlikte, fiyatların aşağıya çekilmesi bahanesiyle hayvancılık ürünleri ithalatı serbest bırakılırken gümrükler hızla aşağıya çekilmiştir. Girdi fiyatlarının da hızla artırıldığı bu dönemde zaten verimlilik açısından ciddi sıkıntılar yaşayan hayvancılık sektörü gerçek anlamıyla çökmüştür. 1980-1998 döneminde Türkiye’deki sığır sayısı yüzde 31, koyun sayısı yüzde 39.5, kıl keçisi sayısı yüzde 51, Ankara keçisi sayısı yüzde 85.5 ve manda sayısı yüzde 83 oranında azalmıştır.28 SEK, EBK ve Yem Sanayi A.Ş. özelleştirmeleri, hem yerli-yabancı sermaye sahiplerinin bu sektörde mutlak bir egemenlik kurmasını sağlamış, hem de ithalatın artmasına ve üretimin daha da gerilemesine yol açmıştır.29
Bir zamanlar tarımsal üretim açısından kendi kendine yeten az sayıdaki ülkeden biri olduğundan övünçle söz edilen Türkiye, bu konumunu çoktan yitirmiş olmanın ötesinde, tarımsal ürün ihracatını artıramaz hale gelmiş durumda. 1997 yılında 2 milyar 700 milyon dolarlık tarım ve ormancılık ürünü ihraç eden Türkiye, bu rakama devalüasyon sayesinde toplam ihracatın arttığı 2001 yılında bile yeniden ulaşamadı.30
Bu gelişmeler, yalnızca kır emekçilerini değil, Türkiye’nin tüm emekçilerini doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü ihracat gerilerken ithalatın artması, dış borç yükünün daha büyük bir hızla artmasına yol açıyor. Türkiye daha fazla borçlandıkça, faiz oranları daha fazla yükseliyor. Ve bunun faturasını da daha fazla yoksullaşan ve işsiz kalan emekçiler ödüyor. Diğer yandan, kır emekçilerinin yoksullaşma sürecinin giderek hızlanması, sermaye sahiplerine, ücretleri daha kolay geriletme olanağı sağlıyor.
Ya tarımsal ürün fiyatları? Tüm bu gelişmeler hiç olmazsa kentlerdeki emekçilerin daha ucuza beslenmesini sağlamayacak mı?
Tam tersine! Tarımsal ürün fiyatlarının gerilemesi, bunların piyasa fiyatlarının da aynı oranda gerilemesine yol açmıyor ve açmayacak. Çünkü bu arada, gerek gıda sektöründe, gerekse toptan ve perakende ticaret alanındaki tekelleşme süreci de hızlanıyor.
Örneğin, eskiden, küçük üreticilerin büyük kentlerin pazar yerlerindeki ve ara sokaklardaki doğrudan satışları, kentlerdeki emekçilerin oldukça düşük fiyatlarla yaş sebze ve meyve satın almalarını mümkün kılardı. Ancak 14 Haziran 1998 tarihinde yürürlüğe giren yeni hal yasası, halden geçmemiş malları satanların mallarına ve nakledenlerin nakil vasıtalarına el konarak açık artırmayla satılmasını öngörüyor.31
Tarım işçilerinin sayısı da azalıyor
Yukarıda, kır emekçilerini yıkıma sürükleyen politikaların tarım sektöründe büyük ölçekli yatırımların önünü açmadığı vurgulanmıştı. Bunun ötesine geçerek, tam tersinin gerçekleştiğini söylemek gerekiyor. En verimli tarım alanlarındaki bazı yeni girişimler, büyük ölçekli işletmeciliğin gerilemesine engel olamıyor.
Bu konudaki göstergelerden biri, tarım kesiminde ücretli ve yevmiyeli olarak çalışanların oranı. 2001 yılında, tarım, ormancılık, avcılık ve balıkçılık işlerinde çalışan toplam 7 milyon 217 bin kişinin yalnızca 334 bini ücret ya da yevmiye alıyordu. Geri kalanlar, kendi hesabına ya da işveren olarak çalışanlar ve ücretsiz aile işçileriydi (sırasıyla 3 milyon 87 bin ve 3 milyon 796 bin).32
Ücretli ve yevmiyeli çalışanların sayısı ‘90’lı yıllar boyunca 400 bin ile 500 bin arasında değişmişti. Bunların önemli bir bölümünü mevsimlik işçiler oluşturuyor ve bu işçiler yalnızca büyük toprak sahipleri değil, orta ve hatta kimi küçük toprak sahipleri tarafından da “isdihdam” ediliyor. Dolayısıyla, söz konusu gerilemenin asıl olarak küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin mevsimlik işçi çalıştıracak mali güçlerinin kalmamasından kaynaklandığı düşünülebilir.
Ancak, ücretli çalışanların sayısındaki gerileme çok daha ciddi. 2002 yılının ikinci döneminde tarım, ormancılık, avcılık ve balıkçılık sektörlerinde ücretli olarak çalışanların sayısı 32 bine düşmüş durumda. Bu sayı, 1993 yılının Nisan ayında 127 bindi.
1993-1999 döneminde tarıma verilen yatırım teşvik belgelerinin tüm sektörler içindeki payının yüzde 1.3 olması33 da durumu özetliyor.
Büyük toprak sahipleri ellerindeki birikimi başta faiz getiren araçlar olmak üzere tarım dışı alanlara yönlendirirken, diğer sermaye sahipleri tarımsal yatırım yapmayı fazla riskli ve düşük getirili bulmaya devam ediyor.
Ancak tarım sektörüne yatırım yapmaktan kaçınan sermayedarlar, yeni sömürü biçimleri geliştirmekten geri kalmıyor:
“Türkiye’nin hemen tüm bölgelerinde, bitkisel ve hayvansal üretim alanında üreticilere imzalatılan taahhütler aracılığıyla üretim yaptırılmakta, üreticiye verilen girdilerin karşılığında da senet imzalatılmaktadır. Bu taahhütname bazında ilerleyen ilişkiye girmek konusunda bile yoksul üreticiler arasında rekabet oluşturulmakta, üretilen ürün önceden belirlenmiş düşük bedellerle üreticiden alınmakta, fabrikanın üretim kapasitesi ile ilgili sorunların oluşması durumunda, hiçbir gerekçe gösterilmeden ürün alımına son verilmekte, üretici ürünü ile baş başa bırakılmaktadır.”34
Tarım sektörünün sorunları nasıl çözülür?
Tarım sektörü, merkezi planlamaya en fazla ihtiyaç duyan sektörlerden biridir. Nitekim, kapitalist ülkelerde bile, ülke kalkınmasının ve tarımsal üretimin artırılmasının öncelikli hedefler olarak görüldüğü dönemlerde, tarım sektörüne yönelik devlet müdahaleleri yoğunlaştırılmıştır.
Hangi ürünlerin hangi yörelerde ve hangi miktarlarda üretileceği merkezi olarak planlanmadığı sürece, bazı tarımsal ürünlerin aşırı ve bazılarının da yetersiz üretimi kaçınılmazdır. Yanlış ürün seçimlerinin bir diğer sonucu, verimlilik kaybıdır.
“Piyasa sinyalleri”nin en yanıltıcı olduğu sektörlerden biri tarım sektörüdür, çünkü belirli bir üretim sezonunda belirli bir ürünün aşırı (ya da yetersiz) üretiminin izleyen sezonda kıtlığa (ya da aşırı üretime) yol açması olasılığı bir hayli yüksektir. Diğer yandan, “piyasa sinyalleri”, üretimin farklı bölgeler arasındaki en uygun dağılımını sağlamak bir yana, bunu olanaksızlaştırır.
Bu genel doğrular dışında, Türkiye’nin tarım sektörü söz konusu olduğunda, aşağıdaki zorunlu önlemler yalnızca devlet tarafından alınabilir:
1. Nitelikli tohum, damızlık hayvan, fidan ve fidelerin yetiştirilmesi ve üreticilere dağıtılması.
2. Türkiye’nin toprak haritalarının çıkarılması ve toprak analiz çalışmalarının yapılması.
3. Toprak analiz çalışmalarından da yararlanarak farklı toprak ve ürünler için en uygun gübrelerin saptanması, üretilmesi ve üreticilere sağlanması.
4. Sulanabilir alanların sulama ve drenaj tesislerinin yapılması.
5. Erozyon sorununun en aza indirilmesi.
6. Toprağın ve suyun sanayi tesisleri, konut alanları ve yanlış tarım uygulamaları sonucu kirlenmesine engel olunması.
7. Nitelikli tarım alanlarının başka amaçlarla kullanımının önüne geçilmesi.
8. Farklı yörelerde yetiştirilen farklı ürünlere dönük en uygun ilaçların belirlenmesi, geliştirilmesi ve üreticilere sağlanması.
9. Tarımsal makine ve aletlerin geliştirilmesi, üretilmesi ve üreticilere sağlanması.
10. Hayvancılık alanındaki çöküntünün hızla aşılabilmesi için büyük ölçekli yatırımların gerçekleştirilmesi.
11. Biyoteknolojik gelişme için gerekli yatırımların yapılması.
12. Tarımsal üretim ile hayvancılığın yeterli sayıda ziraat mühendisi ve veteriner hekim ile desteklenmesi.
Türkiye’de, tarım ürünleri ve tarımsal girdi ithalatına son verilmesi de, tarımsal verimliliği artırarak tüm yurttaşlara ucuz ve nitelikli gıda ve dokuma ürünleri sağlanması da mümkün. Ancak bu hedeflere ulaşılabilmesi için yapılması gerekenler arasında, tarımsal işletme ölçeklerinin büyütülmesi, yani arazi toplulaştırmasına gidilmesi de bulunuyor. Bu noktada da gündeme mülkiyet sorunları geliyor.
Büyük toprak sahiplerine ait arazilerin kamulaştırılması ve bu arazilerde devlet çiftliklerinin kurulması, hayata geçirilmesi en kolay önlemlerden biri olacaktır. 1991 yılında Türkiye’de 500 dekardan büyük tarım işletmeleri tarafından işlenen alanlar tarım alanlarının yüzde 17.2’sini, 200 dekardan büyük tarım işletmeleri tarafından işlenen alanlar ise yüzde 37’sini oluşturuyordu. Kuşkusuz, söz konusu tarım işletmelerine ait toprakların bölgesel dağılımı, parçalanmışlık düzeyi ve verimlilik düzeyleri de önemli. Ancak kabaca, tarımsal üretime uygun alanlarının yüzde 15-20’sinde devlet çiftliklerinin kurulabileceği tahmin edilebilir. Bu da bir başlangıç için küçümsenmeyecek bir orandır. Devlet çiftlikleri, gerek verimlilikleriyle, gerekse çalışanlarına sağlayacakları yaşam standartlarıyla örnek oluşturacaktır.
Küçük üreticiler tarafından işlenen tarım alanlarının toplulaştırılması ise bir miktar zaman alacaktır. Bu süreçte, bugünkünden farklı bir kooperatifleşme hareketinin örgütlenmesi kritik bir önem taşıyacaktır.
Bugünkü kooperatifler, asıl olarak büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların etkin olduğu örgütlerdir. İşleme ve pazarlama payları yüzde 5’ler düzeyinde olan bu kooperatiflerin yeterince etkin olmaması çok da üzücü değildir.
Gerekli olan, tarımsal üretim ve dağıtım faaliyetlerinin merkezi olarak planlanmasına aracılık edecek bir kooperatif örgütlenmesidir. Tarımsal girdilerin kooperatifler aracılığıyla sağlanması bunu kolaylaştıracaktır. Kooperatif örgütlenmesinin hedeflerinden biri, bireysel toprak mülkiyetini giderek anlamsızlaştırmak olmalıdır.
Geçmiş kolektivizasyon deneyimlerinden farklı olarak, bu konuda bazı avantajlara sahip olacağız. Her şeyden önce, yoksul küçük üreticilerin önemli bir bölümü kentlerde yaşama hayaline sahip. Kuşkusuz, iş bulabilmek koşuluyla…
Zaten, tarım sektörü ile ilgili olarak atılması gereken en önemli adımlardan biri de, kır emekçilerine farklı bir gelecek sunabilmek.
Kır emekçilerinin sorunları nasıl çözülür?
Bugün tarım sektörünün GSMH içindeki payının 14 civarında olmasına karşın, bu sektör, DİE’nin 2002 Yılı II. Dönem Hanehalkı İşgücü Anketi Geçici Sonuçları’na göre, çalışan nüfusun yüzde 35’ini istihdam ediyor. Bu oran gelişkin kapitalist ülkelerde yüzde 5’in altında.
Dolayısıyla, kır emekçilerinin sorunlarının tek başına tarım sektörüne yönelik düzenlemelerle çözülemeyeceği kesin.
“Tarım reformu”nun taraftarları, tarım sektöründe çalışanların sayısının azaltılması gerektiğini savunurken haklı. Dahası, hayata geçirmeye çalıştıkları politikalar, tarım sektöründe çalışanların sayısını gerçekten de azaltacak. Milyonlarca kır emekçisini aç ve açıkta bırakarak!
Kır emekçilerinin sorunlarının bir çırpıda çözülemeyeceği kesin. Bunun için, bölgesel eşitsizlikleri de azaltan bir sanayileşme ve kalkınma hamlesinin örgütlenmesi ve bu yolla kırlardaki emekçilere insanca yaşamalarını sağlayacak çalışma alanlarının yaratılması gerekiyor. Sanayileşmeyen ve kalkınmayan bir ülkede kır emekçilerinin sorunları da çözülemez. Diğer taraftan, kırlardaki milyonlarca insana zihinsel ve fiziksel üretim potansiyellerini en verimli şekillerde değerlendirme olanağının sağlanması, toplumsal ilerlemenin hızlandırılması açısından da vazgeçilmezdir.
En kısa vadede gerekense, mutlak ve hızlı yoksullaşma sürecinin önüne geçilmesi ve “tarım reformu” kapsamında bugüne kadar atılmış olan tüm adımların geri alınmasıdır. Tarımsal desteklerin birdenbire kaldırılması, yalnızca kır emekçileri için değil,, Türkiye tarımı için de yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Tarımsal ürün ve girdilerin ithalatı devlet tekeline alınarak en aza indirilmeli ve tarımsal girdiler devlet örgütleri tarafından sağlanmalıdır. Tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesine son verilmeli ve bugüne kadar özelleştirilmiş olan KİT’ler kamulaştırılmalıdır. Tütün, sigara, şeker ve çay gibi ürünlerin üretim ve dağıtımında yerli ve yabancı sermayedarların egemenliğinin önünü açan yasal düzenlemeler iptal edilmelidir.
Mücadelenin sınıfsal tabanına dair…
Tarım sektörünün sorunları, en az kır emekçileri kadar kentlerdeki emekçiler için de hayati bir önem taşıyor. Dolayısıyla, komünistlerin önündeki görevlerden biri, kentlerdeki emekçileri tarım sektöründe yaşananlar konusunda bilgilendirmek ve “tarım reformu”nu işçi sınıfının mücadele başlıklarından biri haline getirmektir.
Özelleştirme karşıtlığı, işçi sınıfı ile kır emekçilerinin mücadele birliğini sağlamak açısından önemli bir tutamak noktası olmaya adaydır. Bu açıdan bakıldığında, tarımsal KİT’lerde çalışan işçiler arasındaki örgütlülüğün artırılması daha bir önem kazanmaktadır.
Kır emekçilerinin örgütlenmesine gelince…
Açıkçası, bu konuda düşülebilecek en büyük hata, kır emekçilerinin karşısına yalnızca tarım sektörüne ilişkin vaatlerle çıkmak olacaktır. Tarım sektörüne yönelik düzenlemelerle tüm kır emekçilerinin sorunlarının çözülebileceği iddiası, yanlışlığı bir yana, kır emekçileri tarafından hiç de inandırıcı bulunmayacaktır!
Kırlardaki yoksullaşma sürecinin geri ideolojilerin yeniden üretimine de katkıda bulunacağı ve dolayısıyla komünistlerin işini çok fazla kolaylaştırmayacağı açık. Ama diğer yandan, özellikle farklı gelecek hayalleri kurma şansı olan genç kır emekçilerine seslenme olanaklarımızın arttığı bir döneme girdiğimiz de kesin. Örneğin, eşit, parasız ve bilimsel eğitim talebi, kırlarda yaşayan gençler açısından, kentlerde yaşayan gençlere oranla çok daha büyük bir önem kazandı.
20. yüzyılın başlarındaki durumdan farklı olarak, genç kır emekçileri, bu dünyada ve bu ülkede çok daha farklı koşullarda yaşamanın mümkün bulunduğunu biliyor. Diğer taraftan, 20. yüzyılın sonlarındaki durumdan farklı olarak, genç kır emekçileri, bu düzende daha iyi bir yaşam kurma olasılıklarının giderek azaldığını da biliyor.
Sosyalist ilerlemecilik ve aydınlanmacılık, genç kır emekçilerini mücadeleye kazanmak açısından kritik bir rol üstlenmeye adaydır. Başta öğretmenler olmak üzere kır emekçileriyle ilişki kurma şansı olan sağlık görevlileri, ziraat mühendisleri ve diğer kamu emekçilerinin mücadeleye kazanılması, bu konudaki olanakları mutlaka zenginleştirecektir.
ABD’nin, AB’nin, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın Türkiye açısından ne anlam ifade ettiğini en kolay anlayabilecek olan kesimlerden biri, kır emekçileridir. Kır emekçilerine “tarım reformu” adı altında gerçekleştirilen saldırıların ardında emperyalistlerin de bulunduğunu anlatmak, hiç zor değil. Dahası, kır emekçilerine yönelik saldırı programlarının altında emperyalizme muhalefet edermiş gibi görünen faşistlerin ve gericilerin imzalarının da bulunması, geri ideolojilere yönelik mücadelede kullanılabilecek silahlardan biridir.
Ama kuşkusuz, kır emekçilerini sosyalizm mücadelesine kazanmak konusundaki en kritik halka, yeni bir işçi sınıfı hareketinin yaratılması olacak. Tarım sektörünün sorunlarını da gündemine alan ve kır emekçileriyle bütünleşmeyi hedefleyen yeni işçi sınıfı hareketi, kır emekçilerinin önüne yepyeni bir gelecek umudu koyacak.
Dipnotlar ve Kaynak
- İzzettin ÖNDER “Cumhuriyet Döneminde Tarım Kesimine Uygulanan Vergi Politikası” Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000) der: Şevket PAMUK – Zafer TOPRAK Yurt Yay. Ankara Ağustos 1988 s. 119.
- Ergün KİP “Türkiye’de Taban Fiyatları Destekleme Alımları ve İç Ticaret Hadleri” Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000) a.g.y. s. 139
- Feroz AHMAD Modern Türkiye’nin Oluşumu çev: Yavuz Alogan Sarmal Yay. 2. Baskı 1994 s. 112.
- V.İ. Lenin Tarımda Kapitalizm çev: Serpil Güvenç Sol Yay. Ankara 1996 s. 36.
- a.g.y. s. 29-30.
- Çağlar KEYDER “Türk Tarımında Küçük Meta Üretiminin Yerleşmesi (1946-1960)” Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000) a.g.y. s. 169.
- 1950 yılında 14.5 milyon hektar olan işlenen alanlar 1960 yılında 23.2 milyon hektara ulaşmış ve sonrasında pek fazla değişmeden kalmıştır (1992’de 23.8 milyon hektar). Kaynak: DİE İstatistik Göstergeler 1923-1992.
- DİE İstatistik Göstergeler 1923-1992 ve DİE Türkiye İstatistik Yıllığı 1996. Traktör sayısındaki bu artışın aynı zamanda bir soruna işaret ettiğini eklemekte yarar var. Gelişkin kapitalist ülkelerde 10 ton civarında olan traktör başına iş makineleri ortalama ağırlığının Türkiye’de 3 ton düzeyinde kalması (Ahmet ŞAHİNÖZ “Tarım Sektörü” Türkiye Ekonomisi – Sektöel Analiz der: Ahmet ŞAHİNÖZ İmaj Yay. Ankara Ekim 2001 s. 81) dengesiz bir makineleşme sürecine işaret etmektedir.
- DİE İstatistik Göstergeler 1923-1992.
- Bahattin AKŞİT “Kırsal Dönüşüm ve Köy Araştırmaları: 1960-1980” 11. Tez 7 Kasım 1987 s. 25-26.
- Abdulkerim SÖNMEZ “Fındık Üretiminde Toprak Ağalığı ve Kırsal Dönüşüm” Toplum ve Bilim 88 Bahar 2001 s. 72.
- DPT Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Tarımsal Politikalar ve Yapısal Düzenlemeler Özel İhtisas Komisyonu Raporu Ankara 2000.
- a.g.y.
- Ortalama işletme büyüklüğü 1980’de 6.4 hektar 1950 yılında ise 7.6 hektardı. Ancak bu arada 1970 rakamının 5.5 hektar olduğunu da eklemek gerekiyor.
- A. Halis AKDER – Haluk KASNAKOĞLU “Tarım” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi c. 15 İletişim Yay. İstanbul 1996 s. 1344.
- DPT a.g.y.
- Dünya Gazetesi 7 Ağustos 2002.
- Bu yıl hasat başlamadan önce bir kilo buğdayın piyasa fiyatı 280 bin liraydı. Ağustos ayında bu fiyat 400 bin lirayı aştı. Ancak Haziran ayında buğday fiyatı 225 bin liraya kadar düşmüştü. Buğday fiyatlarının bu denli dalgalanmasının ardında Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) buğday üreticilerini artık desteklememesi var. TMO çok daha sınırlı miktarda buğdayı “piyasa fiyatları” üzerinden satın alıyor. Aslında bunu da yapmıyor; çünkü piyasa fiyatlarının 400 bin lirayı aştığında bile TMO 253 bin lira fiyat vermeye devam etti. Hasat mevsimine büyük bir borç yüküyle giren küçük üreticiler ellerindeki buğdayı mümkün olduğunca hızlı bir şekilde satmaya çalışıyor. Bu da büyük toprak sahiplerinin tüccarların ve spekülatörlerin fiyatları alabildiğine düşürmelerini sağlıyor. Spekülatörler ucuza kapattıkları buğdayı stokluyor. Bunun için kullandıkları yerler arasında TMO’nun kullanılmayan siloları da var! Küçük üreticileri spekülatörlerin insafına terk eden TMO boş kalan silolarını da onlara kiralıyor! Tüm bunların ardından “karaborsacılık”ı engelleme bahanesiyle buğday ithal etme kararı alındı!
- DİE a.g.y.
- DPT a.g.y.
- Ergün KİP “Türkiye’de Taban Fiyatları Destekleme Alımları ve İç Ticaret Hadleri” Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000) der: Şevket PAMUK – Zafer TOPRAK Yurt Yay. Ankara Ağustos 1988 s. 159.
- DİE İstatistik Göstergeler 1923-1992.
- Özelleştirmenin kalite artışını güvence altına almayacağı ise çay örneğinde çok açık bir şekilde görüldü.
- İktisat 412 Nisan 2001 s. 10.
- Oğuz OYAN “Tarımda ‘Yapısal Uyarlama’ ve Türkiye’nin Çıkarları” İktisat a.g.y.
- Tarım Sektöründe Reform www.hazine.gov.tr.
- DİE İstatistik Göstergeler 1923-1992.
- Ferhan Hoştürk KAYGISIZ “Uygulanan Genel Ekonomik Politikaların Hayvancılık Sektörü Üzerindeki Etkileri” İktisat a.g.y. s. 68.
- Hayvancılıkta yaşanan çöküşün ardında Kürt illerinde yaşanan sorunların önemli pay sahibi olduğu kesin. Özellikle hayvancılıkla geçinen ailelerin zorla göç ettirilmesi bölgedeki hayvan varlığının neredeyse yarı yarıya azalmasına yol açmıştır. Ama açıkçası Kürt sorunu yaşanmasaydı da hayvancılık sektörünün kaderi çok farklı olmayacaktı. Çünkü bölge hayvancılığının Avrupa’dan ithal edilen hayvancılık ürünleriyle fiyat rekabetine girişmesi mümkün değildi.
- 2001 yılında 2 milyar 235 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirildi. Üstüne üstlük 2002 yılının Ocak-Mayıs döneminde tarım ve ormancılık ürünleri ihracatı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 12 oranında geriledi. 2000 yılında ihracatı geride bıraktıktan sonra 2001 yılında devalüasyon ve ekonominin küçülmesi nedeniyle 1 milyar 412 milyar dolar düzeyine düşen tarım ve ormancılık ürünleri ithalatı ise 2002 yılının Ocak-Mayıs döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 28.4 oranında artarak ihracatı bir kez daha geride bıraktı.
- Abdullah AYSU Türkiye’de Tarım Politikaları Özgün Yay. Mart 2001 s. 187-188.
- DİE 2002 Yılı II. Dönem Hanehalkı İşgücü Anketi Geçici Sonuçları www.die.gov.tr.
- Türkiye Tarımı – Gerçekler / Saptırmacalar Ziraat Mühendisleri Odası www.tmmobzmo.org.tr (Son Güncelleme Tarihi: 06.08.2001).
- a.g.y.