Bu yazıda, Komünist Manifesto’nun yazılışına denk gelen 1848 Avrupa Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi’nden bir yıl sonra patlak veren Alman Devrimi’ni, Avrupa marksizminin biçimlenişine etkileri bakımından incelemeye çalışacağım.
Marx ve Engels’in büyük bir heyecanla katkı yapmaya hazırlandıkları 1848 yükselişi ve Ekim Devrimi’ni izleyen 1918 Alman Devrimi’nin Avrupa marksizmi üzerinde önemli etkileri oldu.
1848 devrimleri
Marx ve Engels’in Manifesto’daki coşkulu söylemleri temelsiz değildi. Yaklaşmakta olan kıtasal devrimci kabarışı görmüşlerdi. “1848 devrimleri” diye bilinen altüst oluş, Fransa, Alman Konfederasyonu, Prusya, Avusturya, Bohemya, Macaristan, İtalya Eflak ve Moldavya’yı doğrudan; İsviçre, Belçika, Danimarka ve İspanya’yı dolaylı olarak etkiledi. 1848 başında neredeyse tüm Avrupa ayaktaydı. Zanaatkarlar, işçiler, öğrenciler Paris, Berlin ve Viyana’da barikatlar kurup sokak çatışmalarını başlattılar.
1848 devrimleri kendi başına ayrı bir konudur. Bu yazı açısından bizi ilgilendiren yönü, bu kıta çapındaki olayın Avrupa sosyalizmi ve marksizm üzerindeki etkileridir.
1848 devrimlerinin en önemli üç özelliği, istemlerinin burjuva demokrat, anti-feodal, anti-monarşik karakteri, hareketin katılımcıları bakımından hissedilir bir emekçi renk taşıması ve barikat ve sokak savaşları biçimlerini almasıydı.
1848 devrimleri de, birçok devrimci yükselişte olduğu gibi, 1840’lardan itibaren kendini duyuran ekonomik bunalım koşullarında mayalandı. 1845 ile 1847 arasında tarımsal üretimdeki düşüş, fiyatlardaki artış vb. alt sınıflar arasında yoksulluğun ve huzursuzluğun artmasına yol açmıştı. 1815’ten sonra Avrupa’da eski rejimin yeniden kurulması hayal kırıklıkları yaratmış, bütün devletlerde iktidardan dışlanan burjuvazinin siyasal hoşnutsuzluk ve talepleri birikmişti. Temel istemler, siyasal özgürlüklerin kazanılması, monarşilerin yıkılması, parlamenter yönetimlerin kurulması, feodal üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması yönündeydi. Siyasal hak ve özgürlük istemleri gerçekten yakıcıydı. Bir örnek vermek gerekirse, “burjuva monarşisi” olarak bilinen Fransa’da bile seçme hakkı için konulan yüksek mülkiyet koşulları, Fransa’daki seçmen sayısını 240 bin gibi küçük bir sayıya indirmişti.1 Öte yandan, Metternich’in uyarılarına rağmen Avrupa’nın hükümdarları bir süredir sessiz kalan burjuvaziden, hele de alt sınıflardan devrimci bir kalkışma beklemiyorlardı.
Hazırlıksız yakalanan rejimler ayaklanmalar karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar; 1848 ilkbaharında Avrupa’nın her yerinde, ayaklanma barikat ve sokak çatışmaları vardı.
1848 sonbaharında ise devrim her yerde yenilmişti. Avrupa monarşisinin, gericiliğinin “kutsal ittifak”ı üstün gelmişti.
1848 devrimleri Avrupa devrimci sosyalist hareketi için bir dönüm noktası, bir milat oldu.
Marx ve Engels, 1848 Devrimi Şubat’ta patladığı zaman, Engels’in sözleriyle, “geçmiş tarihsel deneyin, özellikle de Fransız deneyinin büyülü etkisi”2 altındaydılar. Yaklaşmakta olan devrimin açılımlarını eski model üzerinden tasarlayabildiler. Burjuva devrimleri ileri atıldıkları anda tutucu ve radikal eğilimlere bölünmüşler, radikal eğilim yüzünü alt sınıflara dönmüş, onların sözcülüğünü yaparak güçlü konuma geçmeye çalışmıştı. 1848 devrimlerinde de önceki burjuva devrimlerine göre çok daha gelişkin durumda olan proletarya, küçük burjuvazinin ve köylülerin başına geçerek devrimci rolü üstlenebilirdi. Özetle böyle düşünüyorlardı.
1848 devrimleri bu öngörüyü doğrulamadı. Fransa’daki Haziran ayaklanması, Avrupa tarihinin ilk proleter devrimci kalkışması biçimini kazanır kazanmaz başta Alman burjuvazisi olmak üzere Avrupa burjuvazisi büyük bir korkuya kapılarak monarşiyle uzlaştı.
1848 devrimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasının bir nedeni burjuvazinin kendi devrimine ihanet etmesi ise, ötekisi devrimci blokun ufuksuzluk, iç çelişkiler ve örgütsüzlük nedeniyle kritik anda sonuç belirleyici bir siyasal ağırlık oluşturamamasıydı. Belki daha önemlisi, ayaklanmanın açık ve kesin olarak belirlenmiş bir amacının, planının ve önderliğinin olmamasıydı.
Devrimin yenilgisinden herkes kendine göre sonuçlar çıkardı.
Marx ve Engels, birinci olarak, 1848 yenilgisinin kıtanın bir proleter devrim için nesnel bakımdan yeterince olgunlaşmadığını gösterdiğinin altını çizdiler. Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 çalışmasına girişte (1895), tarihin 1848’de “kıta üzerindeki ekonomik gelişme durumunun kapitalist üretimi ortadan kaldırmak için yeterince olgun olmadığını”3 gösterdiğini yazdı.
Çıkardıkları ikinci ders, “mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılana, proletarya devlet gücünü ele geçirene dek devrimi sürekli kılma”nın gerekli olduğuydu.4
Üçüncüsü, “Demokratik küçük burjuvalara karşı etkin bir muhalefet ortaya koyabilmek için, her şeyden önce, işçilerin bağımsız olarak örgütlenmeleri zorunludur”5 dersiydi.
Ve nihayet, proletarya diktatörlüğü düşüncesi:
“Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının, sınıf farklılıklarının dayandığı bütün üretim ilişkilerinin, bu üretim ilişkilerine denk düşen bütün toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılmasına, bu toplumsal ilişkilerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”6
Avrupa burjuvazisi de 1848’den dersler çıkardı.
Burjuvazi, proletaryanın tarih sahnesinde aktif bir özne olarak yerini almaya başlamasıyla birlikte aşağıdan devrim ve ayaklanmayla oynamanın tehlikeli olacağını öğrendi. Alt sınıfları kitlesel eyleme çeken ayaklanma, barikat, sokak çatışmaları artık burjuvaziye göre değildi. Burjuva demokratik istem ve programlar düzeni altüst etmeden, proletaryaya alan açmadan gerçekleştirilmeliydi.
İkincisi, artık Avrupa gerçeğinin yadsınamaz bir öğesi olan proletaryayı siyasal olarak etkisizleştirecek, aynı zamanda düzenle barıştıracak yol ve yöntemlerin bulunması gerekiyordu.
1848 sonrası Avrupa tarihine, hız ve yaygınlık kazanan sanayi devrimi, proletaryanın kendini yeni koşullarda yeniden var ettiği mücadeleler, sosyalizm içinde yeni oluşumlar, Almanya ve İtalya’nın ulusal birlik süreçleri türünden gelişmeler damgasını vurdu. 1871 Paris Komünü sosyalizm deneyimi olarak son derece önemliydi; tutunamadı; tarihin genel gidişi içinde kızıl bir parantezdi.
Genel oy ve sendikalaşma
Bu dönem Avrupa’sının özellikle sınıf mücadelesi sosyalizm içindeki ayrışmalar ve Avrupa marksizminin oluşumu bakımından son derece etkili olan iki önemli yeniliği genel oy ve sendikal örgütlenme haklarıydı.
Bir kaynak iktidara ilk kez büyük seçim başarısıyla gelen Louis Bonaparte döneminin “en karakteristik aracının” referandum yönetim ilkesinin ise “aşağıdan güven yukarıdan iktidar” olduğunu belirtiyor.7
1848 sonrası Alman işçi hareketi ve sosyalist örgütlenmeleri bakımından önemli bir isim olan Lassalle mücadelesinin odağına genel oy hakkını koymuştu. Şöyle diyordu: “Genel oy hakkı yani taleplerimizi gerçekleştireceğimiz pratik bir amaç olmadan felsefi bir okul dini bir tarikat olabiliriz ama asla bir siyasal parti olamayız.”8 Alman işçi ve sosyalist hareketinin marksist eğilimli bir başka koluna ise August Bebel ile Wilhelm Liebknecht önderlik ediyorlardı ve August Bebel 1967 de Kuzey Alman Birliği anayasasını hazırlayacak kurucu meclise seçilmişti. Bu iki kolun temsilcileri ve devamcıları 1875 Gotha Kongresi’nde Sosyalist İşçi Partisi adı altında birleştiler. Marx ve Engels Lassalcı programdan ve birleşmek için verilen teorik ödünlerden rahatsızlardı. Marx’ın gönderdiği eleştiri notları “gizlilik” nedeniyle ortaya çıkarılamamıştı. Yine de işçilerin bu partiyi komünist olarak algıladığı düşüncesiyle partiden ayrılmadılar. Bu süreci zaman zaman ayrıntıya girerek anlatmamın nedeni şu: Sosyalist İşçi Partisi oluşumundan sonra katıldığı seçimlerde oyunu sürekli olarak artırdı ve bu durum genel oyun sosyalist hareket üzerindeki etkisi bakımından önemli oldu. 1890 Halle Kongresi ile Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) adını alan bu parti 1874’te yüzde 6.5 1877’de yüzde 7.1 1878’de yüzde 7.6 ve 1890 da yüzde 19.7 oy aldı. Bu seçim başarılarının Avrupa marksizminin sonraki gelişmesi üzerinde önemli etkileri oldu.
Engels’in Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadelelerine Giriş’te (1895) yazdıkları o dönemin havasını ve genel oyun sosyalizm mücadelesinde tutmaya başladığı rolle ilgili beklentileri yansıtması bakımından ilginçtir:
“1866’da kurumlaşan genel oy sistemini kullanmada Alman işçilerinin gösterdikleri zeka sayesinde partinin şaşırtıcı büyümesi tartışma götürmez sayılarla bütün dünyanın gözüne çarpıyordu.
“(…) Alman işçileri Sosyalist Parti olarak en güçlü en disiplinli ve en çabuk büyüyen parti olarak yalnızca varlıklarıyla yaptıkları ilk hizmetten başka davalarına büyük bir hizmet daha gördüler. Bütün ülkelerdeki arkadaşlarına genel oy sisteminden nasıl yararlanılacağını göstererek yeni bir silah en keskin en etkili silahlardan birini vermişlerdi.
“(…) Böylece burjuvazi ve hükümet işçi partisinin illegal eyleminden çok legal eyleminden ayaklanmadaki başarılarından çok seçimlerdeki başarılarından korkmaya başladılar.
“Çünkü bu konuda da savaşın koşulları ciddi olarak biçim değiştirmişti. Eski tarzda ayaklanma 1848’e kadar her yerde kesin olan barikatlar üzerinde savaş şimdi bir hayli eskimiş modası geçmişti.”
“(…) Başka ülkelerde ne olursa olsun Alman sosyal-demokrasisinin sandık başına gönderdiği iki milyon seçmenonların ardındaki seçmen olmayan gençler ve kadınlar uluslararası proletarya ordusunun en kalabalık en sıkı örülmüş kitlesini kesin ‘vurucu grubunu’ oluşturur… Bugünden iki milyon iki yüz elli bin seçmene bel bağlayabiliriz. Eğer bu böyle giderse yüzyılın sonuna kadar toplumun orta tabakalarının küçük burjuvazinin ve küçük köylülerin en büyük bölümünü elde ederiz ve ülkede belirleyici bir etkinliği olan bütün öteki güçlerin ister istemez karşısında eğilmek zorunda olacağı bir güç haline gelinceye kadar büyürüz. Bu çoğalıp büyüme temposunu kendiliğinden iktidardaki hükümet sisteminden daha güçlü duruma gelinceye kadar günden güne güçlenen bu vurucu gücü öncü kavgalarıyla yıpratmayıp son kesin an gelinceye kadar hiçbir saldırıya uğratmaksızın koruyup sürdürmek işte başlıca görevimiz budur.”9
Bu uzun aktarmayı içeriğini tartışmak için değil genel oy yoluyla sağlanan başarılardan marksizmin o dönemde yaşayan en önemli kurucusunun nasıl etkilendiğini göstermek için yaptım. Genel oy ve seçim başarılarının Avrupa marksizminin biçimlenmesinde belirleyici rol oynayan öğelerden birini oluşturduğu açıktır. Engels’in öngörüsü bir bakıma doğru çıkmış SPD adını taşıyan parti oylarını sürekli artırarak iktidara gelmiştir. Ne var ki seçim yoluyla iktidara geliş süreci aynı zamanda bu partinin bir toplumsal devrim partisi olmaktan çıkıp düzen partisine dönüşmesi süreci olmuştur. 1970’li ‘80’li yıllarda Avrupa komünist partilerinin seçim başarılarının da aşağı yukarı bir yüzyıl sonra benzer biçimde bu partilerin sosyal demokratlaşmalarında önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Kısacası Avrupa marksizminin oluşumunda genel oy seçim ve bu alanda başarı kazanmak üzere kurgulanmış siyasal örgütsel yöntemler belirleyici önem taşımıştır.
1848’i izleyen yıllarda örgütlenme denemeleri de zaman içinde ilginç bir yol izledi.
1848’i izleyen gericilik yıllarında işçiler Avrupa’nın çeşitli yerlerinde önce derneklerde örgütlendiler. Almanya’daki İşçi Kardeşliği derneği kurulmasından hemen sonra kapatıldı. Lassalcı Genel Alman İşçi Derneği ise 1863’te kuruldu. August Bebel 1865’te siyasi derneklere izin verilince Saksonya İşçilerinin Maddi ve Manevi Çıkarlarını Teşvik ve Destekleme Derneği’ni kurdu. Bir çeşit federasyon olan bu örgüt 29 bağlı dernekten oluşuyordu ve 4 bin 600 üyeye sahipti. 1865 dernek sayısı 106’ya üye sayısı 23 bine yükseldi. 1866’da “sendika hakkı” tartışmaları başladı. 1868’de 110 birimden 56 derneği ve142 bin işçiyi temsilen 206 delege seçildi. Genel Alman İşçi Birliği oluşturuldu. 1871’de Berlin İşçi Birliği kuruldu.
Fransa’da “ulusal atölyeler” hareketi oluşturuldu. “Endüstriyel sınıflara daha iyi bir yaşam getirecek olan yeni bir düzen!” çağrısı yapıldı.
1864’de Birinci Enternasyonal olarak bilinen Uluslararası İşçi Birliği kuruldu. Uluslararası İşçi Birliği Avrupa ve Amerika’nın bütün militan işçi sınıfını tek bir dev ordu halinde birleştirmek için yola çıkmıştı. İngiliz işçi sendikaları Fransız Belçikalı İtalyan ve İspanyol Proudhoncular Alman Lassalcılar Birinci Enternasyonal’de yer aldılar. Örgütün şube ve üye sayısı hızla arttı. Öte yandan Birinci Enternasyonal içinde barındırdığı farklı akımlar yüzünden bir ideolojik-siyasal savaş alanına dönüştü.
1871 Paris Komünü, Birinci Enternasyonal’in ulaştığı en yüksek aşamayı simgeledi. Yenilgisi de enternasyonalin çözülme sürecini hızlandırdı. Birlik 1872’de fiilen 1877’de resmen kapatıldı.
Bütün bu dönem içinde ve özellikle de 1880 sonrasında işçi sınıfı hareketi bakımından önemli başka bir gelişme sendikal örgütlenme alanında oldu.
Sendikal örgütlenmede öncülük tarihsel olarak İngiltere’deydi. Sendikalaşma hakkı 1871’de yasalaşmıştı. 1889 liman işçileri grevi başarıyla biten ilk önemli sendikal eylemlerden biriydi. Yeni sendikalar ulusal çapta toplu pazarlık yasal asgari ücret ve 8 saatlik işgünü talep ediyorlardı. 1900’de İngiltere’de sendikalı işçi sayısı 2 milyonu bulmuştu. 1910 ile 1920 arasında sendika üye sayısı 2 milyon 565 binden 8 milyon 334 bine çıktı.10
Almanya’da sendikacılık Bismarck’ın düşmesinden sonra 1890’larda canlandı. 1900’de Almanya’da 680 bin işçi sendikalarda örgütlüydü.
Fransa ve İtalya’da siyasal bölünmüşlük sendikal örgütlenmelerin de daha baştan parçalı ve zayıf doğmasına yol açtı. Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) 1895’te kuruldu.
Özetlemek gerekirse yirminci yüzyılın başına gelindiğinde sürekli oy artıran siyasal partilerle sürekli üye artıran sendikalar Avrupa işçi ve marksist hareketinin iki önemli kanalını oluşturuyorlardı.
Yüzyılın başında Avrupa işçi hareketi sosyal demokrat partiler geleceklerini genel oy ve seçimde sendikal mücadelede arıyorlardı.
Yenilgiyle sonuçlanan proleter devrim denemeleri sanayi devrimi işçi sınıfının legal siyasal ve sendikal örgütlenmelerinin kurulup gelişmesi ve nihayet sömürgecilikten emperyalizme geçiş hep birlikte “Avrupa” denilen coğrafyanın toplumsal siyasal toprağını ve iklimini oluşturdular. Avrupa’da geniş tanımıyla sosyalizm ve daha dar anlamda marksizm içindeki düşünsel ve pratik gelişmelerin sağ sol ve ortacı eğilimleriyle bu toprağın ürünü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her biri kendi felsefi ve siyasal öncüllerine toplumsal pratiklerden görece bağımsız oluşum dinamiklerine sahip olan tüm teorik siyasal düşünceler eninde sonunda serpildikleri toprağın ürünüydüler.
1848 devrim ve karşı-devrimi genel oy ve sendikal örgütlenmenin işçi hareketine kazandırdığı perspektif ve beklentiler emperyalizm olgusu ve emperyalizme geçişin Avrupa toplumsal ortamı üzerindeki etkileri kavranmadan Lassalcılık Bernstein revizyonizmi Kautskycilik 1970’li yılların “Avrupa Komünizmi” hatta Rosa Luxemburg ve Gramsci anlaşılamaz.
1852’de “İmparatorluk barış demektir!” diyen Louis Bonaparte ile “İç savaşı önlemek istiyorsan emperyalist olacaksın!” diyen İngiliz finans kralı Cecil Rhodes arasındaki bağ süreklilik ilişkisi kurulmadan Avrupa’daki devrim-karşı devrim ve reform süreçlerini anlamak da mümkün değildir.
20. yüzyılın başında Avrupa’da devrim ve karşı-devrim
Eduard Bernstein Alman sosyalist hareketinin Lassalcılara karşı marksizme daha yakın olan A. Bebel ve W. Liebknecht kolundan geliyordu. Ölümüne kadar Engels’le çok yakın ilişki içindeydi. Bilindiği gibi tarihe “revizyonist” olarak geçti. Bernstein revizyonizminin temel yaklaşımı şöyleydi: Siyasal ve toplumsal devrim önermesi genel bir eğilim olarak doğru olabilir. Ancak toplumsal koşullar sınıf zıtlığını beklendiği gibi keskinleştirmemektedir. Kapitalist bunalımlar seyrekleşmekte ve hafiflemektedir. İşçi sınıfı hareketi sömürüyü sınırlayabilmektedir. O halde evrensel bir devrimci patlamaya bel bağlamaktansa parlamenter demokrasi içinde yavaş yavaş evrimci yoldan ilerlemek daha güvenli ve gerçekçi bir yoldur. Güncel hareket her şeydir ve nihai amaç hiçbir şeydir! Bernstein 1909’da verdiği bir konferansta aynen şunları söylüyordu:
“(…) revizyonizmi sosyal demokrasinin eski görüşünden ayıran temel etken günlük sosyalist çalışmaya giren konulara daha yüksek bir değer biçmesidir. Revizyonizm parlamento çalışmalarına daha büyük bir değer verir…İktisadi yaşam içinde görebilecekleri her türlü fonksiyon açısından sendikaların toplumsal önemini daha çok takdir eder.”11
Görüldüğü gibi Bernstein’ın temel önermeleri parlamenter ve sendikal mücadele olanakları üzerinde temellendirilmişti.
Karl Kautsky Engels sonrası dönemin en önemli marksist teorisyeni İkinci Enternasyonal’in önde gelen lideriydi. Bernstein’ın öğrencilerinden olduğu halde Bernstein revizyonizmine karşı mücadele etti; tarihsel ilerlemenin toplumsal ve ekonomik yasalara toplumun hareket yasalarına bağlı olduğu düşüncesine sınıf mücadelesi genel teorisine bağlı kaldı; toplumsal devrim süreçlerinde nesnelliğin altını kuvvetlice çizdi. Sosyalizmin siyasal devrim ve proletarya diktatörlüğü yolundan gerçekleşeceği düşüncesine ise hem teorik olarak hem de Ekim Devrimi sürecinde pratik olarak karşı çıktı.
Kautsky’nin yaklaşımı üç temel önerme üzerine kurulmuştu:
Bir: Sosyal-demokratlar iktidarı seçimlerde çoğunluğu kazanarak alabilirler ve böyle almalıdırlar. Devletin demokratik olduğu koşullarda işçi sınıfı iktidarı alabilir ve böyle bir durumda kapitalist diktatörlük kendinde demokrasiyi bastırmak için gerekli kuvveti bulamaz.
İki: Toplumsal devrim işçi sınıfı sayıca önemli bir ağırlık oluşturduğu ve toplumun çoğunluğu işçi sınıfı iktidarını istediği zaman gerçekleşebilir. Proletaryanın en etkili silahı onun sayısal gücüdür. Proletarya iktidarı ancak onun sayısal çoğunluğu oluşturduğu yerlerde meşru ve mümkündür. Azınlık dolayısıyla güçsüz olan ancak zora başvurarak iktidar olabilir. Azınlık devrimi ve zora dayanan devrim ise kendini gerçekleştirecek gücü yaratamaz.
Üç: Proletarya diktatörlüğü birçok bakımdan yanlış bir kavramdır. Bir sınıfın diktatörlüğünden söz edemeyiz. Çünkü sınıflar hükmedebilir ama yönetemez. O halde diktatörlük proletaryanın değil ancak bir proleter partisinin diktatörlüğü anlamına gelir. Proletarya da çeşitli partilere bölündüğünden bu partilerden birinin diktatörlüğü proletaryanın bir bölümünün öteki bölümü üzerindeki diktatörlüğü olur.12
Kautsky 1917’de Diktatörlük ve Demokrasi’de şunları yazdı:
“Kural olarak proletaryanın nüfusun çoğunluğunu temsil ettiği ya da en azından çoğunluğun desteğini aldığı zaman iktidara geleceği varsayılabilir. Proletaryanın siyasal mücadeledeki silahı ekonomik vazgeçilmezliğiyle birlikte dev sayılarından gelir.”13
Aynı yazıda Kautsky çarlık Rusyası koşullarında bolşeviklerin yaptıklarının “cesaret verici olmasa da anlaşılabilir” şeyler olduğunu belirttikten sonra esas itirazının bunların genelleştirilmesine olduğunu belirtti ve Alman sosyal demokratlarının bu teoriyi kabul etmelerinin uğrunda mücadele edilecek bir şey olarak görmelerinin hatalı ve son derece yıkıcı olduğunu yazdı.
Bu son noktanın üzerinde biraz duralım. Ekim Devrimi sonrası Avrupa sosyalizminin ortak özelliklerinden biri Avrupa sosyal demokrat (komünist) partilerinin Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’ne karşı izlenecek tutum konusunda içeriden ve düzen tarafından sürekli bir denetim ve düzeltme operasyonuna tabi tutulmalarıdır. 1883’ten itibaren Die Neue Zeit’ın editörlüğünü yapan Kautsky’nin “solcu” bulunarak 1917 Ağustos’unda bu görevden alınması ve yerine Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin sağcılarından H. Cunow’un getirilmesi de bu türden bir operasyondu. Etkili olduğu anlaşılıyor.
Kautsky’nin Proletarya Diktatörlüğü kitabının yayınlanmasından on üç yıl sonra 1931’de 1917’deki tutumunu anlattığı bir yerde bolşeviklerin kendilerini reddetmeden geriye dönmelerinin mümkün olmadığını belirttikten sonra eklediği ilginç bir cümle var: “Olayların mantığı fikirlerin mantığından her zaman daha kuvvetli olmuştur.”14 Kautsky’nin savaş Ekim Devrimi 1918 Alman Devrimi konularındaki ortacı siyasal çizgisini doğru değerlendirebilmek için olayların mantığını izlemek gerekiyor.
Kautsky Birinci Paylaşım Savaşı sırasında doğrudan hükümetin yanında saf tutmadı; hatta bu nedenle partisinden ayrılıp Rosa Luxemburg ve Karl Liebnecht’in de içinde yer alacakları USPD’nin (Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi) kurulmasına önderlik etti. Ekim Devrimi’nden hemen sonra bu devrimin Paris Komünü’nden daha önemli bir gelişme olduğunu yazdı. Ama Ekim Devrimi’nin ve Alman devrimci hareketinin gelişim çizgisi başka bir deyişle “olayların mantığı” aynı anda iki şeyi birden yapmayı bir yandan marksizmin legal saygın “papası” olmaya devam ederken bir yandan da Rus ve Alman devrimciliğiyle dost kalmayı kısa sürede imkansız hale getirdi. Başlangıçta Ekim Devrimi’ni Avrupa için yeni bir çağ açan işçi sınıfının öncülük ettiği bir devrim olarak değerlendiren Kautsky Sovyet Rusya’daki Kurucu Meclis seçimlerinden sonra Ekim Devrimi’nin ve bolşeviklerin karşısında yer aldı. 1918 Ağustos’unda sosyal demokrat partileri bolşeviklere karşı mücadeleye çağırdı. Alman Devrimi’nin “Şubat”ında ise Kerensky rolünü oynayarak yeni hükümetin dışişleri bakanlığında görev aldı. Kautsky teorik sorunların pratik soruna dönüştüğü noktada döndü.
Avrupa’daki sınıf mücadelesi yirminci yüzyılın başında savaş-barış sorunu çevresinde biçimlendi. İkinci Enternasyonal’de savaşa karşı tutum bu örgüt içindeki sol sağ ve ortacı oluşumların ayrıştırıcısı turnusol kağıdıydı. 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte tüm Avrupa özellikle de Alman komünist hareketinin keskin biçimde karşı karşıya geldiği soru ise “devrim mi düzen mi” sorusuydu. Eğer bu soru bu kadar net ve keskin biçimde gündeme gelmeseydi olayların gelişmesi yukarıda yapmaya çalıştığım Avrupa siyasal ikliminin “toprağının” özellikleriyle ilgili değerlendirmelere de uygun biçimde açıklanabilir bu toprağın devrimci dönüşümlere elverişli olmadığı türünden bir sonuca varılabilirdi. Kuşkusuz bu o koşulda bile aşırı nesnelci bir yaklaşım olur ama tartışma kaldırırdı.
1848’den 70 yıl sonra Almanya kendini yeniden devrimci bir çalkanışın içinde buldu. Savaş yıllarında emperyalist zincir iki halkasından Rusya’da ve Almanya’da zorlanıyordu. Emperyalist zincir 1917 Ekim Devrimi’yle yalnızca en zayıf halkasından kopmuş olmadı; zincirin bütünlüğü bozuldu; sürtünme ve gerilim katsayısı arttı; ikinci zayıf halka devrimci durumla buluştu.
Alman Devrimi
Almanya’nın bütünlüğü bozulan zincirin kopmaya elverişli ikinci halkası olduğuna ilişkin o kadar çok somut veri ve kanıt var ki…
Daha 1917 Nisan’ında Berlin’de silah sanayisinde çalışan 200 binden fazla işçinin ekmek karnelerindeki kısıtlamalara karşı greve çıkması Ekim Devrimi’nin birinci yıldönümüne rastlayan 8 Kasım 1918’de patlayan kitle hareketleri ve grevler Berlin’de 500 bin kişinin katıldığı grev Kiel’deki donanma askerleri isyanı isyan ve grev dalgasının Hamburg Hannover Köln Magdeburg Münih Stuttgart ve Almanya’nın öteki önemli işçi havzalarına yayılması imparatorun çok güvendiği Dördüncü Piyade Alayı’nın isyana katılarak Berlin’e girmesi hükümetin düşmesi Berlin İşçi ve Asker Konseyi’nin 3 bin delegesinin üç SPD’li (Alman Sosyal Demokrat Partisi) üç USPD’li (Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi) geçici halk komiserini hükümet kurmakla görevlendirmeleri bütün Almanya’yı işçi ve asker konseylerinin sarması ikili iktidar durumunun oluşması…
Geçici halk komiserleri hükümetinde bakan olan SPD’nin burjuva reformcu liderleri Ebert Scheidemann ve Landsberg aynı zamanda “yukarıdan” oluşturdukları Halk Temsilcileri Konseyi’nin üyesiydiler; devrim patlayınca İşçi ve Asker Konseyleri’nin otoritesini kabul eder görünüp yetkisini sınırlamaya çalıştılar. Düzenden burjuva parlamenter işleyişten yana olan SPD en güçlü partiydi ve konseyleri bir an önce ortadan kaldırmak istiyordu. USPD parlamenter demokrasiyle konseylerin yan yana olacağı bir düzen öngörüyor bu partinin sol kanadı ise konseyler iktidarını savunuyordu. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki Spartakistler ise USPD içinde yer almakla birlikte ikircimsiz konsey iktidarını hedefleyen bağımsız bir çizgi izliyorlardı. 15 Aralık’ta yapılan USPD kongresinde Rosa Luxemburg’un hükümetten çekilme ve tüm iktidarı işçi ve asker konseylerine devretme çağrısı reddedildi ve Hilferding’in bir an önce seçimlere gidilmesi önerisi kabul edildi. 16 Aralık günü toplanan Almanya Birinci İşçi ve Asker Konseyleri Genel Kongresi de aynı yönde seçimlerin 19 Ocak 1919’da yapılmasına karar verdi. Devrim salon toplantılarında söndürülüyordu. 24 Aralık’ta Berlin Şehir Sarayı’nı işgal eden Halk Donanma Birliği İşçileri hükümete bağlı birliklerin karşı devrimci saldırısını Berlin işçilerinin toplu desteğiyle püskürttüler. Devrim sokakta direnmeye devam ediyordu.
30 Aralık’ta Spartakistler Alman Komünist Partisi’ni (AKP) kurdular.
Ocak’ta karşı-devrim saldırıya geçti. USPD’li Berlin Polis Müdürü görevden alındı. SPD’nin güvenlik güçlerinin başına getirdiği Noske işsizlerden ve lümpenlerden oluşturduğu kuvvetlerle bütün devrimci hedeflere saldırdı. 15 Ocak’ta AKP liderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht hunharca öldürüldüler.
İktidar sorununu burjuva sosyal demokratlar eliyle ve karşı-devrimci şiddet yöntemleriyle çözen düzen yolu temizledikten sonra seçimlere gitti. SPD oyların yüzde 37.9’unu USPD yüzde 7.6’sını aldı.
14 Nisan’da Münih’te konsey hükümeti kuruldu ve 30 Nisan’da Noske kuvvetleri tarafından yıkıldı.
Alman Devrimi aralıklarla 1923’e kadar sürdü; ama yenildiği tarih esas olarak 1919 başıdır.
Buraya ancak satırbaşlarıyla aktarabildiğim Alman Devrimi’nin yenilgisiyle birlikte Avrupa sosyalizminin İkinci Enternasyonal’e egemen kanadının düzen içi-reformist bir çizgide bildiğimiz reformcu partiler olarak biçimlenme ve marksizmin devrimci çizgisinden kopuş süreci tamamlanmış oldu. Alman Sosyal Demokrat Partisi başta olmak üzere İkinci Enternasyonal partilerinin reformist önderlikler altındaki serüveninin devamı biliniyor ve burada bunların ihaneti ve işbirlikçiliği üzerine tek bir söz söylemek bile gerekmiyor.
Komünist eğilim
Önemli olan Alman Devrimi’ndeki komünist eğilimin durumudur. Eğer tarihsel olayları determinist aşırı nesnelci bir yaklaşımla değerlendirmeyeceksek komünist eğilimin sonuç belirleyici kritik noktalardaki tutumlarını irdelememiz gerekiyor.
“Komünist eğilim”le Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in önderlik ettiği eğilimi kastediyorum. Bu iki ismin devrimciliklerinin devrim konusundaki içtenlik ve kişisel adanmışlıklarının her türlü tartışmanın ötesinde olduğunu ekliyorum.
Sonuç belirleyici iki kritik noktanın devrimde öznel öğe ve iktidar sorununa yaklaşım konuları olduğunu düşünüyorum.
1917 Rusyası ile 1918 Almanyası’nın koşullarının özdeş olduğunu iddia etmiyorum ve hiçbir devrimin yenilgisi yalnızca öznel ve iradi nedenlere bağlanamaz. Ama koşulların farklılığı kadar devrimci dalganın yükselişindeki zaman ve karakter ortaklığı da gözden kaçırılmamalıdır. Böyle bakıldığında iki ülkede birbirini bir yıl arayla izleyen iki devrimci durumun farklı sonuçlara evrilmesinde Avrupa Devrimi’nin önsözü rolünü üstlenmiş olan Almanya Devrimi’nin yenilgisinde devrimci partinin eksikliği öne çıkan en önemli konu olmaktadır.
Almanya Devrimi’ne önderlik edebilecek devrimci durumu devrime götürecek devrimci partiyi inşa edebilecek tek ekip devrim davasına sonuna kadar sadık kalan ve her zaman partili mücadeleyi savunan Spartakistler’di. Yıllarca SDP ve USDP’de çalıştılar; bağımsız ve devrimci bir parti olarak örgütlenmenin kaçınılmaz olduğunu anlayıp AKP’yi kurduklarında ise gerçekten geç kalmışlardı.
Sorulması gereken sorulardan biri Kautsky’nin oportünist yüzünü herkesten önce gören Luxemburg’un daha 1915’te “asıl düşman içimizde” diye bildiriler yayınlayan Liebknecht’in Kautsky ve benzerlerinden ayrılmak için neden “son dakika”ya kadar bekledikleridir. Luxemburg’un Nisan 1917’ye Kautsky ayrılıncaya kadar SPD içinde kaldığını 1918 sonuna kadar yine Kautsky ile birlikte USPD’de yer aldığını Zimmerwald-Kienthal-Stockholm konferanslarında bağımsız yeni bir enternasyonalin kurulmasına karşı çıktığını Alman Komünist Partisi adıyla bağımsız bir örgüt oluşturmasının ise öldürülmesinden yalnızca üç hafta önceye rastladığını biliyoruz.
Sorunun “oportünizmle uzlaştıkları için” türünden kolay bir yanıtı olduğunu düşünmüyorum. Sorun çok daha karmaşıktı ve en başta Rosa Luxemburg’un parti işçi sınıfı hareketinin birliği ve kitle hareketinin devrimci süreçteki rolü ile ilgili görüşlerinden ve tüm bunlara temellik eden ortamdan topraktan kaynaklanıyordu.
Bu görüşlerin incelenmesi Avrupa işçi ve komünist hareketinin sonraki gelişmesini anlamak bakımından önemlidir.
Rosa Luxemburg “sosyal demokrasi işçi sınıfının ta kendisidir” önermesinden yola çıkıyordu. Partiyi devrimci bir program temelinde bir araya gelen yalnız burjuvaziden değil geniş işçi kitlelerinden de bağımsız olarak örgütlenen bir öncü kol olarak değil işçi sınıfının geniş kesimlerini sosyalistleri mevcut farklılık ve renkleriyle içine alan sınıfla özdeş bir örgütlülük olarak anlıyordu. Şöyle diyordu:
“(…) sosyal demokrasi ulusal dini ya da mesleki farklılıkları ne olursa olsun bütün işçi gruplarını tek bir partinin çatısı altında birleştirme yönünde doğal bir eğilime sahiptir.”
“(…) devrimci anlamda sosyal demokrat taktiğin ilk ve son defa olarak önceden garanti altına alınabileceğini ve böyle bir tedbirle işçi hareketinin oportünist eğilimlerden daima korunabileceğini düşünmek hiç de tarihsel olmayan bir hayaldir. (…) sosyal demokrasi bir kitle hareketi olduğundan ve onu tehdit eden sivri uçlar insanların kafasından değil toplumsal koşullardan kaynaklandığı içindir ki oportünist yanılmalara baştan sona mani olunamaz. Oportünizm pratikte somut biçimler aldıktan sonra bizzat hareketin kendisi tarafından ve marksizmin verdiği silahların yardımıyla tedavi edilmelidir.”15
Bu görüşe göre parti işçi sınıfı saflarındaki oportünizm de içinde olmak üzere bütün eğilimleri bulunduran bir örgütlenme olmalıdır.
O kadar ki en kötü işçi partisi partisizlikten iyidir :
“Marksistlerin parçalanması (düşünce ayrılığıyla karıştırılmamalı) ölümcül bir şeydir. Partiden ayrılmak istediğinizde bütün gücümle sizi engellemeyi dilerim… SDAP’den (Hollanda Sosyal Demokrat İşçi Partisi) çekilmeniz sosyal demokrat hareketten de çekilmeniz anlamına gelir. Bunu yapmamalısınız hiçbirimiz yapmamalıyız! Örgütün dışında kitlelerle teması yitirerek ayakta kalamayız. En kötü işçi sınıfı partisi bile hiç olmamasından daha iyidir.”16
Bu satırlar daha 1908’de Hollanda partisinde oportünistlerle ayrışma gündeme geldiğinde yazılmıştı. Rosa Luxemburg parti birliğini sınıfın birliğine eşdeğerde görüyor ve partiden ayrılmayı hareketten ayrılmak kitlelerden kopmak olarak değerlendiriyordu. Oportünizm bizzat “hareketin kendisi tarafından” tedavi edilebilecekti. “Hareket” ise partiyi de düzeltecek bir kuvvet olan kitlelerden gelecekti.
Rosa Luxemburg’u böyle düşünmeye ve davranmaya iten elbette ki yalnızca teorik ve kurgusal bir parti arayışı değildi. En başta Alman Sosyal Demokrat Partisi olmak üzere İkinci Enternasyonal partileri geniş kitlesel yüz binlerce üyeye milyonlarca “seçmen”in desteğine sahip örgütler olarak bu türden hazır model oluşturuyorlardı. Olağan koşullarda bu partilerden ayrılıp yeni parti kurmak riskli bir yaklaşım olarak görülüyor devrimci durum koşullarında ise kitle hareketinin düzeltici enerjisine güveniliyordu. Kanımca ciddi değerlendirme hatasının yapıldığı nokta burasıydı. Bir kez sağcı-reformist önderliklerin siyasetin acımasız mantığının bilincinde olarak partiyi bölme ya da küçültme pahasına parti içindeki devrimci-sol eğilimleri etkisizleştirmekte gerektiğinde de tasfiye etmekte kararlı davranacakları devrimcileri katillerin önüne fırlatacakları hesaplanamamıştı. İkincisi devrimci durumda kitle hareketinde bağımsız-proleter tipte eylem yönünde güçlü bir eğilim doğduğu doğacağı doğru olmakla birlikte bağımsız mücadele ve eylem yolunu gösterecek bir partinin önceden hazır ve örgütlü olmadığı koşullarda oportünist önderliğin kitle üzerindeki etkisinin kırılmasının mümkün olmayacağı görülememişti.
Tarihsel deneyim ve özellikle de devrim dönemleri harekete geçen kitlelerin önderleri de sürükleyecekleri öngörüsünün boş bir fantezi olduğunu defalarca gösterdi. Rosa Luxemburg önderliğin rolünü küçümsemiyor ama kitlelerin rolünü abartıyordu. Öldürülmesinden bir gün önce şunları yazdı: “(…) önderlik başarısız kaldı. Yine de önderlik kitleler içinden ve kitleler tarafından yeniden kurulabilir ve kurulmalıdır.”17 Oysa tarih en büyük tanıktır; önderlik hiçbir zaman kitleler tarafından yaratılamadı!
Parti birliğinin idealize edilmesi; oportünizmin parti ve kitle üzerindeki etkisinin küçümsenmesi devrimci bir program ekseninde bağımsız örgütlenmenin sonuç belirleyici öneminin fark edilmemesi kitle hareketine ancak siyasetin siyasal önderliğin üstesinden gelebileceği görevlerin yüklenmesi Alman komünistlerinin önemli yanılgılarıydı. Şunu eklemek gerekiyor: Luxemburg-Liebknecht önderliğinin tüm teorik ve siyasal argümanları devrimci amaçlar içindi; bütün çabaları SPD’yi ve işçi hareketini devrimci bir dönüşüme uğratma hedefine yönelikti. Avrupa sınıf mücadelesi koşullarını SPD gerçeğini veri alıyor ama oluşacağına kesin gözüyle baktıkları bir devrimci yükseliş ortamında (bunda yanılmadılar) bu koşulları değiştirecek devrimcileştirecek dinamiklerin devrimci kitle hareketi tarafından yaratılacağına güveniyorlardı (bunda yanıldılar).
Sendikalar ve “kitle grevleri” oportünistlerle aynı parti içinde mücadele etme yaklaşımından sonraki en önemli başlıklarıdır.
Rosa Luxemburg 1905 Rus Devrimi’nden sonra yazdığı Kitle Grevi Parti ve Sendikalar broşüründe nesnel koşulların kendiliğinden sonucu olduğunu belirttiği “kitle grevleri”ni ekonomik olmaktan çok siyasi bir mücadele aracı olarak öne çıkardı. Ücret artışı vb. ekonomik istemlerle yapılan grevler kitlelerin olanaklı tek doğrudan eylemi ve sendikal eylemlilikten kaynaklanan tek olanaklı devrimci mücadele biçimi değildi. Politik kitle grevi kendisinden önceki tekil birbirinden bağlantısız grevlerden daha üst bir eylem aşamasıydı. Kitle grevi asla yaratılamazdı ama ortaya çıkışı devrimci eyleme geçişin önkoşullarından işçi sınıfını devrimcileştirmenin devrimi ilerletmenin çok önemli araçlarından biriydi.
Yüz binlerin, milyonların harekete, doğrudan eyleme geçmesinin ve onun bir biçimi olan siyasal içerikli kitle grevlerinin devrimci durumun ve ulusal çapta kri-zin habercileri olduğu tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır. Rosa Luxemburg 1905 Rusya’sındaki kitlesel grev hareketlerinden esinlenerek “politik kitle grevi” kavramını partiyi ve kitleleri dönüştürecek bir etmen olarak geliştirmeyi denemiştir.
Bu yaklaşım, siyasal yönü önü çıkararak ekonomist eğilimle arasına bir mesafe koymuş, ama yalnız kitle grevlerine değil sendikalara da dönüştürücü bir misyon yüklediği, sendikadan ayrı ve bağımsız parti düşüncesinden uzaklaştığı ölçüde ekonomist ve kendiliğindenci bir içerik taşımıştır.
Rosa Luxemburg’un broşüründen okuyalım:
“Bir sözcükle: ekonomik mücadele bir siyasi merkezden ötekine iletkendir; siyasi mücadele toprağın ekonomik mücadele için periyodik gübrelenmesidir.”18
“Açık sınıf mücadelesi döneminde her doğrudan kitle eylemi aynı zamanda hem siyasi hem ekonomik olacaktır.”19
“Devrimci kitle eyleminde sendikalarla sosyal demokrasiyi birbirinden ayıran yapay sınırlar ortadan kalkar.”20
“İşçi sınıfının ekonomik ve siyasi olmak üzere iki ayrı sınıf mücadelesi yoktur; aynı zamanda hem kapitalist sömürüyü sınırlamayı ve hem de ortadan kaldırmayı amaçlayan tek bir sınıf mücadelesi vardır.”21
Açık sınıf mücadelesi ve devrimci kitle eylemi dönemlerinde sınıf mücadelesi pratiğinde yapay sınırların zorlanacağı ve son çözümlemede tek bir sınıf mücadelesinden söz edilebileceği doğru olmakla birlikte sendikalar ve sendikal mücadele bakımından düşünüldüğünde durum oldukça karmaşıktır ve Rosa Luxemburg’un sendikalarla parti ilişkisi üzerine yazdıkları son derece sorunludur. Örneğin şunlar:
“Binlerce ve binlerce işçi esas olarak sendikalara katıldıkları için partiye üye olmuyorlar. Bütün işçilerin iki örgüte birden üye olması teorisine göre işçilerin iki farklı toplantıya katılmaları iki örgüte aidat ödemeleri ve iki farklı işçi gazetesi okumaları gerekir… Sorunun çözümü sosyal demokrat düşünceli işçilerin sendikaya katılmalarındadır… İşçinin bizzat mücadelenin doğası tarafından koşullanan ekonomik mücadelesi sendikal üyelik dışındaki bir yoldan ilerletilemez… Onun [sosyal demokrat görüşlü işçinin – H.Y.] sosyal demokrat eğilimleri çeşitli mücadelelere katılmasını olanaklı kılar; seçimlerde oy kullanmak sosyal demokrat toplantılara katılmak temsili organlardaki temsilcilerin raporlarını izlemek ve parti yayınlarını okumak. (…) Her şey ortalama sınıf bilincine sahip işçiye sendikada örgütlenerek aynı zamanda kendi işçi partisine üye olduğu ve sosyal demokratça örgütlendiği duygusunu verir ve bu Alman sendikalarının özel güç kaynağını oluşturur.”22
Bunun Alman sendikaları için bir güç kaynağı oluşturduğunda hiçbir kuşku yok. Ya parti için?
İster var olan durumun haklılaştırılması çerçevesinde, ister sendikaların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolü ile ilgili beklentiler nedeniyle ileri sürülsün sendika ile partinin siyasal mücadele ve bilinçle ekonomik mücadele arasındaki ilişkilerin bu tarzda ele alınması hem çok güçlü bir kendiliğindenci ton taşıdığı hem sendikaların düzen içi işlevini bu işlevden kaynaklanan sınırlarını görmediği hem de sendika önderliklerinin oportünizmle olan göbek bağını teşhis edemediği için kritik bir yanılgı olmuştur.
Rosa Luxemburg aslında daha o zamandan dillerde olan “sendikaların tarafsızlığı” görüşünün sendika önderlerindeki ekonomist bakış darlığının İngiltere sendikal hareketinin egemen reformist çizgisinin farkındadır. Hatta sosyal demokrasinin “(…) eleştirisiz parlamentarist iyimserliğe olduğu gibi eleştirisiz sendikal iyimserliğe karşı mücadeleyi de içerdiğini” yazmıştır.23 Ama bütün bunlar “durumların doğasının” “siyasal mücadelenin karakterinin” sosyal demokrat hareketteki ve sendikalardaki bürokratizmin alanını daraltacağı görüşüyle iç içedir. Sendikaların tarafsız olması gerektiği düşüncesi sendikalarda örgütlü işçi kitlesinde itibar görmemektedir; Almanya’da sendikalar üyelerini İngiltere’de olduğu gibi kitlelerin aydınlanmamış burjuva düşünceli bölümlerinden değil sosyal demokrasi tarafından uyandırılmış ve sınıf mücadelesi düşüncesine kazanılmış proleterler arasından devşirmişlerdir vb…24 Ve belki de bunlardan daha önemli olarak “halka inanç devam etmelidir”.25
Ve Rosa Luxemburg bir bölümünü yukarıda verdiğim sendikalarla ve sendika-parti ilişkisiyle ilgili değerlendirmesini şu sözlerle bağlıyor:
“Bütün bu olgulardan çıkarılacak önemli sonuç Almanya’da yaklaşmakta olan kitle mücadeleleri için sendikalarla sosyal demokrat hareketin tam birliğinin [complete unity italikler R.L.’a ait -H.Y.] mutlak olarak zorunlu olduğudur.”26
Yalnız bu sözlerin söylendiği 1906’da 1918’de değil komünist hareketin bütün tarihi için dün ve bugün açık biçimde reddedilmesi gereken yaklaşım da budur! Sendikalarla komünist hareket hiçbir zaman tam olarak birleşemez birleştirilemez ve birleştirilmemelidir. Komünist Partisi yalnız burjuvaziden ve burjuva işçi partilerinden değil sendikalardan da bağımsız olarak var olmazsa sosyalizmin bağımsız yolunu gösteremez devrimci öncülük görevini yerine getiremez işçi kitlelerini devrim yolunda birleştiremez!
Leninizmin en önemli ve evrensel katkılarından biri de tam bu noktadadır. Sınıfsal kurtuluş ve devrim için bağımsız öncü parti şarttır. Komünistlerin ve işçi sınıfının devrimci birliğini sağlamanın önkoşulu ise partinin kendisini sol ve sendikal hareket içindeki burjuva küçük burjuva akımlardan kesin çizgilerle ayırmasıdır.
Sonuç yerine: Avrupa-merkezcilik ve marksizm üzerine kısa notlar
Bu yazı için ayrı bir sonuç bölümüne ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Avrupa kıtasının 70 yıl arayla yaşadığı iki devrimci kabarış ve sonrasındaki gelişmelerle ilgili bu kısa çözümlemenin amacı Avrupa işçi ve komünist hareketinin evrimini ve bugününü açıklayan kimi ipuçlarına ışık tutmaktı.
Kuşkusuz sonrası var. Üçüncü Enternasyonal dönemi SBKP’nin ve Komintern’in Avrupa’ya bakışı Avrupa ve Sovyet marksizmlerinin etkileşimleri Avrupa komünizmi vb…
Bunlar da başka yazıların konusu.
Burada son olarak Avrupa-merkezcilik ve marksizme ilişkin bazı notlara yer verilecek.
***
“Avrupa”, Urallar’dan Atlantik’e kadar olan coğrafya olarak biliniyor. Tarihsel ve siyasal bir terim olarak ise değişmez bir coğrafyayı değil ekonomik toplumsal kültürel bir süreci oluşumu anlatmak için kullanılıyor.
Böyle yaklaşıldığında “Avrupa” esas olarak Avrupa kıtasının batıya açılan bölümünü “oluşum” ise uzun bir tarihsel süreci daha çok da Rönesans aydınlanma ve belli bir tarihten itibaren kapitalizmi anlatıyor.
Avrupa, kapitalizmin doğduğu gelişip dünyaya yayıldığı merkezdir. Kapitalizm doğası gereği alanını genişletmek yayılmak zorunda olan dünya-tarihsel bir formasyondur ve kapitalizmin ulusal pazarı ve giderek dünya pazarını oluşturmasıyla bu formasyonun beşiği olan Avrupa kendini dünya tarihinin ve uygarlığının modeli olarak algılamaya bu modele uymayan öğeleri “sapma” saymaya yönelmiş; Avrupa dışındaki tarihsel oluşumlarda ise kendi tarihlerini söz konusu modele göre yeniden kurma eğilimleri baş göstermiştir. Avrupa-merkezcilik denen şey de budur: Dünya tarihini Avrupa tarihi olarak anlayan anlamlandıran ve kurgulayan yaklaşım.
Kapitalizm, kendi modelini dünyaya yalnızca ticaretle dünya pazarını oluşturmakla vb. değil ateş ve barutla zor ve şiddetle sömürgecilik ve emperyalizmle dayattı.
Marksizmin Avrupa-merkezciliği üzerine tartışmalar esas olarak yukarıda kısaca özetlenen bu olgu ve gelişmeler üzerinden yürütüldü ve yürütülüyor. Marksizmin de dünya tarihini kapitalizm tarihi ama sonuç olarak Avrupa tarihi olarak algıladığı Avrupa aydınlanmacılığına Avrupa’daki kapitalist gelişmenin dinamizmine ilişkin saptama ve önermeleriyle Avrupa-merkezci bir konumda olduğu ileri sürülüyor.
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’ya açıkça yansıdığı gibi kapitalizmin ve burjuvazinin ilerici devrimci bir rol oynadığını düşündükleri açıktır. Manifesto’nun “Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı” diye başlayan ve bunu nasıl yaptığını anlatan pasajlarını uzun uzun aktarmaya gerek yok. Manifesto “Burjuvalar ve Proleterler” başlıklı birinci bölümünde gerçekten de çok açık ve yalın bir dille burjuvazinin feodal ataerkil ilişkileri nasıl yıktığını, “üretim aletlerinde ve dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde devrim yapmadan” varolamayacağını “tüm geçmiş kuşakların yarattığından daha kitlesel ve daha büyük üretici güçler” 27 yarattığını vb. anlatıyor. Bu anlatımın abartılı ve gereğinden fazla coşkulu olduğu söylenebilir ve bu tartışılabilir. Ancak bu pasajlardan çıkarak marksizmin Avrupa-merkezci olduğunu söylemek Marx ve Engels’in kapitalist gelişmenin yol açtığı yıkım ve acıları onayladıklarını öne sürmek ya da temelsiz bir iyimserlik içinde olduklarını tekrarlayıp durmak kesinlikle doğru değildir.
En başta Komünist Manifesto’da ve başka metinlerde Marx ve Engels kapitalizmin yol açtığı yıkım ve acılara karşı olan duygularını aynı keskin dille ifade ettiler. Kapitalizmin getirdiği “vicdansız ticaret özgürlüğü” “açık utanmaz doğrudan ve kaba sömürü” “işin iğrençliği arttığı oranda ücret düşüyor” “fabrikaya doluşturulmuş olan işçi yığınları askerler gibi örgütleniyor (…) her gün her saat köleleştiriliyorlar. Bu despotluk hedefinin kazanç olduğunu ne kadar açık bir şekilde ilan ederse o kadar bayağı kin ve öfke uyandırıcı oluyor”28 ve daha pek çok bunlara benzeyen anlatım Manifesto’da ve başka metinlerde yer almaktadır.
Çok daha önemlisi Marx ve Engels’in kapitalizmin ve burjuvazinin devrimci rolüne ilişkin vurguları aynı kapitalist gelişmenin kendi karşıtını anti-tezini yarattığı düşüncesinden ayrı ele alınamaz. Manifesto’nun yukarıda sözünü ettiğim bölümü burjuvazinin eski toplumu yıkan üretici güçleri geliştiren rolünü anlattıktan sonra “Burjuvazinin feodalizmi yıkmak için kullandığı silahlar şimdi kendisine çevriliyor. Ama burjuvazi yalnızca kendisine ölüm getiren silahları üretmekle kalmadı; bu silahları kullanacak olan insanları da yarattı – modern işçiler yani proleterler” diye devam ediyor ve “Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını üretir. Burjuvazinin çöküşü ile proletaryanın zaferi eşit derecede kaçınılmazdır”29 diye bitiyor.
Bunlar dikkate alındığında Marx ve Engels’in burjuvazinin ilerici rolüne ilişkin vurgularının coşkulu anlatımlarının aslında nesnel koşullarının oluşmakta olduğunu düşündükleri proleter devrimden duydukları heyecandan kaynaklandığı anlaşılıyor.
Marksizm ve Avrupa-merkezcilik konusunda açıklığa kavuşturulması gereken birkaç nokta daha var. Marx’ın Kapital’de o tarihin en gelişmiş kapitalist ülkesini temel alması Marx ve Engels’in toplumsal formasyonların tarih içindeki oluşum çizgi ve sıralamasını belli bir model üzerinden geliştirmeleri Avrupa-merkezcilik değil midir Hem evet hem hayır!
Çalışmaya incelemeye koyuldukları temel sorunlar kapitalizm; kapitalizmden geriye ve ileriye doğru toplumun hareket yasaları ve ileriye doğru bir toplumsal devrim stratejisi konularıydı. O tarihlerde ise yalnızca Avrupa kapitalistti! Bu anlamda seçtikleri konu bakımından “Avrupa-merkezci” olmaktan başka çareleri yoktu. Marx ve Engels ve özellikle de Marx güçlerini kapitalizmin incelenmesi üzerinde yoğunlaştırdılar; dünya tarihiyle de esas olarak kapitalizmin kökenlerini ve gelişmesini açıklamak üzere ilgilendiler. Doğal olarak kapitalizm öncesi üretim biçimlerini aynı yoğunlukta çalışamadılar. Öte yandan marksist “tarihin hareket yasası” üretim biçimlerinin birbirini izlediği izlemeye zorunlu olduğu düşüncesini içermekte ancak belli biçimlerin önceden belirlenebilecek bir sıra ve düzen içinde birbirini izleyeceği türünden bir kural koymamaktadır. Marx’ın 1857-58’de yazdığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve Kapital’e hazırlık notlarında özellikle de bu notların Formen diye bilinen Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri başlıklı bölümlerinde “Asya tipi üretim tarzı”na ya da “asyatik tarz” a ilişkin çözümlemeleri Rus köy komününden komünizme geçişle ilgili olarak Manifesto’nun 1882 Tarihli Rusça Baskısına Önsöz’de yazdıkları marksizmin üretim biçimlerinin birbirini izlemesiyle ilgili olarak çizgisel-determinist bir yaklaşım içinde olmadığının ilk ağızda sayılacak kanıtlarıdır.
Evet marksizm kapitalist üretim ilişkilerinin yayılıp kapalı ekonomileri kapitalist pazara açmasını “ilerleme” olarak değerlendirmiş Komünist Manifesto burjuvazinin “Kırı kente bağımlı kıldığı gibi barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere köylü halkları burjuva halklara Doğuyu Batıya bağımlı”30 kılmasından söz etmiştir. Ama bütün bunların kapitalizmden daha ileri bir topluma sosyalizme geçişi olanaklı kılan yolları döşediği için öne çıkarıldığını unutmamak gerekiyor. Bu söylenenleri yeterince inandırıcı bulmayanlar 1860’lardan sonra Marx ve Engels’in Polonya ve İrlanda sorunu üzerine yazdıklarına bakabilir ve Komünist Manifesto’yla ilişkisini kurabilirler. Marx ve Engels İrlanda’nın ve Polonya’nın kurtuluşuyla hep Avrupa ve İngiltere’de yol açacakları devrimci gelişmeler üzerinden ilgilendiler. Marx 1850’de Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda kıta Avrupa’sındaki devrimlerin temelinin her zaman İngiltere olduğunu kaydettikten sonra şunları yazdı:
“Şiddetli patlamalar doğal ki, burjuva gövdesinin kalbinden çok uç bölümlerinde meydana gelmek zorundadır. Çünkü merkezde denge olanağı uçlardakinden daha fazladır.”31
1870’te yine Marx, Avrupa kapitalizminin kalesi olan İngiltere’ye darbe indirilecek tek noktanın İrlanda olduğunu yazdı.32 Örnekler çoğaltılabilir. Ana çizgi nettir: Marx ve Engels’te kapitalizmin gelişmesine vurgu esas olarak o günkü koşullarda ancak Avrupa’da söz konusu olabilecek bir toplumsal devrim arayışı ile çok yakından bağlıdır.
Modernizm aydınlanma ve marksizm ilişkisi üzerine de birkaç kısa not gerekiyor.
Modernleşmenin tarihsel toplumsal temelini aydınlanma oluşturuyor. Marksizm modernizmin doğrudan mirasçısı uzantısı olmayan ama modernleşmenin üzerine gelen o temel üzerinde yükselen aynı zamanda diyalektik anlamda onu aşma potansiyeli taşıyan bir teori ve pratiktir.
Aydınlanma insanlığın inançtan bilmeye hurafeden bilime ilerleyişinde çok önemli bir adımdır ve aydınlanmayı burjuvaziyle özdeşleştirmek iki nedenle doğru değildir. Birincisi aydınlanma kapitalizm ve burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasından önceki dönemleri de kapsayan bir birikimin ürünüdür. İkincisi ayakları üzerinde dikilir dikilmez gericileşen burjuvazi aydınlanma değerlerinin temsilcisi ve taşıyıcısı olmaktan çok çabuk yüz çevirmiştir. Aydınlanma eski hümanizmin üzerine geldi; insanı merkeze aldı ve yüceltti. Bir bakıma dünyayı insanileştirdi. Ama kapitalizm yarattığı nesnel olanaklarla insanı mahkum ettiği yoksulluk ve yoksunluk arasındaki çelişki içinde yeniden çaresizliğin kucağına itti.
Hele de bugün aydınlanmacılıkla kapitalizmin hiçbir ilgisi kalmamıştır.
1 Haziran 2003
Dipnotlar ve Kaynak
- Stephen J. LEE, Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980, Dost Kitabevi Yay., Ankara, Mart 2002, s. 72.
- K. MARX – F. ENGELS, Selected Works in three volumes, v. 1, s. 189.
- a.g.y., s. 191-192.
- a.g.y., s. 178-179.
- a.g.y., s. 182.
- a.g.y., s. 282.
- Agatha RAMM, Europe in the Nineteenth Century 1789-1905, Seventh edition in two volumes, Longman, London, 1984, s. 176.
- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.1, İletişim Yay., İstanbul, 1988, s. 297.
- F. EENGELS, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850’ye Giriş”, K. MARX – F. ENGELS, Seçme Yapıtlar, c. 1, Sol Yay., Birinci Baskı, Ankara, Aralık 1976, s. 236-245.
- The New Encyclopedia Britaannica, v. 29, 15th edition, New York, 1988, s. 973.
- Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, c. 1, der: Mete Tunçay, Birinci Basım, İstanbul, Mayıs 1976, s. 392.
- Karl KAUTSKY, Selected Political Writings, Edited and Translated by Patrick Goode, The Macmillan Press, Londra,1983, s. 97-123.
- a.g.y., s. 116.
- Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, a.g.y., c. 2, s. 541.
- R. LUXEMBURG, Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları.
- Peter NETTLY, Rosa Luxemburg , c. 2, Ataol Yay., İstanbul, Ekim1991, s. 173.
- a.g.y., s. 271.
- Rosa LUXEMBURG, The Mass Strike, The Political Party and the Trade Unions, translated by Patrick Lavin, The Marxist Educational Society, Detroit, 1925, s. 47.
- a.g.y., s. 73.
- a.g.y., s. 74.
- a.g.y.
- a.g.y., s. 77-78.
- a.g.y., s. 81.
- a.g.y., s. 79.
- a.g.y., s. 82.
- a.g.y., s. 80.
- Karl MARX – Friedrich ENGELS, Komünist Parti Manifestosu, çev: Erkin Özalp, NK Yay., Üçüncü Baskı, İstanbul, Mart 2003, s. 14-15.
- a.g.y., s. 17-19.
- a.g.y., s. 16, 21.
- a.g.y., s. 15.
- K. MARX – F.ENGELS, Selected Works in three volumes, v.1, Progress Publishers, Fourth Printing, Moscow, 1977, s. 289.
- a.g.y., v. 2., s. 175.