Başlarken, bu yazının “meşruluğu” ile ilgili kısa bir açıklama gerekiyor.
Türkiye solu, örgütlü sol siyasetin içinde olanlarla akademideki sol çevreler arasındaki ilişki açısından ilginç bir dönemden geçmektedir. Solun kuramsal alanda yaratıcılığa fazlasıyla ihtiyaç duyduğu bir dönemde örgütlü sol, belki de haklı sayılabilecek gerekçelerle güncel-pratik siyasete yoğunlaşmakta, akademik sol ise herhalde yapmak zorunda olduğu “literatür turlarının” ötesine geçip kuram alanına uzanmayı pek düşünmemektedir. Burada “kuramın” ya da “kuramsal olanın” her iki kesim için bir ve aynı şey olduğunu söylemi-yorum. Ancak, aradaki farkı açıklamaya çalışmadan önce, “kuramdan” ve “kuramsal olandan” bu yazı özelinde neyi kastettiğimi anlatmak istiyorum.
Günümüz Türkiye’sinde bu kavramlardan ne anlaşıldığına şöyle bir bakalım. Örgütlü sol için “kuram”, klasik Marksist metinlerde söylenenlerle önde gelen Marksist düşünür ve akademisyenlerin yazdıklarının bilinmesi ve en çoğu tartışılmasıdır. Akademiye gelince; buradaki solcular içinse kuram, sosyal bilimlerin şu ya da bu alanında uluslararası tanınmışlığı olan kişilere atıfta bulunulmasıdır. Haksızlık etmeyelim: İşin içinde, uluslararası tanınmışlığa sahip bu kişilerin birbirlerine yönelik akademik eleştirilerinin bizlere “tarafsız biçimde” aktarılması da vardır.
Bana kalırsa, yukarıda söylenenler, kuramın ya da kuramsal çalışmanın en fazla zemini, çerçevesi ya da girişi olabilir. Her iki kesimde gerek duyulan ise, bunların çok ötesindedir. Sol siyasetin kuram ihtiyacı, görünür olanın arkasındakini, mevcut eğilimlerin olası çatallaşma noktalarını ve bugün silik göründüğü halde yarın belirginleşebilecek olanı sezme ve siyasetin araçlarıyla buralara yüklenme zorunluluğundan kaynaklanır. Bu nedenle, sol siyasetin bugünkü kuram ihtiyacı, en az skolastik anlamda “öğrenmeyle” en çok da siyasal anlamda sezmeyle, çıkarsamayla ve risk almayla ilgilidir. Sosyal bilimlere gelirsek, buradaki kuram ihtiyacı da, en az atıf ve aktarmayla, en çok da yeni sentezlere, paradigma kaydırmalarına ve alt-üst edişlere götürecek cesur çıkışlarla ilgilidir.
Bu söylenenlerin yazının “meşruluğu” ile ilgisi ise şurada: Bir kere, akademik ölçütler söz konusu olduğunda yazı, kuramın yukarıda değinilen her iki karşılığının da dışında kalmaktadır ve bu nedenle bütünüyle, “akademi dışı” bir çalışmadır. İkincisi, sol siyasetin bugünkü ihtiyaçlarına bakıldığında, yazı büyük ölçüde kuramın yerleşik-standart yorumu sınırları içinde kalmakta, bu nedenle asıl ihtiyaç alanına pek az uzanmaktadır. Özetle yazı, çizilen bu sınırlar içinde her şeye karşın “meşru” bir alan bulunduğu varsayımıyla ve bu varsayımının verdiği rahatlıkla yazılmıştır.
Sorunun ortaya konuluşu: Sınıf, sınıf oluşumu ve kent
Tek tek bireylerin proleterleşme öncesi konumları ne olursa olsun, işçi sınıfının ortaya çıkışı ve toplumsal ağırlığını hissettirmesi, yerleşim olarak en başta kentleri gündeme getiren bir olgudur. Engels’in ünlü çalışması (İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu) dışında klasik metinlerde bu olgu üzerinde özel olarak durulduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte, sorun gene klasik metinlerden kalkarak ortaya konabilir: Ücretli işçi, maddi üretimi sürdürebilmek için, kendi emek gücünü yeniden üretmek zorundadır; emek gücünün yeniden üretimi ise, işçinin maddi üretim süreci dışındaki yaşam ortamı ve koşullarıyla ilgilidir. En açık ifadesiyle şöyle:
“Emek-gücü sahibi, bugün çalışıyorsa, yarın da, aynı süreci sağlık ve kuvvet yönünden aynı koşullarda yineleyebilmelidir. Öyleyse geçim araçları, onun, çalışan bir insan olarak normal durumunu sürdürmesine yeterli olmalıdır. Yiyecek, giyecek, yakıt barınak gibi doğal gereksinmeler, yaşadığı ülkenin iklimi ile diğer fiziksel koşullara göre değişir. Öte yandan, zorunlu denilen gereksinmelerinin çeşidi ve büyüklüğü, tıpkı bunları karşılama şekilleri gibi, bizzat kendileri tarihsel bir gelişmenin ürünleri olduğu için, geniş ölçüde o ülkenin uygarlık düzeyine ve özellikle de, özgür emekçiler sınıfının oluştuğu koşullara ve alıştıkları rahatlık derecesine bağlıdır. Bu nedenle, diğer metalarda olduğunun tersine, emek-gücü değerinin belirlenmesine, tarihsel ve manevi bir öğe de giriyor.”1
İşin içine yiyecek, giyecek, yakıt, barınak, iklim, fiziksel koşullar, uygarlık düzeyi ve “rahatlık derecesi” ile birlikte tarihsel ve manevi öğeler de girince, mekân dediğimiz etmenin önemi apaçık ortaya çıkıyor.
Ancak, mekânın önemi tek başına ve dar anlamda emek gücünün yeniden üretimi bağlamında ele alınmamalıdır. Mekân, sınıfın oluşumu ve yeniden oluşumu açısından da özel öneme sahiptir. Klasik metinlerde üzerinde yeterince durulmayan asıl başlık da budur. Mekânın sınıfın oluşumu ve yenidenoluşumunda oynadığı rolden söz ederken, konuyu geniş kapsamda düşünmek gerekir. Başka bir deyişle, kastedilen, tek tek bireylerin proleterleşerek işçi sınıfı saflarına katılmalarından, daha sonra bu safların yeni katılımlarla genişlemesinden ibaret bir olgu değildir. Özel olarak büyük kentler bağlamında alındığında mekânın hiç kuşkusuz bu süreçler üzerinde önemli etkileri vardır. Ancak, sınıfın oluşumu ve yeniden oluşumu, sınıf içi farklılaşmaları (heterojenleşme), sınıf dışından gelen etkileri, iç ve dış ideolojik belirlenimleri, verili bilinç düzeyini, kültürel yönelimleri vb. de içeren çok daha kapsamlı bir süreçtir. Oluşum ve yeniden oluşum, işte bu kapsamlı süreci karşılayan kavramlar olarak düşünülmelidir.2
O halde, ana konumuz, kent mekânının bu süreçteki özel yeridir.
Geçerken bir noktayı özellikle vurgulamak istiyorum. Buraya dek söylenenler, mekânın emek gücünün yeniden üretimindeki rolünü azımsama anlamına gelmemektedir. Dahası, emek gücünün yeniden üretimi ile sınıf oluşumu arasında gene mekân bağlamında anlamlı ilişkiler kurmak pekâla mümkündür. Sözgelimi, kent ortamlarında emek gücünün yeniden üretimiyle ilişkili hizmetlerin gelişkinliği ve bu hizmetlerden geniş bir emekçi kesimin yararlanabilmesi, sınıf oluşumunu ve yeniden oluşumunu doğrudan doğruya ya da dolaylı yollardan etkileyecektir.
Az önce söylenen, hem kuramsal, hem de pratik (burjuvazinin kentleşme ve kent politikaları) düzlemde geçerlidir. Ancak, Türkiye söz konusu olduğunda bu geçerliliğe küçük bir rezervasyon konulması yerinde olacaktır: Türkiye’de sermaye (burjuvazi), emek gücünün kendini yeniden üretmesi bağlamındaki hizmet ve kolaylık ortamlarını yaratacak kent ve kentleşme politikalarını hiçbir dönemde bilinçli ve planlı biçimde uygulamamış; bu alanda işleri genellikle oluruna bırakmış, yumurta kapıya dayandığında da eyyamcı bir “belediyecilik” çizgisi izlemeyi tercih etmiştir. Bu söylenen iki anlama gelmektedir. Bir: Türkiye’nin büyük kentlerindeki yığılma, sermayenin ucuz işgücü ihtiyacını aşacak boyutlarda gerçekleşmiştir. İki: Olduğu kadarıyla, emek gücünün yeniden üretimiyle ilişkilendirilebilecek girişimler, büyük ölçüde sınıf oluşumu sonucunda ve bunun dayatmasıyla gündeme gelmiştir3 .
O halde, konunun başlığını bir kez daha koyalım: Sınıf oluşumu ve yeniden oluşumu bağlamında (büyük) kentin yeri ve önemi.
Sınıf: Nesnel konumun ötesi…
Kaldığımız yerden biraz daha ayrıntıya inelim. Ortada bir sınıf var; dahası bu sınıfın belirli bir dönemdeki bilinç düzeyinden, kültüründen ve ideolojik yönelimlerinden söz etmek, bunları şöyle ya da böyle saptamak mümkün. Bu çerçevede karşımıza, altından kalkmamız (en azından denememiz) gereken iki önemli soru çıkıyor: Bir: Sınıfın nesnel konumu ile bilinç, kültür ve ideoloji arasındaki ilişkiler nasıl kurulabilir? İki: Mekân olarak (büyük) kentin bu ilişkilerin belirlenmesinde özgül rolü ne olabilir?
Önce bir konuda netleşmek gerekiyor: Eğer büyük kentlerden, hele hele metropollerden söz ediyorsak, böyle mekânlarda sınıfın iç çeşitlenmesinin daha da artacağını, karşımıza oldukça heterojen bir kitle çıkacağını peşinen kabullenmek zorundayız. Öyleyse, daha fazla ilerlemeden “sınıf tanımı” konusunda duyarlı bir noktaya hemen değinmek istiyorum.
Konunun daha geniş boyutlarda ortaya konması açısından Katznelson’un sınıf tanımı “kertelerine” başvurabiliriz. Katznelson’a göre sınıf, (1) kapitalist gelişmenin yapısı içinde; (2) mensuplarının yaşam tarzları ve ilişkileriyle; (3) yaşanmış deneyimleri bilişsel ve dilsel olarak dışa vuruşuyla ve (4) örgütlenmesi ve belirli bir kolektif hareket tarzı izlemesiyle tanımlanabilir.4 Bu kertelerin, sırasıyla, “kuramda sınıf”, “pratikte sınıf”, “ideolojik-kültürel planda sınıf” ve nihayet “siyasette sınıf” olmak üzere yeniden adlandırılmasında sakınca olduğunu sanmıyorum.
Ama bir başka noktanın sorunlu, en azından tartışmalı olabileceğini düşünüyorum. O da şu: Kapitalist gelişmenin yapısı içinde (kuramda) sınıfa kimler girer, kimler girmez ve girenlerle girmeyenlerin diğer üç kertedeki farklılaşmaları hangi boyutlara varabilir?
Burada söyleyeceğim çok açık: Eğer “kuramda sınıftan” söz ediyorsak, üretim araçlarından, başka bir deyişle “doğayı bağımsız olarak dönüştürme imkanlarından” yoksun kalmış herkes bu sınıfın içindedir. Dolayısıyla, proleterleşmeyi, üretim araçlarından yoksun kalmanın/bırakılmanın ötesinde, ancak üretken e-mek olarak istihdamla tamamlanacak bir süreç olarak gören kimi yaklaşımlara5 fazla pirim verilmesi bence doğru değildir.
Bu tartışmayı geride bırakıp asıl soruya dönebiliriz. “Kuramda sınıfı” hangi süreçler “pratik”, “ideolojik-kültürel” ve “siyasal” sınıf yapar ve mekân olarak büyük kent bu süreçlerde nasıl bir rol oynar
Burada, mantık oyunu sayılmaması dileğiyle basit, ama önemli bir gerçeğe dikkat çekmek istiyorum: Kuramda sınıf, adı üstünde kuramda sınıftır; başka deyişle, pratikte ya da gerçek yaşamda, ideolojik, kültürel ve siyasal yönelimler açısından henüz “hiçbir yerde olmayan”, bu yönelimleri daha sonra ve süreç içinde geliştirecek (tabula rasa) bir sınıf tasavvur edilemez. Bu durumda salt maddi (nesnel) konumuyla elimize bir sınıf alıp, bu sınıfın söz konusu maddi konumunun kent ortamlarında hangi dolayımlarla ne tür bilinç, ideoloji ve kültür formlarını davet edebileceğini düşünmek yerine, bu formlara (daha tanım sırasında) esasen sahip bir sınıftan hareket etmek çok daha yerinde olacaktır.
Türkiye’de sınıfa ilişkin sol yazının, yukarıda vurgulanan gerçeği zaman zaman ıskaladığını düşünüyorum. Kimilerine göre, özellikle büyük kentlerde kavramın tam ve saf karşılığıyla proleter kesimler vardır; normal koşullarda olması gereken, bu kesimlerin kendi kimliklerini, ideolojilerini ve kültürlerini geliştirmesidir; gelgelelim, özellikle büyük metropollerde bu kesimlerin iç içe oldukları küçük burjuva, yarı-proleter, marjinal kesimler bu gelişimi kösteklemekte ve “kemirmektedir” vb. vb.
Özetle aktarılan bu tür düşüncelerin büsbütün değersiz olduklarını söylemiyorum. Ama ortada bir “ıskalama” olduğunu da görmek zorundayız. Model hayli şematiktir: Maddi konumu (saf proleter olarak maddi üretimde yer alma) itibarıyla lineer olarak belirli bir kimlik kazanması, belirli bir ideolojiye ve bilinç düzeyine ulaşması gereken kesimlerin yolu, özellikle büyük kentlerde, hemen yakındaki ama “yabancı” birtakım unsurlar tarafından kesilmektedir ve beklenen “proleter kimlik” bu yüzden bir türlü ortaya çıkmamaktadır… Unutulan önemli gerçek, bu kesimlerin, üretim sürecindeki maddi konumlarının yanı sıra, daha en baştan belirli bir ideolojik ve kültürel yüklenmeyle “orada” olduklarıdır.
O halde biz de “oradan” devam edelim.
Büyük kent: Artılar ve eksiler
Uzun yıllar önce, kapitalizmin büyük kentlerinin nüfusu henüz milyonlu rakamların çok altında dolaşırken, Engels şöyle diyordu:
“İnsan, bireyin böyle yalıtılmasının, kendi dar çıkarları peşinde koşar duruma getirilmesinin her yerde toplumumuzun temel ilkesi olduğunu ne kadar bilirse bilsin, bu durum başka hiçbir yerde kentte olduğu kadar yalın ve utanç verici biçimde belirginleşemez. İnsanlığın, her biri ayrı ayrı ilkelere sahip monadlar, bir atomlar dünyası oluşturacak biçimde çözülmesi, burada (büyük kentte) en uç noktasına ulaşır.”6
Engels’den bu alıntıya başvurmamın nedeni, büyük kentlerdeki proleter yığılmanın getirebileceği sınıf dayanışması ve ortak sınıf kültürü gibi sonuçların karşısına “atomlaşma” dinamiğini dikip bu ikisini birbiriyle tokuşturmak değil. Tersine, Engels’in saptaması bütünüyle doğru da olsa, bu atomlaşmanın kendi içinde zıddını da barındırdığına, başka deyişle büyük kent ortamındaki atomlaşmanın, çeşitli kimlik, dayanışma ve yardımlaşma formlarını da ortaya çıkaracağına işaret etmek istiyorum. Türkiye’nin büyük metropollerinde hemşehrilik, etnik kimlik ve cemaatçilik temelinde ortaya çıkan bu dayanışma formlarının, hayli heterojenleşmiş sınıfın farklı kesimlerini kapsayabildiğini kabul etmek zorundayız.
Bu durumda, sınıf içi nesnel konum farklılıklarının, bilinçlenme, kimlik edinme, kültürel ve ideolojik yönelimler açısından farklı dinamikler yaratabileceğini kuramsal planda kabul etsek bile, bu kuramsal olasılığın üzerine fazlaca “yığılma” olduğunu görmemiz gerekiyor. Şöyle de söylenebilir: Sınıf içindeki belirli bir kesimin, en baştaki ideolojik-kültürel yüküne rağmen, önce üretim ilişkileri içindeki özgül konumuyla, sonra özgül pratik deneyimleriyle yerleşebileceği yörüngenin üzerine, hem bulunulan yerelliğin cemaatçi normları ve kalıpları, hem de egemen kültürün-ideolojinin sınırlayıcı dayatmaları çökmektedir. Açıkçası, özgül sınıf konumu ve pratiği, üzerine çöken bu yığılmanın altından kalkıp başını dışarı uzatamamaktadır. Özellikle vurgulamak istiyorum: Burada sözünü ettiğim, içine girilen doğal bir güzergahın tıkanması değil, daha güzergahın başlangıç noktasını gözden kaybettiren bir toplu yığılmadır.
Yukarıda söylenen, Türkiye’deki kimi akademisyenlerin düşündükleriyle taban tabana zıttır. Örneğin Demir, büyük kentlerdeki örgütlenmiş işçiler ile enformel sektörün düzensiz ve dağınık yapısı içindeki diğer kesimler arasında “ideolojik bir uçurumun” varlığından söz etmektedir.7 İki kesim arasında çeşitli göstergeler açısından kimi önemli farklılıklar saptamak kuşkusuz mümkündür; ancak bu farklılıkların “ideolojik uçurum” boyutuna vardığı savı en azından Türkiye için zorlama kaçmaktadır. Bir kere, Boratav’ın da belirttiği gibi, emekçi aileler içindeki “farklı bireylerin (ve hatta zaman içinde aynı bireyin) küçük üreticilik ve ticaret, marjinal uğraşlar ve işçilik arasında geçişlerinin oldukça sık olduğu” söylenebilir.8 Bu “sık geçişlerin”, yerleşik ve kalıcı sınıf içi konumlara göre daha esnek ve gevşek ideolojik-kültürel yönelimlere zemin hazırladığını söylemekte sakınca yoktur. İkincisi, gene Boratav’a kulak vererek, “Evrensel ve orta malı bir burjuva kültürünün çeşitli öğelerinin dünyanın her köşesinde geleneksel sınıf normlarını aşındıran bir yeknesaklık etkeni olarak ortaya çıktığını”9 da unutmamak gerekiyor. Boratav’ın bu hatırlatmaları, sınıf içindeki belirli bir kesimin üzerindeki içsel (belirli bir yerellikteki sınıfsal geçişler) ve dışsal (egemen kültürün etkileri) yığılmayı özlü biçimde vermektedir.
Bu alt başlıkta bir toparlamaya gitmeden önce, kişisel bir gözlemimi aktarmak istiyorum. Son 10 yıl içinde, siyasal çalışma, panel, konferans, seminer vb. organizasyonlar çerçevesinde Türkiye’nin üç büyük kenti dışında 18 il merkezinde bulundum. Bu geziler sırasında, söz konusu illerdeki solcu-sosyalist işçi önderleri, sendikacılar ve kamu emekçileriyle sohbet etme imkanım da oldu. Ulaştığım sonuç şu: “Taşra” olarak adlandırılan bu illerdeki emekçi solcu-sosyalistlerle, üç büyük kentte, örneğin İstanbul’da aynı konumda olan kişiler arasında, kültür, bilinç düzeyi, konulara bakış ve kavrayış tarzı, mücadele kararlılığı vb. açısından ciddi hiçbir fark yoktur. Bunu metropollerdeki öncü unsurların beklenenden daha “geri”, taşradakilerin ise gene beklenenden daha “ileri” düzeyde oldukları anlamında söylemiyorum. Yalnızca şunu vurguluyorum: Günümüzde, iletişim, yayın, sendikal eğitim vb. imkanları, ama hepsinden önce siyasal angajmanın bizatihi kendisi ileri diyebileceğimiz bilinç düzeyini ülke ölçeğinde standartlaştırmıştır ve büyük kentin özgül konumunun bu standartlaşmayı aşacak özel kanallar sunduğunu söylemek şimdilik mümkün görünmemektedir. Nicelik, kuşkusuz çok farklıdır; ama bu nicelik henüz nitelik olarak yansımasını bulmamaktadır.
Solcu-sosyalist emekçiler ve öncü unsurlar için söylenen, diğer siyasal angajmanlar için de geçerlidir. Günümüzde, sosyal demokrat-CHP’li, Refah-AKP’li ve MHP’li (bu partilere üye olan, sempati duyan ve oy veren anlamında) emekçiler arasında “metropol-taşra” bazında bir ideolojik-kültürel derinlik farklı olduğunu söylemek çok güçtür. Eğer bütün bunlar doğruysa, çıkartılabilecek sonuç nettir: Türkiye’de metropolleri, sakinlerini ideolojik ve kültürel planda kendi özellikleriyle yeniden belirleyen ve başkalarından bu anlamda ayrıştıran özgül mekânlar olarak görmek hayli zorlama olacaktır.
Türkiye’deki metropollerin deyim yerindeyse bu “kişiliksizliğini” üç temel nedenle açıklamanın mümkün olduğunu düşünüyorum: Kent-içi kutuplaşma durumu; taşranın kendini metropolde yeniden üretmesi ve ideolojik-kültürel hegemonyanın tekdüzeleştirici baskınlığı.
Üç temel neden: Biraz daha ayrıntı
Akademik yazında, büyük kentlerdeki derin gelir uçurumlarından, giderek “ikili yapıdan” ve kutuplaşmadan söz eden çalışmalar bulabiliriz. Üstelik bu çalışmalarda pek çok doğruya, yadsınamaz gerçeklere işaret edilmektedir. Ne ki, istatistik tablolarda rahatça görüleni, yerleşim ve mekân planında aynı sivrilik ve yalınlıkla görmek çok daha güçtür.
Bir çalışmaya göre, özellikle son dönemde orta sınıfların yoksullaşması, (büyük) kentin ikili bir yapı sunmaya başlamasında önemli bir rol oynamıştır.10 Son iki onyıl içinde izlenen makro-ekonomik politikaların, bu arada son dönemde yaşanan krizlerin, alttaki emekçilerin yanı sıra büyük kentlerdeki orta sınıfları da önemli ölçüde etkilediği kuşkusuz doğrudur. Bununa birlikte, üç konuda tereddüdüm, daha doğrusu sorum olduğunu belirtmek durumundayım. Birincisi: İzlenen ekonomik politikaların ve sonuçlarının, yoksullaştırıcı etkilerin yanı sıra, orta, hattâ alt sınıftan belirli kesimlere sınıf-katman atlattırmış olduğu söylenemez mi? İkincisi: Günümüzdeki iletişim teknolojilerinin, yönetim (management) tekniklerinin, üretim-tanıtım-pazarlama ağlarının, finans sektörünün vb. yeni bir tür orta sınıf yarattığı ya da var olan orta sınıfı bir yönüyle yeniden şekillendirdiği söylenebilir mi? Üçüncüsü: Gerek bu gelişmelerin, gerekse büyük kentlerdeki mekân kullanımının ve yerleşim örüntüsünün, “kutuplaşmanın” ve “ikili yapının” çizgilerini yumuşattığı düşünülebilir mi? Bütün bunlar ancak nicel verilerle doyurucu yanıtına kavuşacak sorulardır. Gene de, kendi adıma yukarıdaki üç sorunun üçüne de olumlu yanıt verilebileceğini düşünüyorum. Metropolü, diyelim İstanbul’u aldığımızda, “en yoksulu” birbiri ardına sarmalayan halkaları tanımlamak o kadar güç değildir. Ancak, art arda gelen halkaların “en zengin” çekirdeği sarmaladığını da söyleyebiliriz. Öyle ki, sonuçta “ikili yapıdan” birinin en dış halkası ile diğerinin en dış halkası arasında net bir ayrım ya da boşluk düşünmek iyice güçleşmektedir. “Kutuplaşma”, kutuplardan her biri kendi içinde az çok türdeş olduğunda yerine oturan bir kavramdır. Türkiye’deki metropoller söz konusu olduğunda ise, kesintili ve boşluklu bir yapı yerine kesintisiz ve geçişimli bir bütünü düşünmek daha yerinde görünmektedir.11
Bundan 40 yıl önce “Downtown” adlı bir 45’lik ABD’deki listelerde hızla yükseliyordu. Parça, ABD’deki kent merkezlerini çevreleyen banliyölerde oturup buralarda canı sıkılan orta sınıfları, parlak ışıklı caddelerin, macera arayıp “dertlerini unutabilecekleri” barların, içkili restoranların ve gece kulüplerinin olduğu kent merkezine davet ediyordu.
Dertlerini, sıkıntılarını unutmak, felekten bir gece çalmak, belki de macera aramak isteyenlerin “downtown”a gitmeleri gerçekten zorunluydu. Çünkü, kendi oturdukları banliyöde, okul kilise ve market dışında başka bir tesise, imkana ve hizmete ulaşmaları mümkün değildi. Bu yerleşim örüntüsünün “downtown + banliyöler” formülüyle özetlenmesi mümkündür.
Türkiye’ye dönersek, üç metropolün, ama en çok İstanbul’un formülü, her biri kendi içinde orta büyüklükte Anadolu kenti özellikleri taşıyan yerleşimlerin toplamıdır. İstanbul’un çekirdek iş-ticaret-eğlence merkezi dışında, bu yerleşimlerin her birinin kendi “downtown”ı vardır. Ümraniye’nin ana caddesinde dolaşırken, örneğin Sivas’ın ana caddesinde dolaşıyor gibisinizdir. Sonra, Kartal’ın, Maltepe’nin ve başka yerlerin merkezlerine gittiğinizde, kendi içinde bütünlüklü başka başka Anadolu kentlerindeymişsiniz duygusuna kapılırsınız. Ne var ki, kendi içinde bütünlüklü bu birimlerin toplamından kendi içinde bütünlüklü bir İstanbul metropolü çıkaramazsınız.
Kanımca bu yapı, deyim yerindeyse “metropol üst-belirlemesi” olasılığını büyük ölçüde ortadan kaldırarak insanların kendi mahallerinde bir “taşra” kentini-kasabasını yaşamaları ve yaşatmalarıyla sonuçlanmaktadır. Bir araştırmacıya göre benzer bir durum Ankara için de geçerlidir. Örneğin, “Keçiören burada yaşamayı tercih edenlere ‘küçük şehir veya kasaba’ stili denebilecek bir mutaassıplık içinde yaşam olanağı sunar ve bu tarzı seçenler Keçiören’de yaşamayı seçer denilebilir.”12 Söylediklerimle Kurtoğlu’nun saptamaları arasındaki farkı gözden kaçırmıyorum. Ancak, “tercih” ile “zorunluluk” arasındaki fark, metropol içine gömülü kent-kasaba konfigürasyonunu ortadan kaldırmamaktadır. “Taassup” ise, yerleşimin mekânına ve yerleşenlerin kökene göre heterojenliğine bağlı bir değişkendir.
Sonuçta taşra, metropol üst-belirlemesinin söz konusu olmadığı bir ortamda kendini metropolde yeniden üretebiliyorsa, ülke ölçeğindeki ideolojik-kültürel ve bilinçsel standartlaşmaya da fazla şaşmamak gerekir.
Daha önce, sınıfın maddi konumunun ve pratik deneyiminin üzerine gelen “yığılmadan” söz etmiştim. Bu yığılmanın iki düzlemde tekdüzeleştirici (yeknesaklaştırıcı) bir etkisi olduğu söylenebilir. Belirli bir mekânda sınıfın içindeki çeşitli kesimlerin aşağı yukarı aynı zeminde buluşması ve özel mekândan bağımsız olarak ülke ölçeğinde standartlaşma.
İdeolojik yönelim ve tercihlerin, bu arada kültürel oluşumların yalnızca maddi konumdan ve somut yaşam deneyimlerinden hareketle şekilleneceği görüşü, tam tamına indirgemeci bir görüştür. Çünkü burada, bir yanda geçmişten devralınan mirasın, diğer yandan çeşitli kurumsallıkların (siyasal, sosyal, eğitsel ve kültürel) ideolojik ve kültürel şekillenmede oynadığı rol görmezden gelinmektedir. Daha açığı şöyle söylenebilir: Aşağı yukarı aynı kültürel mirası devralmış, aynı örgün eğitimden geçmiş, aynı mahallede oturan, aynı TV programlarını ve dizilerini izleyen iki emekçiden birinin sigortalı sanayi işçisi, diğerinin de son bir yıldır çalışmayan bir inşaat işçisi olmasının, hemen ardından köklü ideolojik ve kültürel farklılıklar getirmesini beklemek safdillik olur.
Eğer Türkiye’nin büyük metropollerinde yaşayan emekçilerin buralarda orta büyüklükte kent/kasaba yaşamını yeniden ürettikleri saptaması doğruysa, bu özel mekânın (metropolün) dış ilişki ve etkileşim açısından çok farklı ve geniş bir ağ sunduğu söylenemez. Gene aynı çerçevede ve belirli nüanslar dışında, somut yaşam deneyimlerinin mekân bazında net bir farklılaşma yaratmasını da bekleyemeyiz. Nihayet, metropol okulunun, camisinin, kahvesinin, birahanesinin13 vb. taşradakilerden özel farklılıklar taşıdığını, metropol emekçileri ile taşradaki emekçilerin farklı TV programları izlediklerini ya da aynı programdan farklı biçimlerde etkilendiklerini düşünmemiz için bir neden görünmemektedir.
Ancak, yaşadıkları yer neresi olursa olsun emekçi kesimlerin üzerine asıl yığılan, düzenin ideolojik-kültürel hegemonyasıdır. Kanımca, gerek metropol-“taşra” bazındaki, gerekse emekçi sınıfın kendi içindeki potansiyel farklılaşmaların önü, enformel sektörün varlığı, cemaat ilişkileri ve benzeri etmenlerden çok bu hegemonya ile kesilmektedir.
Söyleneni daha fazla açabilmek için bir örneklemeye başvurmak istiyorum.14
İşçi sınıfı içindeki bireylerin kendilerini ve konumlarını anlamlandırma, dış dünya ile ilişkilendirme kalıpları, kuşkusuz birtakım ön ideolojik-kültürel belirlenimlerle yüklü olarak, ama kurulu ideolojik-kültürel hegemonyadan görece bağımsız salınımlardan oluşur. Bu salınımlar arasında aşağıdakiler de yer almaktadır:
– bulduğuyla ve olduğuyla yetinme/sınıf atlama arzusu,
– gidişata ilişkin kötümserlik/ var olana şükretme,
– kendini vatandaş sayma/dışlanmışlık duygusu,
– kendi gücünü azımsama/gücünü gösterebileceği kanal arama,
– sorgusuz kabullenme/sorgulama,
Az önce de söylediğim gibi, bunlar ön ideolojik-kültürel belirlenimli, ama mevcut ideolojik-kültürel hegemonyadan görece bağımsız salınımlardır. İdeolojik-kültürel hegemonya, bu salınımların dış referans çerçeveleriyle ilişkilendirilmesinde devreye girer. Dış referans çerçeveleri ise söyle sıralanabilir:
– Devlet
– Siyasal partiler/siyasetçiler
– Din
– “Dış güçler”
– İPatronlar/zenginler
– Akrabalar/komşular/hemşehriler
– Diğer emekçiler
Salınımlarla referans çerçeveleri arasındaki ilişki, hiç kuşkusuz mevcut ideolojik hegemonyanın belirleyiciliğinde kurulur. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var: Bu ilişki, egemen ideolojinin buyurduğu sabit bir noktada kurulmaz. Başka bir deyişle, ideolojik hegemonya demek, emekçinin devleti yüceltmesi, siyasal partileri “demokratik rejimin vazgeçilmez unsurları” sayması, din söz konusu olduğunda lafa “elhamdülillah” diye başlaması, “bizim bizden başka dostumuz yok” diye düşünmesi, işverenlere ve zenginlere “çalışmışlar çabalamışlar bu duruma gelmişler, şimdi bize ekmek kapısı sağlıyorlar” diye bakması ,vb. vb. demek değildir. Bu ilişkilendirmelerde de çeşitli salınımlar yaşanması kaçınılmazdır. İdeolojik hegemonya, kendini, sabitlemelerle değil, salınımlara sınır çizerek ve uca giden bir salınımı bir başka salınım alanından gelen takviyeyle nötralize ederek ortaya koyar.
Özetle, ideolojik hegemonya insanların “nerede bu devlet!” diye öfkeyle bağırmalarını engelleyemez; ama bu öfkenin üzerine başka “duyarlılıklar” yığarak onu geçici ve belirli sınırları aşmayan bir öfkeye dönüştürebilir. İdeolojik hegemonya 60 bin işçinin yollara dökülmesini engelleyemez; ama bir yere gelinir, işçiye “yönetime kim gelirse gelsin işçi onun çocuğudur; Türkiye’de biz bir aileyiz, başbakan ‘geri dön’ deyince, elbette babası çocuğuna bir şey emredince yapması lazım” dedirtebilir.15
Bütün bunların ardından asıl noktaya gelebiliriz: Türkiye’de mekân olarak metropolün, yukarıda ilk anlatılan salınım alanlarında, gerek alan çeşitliliği gerekse salınımın menzili açısından özel ve ayrıksı bir yeri olduğu varsayılsa bile, sıra referans çerçeveleriyle ilişkilenmeye geldiğinde verili ideolojik hegemonya tüm ağırlığıyla devreye girmekte, söz konusu ilişkilenmeyi metropol dahil ülke ölçeğinde standartlaştırmaktadır.
Metropolün bu ikinci düzlemdeki sınırlamaların aşılmasında özel bir yeri olup olamayacağı ise ayrı bir tartışmadır ve başka bir yazının konusu olabilir.
Bugüne ve geleceğe bakarken
Buraya dek söylenenler, metropol dahil mekânın, sınıfın kendi ideolojisini ve kültürünü kendi dinamikleriyle geliştirmesi açısından özel ve ağırlıklı bir rol oynayamayacağına işaret ediyor. Kanımca, bugünkü yeknesaklık çemberinin dışardan kırılmasında yüklenilecek asıl alan, ideolojik ve kültürel girişimleri büsbütün boşlamamak kaydıyla, siyasettir. Ardışıklık açısından bakıldığında Türkiye’de işçi sınıfının ulaşabildiği ideolojik ve kültürel formlar hep belirli bir siyasallaşmayı izlemiştir. Başka bir deyişle, verili ideolojik-kültürel-siyasal belirlenim içinde ileriye taşıyıcı dinamik, ağırlıklı olarak siyaset öğesindedir.
Siyaset alanına yüklenme, daha açığı sınıfı siyasallaştırıcı girişimler, özellikle büyük kent mekânı söz konusu olduğunda, temel verilerini titizlikle seçmek zorundadır. Bu verilerin neler olduğu, daha doğrusu nelerin üzerine basılıp nelerden uzak durulması gerektiği, aşağıda özetlenmektedir.
Bir: Türkiye’de burjuvazinin mekâna hakimiyetinde zaaflar vardır ve bu zaaflardan yararlanılmalıdır. H. Lefebvre’nin altını çizdiği ve Harvey’in de yinelediği gibi, “mekân üzerindeki hakimiyet, günlük hayat içinde ve üzerinde toplumsal iktidar kurmanın temel ve kapsayıcı bir kaynağıdır.”16 Görüldüğü kadarıyla Türkiye’de “toplumsal iktidar” mekân üzerindeki hakimiyeti açısından öteden beri zaaflı olmuştur. Bu zaafın, özellikle büyük metropollerde olası toplumsal gerilimleri yumuşatmak ve burjuva siyasetine özel bir dinamik kazandırmak amacıyla yapılan bilinçli bir tercihten kaynaklandığı söylenebilir; ama sonuç değişmemektedir. Sol siyasetin, bu zaaf nedeniyle, toplumsal iktidardan önce düzenden “mekân koparması” mümkün görünmektedir.
İki: Siyaset, “saf proleter” ve fabrika fetişizmi yapmamalıdır. Türkiye solunda (nedense) yüz ekşimelerine yol açan bu vurguyu, herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak amacıyla birkaç cümleyle açmak istiyorum. Geniş anlamda sınıf içi geçişler, mekânsal kaynaşma aynı hanede sınıf içi farklı konumlanmalar ve verili durumdaki ortak ideolojik belirlenim gibi etkenler sonucunda, kitle içinden “saf proleter” bir kesim çekip çıkarmak ve bu kesimden özel siyasal misyonlar beklemek pek gerçekçi görünmemektedir. “Saf proleter” unsurların, daha sonraki bir siyasallaşmanın kararlı sürdürücüleri olarak öne çıkmaları elbette düşünülebilir; ama siyasetin bu daha gelişkin evresinden önce yüklenilmesi gereken, geniş anlamda sınıfın bütünüdür.
İkincisi, kapitalizmin son dönemlerdeki yeniden yapılanması, esnekleşme, uluslararası eklemlenme ve işyerlerinin mekânsal dağılımı, “kaleler” haline getirilse bile fabrikaların siyasetteki önemini ve ağırlığını eskisine göre azaltmıştır. Bu söylenenin geçerliliği elbette gene mekân bazında değişecektir. Örneğin, 100.000 nüfuslu bir kentte 2.000 işçi çalıştıran bir işyeri varsa, bu işyerine “hakimiyet” pekâla kente hakimiyet anlamına gelebilir. Ama aynı şeyi gene 2.000 işçi çalıştıran bir fabrikadan kalkarak örneğin İstanbul için söylemek mümkün değildir. Eğer az önce söylendiği gibi, burjuvazinin ve devletin mekâna hakimiyetinde zaaflar varsa ve bu zaaflar solun mekân hakimiyeti açısından birtakım olanaklar yaratıyorsa, bu mekânı “işyerinden” çok daha geniş anlamda düşünmek gerekecektir.
Üç: “Enformel” sektörün marjinal ya da geçici bir üretim alanını temsil ettiği düşüncesinden uzak durulmalıdır. Birleşmiş Milletler jargonuyla “en az gelişmiş ülkelerde” görülen kimi örneklerden farklı olarak, Türkiye’deki enformel sektör formel sektörle, hatta giderek uluslararası şirketlerle kendine göre rasyonel bir eklemlenme içindedir. Başka bir deyişle bu sektör, kapitalist üretimin arızi ya da eğreti bir yan ürünü değil, sistemin ayrılmaz bir parçası durumundadır. Türkiye’de kapitalizmin kapsayıcı bir sınai yeniden yapılanmaya gidemeyeceği ve sanayileşme yönünde güçlü bir hamle yapamayacağı açık olduğuna göre ,sistem bu sektörle yaşayacaktır ve solun da bu sektörde çalışanlarla “iş yapmayı” öğrenmesi gerekecektir. Yapılan çalışmalar, enformel sektör çalışanlarının özellikle büyük metropollerde emekçi sınıfın nicelikçe önemli bir bölümünü oluşturduğunu göstermektedir. Sol siyasetin bu kesimi ampule, kurda, kuşa terk etmesi düşünülemez.
Dört: Büyük kentlerin “varoşlarındaki” emekçiler, ön evreleri aşarak siyasal anlamda nüfuz edilmesini görece kolaylaştıracak bir evreye ulaşmışlardır. Mübeccel Kıray, büyük kentlere son 40-50 yıl içinde yerleşenlerin temel olarak dört “patronaj” evresinden geçtiklerini söylemektedir: İş, konut vb. ihtiyaçları için aile, akraba patronajı; daha önce yerleşen ve tutunan hemşehrilerin patronajı; siyasal partiler ve bunların yerel temsilcileri aracılığıyla siyasal patronaj ve son dönemde siyasal partilerle bütünleşen “tarikat” patronajı.17 “Tarikat” etkisine karşın, gelişimin dar aile ölçeğinden daha geniş siyasal ölçeklere doğru olduğuna dikkat etmek gerekiyor. Dar aile, akraba ve hemşehri dayanışmasıyla ulaşılabilecek “denizin” zamanla tükenmesi, büyük kent emekçilerini bunlara göre daha “objektif” kuralları ve kapsayıcılığı olan siyasal kanallara yöneltmektedir. Dolayısıyla, büyük kentlerin emekçi mahallelerinde dinci gericiliğe karşı mücadele sol siyasetin önemli gündem maddeleri arasında yer almalıdır.
Beş: Sol, “yerelci” siyasetten uzak durmalı, siyasallaşmayı yerel ölçeklere hapsetme girişimlerine karşı durmalıdır. Bir önceki paragrafta söz edilen ve son tahlilde olumlu sayılabilecek gelişmenin karşısına bu kez yerel ölçekli siyaset dikilmek istenmektedir. Burada, yerelin kendi dinamikleriyle ulaştığı ölçeğin üzerine bir de merkezden ve düzenin başka kaygılarından kaynaklanan bir “kapak” örtülmek istenmektedir. Düzen, merkezi siyaset üzerine binen ve çeşitli tıkanıklıklar yaratması kaçınılmaz olan basıncı seyreltmek amacıyla siyaseti yerelleştirmek istemektedir. İşin içinde, zaaflı olan mekân hakimiyetini bu kez dolaylı yollardan pekiştirme niyeti de vardır. İlginç olan, düzenin bu yerelleştirmeci yönelimlerinin, “demokratikleşme” ve “merkezi iktidar hegemonyasının hafifletilmesi” gibi gerekçelerle kimi sol kesimler tarafından da paylaşılmasıdır.
Ancak, bir gerçeği kabul etmek zorundayız. Yerel dayanışma-ortak talep örgütlenmeleri ve yerelci siyaset, düzenin siyaseti yerelleştirme niyetlerinden bağımsız, bu niyetleri önceleyen ve kendiliğinden özelliklere de sahiptir.18 Solun yerelci siyasete karşı durma adına bu tür örgütlenmeleri ortadan kaldırma şansı yoktur. Zor ve karmaşık bir iş olabilir; ama yapılması gereken, bu tür örgütlenmeleri kendi içinden merkezi ve genel siyasete yöneltmek ve/ya da bunu gözeten alternatif örgütlenmelere gitmektir. Ama solun hiç yapmaması gereken örneğin “kentsel toplumsal hareketler” gibi batıdan ödünç alınma kavramlarla yerel ölçekli siyasetin allanıp pullanmasıdır. Sınıf ekseninden yoksun, kimliğe, yerelliğe ve güncel taleplere odaklı bu tür hareketlerin kendiliğinden toplamından bir “kentsel mücadele” modeli ortaya çıkacağı yolundaki kuramsallaştırma çabaları, postmodernizmin kent politikalarına yansımasından öte bir anlam taşımayacaktır.
Bitirirken
Yazıda, başta belirttiğim sınırlar içinde ve belirli bir “meşruluk” varsayımıyla önemli saydığım kimi görüş ve düşüncelerimi iletmeye çalıştım.
Ancak biz ne dersek diyelim örneğin İstanbul’un nüfusundan, “dünya kenti” olmasından, “büyük kent kültürü” gibi şeylerden ne kadar söz edersek edelim, büyük kentlerin pek çok apartman dairesinde kapının dışında beş altı çift büyüklü küçüklü ayakkabı görmeye devam edeceğiz. Kentin en merkezi, en “Avrupalı” caddelerinde dolaşırken, gerideki mutfakta değil de dükkanın caddeye bakan camının hemen arkasında gözleme yapan ve mantı açan “yerel giysili” kadınlar bize kökenimizi anımsatacak. Daha önce çeşitli yerlerde dile getirdiğim gibi, doğma büyüme büyük kentli olanların büyük bölümü, şu ya da bu balığın en iyi nasıl yeneceğini gene Haymana yaylasından kopup gelen emekçilerden öğrenecek. Ve işçi, kendini fabrikada “sınıfın üyesi” sayacak, ama mahallesine döndüğünde Kürt, Alevi, Erzincanlı vb. kimliğini (şimdilik) öne çıkaracak.
Bütün bunlar, özel olarak da sınıfla ilgili son değinme, karamsarlık ve bezginlik gerekçesi olmamalı. Bu tür yönelimleri ötelemek için, çoğu kez unutulan bir gerçeği anımsamakta yarar var:
‘Kapitalizm ve tekelci kapitalizm altında proletaryanın bir sınıf olarak oluşma süreci tamamlanamaz. Bölünmüş ve gelişmesi çarpıtılmıştır. İşçi sınıfının, kendi sınıfsal oluşum sürecini tamamlayabilmek için de, devrimle kendisini yönetici sınıf durumuna getirmekten başka yolu yoktur.”19
Dipnotlar ve Kaynak
- K. Marx, Kapital, Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, 4. Baskı, Sol Yayınları, 1993, s. 186-187.
- “Oluşum” ve “yeniden oluşum” kavramlarını sürekli bir arada kullanmamın nedeni şu: “Oluşum” daha çok bir seferlik, olup biten bir süreci akla getiriyor. Oysa, işçi sınıfı, gerek maddi varlığıyla, gerekse ideolojik-kültürel yönelimleri ve kendi içindeki çeşitlenmesiyle sürekli değişim içinde olan bir sınıftır. “Yeniden oluşum” bu sürekliliği vurgulamak için kullanılmaktadır.
- Örneğin, Castells’in kapitalist sistemin mantığına bağladığı, devlet müdahalelerine dayanan “kolektif tüketimi” ve emekçilere yönelik diğer hizmetleri öngören modelin Türkiye’deki büyük kentler açısından fazla bir anlam taşıdığı söylenemez (bkz. Manuel Castells Kent, Sınıf, İktidar, çeviren: Asuman Erendil, Bilim ve Sanat Yayınları 1997, özellikle, s. 210-213). Aynı konuya ilişkin bir başka değerlendirme ise şöyle: “Devletin kentsel alanlara sınırlı müdahalesi, kentleşme sürecinin daha fazla yerel toplulukların inisiyatifine bırakılması ile sonuçlanmıştır. Bir anlamda devlet ve orta sınıf merkezli bir kentsel gelişme döneminden (yerel) topluluk merkezli bir kentleşme dönemine geçilmiştir. Kentin yeni yoksullarının konut sorununa yanıtları, işgal ettikleri alanlarda kurdukları gecekondular, işsizlik sorununa yanıtları ise kentin formel ekonomisinin dışında bir enformel ekonominin yaratılması olmuştur.” (H. Tarık Şengül Kentsel Çelişki ve Siyaset Demokrasi Kitaplığı 2001 s. 77).
- Ira Katznelson, Marxism and the City, Oxford University Press 1992, s. 208-209.
- Örneğin, bkz. Adam Przeworksi ,“Proletariat into a class: The process of class formation from K. Kautsky’s The Class Struggle to recent controversies, Politics and Society, c. 7, no. 4, s. 359-361 ve Çağlar Keyder, “Kriz ve İşçi Sınıfı”, Birikim sayı 2, Haziran 1989. Bu tartışmanın Marx’a dayanan daha köklü temelleri olduğu söylenebilir. Kanımca Marx, özellikle Kapital öncesi çalışmalarında kapitalizmin işgücünü soğurucu kapasitesini olduğundan fazla görmüş, bu nedenle üretken istihdam dışı kalan kesimlerin en çoğu “sınıf dışı” ya da “sınıf altı” olabilecekleri sonucuna varmıştır. Bu dar görüş, daha sonra Kapital’de, özellikle “nisbi fazla nüfus” ile ilgili değerlendirmelerde terk edilmiştir. Konu günümüz açısından da önemlidir. Çünkü, bugün Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar “yoksullukla mücadele” politikaları bağlamında üretken istihdam dışı kalanlara “bir daha istihdamı mümkün olmayan” kesimler olarak bakmaktadırlar. Marx’ın deyimiyle söyleyecek olursak, bu kesimler, bir daha “emek gücünü satması” mümkün olmayanlardan oluşmaktadır. Bütün bunların üstüne bir de günümüzün enformel sektörü ve burada çalışanların “tam proleterleşmemiş” sayılması eklenince “klasik proletarya modelinin düşüşünü” ilan etmek de kolaylaşmaktadır.
- F. Engels, “The Condition of the Working Class in England”, Marx-Engels, Collected Works, 1977, c. 4, s.329.
- Erol Demir, “Türkiye’de İşçileşme Süreçleri”, Toplum ve Bilim, no. 66, Bahar 1995, s.71.
- Korkut Boratav, 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, Gerçek Yayınevi 1991, s.107.
- a.g.e., s. 108.
- Ali Ekber Doğan, Birikimin Hamalları; Kriz Neo-liberalizm ve Kent, Donkişot Akademi Yayınları 2002, s.116. Aynı saptama için ayrıca bkz. Doğan, “Türkiye Kentlerinde 20 Yılın Bilançosu”, Praksis no.2, Bahar 2001, s.103.
- Eric Hobsbawm, 19. yüzyılda işçilerin ortak ve dayanışmacı sınıf tavrı sergiledikleri yerlerin çok büyük kentler değil yaklaşık 30 bin nüfuslu kasabalar olduğuna dikkat çekiyor. H. Gutman’a atıfta bulunan Hobsbawm, bu büyüklükteki sanayi kentlerinin büyük metropollere göre daha belirgin bir ikili yapı gösterdiğini, bugünkü büyük kentlerde ise emekçinin toplumsal ayrışmaları ve çıkıklıkları (dislocations) kişisel deneyimi ile idrak etmesinin daha güç olduğunu ekliyor (bkz. Eric Hobsbawm, “Labour in the Great City”, New Left Review, no. 166 1987, s. 40-41)
- Ayça Kurtoğlu, Hemşehrilik ve Şehirde Siyaset: Keçiören Örneği, İletişim Yayınları 2003, s.32.
- Örneğin İstanbul’un herhangi bir emekçi semtindeki herhangi bir birahanenin, müdavimler, müdavimler arasındaki ilişkiler, içki tercihi ve kültürü, birahanedeki TV’den nelerin izleneceği vb. konularda Zonguldak’taki herhangi bir birahaneden farkı yoktur.
- Bu örnekleme, Toplum ve Hekim dergisi tarafından istenen bir yazıda kullanılmıştır.
- Zonguldak işçilerinin 1991 direnişi sırasında (bkz. Sevkuthan N. Karakaş, Eylem Günlüğü: Zonguldak Maden Grevi ve Yürüyüşü, Metis Yayınları 1992, s.188)
- David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çeviren: Sungur Savran, Metis Yayınları 1997, s.255.
- Mübeccel B. Kıray, Kentleşme Yazıları, Bağlam Yayınları 2003, s. 185-187.
- Haluk Yurtsever, Türkiye’nin Dönemeci, Emperyalizm mi Sosyalizm mi?, Etki Yayınları 1993, s.215.
- Haluk Yurtsever, Türkiye’nin Dönemeci, Emperyalizm mi Sosyalizm mi?, Etki Yayınları 1993, s.215.