Günümüz Türkiye’sini siyasal çıkarsamalar için “okumaya” çalışanların gezinmeleri gereken birçok alan vardır. Ülke kapitalizminin yapısından, uluslararası sistemle eklemlenme modeline; her an gerilim yaratabilecek iç siyaset başlıklarından, dış politikadaki tercihlere kadar uzanan alanlardır bunlar. Üstelik ülkeyi okumak genel olarak dünyaya ilişkin belirli bir okumayı da gerektirir. Hepsi birlikte titizlikle yürütülmesi gereken zorlu bir uğraş oluşturur.
İki kalın hat
Bu zorlu uğraşı görece kolaylaştıracak yöntemler ve yaklaşımlar da vardır kuşkusuz. Başlarken kalınca çizilmiş, belirgin ve yalın hatlardan yola çıkmak her zaman yararlıdır. Daha sonra, gelecek ayrıntılar ve şerhlerle zenginleştirildikleri sürece, bu kalın hatların “basitleştirici” ya da “dar alana sıkıştırıcı” sakıncaları ortadan kaldırılabilir. O halde önce dünyaya, sonra da Türkiye’ye ilişkin iki kalın hat çizebiliriz.
En azından orta dönem için bakıldığında, kapitalist sistemin “küreselleşme reformizmi” denebilecek bir çizgide yol alması, sistemi çökertecek krizlere, sistemi içinden vuracak radikal kopuşlara, refah devleti politikalarına geri dönüşe, otoriter-faşizan rejimlerin çoğalmasına, uluslararası sınıf hareketinin çarpıcı bir yükselişe geçmesine vb. göre çok daha güçlü bir olasılıktır.
“Küreselleşme reformizminden” kastedilen vahşi kapitalizm de denilen tam boy piyasacılığa ve dizginsiz liberalizme belirli sınırlar getirilmesi ve buralarda kimi rötuşlar yapılmasıdır. IMF ve Dünya Bankası politikalarına yapılacak “balans ayarı” da buna dahildir. Altını özellikle çizmek gerekir: Bu ne sosyal devlet anlayışına geri dönüş, ne de sosyal demokrasinin yeniden gündeme gelmesidir; gündemde olan, başına bu kez “sosyal” sözcüğü getirilen ve kimi kamusal hizmet alanlarında sınırlanan piyasa mekanizmalarının “özerkleştirme”, “yetki devri” ve “yerelleştirme” uygulamalarıyla takviye edilmesi, bir de “yoksullukla mücadele” başlığının eskisine göre biraz daha öne çıkartılmasıdır.
Elimizde önce bu kalın hat vardır.
Türkiye’ye gelelim. “Yönelebileceğimiz farklı coğrafyalar da var”, “biz de NAFTA’ya bakarız” türü çıkışlar (ki bunlar İsmet İnönü’nün 1960’lardaki “yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır” sözünden daha üfürmedir); Irak’a müdahale, Kıbrıs ve Yunanistan odaklı dış politika gerginlikleri; ABD’ye daha fazla yönelme çabaları; “şeriat tehdidi” vb. bir yana, Türkiye’nin temel rotası AB üyelik sürecine ve bunun gerektirdiği iç düzenlemelere oturmuştur ve bu böyle sürecektir.
Elimizdeki ikinci kalın hat da budur.
Bu iki hattı aşırı basitleştirici bulanlar, ya da “tek yönlü angajman” sakıncalarını düşünenler olursa yöntemsel bir önerim olacak: Belirli bir uzama dağılmış ve aralarında hayli değişken mesafeler olan noktalara bakıp bunlardan hareketle bir trend oluşturmaya çalışmaktansa, bu noktaların üstüne elde duran belirli bir trendle gidip öyle anlamlandırmaya çalışmak (en azından siyasette) her zaman daha sağlıklıdır. Bu yaklaşımlardan ilkinin sakıncası Türkiye’ye on yıllık bir dönemde hem şeriatın, hem faşizmin, hem de “sivil topluma” dayalı liberal demokrasinin “getirilmesinde” görülmüştür.1 Ayrıca ikinci yaklaşımın sistemsel ve yerleşik olanla arızi olanı ayırt etmede hayli işlevsel olduğunu da unutmamak gerekir.
Türkiye’de büyük sermayenin tercih ve yönelimleriyle, temel devlet politikalarının örtüşerek oluşturduğu bütünlüğe kısaca “düzen” diyelim. Bu tanım çerçevesindeki düzenin, içeride radikal denebilecek dönüşüm ve hamlelere tarih boyunca ancak dış dinamiklerden, daha doğrusu bu dinamiklerin belirli bir biçimde yorumlanmasından hareketle yöneldiğini görüyoruz. İlk örnekler için “büyük sermaye” bileşeni düşülmek koşuluyla, 1908 Meşrutiyetinden 1930’ların yeniden yapılanmasına, 1946’da çok partili rejime geçişten 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesine kadar belli başlı dönemeç noktalarının her birinde belirli bir “dış dinamik” yorumunun damgasını bulabiliriz. O halde, dünyaya ilişkin kalın hattımız doğru ise, Türkiye’de düzenin AB sürecinde tıngır mıngır yol alma ve belirli reformları gerçekleştirme dışında köklü yön değişikliklerine gitmesi beklenmemelidir.
Burada küçük bir ek gerekiyor: Düzenin bileşenleri diyebileceğimiz büyük sermaye, siyasal partiler, sivil ve askeri bürokrasi ile medya arasındaki kimi mesafeler ve gerilimler bu ülkede her zaman önemli bir “iç siyaset dinamiği” oluşturmuştur. Bu tür gerilimler bundan sonra da yaşanacak, “iç siyaset” bu gerilimlerden yakıt bulmaya devam edecektir. Ancak reel ve potansiyel bütün gerilim alanlarına karşın, sözü edilen öğelerin altlarındaki ortak zeminin görece pekiştiğini söylemek mümkündür. Bunu sağlayan da hiç kuşkusuz 28 Şubat ve restorasyon sürecidir. Vurgulamaya çalıştığım noktayı yineliyorum: Anlatılan türdeki iç siyaset malzemeleri, yol açacakları kimi gerilimlere karşın, kendi başlarına ülkeyi radikal aranış ve tercihlere yöneltecek bir dinamik taşımamaktadır.
Bütün bunlardan söz etmemin nedeni, gerek uluslararası plandaki gelişmelerin, gerekse ülke ölçeğindeki “düzen içi” sürtüşmelerin sosyalist hareket üzerindeki dolaylı ya da doğrudan, olumlu ya da olumsuz etkileri olabilmesidir. Konuya bu açıdan bakıldığında, ortaya çıkan sonuç şöyle özetlenebilir: Gerek uluslararası planda yaşananlar-yaşanacaklar, gerekse düzen içi gerilim ve sürtüşmeler sosyalist hareket açısından bugünden tanımlanabilir, önemli ve doğrudan bir girdiye işaret etmemektedir. Başka bir deyişle, sosyalist hareketin güçlenme imkanlarını, uluslararası plandaki ve ülke ölçeğindeki olası girdileri gözeterek, ama başka parametreleri ihmal etmeden tartışmak gerekmektedir.
Sınıf hareketi: Metropoller ve “taşra”
Bu parametreler arasında akla ilk gelecek olan kuşkusuz sınıf hareketidir.
Sınıf hareketi dendiğinde, akla hemen 1965-80 dönemi, ardından 1989 yılıyla başlayan kabarma gelecektir. İşçi sınıfının bu hareketli dönemlerinin Türkiye sosyalist hareketine sağladığı itki, niteliği ve kalıcılığı açısından ayrıca tartışılabilir. Gene de bir gerçek ortadadır: Sınıf hareketinin canlanması, en azından dönemsel olarak sosyalist harekete de ivme kazandırmıştır.
Açık konuşmak gerekirse, önümüzdeki dönemde Türkiye sosyalist hareketinin bir kez daha yükselen sınıf hareketinin üzerine oturup bu yoldan güçlenme olasılığı son derece düşüktür. Görünür gelecekte sınıf, sosyalist hareket açısından birincil önemini elbette gene koruyacaktır; ancak bu önemin, öncü kesimlerin hareketli sınıf önderlerinin ötesine taşınıp daha “kitlesel” boyutlara oturtulması zorlama olacaktır. Sınıf hareketinin bugünkü durumu, sıradan unsurların da hareketlenip öncü kadrolara katılacağı, kesimsel çıkarların ötesindeki ortak paydaların sınıfın geniş kesimlerini kucaklayacağı canlı bir geleceğin ipuçlarını şimdilik taşımamaktadır.
Sınıf hareketindeki bu durgunluğun daha maddi ya da “yapısal” denebilecek birtakım nedenleri olabilir. Esnekleşme, üretim süreçlerinin parçalanması, hızlı sirkülasyon, taşeronlaştırma, sendikaların güç ve itibar yitirmeleri vb. bu nedenler arasındadır. Ancak sınıf hareketindeki durgunluğun, üretim sürecindeki maddi düzenlemelerin ötesinde daha “sosyolojik” ya da “kültürel” nedenleri olduğu da söylenebilir. Bugünkü duruma bakıldığında, Türkiye’de kentleşmenin, daha doğru bir deyişle “kentlere yığılmanın” genel olarak siyasal katılımı körelttiği görülmektedir. Büyük kentlerde yaşamanın, insanları siyasal süreçlere daha duyarlı kılıcı, onları makro ölçekli siyasal tercihlere yönlendirici etkilerinin daraltıcı, hapsedici, yabancılaştırıcı ve siyasal süreçlerden uzaklaştırıcı etkiler karşısında gölgede kalması, çözümlenmesi gereken önemli bir sosyo-politik sorundur.
Türkiye solu “yükselen sınıf hareketinin, sınıfın mensuplarını siyasete taşıması” modeline fazlaca eğilimlidir. Yeterince görülmeyen nokta ise, sınıf dahil toplumdaki genel ataletin ve siyasete yabancılaşmanın, hareketlenme potansiyeli taşıyan sınıfı da boğduğudur. Buraya kadar söylenenlerden çıkan sonucu özetlersek şöyle söyleyebiliriz: Türkiye sosyalist hareketi, kendini ihya edecek bir sınıf hareketliliği beklemek yerine, genel olarak toplumu, oradan da sınıfı hareketlendirebilecek girdilerin neler olabileceğine kafa yormalıdır.
Genel olarak sınıfla ilgili bir diğer sorun ise “kent yoksulu” denebilecek kesimlerin bugünkü durumudur. Söz konusu kesimlerin, bugün için sosyalist hareketin uzanım alanının büyük ölçüde dışında kaldığı bir gerçektir. Ancak bu gerçek, sosyalistleri, bu kesimlere ilişkin kolaycı kurgulara yöneltmemelidir. Türkiye kapitalizminin ister devlet eliyle, ister özel sektör kanalından bu kesimleri formel anlamda “işlendirip”, kimilerinin daha fazla “sınıf” sayacakları bir konuma getirmesi hiç mi hiç mümkün değildir. Türkiye kapitalizmi var olduğu sürece kent yoksullarıyla birlikte yaşayacaktır. Bir ek daha yapmak gerekirse, daha formel yapıdaki sınıfı boğan genel yabancılaşma ve siyasete uzaklık kent yoksullarını da kapsamaktadır ve bu kesimin sınıfın diğer öğelerinden bu açıdan konumsal bir farklılığı bulunmamaktadır.
Şöyle bir soru akla gelebilir: Büyük kentler için betimlenen bu yabancılaşmaya ve uzaklığa taşrada eşlik eden nedir?
Uluslararası ölçekteki kimi ana eğilim ve yönelimlerin “taşra” denilen coğrafyalardaki siyasal süreçleri belki de daha doğrudan etkileyeceğini söyleyebiliriz. Öngörü çok açık olarak şöyledir: Türkiye’de “taşra”, bundan böyle daha fazla özele ve yerele gömülecek, gömdürülecektir. Bu öngörü ışığında, büyük kentlerden bir bakıma farklı olarak, taşrada siyasal süreçlerin yoğunlaşacağını, ama yoğunlaşan bu süreçlerin lokal çerçevelere sınırlı kalacağını söyleyebiliriz. Bütün bunların özel olarak sosyalist siyaset bağlamında ne anlama geldiğini soracaklara, en basitinden şöyle bir yanıt verilebilir: 1960’lı ve 70’li yıllarda taşra kentlerinde sosyalist mücadeleyi sırtlayan aydın-önder tipolojisi bundan böyle büyük ölçüde yerel “sivil toplum kuruluşlarında” mesai yapacak; kentini-kasabasını güzelleştirmek, çevreyi korumak, yerel mutfağı, tarihi ve kültürel değerleri “dünya mirasına” katmak ve uluslararası turizme açmak için çeşitli projeler hazırlayıp, ulusal ve uluslararası “donörlere” başvuruda bulunmakla iştigal edecektir. Bu sürece yerel sendika-sınıf önderlerinin de büyük ölçüde katılacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Ayrıca yerel Kürt aydınlarının bu tür işlerde başı çekeceklerinden de…
Sosyalist konumlanış
Buraya kadar söylenenler, önümüzdeki dönemde sosyalistlerin kendi başına yükselecek bir sınıf hareketi beklentisi içinde olmamaları, “kitle” dendiğinde daha dar ölçekleri içlerine sindirmeleri gerektiğine işaret ediyor. Ancak, sosyalistlerin özel konumu söz konusu olduğunda dile getirilmesi gereken daha temel, belki de “ontolojik” denebilecek noktalar da vardır. Şimdi kısaca bunlara değinmek istiyorum.
Sosyalist hareketi siyasal süreçler içinde bir “özne” olarak tanımlarsak, bu öznenin kendi konumunu üç temel üzerinden belirlediğini söyleyebiliriz: Marksist formasyon; verili dünya ve ülke gerçekliği; ideolojik ve siyasal donanım.
Hemen belirtmek gerekirse bu temellerden ilki olan marksist formasyonu, zenginleştirilmesi elbette mümkün ancak görece daha az değişken bir veri sayabiliriz. Daha önemlisi şudur: marksist temel, dünya ve ülke gerçekliği ile ideolojik-siyasal donanımdan bağımsız haliyle ve kendi doğrusal gelişimiyle, en çoğu olgulara daha devrimci bir bakış getirebilir; devrimci ideolojiyi siyaseti ve pratiği getiremez.
Bu durum ortaya ciddi bir sorun çıkarıyor: Özellikle dünya ve Türkiye gerçekliğinin canlı ve hareketli bir geleceğe işaret etmediği dönemlerde, var olan marksist formasyonun kendiliğindenci-nesnelci yorum ve yaklaşımlarla bezenmesi ciddi bir olasılıktır. Devrimcilik ve dönüşümcülüğün marksizme içkin olduğunu söyleyenler çıkacaktır; ancak bu “içkinliğin” her dönem ve koşulda fark edilemeyebileceğini gösteren sayısız örnek de vardır.
Bu durumda devam edelim ve soralım: Başta çizdiğimiz iki “kalın hat” çok parlak işaretler içermiyorsa yapılması gereken nedir?
Yapılmaması gereken, “dünya ve Türkiye gerçekliği” ile fazlaca oynayıp bunları zorlamaktır. Ayrıca, “hatlara” ilişkin kimi esnetmeleri de unutmamak gerekir. Dünya ve Türkiye ölçeklerinde belirlenen başat eğilimler, kuşkusuz ayrılmaları ve sapmaları kendine doğru çekmeye, bu anlamda etkisizleştirmeye çalışacaktır; ama aynı eğilimlere bu bağlamda mutlak bir güç ve belirleyicilik tanınması da sakıncalı olacaktır. Hatlara atfedilen önemin nedeni, bunların her tür aykırılığı merkezde toplayacak gücü taşımalarında değil, aykırılıklara karşın fazla değişmeden sürecek olmalarıdır. Örnek vermek gerekirse, dünya ölçeği için belirlenen “küreselleşme reformizmi”, orta derece gelişmiş kapitalist ülkelerden birinde sosyalist bir kopuş yaşansa bile, varlığını sürdürecektir; ya da Türkiye’ye damgasını vuran AB’ci hat varlığını aynen sürdürse bile, gelişip güçlenen bir sosyalist hareketi kendine bağlayamayacaktır.
Bu açıklamanın ardından, üçlü bileşende asıl belirleyici olanın ideolojik-siyasal donanım olduğunu söyleyebiliriz. İdeolojik-siyasal donanımın belirleyiciliği, marksizme onda olmayan devrimciliği katmasında değil, bunu açığa çıkarmasında; dünya ve ülke gerçekliğini olduğundan başka türlü göstermesinde değil, bu gerçeklikte gedikler açacak pratiklere işaret etmesindedir. Özetle, marksist formasyon-dünya ve ülke gerçekliği-ideolojik/siyasal donanım üçlüsünde öznenin en fazla aktif ve müdahaleci olabileceği halka üçüncüsüdür.
Eğer bu ölçüde belirleyiciyse, ideolojik-siyasal donanımla ilgili ek açıklamalar gerekmiyor mu? Kuşkusuz gerekiyor ve böyle ilerlemek mümkün.
Önce ideolojik-siyasal donanım kavramının doğal olarak çağrıştıracağı özneci-iradeci boyutla ilgili birkaç söz söylenebilir. Öznecilik-iradecilik başlığına ilişkin tartışmaları kısırlaştıran etmenlerden biri, tartışmanın taraflarının konuyu uçlara çekmeleridir. Vurguyu bir tarafa yapanlar, çoğu kez, verili nesnel gerçeklik içinde yapılabilecek olanlara kesin ve dar sınırlar çizme eğilimindedirler. Tersi konumda yer alanlar da iradeci çıkışlara, her tür nesnel gerçekliği ikinci plana düşürecek bir güç yakıştırmaktadırlar. Konunun böyle soyut bir planda tartışılmasındansa “verili nesnel gerçeklik”ten neyin anlaşılması gerektiği üzerinde durulması çok daha yararlı olabilir. Üstelik böyle bir gezintinin elimizdeki kalın hatlarla çok yakın ilişkisi de vardır.
Çizilen hatları anımsayalım. İlk planda dikkat çekici olan, her iki hattın standartlaştırıcı, eksene çekici ve tekdüzeleştirici içeriğidir. Bir yanıyla bakıldığında bu doğrudur da. Gelgelelim, temeldeki standartlaşma ve tekdüzeleşme birtakım şeylerin başı olsa bile sonu değildir; başka bir deyişle standart olanın üzerinde yükselebilen olgular inanılmaz bir çeşitlilik, zenginlik ve özgüllük kazanabilmektedir. Şöyle de denebilir: Türkiye’de çeşitli uluslararası yönelimler, normlar ve standartlar içselleştirildikçe bir yanıyla “başkalarına” benzeyen, giderek “enternasyonalleşen” ülke, diğer yanıyla daha da özgülleşmekte, hatta eskisine göre birbirinden daha da kopuk yerelleşmelere yönelmektedir. İdeolojik ve siyaset planında kapıları açan, bu planda iradeci müdahalelere olanak tanıyan da, ilk plandaki standartlaştırıcı yönelimler değil, sonuç olarak ortaya çıkan çeşitlilik, zenginlik ve özgüllüklerdir. Evet, büyük kentlerdeki depolitizasyon geniş kitleleri özneden uzaklaştırmaktadır; ama bu kitlelerin belirli bir kırılma noktasının ardından ideolojik-siyasal girdilere daha alıcı öncüler çıkartacak bir “boşluğa” yuvarlanması da mümkündür. Evet, yerelleşme sosyalizmin taşradaki olası taşıyıcılarını başka mecralara yöneltmektedir; ama bu tipolojinin bir süre sonra karşıt bir tepki ve birikim yaratması kaçınılmazdır. Bilanço şu oluyor: En “özneci” ya da “iradeci” denebilecek çabaların bile belirli bir nesnelliğe oturması gerekmektedir bir; Türkiye’de bu anlamda, yani öznel girdilere açık bir nesnellik olacaktır iki.
İdeoloji ve siyaset: Görev tanımı
Devam edersek, burada ideoloji ve siyaset alanındaki etkinliğin “ansiklopedik” tanımını vermekten çok, bugünkü durumu gözeterek daha özelleştirilmiş vurgular yapmaya çalışacağım.
Bugünkü koşullarda ideolojik yetkinlik ya da “ideolojik mücadele” en fazla hangi argümanların ve söylemlerin kime yönelik olarak, ne zaman ve nasıl kullanılacağıyla ilgilidir. Biraz daha açarak şöyle diyelim: Sosyalist hareketin güncel ideolojik görevi, bir, yanı başındaki “sol” söylemlere yönelik bindirmeleri sürdürmek; iki, kitlelerde belirli belirsiz uç veren kimi tepkiler ve motiflerle kontak noktaları bulabilecek bir ideolojik çerçeveyi oluşturmaktır.
İlkiyle devam edelim. Türkiye sosyalist hareketinin “yanı başında” duran sol söylemlerden yeni ya da liberal sol kimlik taşıyanın, geniş kesimler üzerinde etkili olduğu söylenemez. Gelgelelim bu söylem sosyalist hareketin büyük gereksinim duyduğu aydın, hatta sınıf önderi denebilecek kesimleri cezbeden bir kanal olma özelliğini bugün de korumaktadır. “Kime karşı, neyin kullanılacağı” demiştik; bana göre yeni sol yönelim içinde olanlara, bu yönelimin “devrimci olmadığını” söylemenin ve ideolojik mücadele eksenini buraya oturtmanın fazla bir anlamı yoktur. Daha doğru ve yerinde olan devrimcilik iddialaşması değil, “küreselleşmeci”, “bulutsu enternasyonalist”, reel sosyalizm karşıtı proje ve modellerin fizibilitesini kendi iç mantığından hareketle sorgulamaktır. Türkiye’de, yeni solun pek meraklı göründüğü ölçeğin bir siyasal iktidar kurgusuna ve perspektifine taşınması, kendi öncülleri gereği mümkün değildir. Bu durumda, yeni solun “siz iktidar olursanız…” diye başlayan soruları, insan haklarına ve özgürlüklerine ilişkin genel geçer vaatlerle geçiştirme dışında yapabileceği bir şey yoktur. Daha öteye geçtiğinde “yeni sol” olmaktan çıkacaktır.
İdeolojik mücadelenin yukarıdakinden daha önemli olan asli görevi ise geniş kesimlerdeki spontan tepki ve yönelimlerle kontak noktaları kurabilecek bir çerçevenin oluşturulmasıdır. Gerçekçilik, bu çerçevenin oluşturulmasında da bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktadır. Gerçekçiliğin gerektirdiği de şunun kabullenilmesidir: Bugün işçi sınıfı dahil en geniş kapsamıyla emekçi kitlelerin sömürü olgusundan kalkarak doğrudan sermaye sınıfına karşı hareketlenmeleri belirli dolayımlar, ara uğraklar, geçişler ve yansımalar olmaksızın mümkün değildir. Daha açığı, Türkiye sosyalist hareketi “ben onu bunu anlamam iki sınıf vardır…” diyen sıradan işçiyi devrim sürecinin ancak en kritik ve sonuç alıcı uğraklarında görebileceğini peşinen kabullenmelidir.
Dolayımlar, ara uğraklar, geçişler ve yansımalardan söz ettik. Bunun anlamı ezilmişliğin, dışlanmışlığın, bilmem kaçıncı sınıf vatandaş sayılmanın, mağdurluğun, yoksulluğun, garibanlığın vb. bir hissiyat olarak “sömürülen sınıf” olma bilincinin önüne geçmesi, bu bilincin nüvelerini sarmalayıp silikleştirmesidir. Bunun anlamı çıkarcı siyasetçilerin, üç kağıtçı belediye başkanlarının, burnundan kıl aldırmayan bürokratların, banka hortumlayanların, “çıkarcıların”, “dış güçlerin” vb. “sömüren sınıf” kavramının önüne geçmesi, asıl hedefi silikleştirmesidir. Bunun anlamı emekçinin kendini ancak kendisi direnirken “sınıf” sayması, başkaları direnirken de “vatandaş” konumuna razı olmasıdır. Bunun anlamı işçinin kendisini üç kuruşa çalıştıran patronundan çok karısına hastanede kötü davranan doktora öfke duyması, ona karşı bilenmesidir.
Hemen belirtmek gerekirse yukarıda kısaca betimlenen durum, düzenin şu ya da bu odağının bilinçli ideolojik çarpıtmalarına indirgenemeyecek bir nesnelliğe ve doğallığa sahiptir. İşin aslına bakılırsa sosyalist harekette ideolojinin ve ideolojik mücadelenin önemi tam da burada ortaya çıkmaktadır. Düşünelim: Emekçinin bir başka sınıf tarafından sömürüldüğünü hemen kavrayabildiği; sömürenin sermaye sınıfı olduğunu, çözümün de bu sınıfın alaşağı edilmesinde yattığını çabucak görüverdiği bir dünyada ideolojik çalışmaya ve mücadeleye neden gerek olsun ki?
İdeolojiden siyasete
İdeolojik çalışmanın yukarıda söz edilen bağlamdaki gerekliliği kabul edilse bile bir adım daha ileri gitmek gerekiyor: İdeolojik çalışmanın gündemi verili “kitlesel” ideolojik motiflerin ve yönelimlerin tek tek bertaraf edilip bunların yerine “yalın gerçekliğin” konulması değildir. İdeolojide gündem, az önce sözü edilen dolayımların ara uğrakların, geçişlerin ve yansımaların bütünlüklü bir çerçeveye taşınması, orada yerli yerine oturtulması ve yeniden tanımlanmasıdır. Bu bütünlüklü çerçevenin adı sosyalist ideoloji ya da sosyalizmin ideolojik kurgusudur. Bu kurguda kapitalizm, sömürü ve sınıf eksenleriyle bağlantıları netleştirilmiş motifler (ezilmişlik, mağdurluk, yurttaşlık, hortumculuk, çıkarcılık vb. vb.) gene yer alacaktır. Kişisel kanımı açıkça dile getireyim: Sınıfa yönelik böyle bir ideolojik çalışmanın insanlara 15-16 Haziran’ı, DGM ve MESS direnişlerini, “üretimden gelen güçlerini” hatırlatma ya da “sen işçisin güçlüsün devrimlerde öncüsün” güvencesini verme çabalarına göre çok daha fazla getirisi olacaktır.
Siyaset ve örgüt ayağı olmayan bir ideolojik çalışmadan söz etmek büsbütün abestir. Sınıfın geniş kesimleri açısından bakıldığında sosyalist siyasetin bugün bu kesimleri kitlesel ölçekte harekete geçirmesi mümkün değildir. Ancak gene bugün için bakıldığında sosyalist siyasetin insanlara işyerlerinin, mahallelerinin ve daralmış dünyalarının dışını göstermesi pekala mümkündür ve siyasetin kısa dönemdeki başarı ölçütlerini de burada aramak gerekir.
Yabancılaşma ve dışa kapanma hangi boyutlarda olursa olsun, emekçi kesimin dünyası nüfuz edilemeyecek çelik bir kutu değildir. Sınıfın bu koşullarda geliştirdiği tepkiler ve ideolojik motifler arasında bile ileri taşınmaya elverişli pek çok öğe vardır. Ancak bu özelliklere önemli bir ek daha yapmak gerekiyor: Emekçi kesimlerin bugün yaşadıkları yabancılaşma ve içe kapanma, sosyalist kimlik taşıyanlar dahil, “dışarıdan” sayılan kişilerin çalışmalarını güçleştirmekte, “içerden” unsurların önemini ve ağırlığını artırmaktadır. O halde salt “sınıfın içinde” olmanın ötesinde, az önce anlatılan ideolojik kurguyu yetkin biçimde temsil edebilecek donanıma sahip işyeri ve mahalle önderlerinin sınıfın görece daha geniş kesimlerine nüfuz edebilme anlamında bugün aydınlardan ve öğrencilerden çok daha işlevli olacaklarını görmek gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Son on yıl içinde Türkiye solunun görece deneyimli kişilerinden duyduğum kimi “teşhisleri” hiçbir ek yapmadan buraya alıyorum:”Kürt hareketi TC’yi çözmektedir ve TC’nin iç ve dış baskılar karşısında daha fazla direnmesi olanaksızdır.””Refah’ın yükselişi, batıcı-laik eksendeki modernleşme projesinin tam boy iflası anlamına gelmektedir.””(Susurluk olayından sonra) Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.””MHP 1999 seçimlerinin tek gerçek galibidir; yapılacak ilk genel seçimlerde de tek başına iktidar olacaktır.”