“Emperyalistlerin ve ajanlarının tuzağına düşüp birbirinizi öldürmemek için mümkün olan her şeyi yapmak sizin görevinizdir. Birlikte mücadele etmek zorundasınız ve birlikte olduğunuzda sömürgeciliğin son kalıntılarını güzel adanızdan silebilirsiniz. Yunanistan’ı ve Türkiye’yi sevdiğim kadar sizin adanızı da seviyorum. Adanız, Yunanistan ve Türkiye halklarını birleştiren bir bağ olabilir ve olmalıdır. Adanız, savaş ve yıkım korkusunun yaşanmadığı bir barış bahçesi olabilir ve olmalıdır.” 1
Kıbrıs’taki milliyetçiliği/şovenizmi tartışırken iki büyük tehlike söz konusu. Birincisi, 1950 ile 1974 yılları arasında yaşanan olayların akıntısına kapılarak, bu dönemden önce yaşanan ve en az bu dönemdekiler kadar önemli olayları ihmal etmek. Bunlar, o denli “sansasyonel” olmayan ama Türkiye’nin Yeşil Ada’ya saldırarak yüzde 37’sini yasadışı bir şekilde işgal etmesine yol açan gelişmelere kaynaklık eden olaylardı. İkinci ve asıl önemli tehlike ise, Kıbrıs’ta yaşayan herkesin aşırı milliyetçi duygulara esir olduğuna ve iki topluluk arasındaki çatışmaların bir kural olduğuna inanmaya başlamak. Açıklık sağlanması gereken nokta, geçmişte, tek bir bütün olarak değerlendirmesi gereken Kıbrıs halkının büyük çoğunluğunun kardeşlik içinde yaşamış ve çalışmış olduğudur. Kıbrıslı çiftçiler ve Kıbrıslı proleterler, ister Yunanlılara isterse Türklere ait olsun aynı ekmek parçasını paylaşmasını ve aynı tabaktan yemesini, sevinçte ve kederde bir arada olmasını biliyorlardı.
“Ama burjuvazi en önemli aktör durumundadır. Genç burjuvazi için en önemli konu pazardır. Amacı, mallarını satmak ve başka uluslardan kapitalistlerle rekabetinde zafere ulaşmaktır. Kendi iç pazarını denetim altına alma isteğinin kökeninde bu amaç vardır. Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuldur. (…) Mücadele ekonomik alandan siyasal alana taşınır. Herkesin görmezden geldiği ezilen ulusun burjuvazisi harekete geçer. Alt sınıflardan yurttaşlara başvuran burjuvazi “anavatan”dan söz ederek kendi davasını halkın davası gibi gösterir. “Yurtsever”leri kendisi için (…) “milli dava” için mücadeleye sokar ve milliyetçi hareket başlar. Hareketin gücü kitlelerin yani proletarya ile köylülüğün katılım düzeyi tarafından belirlenir.”2
İlerici anti-şovenist güçler ya kendi karşı tezlerini aktif bir şekilde ifade etmekten çekinir, ya da bunu yaptıklarında (ve diğer topluluk ile işbirliğini yasaklayan “emir”lere itaat etmediklerinde) hain olarak damgalanır ve pek çok örnekte ölümle karşılaşırlar. Bu durum özellikle 1950 ile 1970 arasındaki iki on yıllık dönemde yaşandı. TMT tarafından Derviş Ali Kavazoğlu ile Kostas Mişolis’e yönelik olarak düzenlenen korkakça suikastler, bu döneme egemen olan terörün tipik birer örneğidir.
Dolayısıyla, bazı çok özel başlıkları incelememiz gerekiyor:
1. Kıbrıs’taki Yunan burjuvazisinin kökeni, gelişmesinin özel koşulları ve gelişim sürecinde yabancı güçlerin oynadığı rol.
2. Kıbrıs’taki Yunan milliyetçiliğinin/şovenizminin içeriği ve Bizans döneminden bugüne kadar geçen yüzyıllar boyunca kazandığı biçimle Yunan Ortodoks Kilisesi’nin rolü.
3. Kıbrıslı Türklerin gerileme dönemi.
4. Kıbrıs’taki Türk milliyetçiliğinin içerik ve kökeni.
Kıbrıs’taki Yunan burjuvazisi
Kıbrıs’taki Yunan burjuvazisinin kökenine ilişkin iki kritik faktör var. Bunlardan birincisi Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından alınmasıyla, ikincisi de dönemin egemen yabancı güçlerinin çıkarları ve bu çıkarların adaya yansıma biçimiyle ilgili.
Kıbrıs’ın Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınmasıyla birlikte yerli halkı Katolikleştirme girişimleri durduruldu. Pek çok kişinin Ortodoks nüfusun yeni işgalcilerin şiddetine maruz kaldığı iddialarını desteklemek için katliamlardan söz etmesine karşın, eldeki tüm kanıtlar kurbanların çoğunun Latinler ve Maronitler olduğunu gösteriyor.
Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’ndaki işbölümü çerçevesinde, Müslümanlar asıl olarak çiftçilikle ve Hıristiyanlar da ticaretle uğraşıyordu. Hıristiyan nüfusun ekonomik faaliyetlere katılmaya teşvik edilmesi Osmanlı yönetiminin bir stratejisiydi çünkü Müslüman olmayanlar Osmanlı iktidarına yönelik bir tehdit olarak görülmüyordu. Müslüman göçmenler ticaretle ilgili özel ayrıcalıklara sahip olmadığından, ticari faaliyetler asıl olarak Hıristiyanlar tarafından gerçekleştirildi. Özellikle İngiltere’ye sağlanan imtiyazlardan (1838) ve Tanzimat-ı Hayriyye’den (1839) sonra adanın Müslüman olmayan sakinleri ekonomik faaliyetlerini yoğunlaştırdı. 19. yüzyılın ortalarına doğru Müslümanlardan daha zengin oldular.
Adanın “içsel” dinamikleri söz konusu olduğunda, durum buydu. Yukarıda belirttiğim gibi, diğer tarafta da yabancı güçler ve bunların hem uluslararası hem de yerel ölçekteki çıkarları vardı.
L. Koudounaris, Kıbrıs’ın aristokrat (zengin) aileleri hakkındaki kitabında, bu ailelerin dokuzunun (yani Lanitis ailesi dışındaki hepsinin) İyon Adaları (Yedi Adalar), İstanbul ya da İtalya kökenli olduğunu ortaya koyuyor. Koudounaris, kitabının giriş bölümünde, tüm tüccar ve doktorların “Kıbrıs’taki elverişli koşullar sayesinde”3 ve Kıbrıslıların bilgisizliği ile Türklerin gösterdiği toleranstan yararlanarak büyük servetler elde ettiklerini ileri sürüyor. Kıbrıslı marksist tarihçi Costas Graikos’a göre, bu “elverişli koşullar”, Fransız-İngiliz faktöründen kaynaklanıyordu. Bu dönemde Ruslar adaya ciddi bir şekilde sızıyordu ve Türk-Rus savaşları (ve Hıristiyanların Çar tarafından korunması) nedeniyle Rus etkisinin İngiliz çıkarlarını tehdit edecek kadar artması riski vardı. Gelişmeler, Rusların Doğu Akdeniz’i kontrol altına almasına yol açabilirdi. Bu nedenle İngilizler söz konusu ailelerin Kıbrıs’a yerleşmesini ve Rus politikalarına karşı adanın o dönemde Fransa ile İngiltere’nin koruması altında olan Yunanistan ile birleşmesine dönük bir mücadele yürütmelerini teşvik etti.
Tüm bu aileler Kıbrıs’a 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında yerleştiler ve hem kendi aralarındaki hem de zengin Kıbrıslıların çocuklarıyla planlı evlilikler yoluyla konumlarını güçlendirdiler. Fener Rum Lisesi’nde, İyonya Akademisi’nde ve Atina Üniversitesi’nde4 eğitim gören çocukları, beyinlerine aşılanan Büyük Fikir (Megali Idea) ile adaya döndü. Koudounaris’e göre bu çocukların çoğu “İngiliz yönetimine karşı ilk uzlaşmaz milliyetçi muhalefeti oluşturdu” ve Kıbrıs’ta Yunan milliyetçiliğinin tohumlarını atan papazlar tarafından desteklendiler.
Kuşkusuz, Yunanlıların daha önce başlayan bir sızması söz konusuydu. K. Kyrris, İyon Adaları kökenlilerin Kıbrıs’taki varlığının 1498 civarında “pax veneta” (Venedik Barışı) doktrininin geliştirilmesiyle birlikte başladığını söylüyor. Kyrris ayrıca, İyon Adaları kökenlilerin Kıbrıs’taki Yunan topluluğu tarafından büyük oranda asimile edilmekle birlikte tam olarak asimile edilemediklerini de belirtiyor.5 Graikos’a göre, bunun nedeni, adanın burjuvazisini oluşturdukları ve temel amaçları servetlerini büyütmek ve halkın ilgisini çekmeyen bir siyasal sorun yaratmak olduğu için, halka hoşgörüyle bakamamalarıydı.
Bu Yunanlıların rolünü en doğru şekilde tarif eden Kyriazis, bunların “Kıbrıs’ın egemen sınıfını oluşturduğunu” yazıyor.6 Başpiskoposların çoğu Kıbrıslı değil Yunanlı ya da Fransız kökenli olduğundan, bu sınıfın hedefleri üst düzey din adamları tarafından da destekleniyordu (bkz. L. Philippou: “The History of the Church and ‘Greek Letters’ as well as Hill”, v. III s. 789).
Kıbrıs’ta Yunan milliyetçiliği
En azından 1974 yılına kadar Kıbrıs’taki Yunan milliyetçiliğinin temel amacı Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesiydi (Enosis). Yeni siyasal ve askeri olgular ışığında bu amaç, anayasal güvence altına alınmış bir “çoğunluk hegemonyası” ve Kıbrıslı Türklerin asimilasyonu talebiyle ifade edilmeye başladı.
Enosis yalnızca adanın geleceğine dönük bir beklenti değil, aynı zamanda geçmişe dönük bir mercek anlamına geliyordu. Kıbrıslı Yunan burjuvazisi Enosis’i hedefi olarak belirlemiş ve adanın bir Yunan adası olduğu görüşünü dayatmıştı.
Yunan milliyetçiliği bir Kıbrıslılık kimliğinin oluşmasına engel olmanın ötesinde, Kıbrıslı Yunan kimliğinin oluşumunu bile durdurdu. Milliyetçiler açısından Kıbrıs’ta yaşayanlar adanın bir parçası değil, yalnızca Yunan ve Türk uluslarının uzantılarıydı.
Yunanistan’la birleşme sorunu, burjuvazi, toprak sahipleri ve üst düzey din adamları tarafından yaratılmıştır.
Kilise ve özelde üst düzey din adamlarının oynadığı rolü anlamak için Bizans dönemine geri dönmeliyiz. Devam etmeden önce, bazı önemli ayrıntıları netleştirmeliyiz. Bizans döneminde imparatorluğun yurttaşları kendilerini Yunanlı olarak değil, “Romalı” olarak adlandırıyordu, çünkü Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu’nun bir devamıydı. “Yunanlılar” adı 18. yüzyılda, Yunanlıların bulunduğu bölgede bir orta sınıfın ortaya çıkması ve kapitalist üretim yapılarının oluşması ile birlikte kullanılmaya başladı.
Bizans, Hıristiyanlık tarafından kurulan ve zaman içinde Ortodoksluğa evrilen bir imparatorluktu. Kıbrıs, adadaki paganizm geleneği, Afrodit’i onurlandırmaya dönük kutlamalar ve bunlarla bağlantılı büyük ekonomik çıkarlar nedeniyle imparatorluğun kurucusu olan I. Konstantin’e (M.S. 4. yy.) ve Hıristiyanlığa direndi. Bu nedenle de Ortodoks papazlara büyük ayrıcalıklar sağlandı ve bunlar devlet tarafından ciddi şekilde desteklendi. Ancak, Kıbrıs Kilisesi Antakya Patrikliği’ne bağlıydı ve bağımsızlığını kazanmak için bir hayli çaba harcaması gerekti. Bağımsızlık, üst düzey din adamlarının kilisenin adadaki büyük servetini idare etmesi için gerekliydi. Kıbrıs Kilisesi, 431 yılında bağımsızlığını kazandı. Ancak üst düzey din görevlileri pek çok kez ve özellikle de Haçlı Seferleri sırasında ayrıcalıklarını farklı eğilimleri dayatmak için kullandı. İmparator, bu farklı eğilimlerin önünü kesebilmek için, birçok kez, Kıbrıslı olmayan ve dolayısıyla “özerklik yanlısı düşünceleri desteklemekte çıkarı bulunmayan” piskopos ve başpiskoposlar atayacaktı. Böylece Bizans Kıbrıs’ı kendi bünyesine dahil etmeye çalıştı ve kendi konumlarını korumak için Kıbrıs kimliğini Hıristiyan idealleriyle tanımlayan üst düzey din adamlarını kullanarak bu konuda başarılı oldu. Kıbrıs’ta Bizans egemenliği Isaakios Komninos’un yönetimi aldığı1185 yılında son buldu.
Fransa-Venedik egemenliği döneminde (M.S. 1192-1489) ayrıcalıklarını yitiren üst düzey din adamları bunları Ortodoksluk temelinde yeniden kazanmak için Batı karşıtı mücadele başlattılar.
1570-71’de Osmanlılar adayı ele geçirerek imparatorluklarının bir parçası haline getirdiler. Kıbrıslılar Latinlere dönük kızgınlıkları nedeniyle Osmanlıları mutlulukla karşılarken, Osmanlılar da Ortodokslara karşı çok sert değildi.
Başpapaz Kyprianos şöyle yazıyordu: “Romalılar Latinler yerine Osmanlı devletine boyun eğmeyi tercih ediyordu ve Osmanlılar tarafından özgürleştirilmeleri nedeniyle mutluydular.”7
Sultan’ın Bizans’ı örnek alan yönetimi, farklı inançlara sahip halkların kendi din adamlarının desteğiyle egemenlik altında tutulması amacıyla, Hıristiyan ve Yahudi din adamlarına bazı haklar verdi.
Türkler 1660’ta başpiskopos ile üç piskoposu Hıristiyanların siyasal lider ve temsilcileri olarak tanıdı ve Hıristiyan topluluğunu ayrı bütünlük olarak kabul etti. Bu ayrıcalıklar 1754 Fermanı tarafından da tanındı. Ayrıca, Başpiskoposun genel vergi tahsildarı olarak atanması onaylandı ve reaya tarafından ödenecek yıllık vergiler belirlendi. Ancak bu düzenlemeye hiçbir zaman bağlı kalınmadı, çünkü vergiler tahsildarın çıkarları doğrultusunda çeşitli bahaneler ileri sürülerek her zaman artırıldı.
İlk büyük siyasi reformun yapıldığı 1838’de, valiyle birlikte sekiz kişilik bir şura oluşturuldu: Dört Türk ,Başpiskopos ve birer Kıbrıslı Yunanlı, Maronit ve Ermeni temsilci. Paris Anlaşması’na dayalı olarak 1856’da imzalanan Gülhane Hattı Hümayunu ile, dört Kıbrıslı Yunanlının katılımıyla 15 kişilik bir yönetim şurası ve iki Kıbrıslı Yunanlının katılımıyla 5 kişilik bir mahkeme atandı. Böylece Kıbrıslı Yunanlılar yönetsel haklar kazanmış oldu.
1839’dan itibaren her bir yurttaşın ödemesi gereken vergiler kaldırılırken vergilendirme mülkiyet esasına dayandırıldı. 1841’de Vali Talat Efendi çeşitli sosyal reform planları hazırladı, ancak Kıbrıs’taki Türk yöneticiler sınıfı ve Kocabaşılar, çıkarlarına ters düştüğü için bu planlara tepki gösterdi. Bu nedenle de herhangi bir değişiklik yapılmadı. Ancak vergi toplama sorumluluğu artık Kilise’ye ait değildi.
Özetle, adadaki Osmanlı egemenliğinin büyük oranda fetihçiler ile servet edinmek üzere mevcut durumdan yararlanmaya çalışan üst düzey din adamları arasındaki işbirliğine dayandığını söyleyebiliriz. Kıbrıs ve Yunanistan kaynaklı pek çok belge, din adamlarının çoğu durumda halkı fetihçilerden daha fazla sömürdüğünü gösteriyor.
Din adamlarının bu davranış biçimi ayrıcalıklarını kaldıran Paris Anlaşması’nın imzalandığı 1841 yılına kadar sürdü. Vergi toplama ayrıcalığının kalkmasıyla birlikte din adamlarının yönetim üzerindeki kontrolü de ortadan kalktı. Üst düzey din adamları ancak o andan itibaren fetihçilere karşı mücadele etmek gerektiğini hatırladı. Ancak artık durum değişmişti, çünkü bağımsız bir Yunan devleti vardı. Üst düzey din adamları herhangi bir tereddüt göstermeksizin Kollettis’in Megali İdea’sını benimsedi ve halkın özgürlük ve ilerleme beklentilerinden yararlanmak üzere ortodoksinin “inanç” şiarının yanına “ülke” şiarını eklediler.
Kıbrıslı Türklerin gerileme dönemi
Kıbrıslı Türklerin gerileme döneminin bu denli önemsenmesi ilk bakışta mantıksız görünebilir. Kıbrıslı Yunanlıların gerilemesine neden aynı ölçüde önem verilmediği sorulabilir. Kuşkusuz, farklı koşullar altında bu tür bir soru tümüyle haklı olurdu. Ancak bu örnekte, çok özel nedenlerle böylesi bir vurguya ihtiyaç var. Daha önce belirttiğimiz gibi, Kıbrıslı Yunan üst sınıfı kendi önüne Enosis hedefini koydu ve adanın bir Yunan adası olduğu tezini dayattı. Bu amaçla çeşitli argümanlar üretildi. Bunlardan birine göre, “Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu katlanılması çok zor olan Türk egemenliği döneminde İslam dinini kabul eden Yunanlılardı” (aynen böyle!) ve Kıbrıslı Yunanlıların yardımıyla bunların “köklerine dinlerine ve kültürlerine döndürülmesi” gerekiyordu. Bu şovenist yaklaşım nedeniyle adadaki ikinci büyük topluluğun tarihine kısaca da olsa değineceğiz.
Chr. Ekonomides’e göre Kıbrıs’taki Türk topluluğunun evrimi şu şekildeydi: 1582’de 20 bin ya da yüzde 19, 1881’de 45 bin ya da yüzde 25, 1931’de 64 bin ya da yüzde 19, 1960’ta 105 bin ya da yüzde 18 ve 1974’te 118 bin ya da yüzde 18.9.8
1974’ten önce Kıbrıslı Türkler her altı bölgeye dağılmış durumdaydı. Yaklaşık 55 bini Lefkoşa’da, 17 bini Gazimagusa’da, 16 bini Baf’ta, 13’er bini Limasol ve Larnaka’da ve 4 bini de Girne’da yaşıyordu.
Kıbrıs’a Türkler’in ilk geliş tarihi 1570’tir. Adada bundan önce, 7-10. yüzyıllardaki akınlardan kalan Müslümanlar vardı. Osmanlı İmparatorluğu 1570’te adaya saldırdı ve Ekim 1571’de tüm adayı ele geçirdi. O dönemde yerli nüfusa dönük ve asıl olarak Latinler ile Maronitleri hedef alan korkunç katliamlar gerçekleştirildi ve söz konusu iki topluluğun nüfuslarında 60 binlik bir gerileme oldu. Lala Mustafa, arkasında 20 bin kişilik bir askeri güç, 800 sipahi ve az sayıda yönetici bıraktı. Özellikle öldürülen Maronitlerin bıraktığı boşluğun doldurulması gerekiyordu ve Osmanlılar adaya yeni yerleşimciler getirdi. Bu yerleşimcilere çoğu Ortodoks ve Maronit olan ve zulümden kurtulmak ya da ayrıcalıklarını korumak için İslam dinine geçen birkaç yüz kişiyi eklemek gerekir. Bunların önemli bir bölümü Hıristiyanlıklarını gizlice korudu ve adanın İngiltere tarafından ele geçirilmesinden sonra Hıristiyanlığa geri döndüler.
1572’de Müslümanların sayısı 20 bindi ve bunlar din değiştirmiş insanlar değildi. 60 bini öldürülmüş ya da Kıbrıs’ı terk etmiş olan 180 bin kişilik bir nüfusta böylesi bir değişim olanaksızdı.
Türkiye’deki başbakanlık kütüphanesinde bulunan fermanlara göre, II. Selim Kıbrıs Valisi Sinan Paşa’dan aldığı bir mektup üzerine, Kıbrıs’a insan gönderilmesini istedi. II. Selim, tüm sorun çıkaranların istenmeyenlerin, mirasçısı olmayanların evsizlerin ve toprak mülkiyetine ilişkin davaları süren herkesin Kıbrıs’a taşınmasını buyurdu. Ama ayrıca, gönderilen her on kişiden birinin usta zanaatçı, terzi, ayakkabı imalatçısı derici, dokumacı vb. olmasını istedi. Çalışma verimlerinin yüksek olması için yerleşimcilerin güçlü olması zorunlu tutulmuştu ve adayı terk etmeleri durumunda da kısa bir yargılamanın ardından kelleleri uçurulacaktı. 21.9.1571 tarihli ferman 5 bin 700 ailenin adaya taşınmasını sağladı ve o dönemdeki Türk nüfusunun 20 bin olduğu göz önünde bulundurulduğunda, hedefe ulaşıldığı söylenebilir. Türk göçmenlerin adaya gelişi 18. yüzyıla kadar sürdü9 . Göçmenler zamanla davranış biçimlerini değiştirdi ve torunları yasalara uyan ve barışçıl insanlar oldu. Nitekim, Larnaka’daki İngiltere Konsolosu H.P. White şunları söylüyordu: “Müslümanların hiçbiri Araplar kadar fanatik ve şeytanca düşüncelere sahip değil. Şehirlerde ve köylerde Hıristiyanlarla barış içinde yaşıyorlar.”10
Türkler, tek bir bütünlük oluşturmak üzere önceden belirlenmiş bir coğrafi bölgede yaşamadı. Türk nüfusunun coğrafi dağılımı, tüm nüfusun ekonomik işbirliğini zorunlu kılacak şekildeydi.
Son olarak, kendi dinlerinin getirdiği kurallar yüzünden inançlı Ortodoks ve Müslümanların birbirleriyle evlenemediklerini de belirtmeliyiz. Bu nedenle de özellikle Limasol ve Baf bölgelerindeki çok sayıdaki istisna dışında birbirleriyle karışmayan iki büyük topluluk arasındaki mesafe açık kaldı.
Kıbrıs’taki Türk burjuvazisi
Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalan Kıbrıslı Türk toprak sahipleri toprağa ve devlet bürokrasisine bağlıydı. Düzen değişikliği sonrasında eski alışkanlıklarını değiştiremediler ve bu nedenle de İngiliz sömürgecilere bağlandılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Jöntürkler hareketinin ortaya çıkması Kıbrıslı Müslüman nüfusun entelijansiyasını etkiledi. 1890 ile 1900 yılları arasında padişahın baskısı nedeniyle pek çok bölgesine dağılan Jöntürkler Kıbrıs’a da geldi ve buradaki Türk topluluğunu etkilediler. 1909 yılında Lefkoşa’da Jöntürklerin partisi olan İttihat ve Terakki adını taşıyan bir kültür kulübü kuruldu. Bu kulübün adı sonradan “Kardeşlik Yuvası” olarak değiştirildi ve adı değişen kulüp Kıbrıs’taki Türk milliyetçiliğin gelişimini teşvik etti.
20. yüzyılın başlarında Türkiye’deki gelişmelere paralel olarak Kıbrıs’taki Türk topluluğunda iki eğilim ortaya çıktı: Bir yanda Jöntürkler, diğer yanda da padişah yanlısı toprak sahipleri vardı. Toprak sahipleri tümüyle İngiliz yönetiminden yana tavır aldı. Dünya Savaşı döneminde Kıbrıs’ın Britanya İmparatorluğu tarafından ilhak edilmesini bile savundular. İngiltere 5 Kasım 1914’te Kıbrıs’ın kiralanmasına ilişkin 1878 tarihli anlaşmayı artık tanımadıklarını ilan etti ve adanın İngiltere’ye ait olduğunu bildirdi. Kıbrıs’taki Türk liderliğini oluşturan İngiltere yanlısı toprak sahipleri bu değişikliği benimsedi.
Diğer taraftan, Jöntürkler Kıbrıs’ın Osmanlı İmparatorluğu’na geri dönmesi için savaşacak ve liderlerinden bazıları İngiliz yönetimi tarafından tutuklanarak savaşın sonuna kadar Girne Hapisanesi’nde tutulacaktı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte toprak sahipleri ile Jöntürkler burjuvazisi arasındaki çatışma şiddetlendi. Mustafa Kemal’in askeri zafer,i 9 Eylül 1922’de bu zaferi kutlamak için Lefkoşa’da toplanan Kıbrıslı Türkler tarafından büyük sevinçle karşılandı.
Lozan Anlaşması’yla birlikte Türkiye Kıbrıs üzerindeki tüm haklarından vazgeçti. Adaya dönük İslami ve Türkçü beklentiler de reddedildi. Mustafa Kemal için özgürleştirilmesi gereken Türkler gibi bir siyaset başlığı yoktu ve bu nedenle de Türkiye’nin Kıbrıs’taki ilk konsolosu, Kıbrıslı Türkleri Türkiye’ye göç etmeye teşvik edecekti.
Kıbrıslı Türklerin ulusal bir uyanışını engellemeye çalışan İngilizler, Jöntürkler tarafından önerilen her tür reformu reddetti ve toprak sahiplerini destekledi. Ancak Kemalistler 1930 seçimlerini kazanarak yasama konseyine katıldı. Neçabi Bey İngilizler ile toprak sahipleri arasındaki işbirliğine son verdi. Yunanlılarla birlikte oy kullanan Neçabi Bey, İngiltere’nin böl ve yönet taktiklerinin boşa çıkmasını sağladı. 1931 yılındaki (daha sonra tartışacağımız) olaylar sonucunda İngiltere yasama konseyini dağıttı.
Kemalistlerin talepleri yalnızca toplumsal değişim ve laiklik reformları üzerinde yoğunlaşırken, Türk milliyetçiliği bu hareketle özdeşleşti. Gelişmeler, Türk burjuvazisinin gelişimi ve Kemalizm, Kıbrıs’ı doğrudan etkiledi.
Türkiye’nin her fırsatta kendi sınırlarının dışındaki topraklarda gözünün olmadığını belirtmesine karşın, Kıbrıslı Türklerin örtük Türk milliyetçiliği gelecekte gündeme gelecek olan adanın bölünmesi isteğinin zeminini oluşturuyordu.
Bu çatışma, Kıbrıslı Türklerin milliyetçi siyasal liderliğinin oluşmasına yol açtı. Bu süreçte öne çıkan Fazıl Küçük, İngiliz yönetimine şiddetli eleştiriler yöneltirken, Kıbrıslı Türklerin Türk değil Müslüman olarak anılmasını bir saçmalık olarak değerlendiriyordu.
İngiliz egemenliği dönemi
Kıbrıs’ta İngiliz egemenliğinin kurulma dönemi, siyasal değişmelerin hızlandırdığı feodalizmden kapitalizme geçiş dönemiyle çakışır. Yine aynı dönemde gelişmekte olan Kıbrıslı Yunan üst sınıfı daha fazla güç kazanır ve kendi tezlerini dayatır.
Enosis sorunu artık daha büyük bir önem kazanır. Hareketin bu dönemdeki en önemli özelliği, ekonomik başlıklar üzerinde yoğunlaşmasıdır. Yine bu dönemde, her iki topluluğun yaşam standartlarını yükseltme hedefi doğrultusunda Kıbrıslı Türkler ile Yunanlıların çeşitli kurullarda birlikte temsil edilmesine dönük girişimlerde bulunulmuştur. Ancak bu girişimlerin çoğu, Kıbrıslı Yunanlıların Enosis’i gündeme getirmesi ve Kıbrıslı Türklerin de buna tepki göstermesi nedeniyle başarısızlığa uğradı. İlk on yıllarda Kıbrıslı Türkler arasında iki farklı tez savunuluyor, bir kesim Kıbrıs’ın İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kalmasını, diğer kesim ise adanın Osmanlı İmparatorluğu’na dönmesini istiyordu. Her iki tarafın milliyetçileri, ekonomik başlıklarda ortak girişimlerde bulunmaya devam edenleri hain olarak damgalıyordu.
20. yüzyılın ilk on yılında, yükselen burjuvazi ile toprak sahipleri arasındaki mücadelenin belirleyici rol oynadığı Başpiskopos seçimleri nedeniyle Enosis hareketi bir gerileme yaşadı. Aynı dönemde sağda bir bölünme yaşandı ve iki ayrı kamp oluştu: Reform talebinde bulunan ılımlılar ve Yunanistan’la birleşmeden daha azını kabul etmeyenler.
Mayıs 1912’de iki topluluk arasındaki ilk şiddet olayları meydana geldi. Eldeki tüm kanıtlar, bunların önceden tasarlandığını ve Kıbrıslı Yunanlılar ile Kıbrıslı Türkler arasındaki kardeşlik ilişkilerinin bozulmasını hedef aldığını gösteriyor.
Enosis talebinin Kıbrıslı Türkleri kesin olarak İngiliz politikalarına doğru itmesi nedeniyle bu dönem yıkıcı sonuçlar doğurdu. Yine aynı dönemde, Kıbrıs nüfusunun ikiye ayrılmasının temellerini atan ilk tepki ve çatışmalar da ortaya çıktı. Karışık nüfuslu köylerin sayısı azalmaya ve nüfus tek bir etnik kökenden gelenlerin oturduğu köylerde yoğunlaşmaya başladı.
Birkaç yıl sonra, Türk devletinin desteğiyle Kıbrıslı Türkler (ve asıl olarak burjuvalar) politika değiştirerek Kıbrıs’ın Mısır tarafından ilhak edilmesini talep etmeye başlayacaktır. Bu talep özellikle 1912-1913 savaşlarından sonra ve İngiltere’nin 1915’te Venizelos’a Yunanistan’ın savaşa Müttefiklerin yanında katılması karşılığında Kıbrıs’ı önermesinin ardından daha belirgin hale gelecektir.
İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin karşı cephede yer alması nedeniyle 5 Kasım 1915’te Kıbrıs’ı ilhak etti. Bu gelişme, Başpiskopos Kyrillos ve yönetimdeki Kıbrıslı Yunanlılar tarafından “Enosis’ten önceki son durak” olarak değerlendirildi.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması’nda Kıbrıs’ın kaderi 15 yıllık bir sürenin ardından Yunanistan’a verilen Oniki Adalar ve özellikle de Rodos’unkiyle özdeşleştirildi. Ama sonuçta bu taahhüt yerine getirilmedi. Türkiye aynı anlaşmayla Kıbrıs üzerindeki tüm haklarından vazgeçerek adanın İngiliz İmparatorluğu tarafından ilhak edilmesini kabul etti. Dahası, 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla Türkiye Kıbrıslı Türklerin bir azınlık olduğunu kabul etti ve böylece Kıbrıs hakkındaki tüm iddialarından vazgeçti.
Tüm bu dönem boyunca Enosis’i savunan Kıbrıslı Yunan milliyetçilerinin bu amaç doğrultusundaki çabalarını sürdürmesi Kıbrıslı Türklerin yoğun tepkisine yol açtı.
Milliyetçilerin girişimlerine karşın halk yumuşamada ısrar etti ve 1925 seçimlerinde altı adaylarından yalnızca biri seçilen milliyetçiler büyük bir yenilgiye uğradı.
10 Mart 1925’te İngiltere Kıbrıs’ta bir Kraliyet Sömürgesi Anayasasını yürürlüğe soktu. Bu anayasa altı yıl boyunca uygulandıktan sonra 1931 yılı olayları nedeniyle yürürlükten kaldırıldı. Anayasanın yürürlüğe sokulması, Kıbrıslı Yunanlılar tarafından yeni protesto gösterileriyle karşılanmıştı. 10 Temmuz 1929’da Enosis talebiyle yeni bir memorandum verildi, ancak İngiliz İşçi Partisi iktidarı bu konunun kapanmış olduğunu ve artık yapıcı bir şekilde tartışılamayacağını bildirdi. Bu olumsuz karşılık milliyetçi sağda bir krize yol açtı ve aralarında ılımlı unsurların da bulunduğu bir kesim anayasal bir çözüm, yani İngiltere koruması altında bir özerk yönetim talebini savunmaya başladı. Özerk yönetim sağcılar tarafından Enosis yolundaki bir ara aşama olarak görülüyordu.
Bu dönem boyunca adada pek çok farklı siyasal eğilim mevcuttur: 1) uzlaşmaz Enosis taraftarları, 2) Venizelos tarafından da desteklenen “Enosis istiyoruz, ama bunu bize sunulduğu zaman elde edeceğiz” diyenler, 3) özerklik yanlıları, 4) İngiliz yanlıları, yani İngilizlerin tezlerini ve atamalarını kabul edenler, 5) bağımsızlık yanlısı ve Kıbrıs’taki tek gerçek anti-emperyalist güç olan Kıbrıs Komünist Partisi.
31 Ocak 1930’da, Başpiskoposluk Sarayı’nda gerçekleştirilen bir toplantıda Yunanistan’la birleşme hedefi doğrultusunda mücadele edecek olan bir Ulusal Kıbrıs Örgütü’nün oluşturulması kararlaştırıldı. Bunu Ekim 1931 olayları izledi. Larnaka Piskoposu Nikodemos Mylonas, Yunanistan kökenli ve Enosis’in bağnaz bir savunucuydu. Bir yasa teklifinin reddedilmesi üzerine yasama organı üyeliğinden istifa eden Mylonas, halka hitabında, İngiliz işgalinin “uygarlık için bir günah ve utanç kaynağı” olduğunu ifade etti. Anti-komünist propagandaya da başvuran piskopos, halkı çeşitli yasadışı eylemlere katılmaya davet etti. 20 Ekim’de Limasol’a giderek Enosis taraftarlarının GSO Stadyumu’nda düzenlediği bir toplantıya katıldı. Burada yaptığı konuşmada “Tanrı ve halk adına” (!!!) Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini istedi. Yasama organındaki sekiz Kıbrıslı Yunanlı hain olarak damgalanmalarından korkarak istifa etti ve bu kararlarını Enosis taraftarlarının Lefkoşa’da düzenlediği 5 bin kişilik bir mitingde ilan ettiler. Mitingin başarısı için kiliselerin çanları çalındı ve öğrenciler esnafı dolaşarak dükkanlarını kapatmalarını ve mitinge katılmalarını istedi. Bu mitingde elinde Yunanistan bayrağı bulunan Dionysius Kykkotis devrim ilan etti!!! Gelişmelerin kontrolünü kaybeden miting düzenleyicileri panik içinde alanı terk ederken Valilik Sarayı’na doğru yürüyüşe geçen halk sarayı yakıp yıktı. Ertesi gün sıkıyönetim ilan edildi ve Vali Richard Palmer’in dokuz yıl sürecek olan katı yönetimi (“Palmerokrasi”) başladı. Bu yeni dönemde dehşete düşen sağ parçalanırken, Komünist Parti yoğun bir baskıyla karşı karşıya kaldı. Aynı dönemde Kıbrıslı Türk burjuvazisi Enosis’e karşı çıkmakla birlikte, kendi hedeflerini tam olarak netleştirmemişti.
1940’ların başlarında ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle bir taraftan gerileme dönemine giren İngiltere, diğer taraftan da Kıbrıslıların kendi tarafında savaşa katılması durumunda Kıbrıs’ı özgürleştireceği sözünü verdi. Tabii bunlar emperyalist yalanlardan ibaretti…
Alman işgalinden kurtulduktan sonra Yunanistan bir İngiliz sömürgesi haline geliyor ve Tsaldaris hükümeti “ittifak çerçevesinde” bir çözümden söz ediyordu.
Başpiskopos Leontios’un 26 Temmuz 1947’de ölümü üzerine yapılan seçimleri sağın adayı, anti-komünist ve bağnaz bir Enosis taraftarı olan II. Makarios kazandı.
15 Ocak 1950’de Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi için bir referandum düzenlendi. AKEL’in de desteklediği referanduma katılanların yüzde 99.9’u Enosis lehine oy verdi.
Kıbrıslı Yunanlıların hareketini kontrol altına almayı başaramayan sömürge yönetimi yüzünü Kıbrıslı Türklere dönerek Enosis talebine karşı onları kışkırtmaya çalıştı. Bu amaca belirli oranlarda ulaşıldı ve söz konusu referanduma tepki gösteren Kıbrıslı Türkler 15 bin kişinin katıldığı bir protesto gösterisi düzenledi.
Şovenist EOKA ve TMD örgütlerinin kurulmasını izleyen olaylar ve 14 yıllık bağımsızlık dönemi boyunca iki topluluk arasında yaşanan karışıklıklar az ya da çok biliniyor. Tüm bu yıllar boyunca Kıbrıs’ta Türk ve Yunan şovenizmi uç noktalara vardı ve emperyalist güçler olan İngiltere ile ABD’nin müdahaleleriyle Kıbrıs mutlak bir yıkımın eşiğine getirildi. Ancak tüm bunlar, geçmişin bilgisi olmadan anlaşılamaz. (İngilizce’den çeviren: Erkin Özalp)
Dipnotlar ve Kaynak
- Nazım Hikmet’in Kıbrıslı Yunanlılara ve Türklere yönelik bir mesajı.
- Joseph STALIN, Marksizm ve Ulusal Sorun, Toplu Eserleri (Yunanca baskı), c. 2, s. 345.
- L. A. KOUDOUNARIS, “Contribution to the Social Composition of the Cypriot Population”, Cypriot Studies, 1976.
- Kıbrıs Komünist Partisi’nin yayın organı “Yeni İnsan”, Ağustos 1925’te, Enosis’in, “Kilise ve Atina Üniversitesi’nden mezun olan ya da Yunanistan’dan bu amaçla gönderilen politikacıların oluşturduğu bir klik tarafından yaratıldığını” yazıyordu.
- K. KYRRIS, European Diplomacy and Cypriot Notables from 1821 Revolution till 1847.
- N.C. KYRIAZIS, “Collection of Historic News from the City of Larnaca-Skala”, Cypriot Chronicles, v. 7.
- KYPRIANOS (Başpapaz), Chronological History of the Island Cyprus.
- Chr ECONOMIDES, “The Evolution of the Greek and Turkish Population of Cyprus During Turkish Rule”, Cyprus Chronicles, 53, 1966.
- Niyazi KOTTEMİR, Kıbrıs: Dün ve Bugün.
- H.P. WHITE, A Story.