Brezilya’nın Porto Alegre kenti, ilk olarak ve en çok Dünya Sosyal Forumu (DSF) ile birlikte anıldı. DSF, emperyalizmin artan ekonomik, siyasi ve ideolojik saldırganlığına karşı yükselmesinden korkulan anti-emperyalist mücadelenin panzehiri bir “mücadele” modelinin, liberal solun başlıca beslenme kanalı haline gelen alternatif küreselleşmeciliğin üslerinden biri oldu. Ancak Porto Alegre’nin bir model olarak öne çıkartıldığı başka bir başlık daha var: yerel yönetimler.
Son yirmi yıldır yerel yönetimler tüm dünyada önemli bir tartışma konusu haline geldi. Dünya Bankası, IMF ve AB gibi emperyalist kuruluşların dillerinden düşmeyen “yerel yönetimlerde özerklik” gündeminin her ülke için ortak bazı başlıkları var: Merkezin yetkisinde olan hizmetlerin belediyelere devri ve belediye bütçelerinin merkeze bağımlı olmaktan çıkarılması anlamında desantralizasyon, bu hizmetlerin hızla özelleştirilmesi, belediyelerin yurtiçi ve yurtdışından borçlanması konusunda engellerin kaldırılması gibi. Kısacası, neo-liberal emperyalist saldırganlığın bir ayağı da yerel yönetimler başlığında sürüyor. Ve her zamanki gibi bu saldırganlık, sadece ekonomik değil, siyasi ve ideolojik açıdan da önemsenmesi gereken bir harekatla el ele gidiyor. İşin bu kısmında, emperyalizmin yukarıda sıraladığımız yeniden yapılanma adımlarının her biri için hazırladığı “şeffaflık, etkinlik, verimlilik, yerindenlik, katılımcılık” gibi ilkelerden oluşan güzel bir sos var.
Çoğu Latin Amerika ülkesi gibi Brezilya da benzer bir sürece tanıklık ediyor. Emperyalizmin işaretiyle tüm kıtada 1980’li yıllar, yerel yönetimler alanındaki neo-liberal yeniden yapılanmanın idari ve mali temellerinin döşendiği yıllar oldu. Brezilya’da 1988 tarihli Federal Anayasa’nın yürürlüğe girmesiyle, belediyelerin sorumluluk alanlarında önemli bir genişleme yaşandı. Yeni anayasa, özellikle belediye bütçesinin kullanımı ve kaynak yaratılması konularında önemli değişiklikler yarattı. Bütçe kararlarına yönetimsel özerklik getirildi. Bu desantralizasyona paralel olarak, eskiden federal düzeyde sağlanan sağlık ve eğitim hizmetleri belediyelere devredildi. Yine kentsel altyapı hizmetleri, ulaşım ve trafik yönetimi belediyelerin yetki alanına dahil edildi. Belediyelerin bu hizmetleri kendi başına görebilmesi için, kendi kaynaklarını yaratması salık verildi. Yani bir yandan pek çok merkezi sorumluluk belediyelere aktarılırken, diğer yandan merkezden belediyelere -yani eğitime, sağlığa, altyapı yatırımlarına vs.- aktarılan kaynaklar kısıldı. Bunun yollarından biri olarak, vergi sisteminde değişikliğe gidilerek, belediyelerin vergi toplama ve oran belirleme yetkileri genişletildi.
Merkezi birçok görev ve yetkinin yerele aktarılmasını bir tür “demokratikleşme” projesi olarak görenlerin gözünde “idarenin halka yakınlaşması” (yerindenlik) anlamına gelen bu sürecin somut sonucu tam tersiydi. Kendi yağıyla kavrulması beklenen belediyenin kaynak arayışında yönelebileceği alanlar belliydi: Verdiği hizmetler karşılığında alacağı vergi ve ücretleri yükseltmek, “alternatif hizmet sunma yöntemleri” adı altında hizmetlerden elini çekmek, yani çeşitli yöntemlerle özel sektörün payını artırmak ya da devletin en doğal görevlerini, bir lütufmuş gibi, “proje” adı altında ve yerli/yabancı sermayeden aldığı borç/kredilerle yürütmek. Hepsi yapıldı. Yani idare -halka değil ama- sermayeye ve emperyalizme yakınlaştı!
Doğaldır ki, Porto Alegre belediyesi de bu süreçten nasibini aldı. Ancak Porto Alegre’yi Brezilya’daki ve dünyadaki diğer örneklerden ayırt eden bir yanı var: Yoksullukla mücadele ve halk katılımı konusunda “örnek model” olduğu iddia edilen Katılımcı Bütçe (KB) uygulamasının vitrine taşınması. KB’nin özünde, her semtte halkın katılımına açık toplantılarla, insanların kendi semtlerine ayrılan kamu bütçesi çerçevesinde harcama öncelikleri konusunda karar vermeleri yatıyor. İnsanların kendi semtlerindeki kamu harcamaları hakkında söz sahibi olmaları sağlanarak, yöre halkının belediye bütçesine katılımının sağlandığı, böylece insanların bürokrasi yükünden kurtulduğu ve kaynakların yoksul halk lehine dağıtıldığı iddia ediliyor. Yani emperyalizm burada “sos”a özel bir yatırım yapıyor.
Ancak bu “yatırım”, kesinlikle Porto Alegre’de neo-liberal saldırganlığın sınırlandığı anlamına gelmemektedir. Neo-liberal emperyalist yayılmacılık, tek bir belediye sınırları içerisinde dahi taviz vermeye razı gelmemektedir Burada da belediye hizmetleri sermayeye devredilmekte, belediye bir borç yükü altına girmektedir. Yoksullukla mücadele adı altında yürütülen projelerin çoğu, emperyalist kuruluşlardan alınan borç / kredilerle yürütülmekte, alınan borçların faizi ise belediye bütçesi üzerinden tekrar semt halkının sırtına bindirilmektedir… Neo-liberal politikalarla uyum içinde işleyen bu sürece rağmen, Porto Alegre usulü belediyecilik yoksulluğa karşı mücadelenin ve halk katılımının “örnek modeli” olarak sunulmaktadır. Ve Porto Alegre, sadece bu saldırganlığın nesnesi değil, aynı zamanda “örnek model olma” özelliğiyle ideolojik saldırının bizzat aracı haline getirilmektedir.
Bu yatırımdan en büyük payı ise sol ideoloji ve siyasetin aldığı söylenebilir. Latin solu, başta Avrupa soluna ve oradan da Türkiye gibi ülkelere yeniden bir ilham kaynağı olmaya başladı. 1960’ların sol literatüre “Latin Amerika devrim modeli” olarak geçen devrimci ayaklanmaların ardından bir kere daha Latin rüzgarları esiyor. Başta Avrupa solu olmak üzere liberal/reformist solun Porto Alegre’den aldığı mesajın, “neo-liberal saldırganlığa karşı birer mevzi olarak yerel yönetimleri ele geçirmek”ten, “sermaye ile işbirliği halinde yoksulluğun yönetişimine” veya “temsili demokrasinin krizine çare bulmaya” kadar çeşit çeşit versiyonları var. Ancak hepsinin ortak bir noktası var: sosyalist iktidarın gereksizleştiği argümanı. Dolayısıyla bu sefer esen rüzgarlar, yerelden ve kırsaldan merkezi kuşatmaya dönük bir devrimciliğin değil, merkezi iktidardan bütünüyle vazgeçmenin yelkenini şişiriyor. Yerel yönetimler ise, iktidardan kaçarken sığınılan liman oluyor.
KB’nin neo-liberal politikalardan bağımsız, hatta ona alternatif olduğu iddiasının sol üzerinde yarattığı dejenerasyon öylesine belirgin ki, sol adına kaleme alınan çoğu makalenin emperyalist örgütlerce kaleme alınmış raporlardan hiçbir farkı yok. Bu makalelerin hemen hemen hiçbirinde Porto Alegre belediyesindeki özelleştirmelere, dış borçlanmaya ve benzeri konulara ilişkin en basit veriler dahi gözardı ediliyor. Oysa, hakkında bunca tartışma dönen katılımcı bütçenin sol açısından kendine atfedilen anlamı taşıyıp taşımadığını görmek için, onu mutlaka neo-liberal politikaların genelliği içinde değerlendirmek gerekiyor. KB “dışında” durumun ne kadar vahim olduğunu göstermek için değil. Tersine, KB tam da bu tablonun bütünleyici parçalarından biri olduğu için…
Tüm bu nedenlerle, Porto Alegre’deki belediyecilik deneyimi, ancak bir siyasi iktidar programı olarak anlam kazanabilecek “sosyalist modeller arası” bir tartışmanın değil, neo-liberalizm ile sosyalizm arası kavganın bir tarafı, karşı tarafı. Bu yazıda, eksik bırakılanı, yani KB’nin neo-liberalizmle ahengini göstermeye çalışacağız. Bunun için, liberal solun dilinden düşmeyen dört temel başlığı eksen alacağız: yoksulluk, katılımcılık, merkezi planlama / bürokrasi ve örgütlenme.
Katılımcı bütçenin yoksullukla mücadele sicili
Mali desantralizasyon ve bütçe özerkliği düzenlemelerinin yarattığı yasal olanaklardan faydalanarak KB uygulamasına geçiş, Lula’nın başında olduğu İşçi Partisi’nin (PT) 1989 seçimlerinde Porto Alegre belediye yönetimini kazanmasıyla başladı.
Brezilya’nın, eşitsizliklerin en yoğun yaşandığı ülkelerden biri olduğu bilinir. Ayrıca ülkenin kentleşme süreci ve dinamikleri de son derece özgündür. Kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamiklerinin Brezilya’ya “hediyesi”, sanayileşme ve kentleşme bakımından azımsanamayacak bir düzeye ulaşmış olan ülkede toprak sorununun bugünlere kadar sürmesi oldu. Ancak burada toprak sorunu tarım alanlarıyla sınırlı kalmamakta, kapitalistleşen büyük toprak sahipleri, ülkenin en büyük ve sanayileşmiş kentlerindeki arazileri dahi ellerinde tutmaktadır. Buna bir de 1970’lerde sermayenin neo-liberal saldırılarını eklediğinizde, Brezilya’nın en zengin eyaletlerinden biri olan Rio Grande do Sol’un başkenti Porto Alegre’de şu tablo ortaya çıkıyor:
Porto Alegre 1970 sonlarında tüm dünyada başgösteren neo-liberal saldırganlığın harap ettiği kentlerden biri oldu. Ekonominin yeniden yapılandırması adı altında 1970’lerde başlayan sanayisizleşme süreci, işçi ücretlerinde düşüşle atbaşı gitti. Yine bu yıllar, gecekondulaşmanın tepe noktasına taşındığı yıllardı. 1980’lerin ortalarında toplam kent arazisinin yaklaşık yüzde 42’si büyük gayrı menkul ve inşaat şirketlerinin elindeydi. Kent dışına doğru olan bölgelerdeki arazinin yüzde 48’i ise 100 büyük toprak sahibine aitti (Bugünse, gelişmeye açık olan kent toprağı 15 ailenin elinde toplanıyor). İşsizlik ve düşük ücret kıskacı altındaki işçiler büyük oranda bu gecekondu bölgelerine doğru aktı. Ayrıca belirtmeye gerek yok ki; hiçbir belediye hizmeti bu bölgelere ulaşmıyordu. PT, yükselen işçi sınıfı hareketinin ve kentsel hizmetlere ulaşma talebiyle örgütlenen semt hareketlerinin desteğiyle 1989 yılında belediye yönetimine geldiğinde, Porto Alegre belediyesinde ilk yıl için öngörülen gelir düzeyi, son yirmi yılın en düşük düzeyiydi. En büyük şikayet konularından biri de, bütçenin yüzde 12’sine denk olan belediye borçlarının yarattığı baskıydı.
Tüm bu koşullar yan yana geldiğinde, ülkede yapısal ve dönemsel eğilimlerden beslenen kronik bir yoksulluk sorunu ortaya çıkmaktadır. Ancak yoksulluk, aynı “insan hakları” ve demokrasi gibi, emperyalizmin üzerinde oynamayı sevdiği kavramlardan biri. Emperyalist kuruluşlar yoksullukla mücadele adı altında çok sayıda projeyi fonlarken, aslında yoksulluğu da kendilerince tanımlamış oluyorlar. Çok bilinen güncel bir örnekten bahsederek bunu açabiliriz: Türkiye’de geçtiğimiz aylarda düzenlenen bir sempozyumda yoksullukla mücadele için mikro-kredilerin öneminden dem vuruldu. Mikro-kredi, insanlara gün başına “1 dolar” dağıtılarak yoksulluğun ortadan kaldırılmasını öngörüyor. Neden “1 dolar?” Çünkü Dünya Bankası’na göre, günde 1 dolardan fazla kazananlara yoksul denmiyor. Oysa, 1 doların ülkeden ülkeye değişen karşılığını bir kenara bırakalım; bir insanın sağlık, eğitim, barınma gibi temel hizmetlere ne şekilde ulaştığını veya ulaşıp ulaşamadığını hesaba katmayan yoksulluk tanımlarının hiçbir kıymeti bulunmuyor. Dolayısıyla işin içine, bu hizmetleri bir hak olmaktan çıkarıp metalaştıran özelleştirmeler giriyor. Tek cümlede özetlemek gerekirse, kamucu bir hizmet sunumunun olmadığı yerde, yoksullukla mücadele de olmuyor.
Ya da, daha doğrusu, yoksullukla mücadele diye ayrı bir mücadeleden bahsetmek mümkün değil. Belki çok basit bir doğruyu hatırlatmak olacak; ancak yoksulluk belli bir üretim ve mülkiyet ilişkisinin sonucu. Bu sorunun aynı üretim ilişkisinin farklı tarihsel momentlerinde çoğalıp azalması, kaideyi bozmuyor. Dolayısıyla yoksullukla mücadeleyi sosyalizm mücadelesinden ve kamulaştırmadan bağımsız ele almak mümkün değil.
İşte tam da bu nedenle, yoksullukla mücadele bir “yönetim” sorunu değil, bir mülkiyet sorunudur. Eğer Porto Alegre’deki katılımcı bütçe uygulamasının neo-liberalizme karşı soldan bir alternatif olduğu iddia ediliyorsa, yoksulluk konusunda bu çerçeveyi eksen almak zorundayız. Bunu özellikle vurguluyoruz; çünkü katılımcı bütçe ve yoksullukla mücadele arasında kurulan ilişkide Aşil’in topuğu tam da burası.
Porto Alegre’nin yoksulluk sorununa karşı soldan bir çözüm olduğunu iddia edenlerin temel argümanı şu: Bütçenin hazırlanmasına yoksulların katılımı sağlanarak, kaynakların yoksullar lehine dağıtılması. Belli düzeylerdeki karar alma süreçlerine katılımla çıkarların realizasyonu arasında kurulan doğrudan ilişkiyi şimdilik bir kenara koyalım ve sadece belediye bütçesinden yapılan harcamalarla kaynakların ne şekilde dağıtıldığına bakalım.
PT 1989 yılında belediye yönetimine geldiğinde, mali desantralizasyonla ilişkili olarak belediye gelirlerinde hizmetlerden ve gayrı menkullerden alınan vergilerin oranı artmaya başladı. Nitekim 1991-2000 yılları arasında belediyenin vergi gelirleri yüzde 350 oranında arttı. Ancak denecektir ki, Porto Alegre’de vergilerin gelir durumuna göre toplanması yoluyla vergi adaleti sağlandı ve dolaylı yoldan kaynaklar yoksullara aktarılmış oldu. Buna kanıt olaraksa, gayrı menkul vergilerinin belirlenmesindeki düzenlemelerden bahsediliyor. Kanıt gösterilen düzenleme kısaca şu: Porto Alegre’de, mali desantralizasyonun yerel yönetimlere sağladığı esneklik sayesinde, gayrı menkul vergilerinde derecelendirmeye gidildi. Yani, vergi adaletini sağlamak adı altında, kent farklı vergi bölgelerine ayrıldı ve her bölgeden -yüzde 0.2’den yüzde 1.2’ye kadar- değişen oranlarda vergiler toplanmaya başlandı. Ancak, eğer solculuktan ve yoksullukla mücadeleden bahsediyorsak, vergiler dahil belediye kaynaklarının sadece nasıl toplandığına değil, aynı zamanda nerelere aktarıldığına bakmak zorundayız. Çünkü kaynak aktarımı mekanizmasında, eldeki kaynakların dağıtımı da belirleyicidir. Bu nedenle belediye kaynaklarını emen özelleştirmelere, iç ve dış borçlara gözümüzü dikmek zorundayız. Tek bir örnekten bahsetmek yeterli olacaktır: Porto Alegre’de vergi gelirlerinin 3.5 kat arttığı dokuz yıllık dönemde, belediye bütçesinden yapılan iç ve dış borç ödemeleri tam altı kat artmıştır.
Diğer yandan, Porto Alegre belediyeciliğinin neo-liberal kapitalizme sol bir alternatif olduğu iddiasının dayandığı temel veriler, kent yoksullarının yaşadığı bölgelerde yapılan altyapı yatırımlarındaki gelişmedir. Örneğin, 1990 yılında 400.000 eve temiz su ulaştırılabilirken, bu sayı 1996 yılında 485.000’e ulaştı. Artık kentteki konutların 99’una, kentin su sistemi aracılığıyla temiz su ulaştırılıyor. 1989 yılında nüfusun 46’sının konutu kanalizasyon sistemine bağlıyken, bu oran 1995’te 74’e çıktı. Önceki yönetimlerin hepsi ortalama 1100 km kanalizasyon borusu döşemişken, PT yönetimi 1989-1996 yılları arasında toplam 900 km’lik bir yeni kanalizasyon sistemi döşedi. PT, başta kentin en yoksul bölgelerine olmak üzere, her yıl yaklaşık 25-30 km yol döşedi. 20. yy’ın ikinci yarısında yapılan toplu konutların yüzde 40’tan fazlası PT yönetimi sırasında inşa edildi. Gecekondularda yaşayan insanların sayısı yüzde 28’e kadar indi.
Birileri tüm bu verileri, bütçe yönetimi yoksullara devredildiğinde nasıl mucizeler yaratılabileceğinin ispatı olarak görebilir. Ancak tüm bu düzelmeler liberal fantezileri değil, kapitalizmin aczini gösteriyor. Birincisi, Porto Alegre’de altyapı yatırımlarının yüzde yüzü katılımcı bütçe tarafından belirleniyor. Katılımcı bütçenin genel bütçe içerisindeki oranı ise, 1989’da yüzde 3, 2001’de yüzde 10’du. Yani bütçenin çok ufak bir bölümüyle kentteki neredeyse tüm altyapı sorunlarını çözmek mümkünken, kapitalizm koşulları altındaki en başarılı örneğinde bile kanalizasyon sistemine bağlı olmayan yüzde 16’lık bir kesim kalıyor! İkincisi de, insanların temiz suya ulaşabilmesinden “mucize” diye bahsetmek solun değil, Süleyman Demirel gibi 21. yüzyılda “ülkede elektriksiz köy kalmadı” diye övünen burjuva siyasetçilerinin işi olmalı. Üstelik, emekçi halkın barınma, temiz su, elektrik gibi en temel haklarından mahrum kalması, kapitalizmin bir suçudur. Neo-liberalizmin daha da tırpanladığı bu en temel hizmetlerin bir kısmının sınırlı bir düzeyde yeniden sunulması, hakların iade edilmesi değil, gasp edilmesidir.
Yoksulluğu ortadan kaldırmada en temel araçlardan birinin, sağlık, eğitim gibi hizmetlerin kamu tarafından ücretsiz ve eşitçe verilmesi olduğunu vurgulamıştık. Peki Porto Alegre’de bu hizmetler nasıl sağlanıyor Tam da neo-liberalizmin öngördüğü gibi, “alternatif hizmet sunma yöntemleri” adı altında özel sektöre devredilerek.
Gerek altyapı yatırımlarında, gerekse borç ödemelerinde kullanılmak üzere DB ve IMF’den alınan kredilerde, kamu sektöründen kaynak kesintisi şart koşuluyor. KB’den geçirilen 2001 Yatırım ve Hizmet Planı’nda, sosyal yardım alanında kaynakların “sivil toplum örgütleri”ne aktarılması kararlaştırılıyor. Bu çerçevede 54 örgütle 4200 proje için sözleşme imzalanıyor. 2000 bütçesinde belediye bütçesinden kesilerek özel kuruluşlara aktarılan kaynak miktarı şöyle: Eğitim alanında 6.34 milyon real özel sektöre aktarıldı. Bu miktar, belediyenin aynı yıl içinde kamu okullarına yaptığı yatırımın yüzde 150’si. Sağlıkta ise 5.26 milyon real özel sektöre aktarıldı. Bu da belediyenin aynı yıl içinde kamu sağlık kuruluşlarına yaptığı yatırımın tam 2 katı. Ayrıca, Aile Sağlığı Planı ile, önceden belediyenin sağlık elemanlarınca verilmekte olan hizmetler özel semt sağlık kuruluşlarına devredildi.
Gerek hizmetlerde, gerek altyapı yatırımlarında belediye dışı “alternatif hizmet kuruluşları”na tanınan alan, Brezilya sermayesi ve emperyalistler için önemli bir kazanç kapısı oldu. 1993-2000 yılları arasında Dış Kaynaklar ve Uluslararası İşbirliğinden Sorumlu Belediye Sekreterliği, belediye yatırımları için ulusal ve uluslararası finans kuruluşlarından 300 milyon dolarlık kredi aldı. Kredi sağlayan başlıca iki kurum, Inter-Amerikan Kalkınma Bankası (103 milyon dolar) ve Regional Fund for the Development of the River Plate Basin’di (31 milyon dolar). 1996 yılında ise, Porto Alegre yerel kredi kuruluşu olan Portosol kuruldu. Portosol’un temel işlevi, özellikle küçük işletmelere kredi sağlamaktır. 700.000 R$’lık bir başlangıç sermayesinde kurulan Portosol, hemen kuruluşunun ardından Brezilya devletinden 350.000 R$ ve Alman GTZ kuruluşundan 300.000 R$’lık ek kaynak edindi.
Özelleştirmelerin her zaman kamu emekçilerine dönük bir saldırıyı da içerdiği deneyimle sabittir. Haklarında yüksek ücret aldıkları gibi bir “kanı” bulunan Porto Alegre belediyesi kamu emekçileri de bu saldırıdan muzdarip. Camata Kanunu adında bir federal kanunla, eyalet ve belediye yönetimlerinin kamu emekçilerinin ücret ve emeklilik fonları için kullanabilecekleri miktar, likiditelerinin yüzde 60’ıyla sınırlandırıldı. 1 Porto Alegre’de bu limit yüzde 48’e çekildi. Kalan yüzde 12’lik kesim ise sağlık, eğitim ve sosyal yardım hizmetlerinin “sivil toplum örgütlerine” devri için harcandı.
Bir yandan hizmetler özelleştirilir, bütçenin önemli kısmı iç ve dış borç ödemelerine ayrılır ve kamu emekçilerinin ücret ve hakları tırpanlanırken, diğer yandan tek başına altyapı yatırımlarına eskisinden daha çok pay aktarılması, sermayeden alıp işçi sınıfına aktaran bir yeniden bölüşüm süreci anlamına gelmez. Su, elektrik, barınma, ısınma gibi ihtiyaçların bedava karşılanmadığı bir düzende, altyapı yatırımları sermayenin kesesini doldurmaya hizmet edebilmektedir. Altyapı yatırımlarındaki artışa bir de bu yönden bakmak gerekir. Nitekim Porto Alegre’de belediyenin özel şirketlere verdiği teşviklerle yapılan konutların inşaat şirketlerini ihya ettiği bilinmektedir. Yine Portosol’un kuruluşu, özelleştirmelerin sermayeye nasıl bir rant kapısı açtığının en bariz göstergesi.
Kuşkusuz, kent yoksulları kategorisinde klasik işçi sınıfı tanımına sokmakta zorlanacağımız kimi ara sınıf-katmanların eskisinden daha çok pay aldığı örnekler mevcuttur. Ancak bunlar sermayeden değil, kamu emekçileri ve sanayi işçilerinden kesilerek aktarılan paylardan oluşmaktadır. Dolayısıyla Porto Alegre’de en iyi ihtimalle emekçiler içi bir yeniden bölüşüm, ağırlıklı olarak ise bir bütün olarak emekçi sınıflara ayrılan payın sürekli küçüldüğü ve sermayeye aktarıldığı bir bölüşüm süreci yaşanmaktadır.
Katılımcılık: Depolitizasyon ve sermaye politikalarına dokunulmazlık
Porto Alegre’deki belediyecilik anlayışını, sınıflararası bölüşüm açısından hiç de parlak bir tablo sunmazken, yine de sol siyasetle bu ölçüde buluşturan tek faktör emperyalizmin çabaları değil kuşkusuz. Amentüsü yerelcilik-küreselleşmecilik sentezi, yani siyasal iktidar düzleminin dışında kalan ne varsa o olan liberal “sol”un Brezilya-Porto Alegre topraklarında bulduğu çok önemli bir dinamik var: kendiliğinden taban hareketinin güçlülüğü ve ülkenin yerelciliğe alan açan siyasal gelenekleri. Brezilya topraklarının bu özelliği, Porto Alegre’deki yönetim anlayışının kolayca ülkenin sol damarlarıyla buluşmasını sağlamıştır.
Porto Alegre kenti, tüm Brezilya tarihi boyunca sol partilerin en güçlü olduğu kentlerin başında gelmiştir. Nitekim, askeri darbeye en çok direnen kentlerden biri olan Porto Alegre, yirmi küsur yıl boyunca süren askeri yönetimin tek yasal muhalefet partisi, Brezilya Demokratik Hareketi’nin (MDB) en güçlü olduğu kentlerden biridir. Dönemin koşulları gereği ülke ölçeğinde merkezi örgütlenmelerle siyaset yapmanın mümkün olmadığını düşünen MDB, siyasal faaliyetlerini yerellik ölçeğindeki örgütlenmeler üzerinden sürdürdü. Askeri diktatörlük esnasında da belediye başkanları ve valiler sol partilerden seçildi. Askeri yönetimin parlamenter burjuva demokrasisine geçiş kararı aldığı son beş yılında, ordunun kurdurduğu ve desteklediği ARENA partisinin güçlenme çabaları da Porto Alegre’de pek maya tutmadı; PT’nin yönetime gelmesinden önce yapılan ilk doğrudan seçimleri sosyal demokrat PDT kazandı.
Porto Alegre kentinde kısmen düzen soluna, kısmen de devrimci hareketlere alan açan bu sol geleneğin konumuz açısından en önemli özelliği, PT’nin de (tüm ülke çapında) tabanını oluşturan semt hareketlerinin güçlülüğüdür. Porto Alegre’de geçmişi 1940’lara kadar uzanan semt hareketlerinin Brezilya solu ile yakın ilişkisi vardı. Hareketin temel talepleri, konut, temel altyapı hizmetleri ve sosyal hizmetler alanında yerelliklerde yaşanan sorunların çözümüne odaklanmıştı. Bu hareketler, askeri darbe sonrasında da devam etti. 1970’lerin ortalarında askeri yönetimin ilk seçim yenilgisi (ARENA yerine devrimci demokrat hareketleri de kapsayan MDB’nin seçilmesi) ardından, belediye konut ve kent geliştirme programları geliştirildi. 1978-79 yılları arasında, kayıtlı standart altı konutlara (yani konutların yaklaşık yarısına) altyapı ve kent hizmetleri götürüldü. Ayrıca yine bu dönemde MDB, semt hareketlerinin taleplerine ve baskılarına yanıt vererek, yönetimde olduğu kentlerde katılımcı politikalar uygulamaya başladı. Bu dönemde kurulan semt meclisleri, semt örgütlerinin daha da güçlenmesiyle sonuçlandı. Farklı semtlerdeki hareket ve örgütler; Bölgesel Koordinasyon, Gecekondu Sakinleri Birliği (UAMPA) Halk Konseyleri gibi çatı örgütleri altında birleşmeye başladı.
Bunlar arasında en önemlisi UAMPA oldu. UAMPA’nın kurulması, tüm semt örgütlerini bir çatı altında topladı. Örgütün baştan itibaren PT ile yakın ilişkileri bulunuyordu. Bu örgütler, PT’nin seçimi kazanmasından çok önce yerel yönetimin ve özellikle de belediye bütçesinin demokratikleşmesi talebini yükselttiler. Örneğin 1985’te, UAMPA’nın kuruluş kongresinde bir katılımcı bütçe önergesi sunuldu.
Semt hareketlerinin burada kısaca aktarılan tarihçesinden de anlaşılabileceği gibi, yerel yönetime katılım özellikle 1980’lerle birlikte en önde gelen talepleri arasında yer almaktaydı. Bu talebin öne çıkışında, askeri yönetime karşı mücadelenin, dünyadaki pek çok diğer örnekte olduğu gibi, bir demokrasi mücadelesine kilitlenmesinin önemli etkisi vardır. Demokrasinin yerel yönetime katılım şeklinde formüle edilmesini ise, neo-liberal ideolojinin demokratikleşmeyi desantralizasyonla özdeşleştirmekte ve bu özdeşliği ideolojik bir zaaf içindeki sola kabul ettirmekteki başarısında aramak gerekir. Ayrıca yukarıda da bahsettiğimiz gibi, kent topraklarının büyük bir kısmını elinde bulunduran “kent ağalarının” askeri yönetimle yakın ilişkileri ve kentsel rant dağıtımında bu yerel klientalist ilişkilerinin güçlülüğü, kentsel hizmetler eksenli mücadele yürüten hareketlerin gündemine rant dağıtım mekanizmalarında etkinlik kurmayı sokmuştur. Dolayısıyla katılımcılık, aynı zamanda bürokratik süreçlerdeki klientalizmin panzehiri olarak da öne sürülmüştür.
Bu gelişmeler, PT’nin 1989 seçimlerindeki seçim çalışmalarını ve propagandasını çok büyük ölçüde şekillendirdi. PT, 1989 federal seçimlerinde seçim propagandasını yerel yönetimlere halkın katılımı üzerine yoğunlaştırdı. Katılımın aracı olarak ise, halk konseylerinin kurulmasını öne çıkardı. 2 Nitekim, PT’nin yerel seçimlerdeki başarısının en önemli nedeni, semt hareketlerinin taleplerinde önemli yeri olan katılımcılık konusunda somut önerilerle halkın karşısına çıkması ve bu hareketlerin temsilcisi konumuna ulaşmasıydı. Bunun en önemli ispatlarından biri de, MDB’nin devamı olan PMDB partisinin seçimlerdeki başarısızlığıydı. Kökeni semt hareketleri tabanına dayalı MDB’den gelen bir partinin gitgide ulusal parlamento içi tartışmalara gömülerek bölgede yerel örgütlenmesini likide etmesi, semt hareketlerinin PMDB’den kopmasına yol açtı. PT, özellikle Porto Alegre yerelliğinde, bu boşluğu doldurarak semt hareketlerini kendine çekebildi. Ve tüm bu koşullar altında PT yerel yönetime geldiğinde, kendisini doğuran toplumsal hareketliliğin talepleri ve bizzat kendi programı gereği katılımcılık başlığında adımlar attı.
O halde katılımcı bütçenin, halkın siyasal alana katılımı talebini yansıttığı ve bu katılımın bir aracı olduğu söylenemez mi? Tartışmanın düğümlendiği nokta tam da burasıdır.
En başta şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: Belediye bütçesinin belli bir bölümünün ne şekilde harcanacağına dair söz hakkına sahip olmak, siyasal katılım anlamına gelir mi?
Bu sorudaki tuzak, “siyasal katılım” kavramında yatmaktadır. Yerel yönetimler düzeyinde, “işin doğası gereği”, bir siyasal katılım tanımlanamaz. Kuşkusuz bu yerel yönetimlerde katılımın olamayacağı anlamına gelmemektedir. Gerçekleşemeyecek olan, “siyasal katılım”dır. Çünkü siyaset üretiminin ölçeğiyle yerel yönetimin ölçeği birbirinden farklıdır. Siyaset üretiminin ölçeği, siyasal iktidarın ölçeğidir. Bu, yerel yönetimlerin siyaset dışı olduğu anlamına gelmez. Tersine, yerel yönetim, siyasal iktidarın toplumu yönetmesini sağlayan devlet organizasyonunun bir aracı, bileşenidir. Yani siyasetin üreticisi olmasa da, siyasetin yerellikteki yeniden üreticisi veya uygulayıcısıdır. Dolayısıyla siyaset tarafından üstbelirlenir. Bu uygulama / yeniden üretim sürecinde siyasetin bazı başlıkları yerel yönetime devredilir. Bu devrin sınırları ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, özellikle neoliberal politikalarla beraber, Porto Alegre dahil tüm dünyada en önem kazanan iki başlık, kamuculuk / özelleştirmecilik ve merkezi planlamacılık / piyasacılık politikaları olagelmiştir. Bu devrin yerelliklerin siyasi inisiyatifini geliştirme limiti ise, merkezi politikaların bütünselliğine uyumla belirlenir. Desantralizasyonun oldukça ileri aşamaya vardığı Brezilya’da dahi, sermaye politikalarının ihtiyaçları gereği belediyelerin mali kaynaklarından kesinti yapılarak bu kesintiler federal düzeye aktarılabilmektedir. Örneğin geçtiğimiz yıllarda çıkartılan bir kanunla belediyelere gönderilmesi gereken vergi gelirlerinden kesinti yapılarak ihracat teşviki verilmiştir. Daha da önemli bir örnek de, borç ödemeleri konusunda tüm alt idari birimlerin merkezi hükümete bağlılığı. Merkezi hükümet, Brezilya’nın dış borçlarının kendi belirlediği oranda bir kısmını eyalet yönetimlerine, eyalet yönetimleri ise belediyelere aktarıyor. Bu şekilde tüm eyalet ve belediyeler, merkezi hükümet eliyle yürütülen dış borç ödemelerini kendi bütçelerinden karşılamak zorunda bırakılıyor.
Yani, piyasa ekonomisinin hakim olduğu bir ülkede, hiçbir yerel yönetimin bununla uyumsuz politikaları uygulayacak bir “özerkliğe” kavuşması mümkün değil. Sermaye politikalarına işlerlik kazandıran, sermaye iktidarıdır ve sermaye iktidarının ölçeği, sermaye birikim süreçlerinin ölçeğiyle belirlenir. Dolayısıyla yerel yönetimler üzerinden bütünsel bir “siyasal katılım” süreci tanımlamak mümkün değildir. Yerel yönetimlerde katılım kavramını, yönetimin uygulamalarına katılım olarak tanımlamak mümkündür.
Buna karşılık olarak liberal tezler ise, söz konusu katılım süreçlerini “siyasal katılım” başlığında ele alarak siyaset ve iktidar kavramlarının içini boşaltmaktadır. Bir başka deyişle, yerel yönetimlere katılımı siyasal katılım olarak tanımlamak, aslında yerel yönetimleri depolitize etmek anlamına gelmektedir. Çünkü, çözüm adresi olarak yerel yönetimlerin gösterilmesi, yerel yönetimlerin doğaları gereği belirleyici olamayacakları siyaset başlıklarına ve dolayısıyla sermaye sınıfının politikalarına dokunulmazlık kazandırmaktadır. Bu da yerel yönetimlerde özelleştirmelerin yoğunlaştırılmasının, ülke ölçeğinde planlamanın ve kentsel planlamanın rafa kaldırılmasının, yerel yönetim örgütlerinde “projeciliğin” öne çıkarak siyasi program / projelerin, partili kimliklerin ve ideolojilerin geriye çekilmesinin önünü açmaktadır. Liberal solun Porto Alegre’deki özelleştirmeler konusundaki sessizliğinde, yerel yönetimci stratejinin payı büyüktür. Siyasal iktidar ölçeğinde belirlenen bu politikalar bir kere dokunulmazlık kazandığında, yine aynı ölçekte belirlenen sermaye birikim süreçleri ve mülkiyet ilişkileri de dokunulmazlık kazanır. Sorun bir mülkiyet sorunu olmaktan çıkarak, “yönetim sorunu” haline gelir. İşin yönetim boyutunda “katılımcılık” sağlandığında ise, tüm sorunlar çözülmüş olur.
Bir başka deyişle, yerel yönetimler sermaye iktidarının merkezi politikalarının zincirinden kurtulamazken, merkezi iktidar emekçi halka karşı siyasi sorumluluğun zincirinden kurtulmaktadır.
Bu bağlamda, yerel yönetimlerde desantralizasyonu şart koşan, 1985 tarihli Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın şu maddesi son derece anlamlı:
Yerel makamların mali kaynaklarının en azından bir bölümü oranlarını kendilerinin kanunun koyduğu sınırlar dahilinde belirleyebilecekleri yerel vergi ve harçlardan sağlanacaktır.
Emperyalistler bu koşulun önemini yorumlarken, “yurttaşların yerel makamları muhatap alması”na vurgu yapıyorlar. Yani emekçiler, ülkenin iç ve dış borç yükünü sırtlamak için sürekli daha fazla vergi yükü altında ezilirken, hesabı emperyalizme bağımlı sermaye iktidarından değil, belediye başkanlarından soracaklar. Belediye başkanı ise, “eldeki kaynak bu kadar, siz şu yüzde 10’u aranızda paylaşın” diyecek, bunun adı da siyasal katılım olacak.
Bu yönüyle katılımcı bütçe uygulaması, neo-liberal politikalara bir başkaldırıya değil, sermaye politikalarının onay merciine dönüşmektedir. Katılımcı bütçenin başlatılma gerekçesi de bunu göstermektedir: PT, yerel yönetime geldiğinde, belediye bütçesinin verili durumu hakkında halkı bilgilendirme amacıyla bir dizi halka açık toplantı düzenleme kararı aldı. Toplantıların ana teması, “kaynakların sınırlılığı, buna karşın ihtiyaçların sınırsızlığı”ydı. Üstelik desantralizasyon süreciyle belediyelerin omzuna yüklenen görevleri karşılayabilecek mali kaynak yoktu. Bunun için, farklı bölgeler ve hizmetler arasında bir tercih yapmak gerekiyordu. Yani semt ölçeğinde hangi hizmetlere “öncelikli olarak” ihtiyaç duyulduğu belirlenecek; diğer ihtiyaçların karşılanması ise ertelenecekti. Semt hareketleri ve örgütlerinden temsilcilerin katıldığı müzakerelerde 1991 bütçesi tartışıldı. Örgüt temsilcileri, kaynakların bölgeler arasında dağıtımı konusunda belli objektif kriterler belirlenmesini kararlaştırdı. Sonrasında bu toplantıların her yıl düzenlenmesi ve belediye bütçesinin bir kısmının bu toplantılarda belirlenen önceliklere göre kullanılması kararlaştırıldı. Aynı Dünya Bankası’nın başarılı bir desantralizasyonu tanımlarken belirttiği gibi:
Yerel toplulukların … hizmetlerin maliyeti, hizmet sunum seçenekleri ve kaynakların durumu hakkında bilgilendirilmeleri gerekir. Brezilya, Porto Alegre’deki katılımcı bütçe, bu koşulu yaratmanın yollarından biridir.
Dolayısıyla, siyasal tercih ve iradenin bu şekilde dışlandığı, yani yerel yönetimlerin uygulamalarına katılımla sınırlı olan KB, kapitalizmin meşruiyetini artıran bir araç olmaktadır. Kaynakların kısıtlılığı veri kabul edilmekte, toplumdan eldeki kaynaklara göre belli hizmetleri tercih etmeleri, yani belli hizmetlerden vazgeçmeleri, dayatılmaktadır. Bu yapılırken, halkın örneğin yerli ve emperyalist sermayenin belediye bütçesine bindirdiği borçları ödememek ya da yatırıma ayrılacak payı yüzde 10’dan 20’ye 30’a yükseltmek gibi bir “şıkka oy verme” olanağı bulunmamaktadır. Üstelik, tam da neo-liberal tezlerin dayattığı gibi, halk belli hizmetleri talep eden bir “müşteri” konumuna sokulmaktadır.
Bunun yanı sıra, “kısıtlı kaynakları” paylaşım için emekçileri bölen bir rekabet yaratılmaktadır. Bu bağlamda katılımcı bütçenin halkı birleştirdiği iddiası tamamen gerçekdışıdır. Özelleştirmelere, borç ödemelerine, kamu hizmetlerinin metalaştırılmasına dokunmayan katılımcı bütçe süreci boyunca emekçiler, kendi mahalleleri ya da çalışma alanları için diğer emekçiler aleyhine pay koparmak kavgasına düşmektedir. Yani “işçilerle halk karşı karşıya” gelirken, aslan payı sermayeye düşmektedir. Kamu emekçilerinin ücret ve emeklilik fonlarının federal düzeyin altına çekilerek sağlık, eğitim gibi hizmetleri özelleştirmek için kullanılmasını içeren düzenlemenin (Camata Kanunu ile ilgili düzenleme) katılımcı bütçe sürecinde kararlaştırıldığını hatırlatalım. Burada emekçiler iki kere aldatılmıştır. Hem kamu emekçileriyle aralarında bir çıkar çatışması tarif edilmiş, hem de hizmetlerin özelleştirilmesinin onlara daha iyi bir yaşam sunacağı iddia edilmiştir.
Belediye yönetimine katılım dendiğinde, liberallerin dillerinden düşürmedikleri bir kavram da şeffaflık. Yönetimin şeffaflığı sayesinde halkın yönetimi denetleyebildiği, dolayısıyla onun bir parçası olabildiği iddia edilmektedir. Gerçekten de katılımcı bütçe toplantılarına katılanlara belediye bütçesi hakkında ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Ancak bu bilgilendirme, diğer yandan bir “bilgi kirliliği” anlamına da gelmektedir. İlgili alanda uzmanlığı olmayan biri için hiçbir şey ifade etmeyen rakamların çıplak haliyle pek çok saldırı politikasını meşrulaştırmak için kullanılması, sermayenin sık sık başvurduğu bir yöntemdir. Halkın bilgilendirilmesinin ne anlama geldiği, Dünya Bankası’nın yaptığı katılım tanımından da açıkça anlaşılıyor. Buna göre, halkın bütçenin durumu hakkında bilgilendirilmesi, kıt kaynakları veri alan “gerçekçi” projelere angaje olmasını sağlamaktadır. Bir başka deyişle, bir yandan kapitalizmin kısıtları deşifre edilirken, diğer yandan “kaynak kıtlığı” argümanının halk tarafından sahiplenilmesi sağlanmakta ve aslında sermaye iktidarı önemli bir siyasal yükten kurtulmuş olmaktadır. Dolayısıyla katılımcı bütçe halkı iktidara çıkarmak yerine, sermaye politikalarını halka indirmektedir. Bu süreçte emekçilerin hissesine düşen ise, iktidarda değilken iktidardaymış gibi düşünme yanılgısıdır.
Burada bir parantez açıp yönetişim tartışmalarına da kısaca değinmek mümkün. Sermaye sözcülerinin kullanmayı çok sevdikleri “yönetişim” kavramı, yöneten-yönetilen ayrımının sona erdirilerek herkesin “yöneten” konumuna gelmesini ve böylece yönetim fiilinin anlamsızlaşarak yerini “yönetişim”e bırakmasını imliyor. Yönetişim kavramının bu ölçüde öne çıkarılmasının nedeni, temelde siyasal yönetim fiilini karşısına alması. Buna alternatif olaraksa, siyasi iradenin ve tercihlerin değil, “uzmanlıkların” belirleyici olması öneriliyor. Siyasal sorumluluğu belli alanda uzmanlıkla ikame eden bu yaklaşımın vardığı nokta, siyasal yönetimi teknokratların yönetimine devretmesi. Teknokrasi güzellemesi yapanların aynı zamanda demokrasi havariliğine soyunması da işin cabası. Oysa teknokrasi, tanımı gereği, siyasal katılımı ve müdahaleyi dışlar. 3
Konunun şeffaflıkla ilişkisi ise şurada: Katılımcı bütçe sürecinde de, kararlar yaratılan bilgi kirliliği üzerinden alınıyor ve bu verileri okuyup kararlar alabilecek kurullar oluşturuluyor. Katılımcı bütçe toplantılarında bir üst aşamaya geçtikçe “uzmanların” ağırlığı artıyor ve son aşamada karar teknokratlar tarafından alınıyor. Böylece örneğin sağlığın özelleştirilmesi, siyasal bir karar olmaktan çıkarak teknokratların karar verebileceği bir “uzmanlık konusu”na dönüşüyor.
Son olarak, şeffaflık adı altında özelleştirmelere dair verilerin halka sunulması, ülkeyi dolandırmadan da özelleştirme yapılabileceği argümanına zemin sunmaktadır. Oysa dolandırıcılık sadece ihalelere fesat karıştırmaktan ibaret değildir; özelleştirmenin kendisi bir sahtekarlıktır. “Göstere göstere özelleştirmek” ile “babalar gibi satmak” arasında herhangi bir fark yoktur. Sermayenin utanmazlığına “şeffaflık” diye methiye düzmek, solun işi değildir.
Katılımcı bütçe bir örgütlenme aracı mı?
Katılımcı bütçenin sol mücadele ile ilişkilendirildiği bir başka başlık da, bu sürecin bir örgütlenme aracı olabileceği düşüncesi. Katılımcı bütçenin bir siyasal katılım aracı olarak görülmesi mümkün olmasa da, sol hareketin kitlesel örgütlerle ve emekçi halkla buluşmasını sağlayacak bir araca dönüştürülmesi mümkün olamaz mı?
Bunun mümkün olduğunu düşünenler ispat olarak, Brezilya İşçi Partisi ve diğer solcu partilerin oluşturduğu Halk Cephesi’nin 4 Porto Alegre’de oy oranını her seçimde arttırmasını öne sürüyorlar. Bu artışın nedeninin ise, PT’nin katılımcı bütçe aracılığıyla yatırım ve hizmetleri kendi tabanına kaydırması olduğu söyleniyor.
Gerek oy artışı, gerekse de bu artışta katılımcı bütçenin rol sahibi olduğu doğru. Ancak eğer bir sol partiden söz ediyorsak, oy artışını kendi başına ele alamayız. Örgüt teorisi üzerinde uzun uzadıya duracak değiliz; ancak sosyalist partiler için örgütlenmek demek, konumuzu doğrudan ilgilendiren en basit haliyle, düzen alternatifi siyasi programınıza şu ya da bu düzeyde bağlanmış insan ve kitlelerin genişletilerek mücadeleye kazanılmasıdır. Bağlanma noktası ülkeden ülkeye, dönemden döneme ve kesimden kesime değişebilir. Nitekim belediyelerin yetki alanı içinde tarif edilen kamu hizmetlerine ulaşmanın emekçiler için gitgide imkansızlaşması, bağlanmanın nedenlerinden biri olabilir. Ancak önemli olan, bu bağlanmanın bir siyasi programla ilişkilendirilmesidir. Yani yerel yönetimi kazanmış bir sosyalist parti, “mahalleden partiye oy çıkarsa, otobüs hattı buraya uzanır” değil, “ülkenin ulaşım sorununu sosyalizm çözebilir” dedirterek büyürse, örgütlenmiş sayılır. Bunun bir uzantısı olarak da, yerel yönetime gelen bir sosyalist parti “iktidara gelmiş gibi” değil, hâlâ “iktidara gelmek için” siyaset yapar. Aksi takdirde partinin hem kendisinin, hem de emekçilerle ve çeşitli kitle örgütleriyle ilişkisinde bir hedeften sapma / yozlaşma yaşanması kaçınılmazdır. Tabii ki bir sapma tarif edebilmek için, partinin kendisinin bir sosyalist iktidar perspektifi olmalıdır. Oysa Porto Alegre’cilikle sosyalist harekette tasfiye edilen, tam da bu perspektiftir. Bunun genel olarak Brezilya soluna ve özelde PT’ye bedeli ağır olmuştur.
Bedellerin ilki, neo-liberal politikaları yerellikte uygularken sermaye sınıfı ile girilen ilişkidir. Burada sadece sermaye politikalarının baskısının partinin ideolojisi ve siyasetinde yarattığı “dolaylı” etkiler değil, aynı zamanda yerli ve yabancı sermayedarlarla kurulan doğrudan ilişkilerin partiyi kuşatması söz konusudur. Porto Alegre’deki belediyecilik deneyimi, PT’yi düzen içine çekmekte sermaye iktidarına bulunmaz bir fırsat sunmuştur. Ancak, en kötüsü, PT de bunu belli yönleriyle bir fırsat olarak tarif etmiştir. PT’nin fırsat olarak tarif ettiği, tabanını sadece emekçi kitleler arasında derinlemesine değil, farklı “toplumsal kesimleri” de kucaklayarak genişlemesine büyütebilme olanağıdır. Bu yeni toplumsal kesimlerin arasında ilk sıraya, hizmetlerin özelleştirmesiyle kendilerine de emperyalist sermayenin yanında bir rant kapısı açılan yerel sermaye gruplarını yazmak gerekir. Örnek olsun, yerel kredi kuruluş Portosol’un PT politikalarına müteşekkir olduğunu tahmin etmek için uzun uzadıya tahlillere girişmeye gerek yok. Yerel sermaye grupları, her durumda kendisini bir kredi kuruluşu olarak örgütlemek zorunda da değil. “Alternatif hizmet” sunan sivil toplum örgütlerinin de özelleştirmelerden pay kapan sermaye kuruluşlarından başka birşey olmadığı açıktır.
PT ile sermaye arasında kurulan bu ilişkileri, katılımcı bütçe üzerinden de gözlemlemek mümkün. Katılımcı bütçe toplantılarında yukarıya, yani karar yetkisine sahip üst organlara doğru çıkıldıkça, sermaye örgütlerinin temsilcileriyle karşılaşıyoruz.
Konuya ilişkin bir başka örnek, katılımcı bütçenin uygulanmaya başladığı ilk yıllarda PT ve diğer partiler arasında yaşanan pazarlıklar. PT, Porto Alegre belediyesi yasamasında hiçbir zaman çoğunluğa ulaşamadı. Belediye meclisi, ağırlıklı olarak PDT’nin kontrolünde oldu. Altyapı yatırımlarının tümü katılımcı bütçe kapsamında olduğundan ve katılımcı bütçe toplantılarına katılan semt örgütlerinin çoğu PT’ye yakın olduğundan, PDT’nin altyapı çalışmalarından ve de özelleştirmelerden kendi tabanına rant dağıtması zorlaştı. Sonuç olarak, semt örgütlerinin yanı sıra meclis üyelerinin de katıldığı katılımcı bütçe toplantılarında yoğun pazarlıklar yapıldı. Pazarlık başlıklarından biri de belediye işlerinde (yol ve konut yapımı vs.) dönen rantın paylaşımıydı. Belediye kaynaklarını seçmen tabanına dağıtma olanağı kısıtlanan PDT’nin ısrarı sonucu, partinin meclis üyelerinin Belediye Konseyi’nde liderlik yapmasının yolu açıldı. Böylece PT, hem aralarında yerel sermaye gruplarının ve sözcülerinin de yer aldığı meclis üyelerinin yolunu açtı, hem de “klientalizm” adı altında eleştirilen ve desantralizasyona gerekçe gösterilen ilişkiler eskisi gibi devam etti.
Bu ilişki ve pazarlıkların, PT’nin düzeniçileştirilmesinde rol oynamadığı düşünülemez. Bunun bir boyutu, sermaye ile PT arasında kurulan ilişkilerse diğer boyutu da PT’nin semt hareketleriyle ilişkisindeki yozlaşmadır. Çünkü aynı zihniyetin halk örgütleriyle ilişkilerdeki karşılığı, bu örgütlerin PT’ye belli kurumsal düzlemlerde destek olmaları karşılığında kaynak paylaşımında yüksek yap almalarıdır. Doloyısıyla yozlaşma, ilişkinin siyasal ve sol bir zeminden çıkmasıyla bağlantılıdır ve her iki taraf – yani hem PT hem semt örgütleri – açısından geçerlidir. İkinci bedel budur.
Semt örgütlerinin genelinin deteğini alarak yönetime gelmiş olan PT, yönetimde olduğu sürece ilişkileri geliştirmek için katılımcı bütçeyi devreye soktu; kendisine destek veren semt hareketlerinin KB’de yerel düzeyde iktidara gelmesiyle birlikte Porto Alegre gibi kentlerde etkilerini arttırdılar. Hem PT içerisindeki gruplarıyla (PT içerisinde yeni sendikacılık, kentsel ve kırsal alanlardaki yeni sosyal hareketler ve Katolik Kilisesi ile bağlantılı hareketlerden gelen kadrolar önemli bir yönetici ve üye kaynağıdır) hem de kendi örgütsel gövdeleriyle birlikte özellikle katılımcı bütçe gibi araçların devreye sokulmasıyla, yerel yönetimin paylaşımında pay aldılar. KB uygulamaları da semt örgütlerinin sayısını ve bunlara üyeliği arttırdı. Çünkü bu örgütlere üye olmak demek, pek çok hizmete (ve hatta kimi zaman ihalelere) kolaylıkla erişim anlamına geliyordu. Bunda PT’nin katılımcı bütçe aracılığıyla kaynak aktarımının kriterleri arasına o bölgenin toplantılara katılım oranını eklemesinin de etkisi vardır. Yani bir semtte katılımcı bütçeye katılanların sayısı ile o semtin bütçeden alacağı pay arasında ilişki kuruldu. Tüm bu nedenlerle kısa süre içinde Porto Alegre’deki semt örgütlerinin sayısı 300’den 540’a çıktı. 2000 yılında bu örgütlere üye olanların üçte birinin, KB’den önce üye olmadığını belirtiyor.
Bu örgütlülüğün siyasallaşmaya koşut bir örgütlülük olmadığı açıktır. Aynı tespiti, siyasal partilere örgütlülük oranlarında da gözlemlemek mümkün. Katılımcı bütçeye siyasal partiler ve sendikalar üzerinden katılım; sadece semt örgütleri üzerinden değil, dinsel ve kültürel örgütler üzerinden gerçekleşen katılımdan da çok daha azdır.
Doğrudan siyasi parti üyesi olmayanların katılımındaki artışın depolitizasyonla ilişkili olduğu tezi, kuşkusuz bu örgütlerin depolitizasyonu ile ilgili. Bir siyasal partinin farklı örgütsel zeminleri kendisi ile halk arasında bir ara yüzey olarak tarif etmesi tabii ki mümkündür. Ancak PT, bu örgütleri kendi siyasal programını taşıyacağı bir ara yüzey olarak değil, bir tür “müşteri – tüketici” birliği ve giderek de muhalefetin kontrolündeki yasamaya karşı yürütmenin gücünü arttıracak bir güç olarak görmeye başlamıştır.
Parti ile kendiliğinden hareketler ve kitle ilişkisindeki yozlaşmanın pek çok somut göstergesi bulunuyor. Birinci olarak, PT’nin Porto Alegre’de on yıldır yürütmeyi elinde tutmasına rağmen, hiçbir zaman sağ partilerin yasamadaki üstünlüğünü kıramamış olmasıdır. Halk PT’ye oy veriken siyasi programı veri alsaydı, belediye başkanlığındaki seçim sonuçlarının belediye meclisine de yansıması gerekirdi. Oysa kitlesel halk örgütlerinin PT’ye desteği, kaynak dağıtımı sürecine daha etkin bir konumda olan yürütmeyle sınırlı kalmıştır. Aynı değerlendirme, PT’nin Rio Grande do Sol eyalet yönetimi seçimini kaybetmesi için de geçerlidir. Bu yenilgiden de anlaşılabileceği gibi, partinin rant dağıtım mekanizmalarına yaslanan oylarını korumasına, siyasi bağlanmaya dayanan oylarda bir azalma eşlik etmektedir. Bu oy kaybında KB yavaşlatıcı değil, adeta bir katalizör görevi üstlenmiştir. Bir PT ve semt örgütü üyesi olan, partinin “siyasi kadrolarından” birinin, eyalet yönetiminin kaybedilmesi hakkında söylediği şu sözler bir kenara kaydedilmeli:
“İnsanlar aptal değil. Başlangıçta, bize söylediklerine inanmıştık. Nihayet insanların bütçe önceliklerini belirlemek konusunda bizim de sesimiz duyulacaktı. Ve her şeyin bir gecede değişemeyeceğini anlayarak, sabretmemiz gerekiyordu. Ancak zamanla gördük ki, bizim öne sürdüğümüz öncelikler, gözden geçirme ve uygulama sürecinde asla seçilmiyor. Bize her zaman, sizden kötüleri de var ve sizin sorunlarınız öncelikli değil dendi.
Zaman içerisinde neler döndüğünü anladık. Anladik ki, bu ‘katılımcı’ sürecin işlediği PT belediyeleri, Brezilya halkına tek kuruş yardımda bulunmayan yabancı yatırımların borçlarını ödemekle meşgul. Biz böylesine acı çekerken, kaynaklarımız üzerinde spekülasyonlar yapan bu zenginler ve ultra zenginlere neden borçları geri ödeyelim ki! Bize, borç ödemeleri tartışılamaz ya da karşı çıkılamaz dendi. Bunun neresi demokratik?
… En önemlisi de, temel ihtiyaçlarımızın karşılanamadığını ve her şeyin aslında daha da kötüye gitmekte olduğunu gördük. … İnsanlar bunu, ‘katılımcı bütçe’ sahtekarlığı aracılığıyla gördü ve artık daha fazla bu oyunu oynamak istemiyor.” 5
İlişkinin PT tarafından bu ölçüde siyaset dışı tanımlanması, bir siyasal partinin yönlendiriciliği olmadan, kendi başına ele alındığında “eşyanın tabiatı” gereği kendini siyaset dışı zeminlerde var eden semt örgütlülüklerini de etkilemiştir. Semt örgütlerinin tüm mesaisi, bütçede neo-liberal politikaların sürekliliği için gereken kısım ayrıldıktan sonra kalan yaklaşık yüzde onluk kısmın kendi semtine aktarılması için, karar verici organlarda koltuk kapma çalışmalarına yönelmiştir. Dolayısıyla katılımcı bütçe, en temel hakları için örgütlenen emekçileri sosyalizm kavgasına değil, rant paylaşımında elini güçlendirme kavgasına kilitlemektedir.
Üstelik tüm bu süreç sadece semt örgütlerini değil, ülkenin en önemli sendikal örgütlülüklerini de kuşatmaktadır. Sendikalar da ana mesailerini, işçi sınıfını örgütlemek yerine bu toplantılarda koltuk pazarlıklarıyla karar süreçlerini etkilemeye ayırmıştır.
Burada bir parantez açıp kentsel hizmetler ve semt sorunlarını eksen alan mücadele gündeminin ülke işçi sınıfı hareketini eriten etkisine değinmek gerekiyor. Bilindiği gibi, özellikle son yirmi yıldır solun gündemini bir “yeni sosyal hareketler” tartışması işgal ediyor. İşçi sınıfını hareketi de bu çok parçalı “hareketler” bütünü içinde “eşitlerden biri” olarak tanımlanıyor. Brezilya’da yeni sosyal hareketler kodlamasında en etkin rol, semt örgütlerine düşüyor. 1970’lerin sonlarında ülke işçi grevleriyle sarsılırken ve PT’nin kendisi de asıl yükselişini bu işçi eylemlerine borçluyken, 1980’lerle birlikte semt hareketleri, işçi sınıfını da yerelliklere bölerek, sol hareketlilik içinde adeta “öncülük rolü” kazanmaya başlıyor. Bu öncülüğün oluşumunda, katılımcı bütçe gibi uygulamaların semt örgütlerine sağladığı etkinliğin önemi gözden kaçırılmamalıdır. Sonuç olarak, işçi sınıfı hareketi dahi “kentsel hizmetlere ulaşma” hedefine kilitlenmiş semt hareketlilikleri içerisinde eritilmiştir.
Bu erimenin mutlaka sendikalardan semt örgütlerine doğru bir üye veya güç kayışı şeklinde olması gerekmemektedir. Sorun, katılımcı bütçenin sendikanın varlık nedenini hedef alan pazarlıklara sahne olmasıdır. Belediye işçilerinin ücretleri azaltılırken, sendikaların da buna onay verir hale gelmesinin başka bir açıklaması olabilir mi? PT’nin, kendi tabanını teşkil eden örgütlere KB’nin karar mekanizmalarında yer vermesiyle KB Konseyi’nde bir temsilcisi bulunan Belediye İşçileri Sendikası’ndan (SIMPA) bir yöneticinin şu sözleri, katılımcı bütçenin işçi sınıfı ve örgütleri üzerindeki kuşatmasını yeterince açıklıyor:
SIMPA bugün kendini, katılımcı bütçenin dayattığı konsensüse uymak için sendika üyelerinin talepleri ile diğer örgütlerin talepleri arasında “hakemlik” yaparak uzlaşmaya varma zorunda hissediyor. 6
Üstelik bu sadece, işçi sınıfı hareketinin semt örgütleri içerisinde eritilmesi değil, bizzat semt hareketlerinin devrimci dinamiklerinin de likide edilmesidir. Semt hareketlerine kendi başlarına sırtlayamayacakları misyonlar yüklenmiştir. İşçi sınıfının kamucu mücadelesi olmaksızın semt hareketlerinin kentsel hizmetler mücadelesi, bütçenin sermayeye kaynak aktarımı dışında kalan yüzde onluk kesimi içerisinden pay kapma çabasından ve bu yüzde onun bir kısmını da altyapı yatırımlarında görev alan özel kuruluşlara aktarmaktan öte bir sonuç vermemiştir.
Katılımcı bütçe toplantılarında kendi istediği kararları geçirmek için koltuk savaşına sıkışıp kalan semt örgütlerinin bir tür örgütsel özlikidasyona sürüklenmesini kendi ağızlarından aktaralım. Yine PT’nin desteğiyle KB Konseyi’ne bir temsilci gönderen ve bugün artık kongresini bile yapamaz bir hale gelen UAMPA’nın başkanı Pedro Lopes, PT’nin yayın organı O Trabalho gazetesine şunları söylüyor:
UAMPA, bir mücadele örgütü olarak kuruldu. Sefalete karşı eğitim, barınma, ulaşım uğruna verilen mücadelenin ön cephelerinde yer aldık. Belediye otobüs işletmelerinin özelleştirilmesine karşı mücadele ettik.
UAMPA, sonrasında yavaş yavaş katılımcı bütçe aracılığıyla sefaletin yönetişimi içine çekildi. Bunu hiç sorgulamadık. Hatta belediye binasında hoş bir büro, fotokopi makineleri için fon dahi aldık. Bunların bir kısmı bir zafer olarak ele alınabilirken, diğerleri ise sadece bir kazanç olarak görülebilir.
Bugün artık kendi kongremizi bile düzenleyemez haldeyiz.
Katılımcı bütçenin forumlarında kaybolduk gittik. 7
KB ve bürokrasi ya da “katılımcı bürokrasi”
KB’nin “panzehiri” olarak sunulduğu bir başka sorun da devlet aygıtının bürokratik hantallığı. Aslında neo-liberalizmin ideologlarının diline pelesenk olan “bürokratik hantallık” eleştirilerinin arkasında, özellikle peşinden “yerindenlik” güzellemeleri geliyorsa, her zaman bir merkezi planlamacılık düşmanlığı yatar.
İşçi sınıfı iktidarının ve sosyalist devletin en vazgeçilmez araçlarından biri olan merkezi planlamaya dönük saldırılar, yerelciliğin ideolojik repertuarında en çok vurgulanan ve en çok karşımıza almamız gereken başlıklardan biri. Aslında yerelciler, planlamaya değil, planlamanın merkeziliğine karşı olduklarını iddia ediyorlar. Buna alternatif olaraksa, her yerelliğin kendi taleplerinin öne çıkacağı, bir planlamacılığı öneriyorlar. Oysa planlamanın temel koşullarından biri de, üretimin sosyalizasyonu. Bu ilkeyi yerel yönetimler sorununa uyarlarsak, etkin bir planlamanın yolu, üretimin ve hizmetlerin mümkün olan en büyük ölçekte planlanmasıdır. Aksi takdirde ekonomi içinde stratejik kararların alınması mümkün değil; oysa planlama tek tek milyonlarca sorunla ilgilenmeyi değil, tam da bu stratejik kararların alınmasını içeren bir süreç.
Bu bağlamda, “bürokratik hantallık” ile merkezi planlamacılık arasında kurulan neden – sonuç ilişkisi de son derece yanlış ve tersine çevrilmesi gerekiyor. KB, merkezi planlamacılığın olmadığı yerde, en basit bir kararı almanın bile nasıl bir yıla yayılan bürokratik süreçleri gerektirdiğini gösteriyor.
Katılımcı bütçe süreci nasıl işliyor, kısaltabildiğim kadar kısaltarak, aktarmak istiyorum: 8 Katılımcı bütçenin ne şekilde kullanılacağının belirlenmesi için, mart ayı başından yıl sonuna kadar pek çok toplantı yapılıyor. Kent 16 bölgeye bölünmüş durumda ve halkın altı tema arasından üç öncelik belirlenmesi isteniyor: 9 Ulaşım ve trafik (yol ve cadde yapımı dahil), eğitim ve spor, sağlık ve refah, dinlenme ve kültür, ekonomik kalkınma ve vergilendirme. Önce 1. basamak bölgesel yönerge toplantılarında bu öncelikler belirleniyor, ardından 2. basamak tematik bölgesel kalkınma toplantıları, sonra 3. basamak kamusal ilçe belediyeleri toplantıları ve bu son basamakta 3 aşamalı oylama (1. aşamada gelişim politikaları, ikinci aşamada kamusal yapı politikaları, üçüncü aşamada delegasyon seçimi) gerçekleştiriliyor. Bu üç basamakta hiyerarşik olarak sıralanan talepler, Planlama Kabinesi (GAPLAN) tarafından analiz ediliyor. Bundan sonra, seçilen iş ve hizmetleri onaylamak için beş Tematik Komisyon tarafından hazırlanan belgelerin analizine geçiliyor. Ardından belediye, kendi planlama göstergesini hazırlıyor. Ve nihayet GAPLAN, bu üç aşamalı planlama analizinden sonra ilk bütçe taslağını hazırlıyor. Bu taslak Kent Mali Komisyonu ve Genel Sekreterlik tarafından inceleniyor ve kentin tüm birimleri bu temeller üzerinden kent bütçe önerilerini kuruyorlar. Böylece dördüncü basamağa (Bölgesel Delege Forumu) geçiliyor. Bunu beşinci basamak, Eyalet Katılımcı Bütçe Konseyler Toplantısı izliyor. Bu konseyin çalışmaları, para toplama mekanizmalarının tartışılması ve giderler mekanizması şeklinde ikiye ayrılıyor.
Dolayısıyla katılımcı bütçe süreci, bir, baştan sona bürokratik toplantılara boğulmuş durumda. İki, bu toplantıların birinci ve ikinci basamaklarındaki halk katılım hariç, diğer basamaklarda üniversitelerden, araştırma kuruluşlarından, kiliselerden, profesyonel danışmanlık kuruluşlarından vs. uzmanlaşmış çok sayıda komisyon devreye giriyor. Üç, halk katılımına açık olan basamaklarda da, bu toplantılar silsilesine katılmanın çoğu zaman sekiz saatten fazla çalışmak zorunda bırakılan işçiler için ne kadar imkansız olduğu açıkça görülüyor. Nitekim, toplantılara katılanların profiline baktığımızda, orta sınıfların baskın olduğunu görüyoruz.
Porto Alegre’den sola dersler, Porto Alegre’cilere soldan dersler
Porto Alegre tartışması, bir kentteki belediyeclik deneyimden ibaret değil. Porto Alegre, neo-liberal kapitalizmin sol ideolojiye ve siyasete yüklemek istediği tanımlamanın bir prototipi ve belki de en gelişkin örneği. Bu nedenle, Porto Alegre’den çıkarılacak dersler, marksist teoriyi, sosyalist ideolojiyi ve sol siyaseti bir bütün olarak kapsayan, geniş bir çerçeveye sahip. Bu nedenle, sonuç yerine çıkarılacak derslerden bazı notlar düşerken, Porto Alegre yerelliğinin ötesinde, sola dayatılmak istenen modele odaklanacağız.
Bu modelin özünde, bir kere daha iktidardan kaçış vardır. Bu bağlamda, Dünya Sosyal Forumu ve “ideal” yerel yönetimin aynı kentte simgeleşmesi tesadüf değildir. Porto Alegre belediyesini yoksulluğu çözemediği ya da katılımcılık adı altında düzenin değirmenine su taşıdığı için “suçlamıyoruz.” Zira bir belediyenin bu sorunlara çözüm getirmesi imkansızdır. Suç, iddia edildiği gibi iyi bir belediyecilik yapılamamasında değil, sosyalist iktidarın yerel yönetimcilikle ikamesindedir.
Porto Alegre örneğini “yerelden iktidara uzanan” bir tür aşamalı devrim modeli olarak kurgulamak mümkün değildir. Kuşkusuz, genel olarak Latin Amerika topraklarının özgünlüğü göz önüne alındığında, siyasal hareketlerde yerelliğin önemli bir kalkış noktası olabildiği pek çok devrimci örneği rastlamak mümkündür. Gerek uluslaşma süreçlerinin, gerekse de merkezi siyasi iktidarın konumu ve gelenekleri itibariyle özgünlüğü, pek çok devrimci hareketin yerelliklerden hareketle devrimci bir mücadele yaratabilmelerinin ve hatta iktidara kadar uzanabilmesinin yolunu açmıştır. Ancak, 1960 ve 70’lerde dünya sol hareketine Latin Amerika modeli olarak geçen devrim süreçleri ile 1980-90’ların yerel yönetimler üzerinden güç kazanan sol hareketleri arasında önemli farklar bulunmaktadır:
Birinci fark, oldukça açık: Porto Alegre modelinin kendisinde herhangi bir alternatif merkezi iktidar kurgusu yoktur. Porto Alegre’ciliğin merkezi iktidara dönük tek projesi, “verili demokrasinin demokratikleştirilmesi”dir. Yani ortada herhangi bir devrim aşaması vs. değil, düzenin rehabilitasyonu vardır.
Üstelik bu rehabilitasyon, düzenin kendisinin de ihtiyaç duyduğu bir yeniden yapılanmayla bire bir örtüşmektedir. Kesişmekten değil, bire bir örtüşmekten bahsediyoruz; çünkü Porto Alegre’de katılımcılık, yoksullukla mücadele gibi vurgular, Brezilya sermaye iktidarının ve emperyalistlerin modelinden bir “sapma” değildir, onların neo-liberal modelinin ta kendisidir. Emekçilerin “talep eden müşteri” konumuna sokulması, en temel haklara ulaşmak için – sermayeye aktarılan kaynaklar veri kabul edilerek – sınıf içi bir rekabetin şart koşulması… Sapma bunun neresinde?
“Demokrasinin demokratikleştirilmesi” adı altında sunulan yerelcilik ve yerindencilik, merkezi iktidarın etkisinin azalmasına değil, artmasına yol açmaktadır. Merkezi ölçekte belirlenen özelleştirme, borç ödemeleri vb. politikalar dokunulmazlık kazanırken, siyasi iktidarın yerelden kuşatıldığını iddia etmek büyük bir yalandır. Dünyadaki tüm desantralizasyon örneklerinde olduğu gibi, kuşatmasını pekiştiren, emperyalist sermaye ile ülke sermayesinin iktidarıdır.
Yerelciliğin teorisini üretmeye çalışanlar, sermayenin bugün gitgide yerelleşmeye başladığı ve bu nedenle sermayeye karşı mücadelenin yerel ölçeği temel alması gerektiği argümanına sarılmaktadır. Desantralizasyonun sonuçlarından birinin, kentsel hizmetlerin özelleştirilerek sermayeye açılmasında yerelliğin öne çıkarılması olduğu doğrudur. Dolayısıyla, kent ölçeğinin sermaye için değişen ve önem kazanan anlamından bahsedilebilir. Ancak “sermaye iktidarına karşı mücadale” dediğinizde, sermaye birikim süreçlerini bir ölçek olarak almanız gerekir. Sermaye birikim süreçleri ise yerelleşmemekte, aksine kent ölçeğinde de ülkenin emperyalist sermaye ile bağları güçlenen büyük sermaye grupları boy göstermektedir. Tüm Latin Amerika ülkelerinde, kentsel hizmetlerin desantralizasyon ardından özelleştirilmesinden pay kapan sermaye gruplarına baktığımızda, Avrupa emperyalist sermayesiyle ülkenin en büyük sermaye gruplarının oluşturduğu ortaklıklarla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda, desantralizasyon süreci sonucu sermaye birikim süreçlerinin yerelle değil, emperyalist merkezlerle ilişkisi güçlenmektedir. Üstelik, desantralizasyon, emperyalizmin tam da bu nedenle ülkelere dayattığı bir yapılanmadır. Çünkü merkezin devreden çıkarılmasıyla, emperyalist sermayenin ödemek zorunda kaldığı maliyet (yani rüşvet) azalmaktadır.
Lula’nın başkanlık dönemi, dikkat edilmesi gereken gerilimlere gebedir ve bu gerilimlerin ilk işaretleri hemen seçimlerin ardından alınmıştır. Şimdiye kadar iktidar sorumluluğundan muaf olmanın dayanılmaz hafifliğiyle hareket eden PT’yi, merkezi iktidarda zor günler beklemektedir. Nitekim, yerel ölçekte partinin en büyük destekçilerinden olan Topraksız Köylü Hareketi ile Lula arasında hemen seçim sonrasında ipler gerilmiş; PT’nin yerelliklerde desteklediği “topraksız köylülere toprak dağıtılması talebi”nden merkezi iktidara gelince çark edilmek zorunda kalmıştı. Çünkü bu talebin gerçekleştirilmesi, toprak rantının hala önemini koruduğu ülkede sermaye sınıfını tümüyle karşıya almasını gerektiriyor. Kısacası, merkezi iktidarda sermaye düşmanlığı yapmak, yerel yönetimlerde bunun üzerinden siyaset yapmaya benzemiyor.
Tüm bunlarla ilişkili bir başka konu da, emperyalizmin Lula’nın başkanlığına karşı tepkisi. Yıllar yılı PT’nin Porto Alegre yerel yönetiminde olmasına, ses çıkarmak bir kenara destek sunan ABD emperyalizmi, aynı partinin başkanlık seçimlerini kazanması ardından uzun süre boyunca gözdağı politikası izledi. Çünkü emperyalistler, merkezi iktidarın ne anlama geldiğini aklı evvel solculardan daha iyi bilir. Ancak burada ABD emperyalizminin ve sermayenin kaygısı, PT iktidarının bir “sosyalizme geçiş dönemi” olması değildir. PT, yerel yönetim deneyimiyle, sermaye ve emperyalistlerle doğrudan ilişkiler kurma ve kendini düzene kabul ettirme konusunda önemli bir aşamayı geride bırakmıştır.
Emperyalistlerin kaygısı, siyasi iktidarın sol partiler için bir turnusol işlevi gördüğünü bilmesindendir. Uygulanan tüm neo-liberal politikalara karşın PT ile emekçiler arasında Porto Alegre ve diğer yerelliklerde kurulan ilişkinin, iktidar sorumluluğunu taşımamaktan güç aldığını bilen emperyalizm, siyasil iktidarın PT üzerinde yaratacağı basınçtan korkmuştur. Çünkü iktidar olmak; emperyalizmle ve onun IMF gibi kuruluşlarıyla ilişkiler, işçi sınıfının ve emekçi halkın yoksullaşması, özelleştirmeler ve katılımcı bütçe uygulamasına “oylama dışı” bırakılan tüm konularda elini taşın altına koymak anlamına gelir. Bu basıncın, şu ana kadar PT içinde ya da parti çevresinde toparlanmış olan Brezilya solunda bu birikimi ileri taşıyacak kopuşlara yol açma ihtimali gözardı edilmemelidir.
PT’nin yayın organı O Trabalho‘da emekçilerin yayımladığı şu talepler, PT’yi ve Lula’yı “gerçek iktidarda” zor günlerin beklediğini gösteriyor:
Toprak, onun üzerinde çalışanlara!
İşçiler ve gençlere iş ve onurlu ücret!
Ulusal Emek Yasası’nda tanımlanan tüm işçi haklarına saygı ve uyum!
Sağlık, eğitim gibi kamu hizmetlerinin ve kamu emekçilerinin çalınan haklarının iyileştirilmesi!
Biliyoruz ki, devasa dış borç düşmanlarımız tarafından herşeyin eskisi gibi gitmesini sağlamak ve halkımız ihtiyaçlarını karşılayacak dönüşümleri engellemek için kullanılabilmektedir ve kullanılacaktır. Ancak bu borç, Brezilya halkına ait değildir. 10
Komünistlerin Porto Alegre deneyimine sıcak bakmaları, üstüne üstlük buradan feyz almaları imkansızdır. Öncelikle, emperyalizmin ve sermaye iktidarlarının emekçilere dönük neo-liberal saldırılarıyla katılımcı bütçe uygulamasının ilkesel ve pratik birçok ortak noktası vardır. Dahası, bu ortak noktaların bir tesadüf olmadığı, aynı ideolojik, ekonomik ve siyasal saldırının farklı ayakları olduğu açıkça ortadadır. Sadece emperyalizmin Porto Alegre belediyesine tüm ek kredi musluklarını açık tutması dahi, uyanık olmamız gerektiğini hissettirmektedir. Üstelik, katılımcı ve demokrasi adı altında pazarlananlar, siyasi iktidarın dokunulmazlığıyla sonuçlandığından, son derece otoriter bir siyasi çizgiye oturmaktadır.
Bugün Brezilya’da nüfusa kayıtlı olmayan 20 milyon insan vardır; yani “yurttaş” bile sayılmayan 20 milyon insan emperyalistlerin “lütfettiği” ve faiziyle geri aldığı kredilerle yürütülen projelerden bile faydalanmamaktadır. Bugün Brezilya’da, resmi kayıtlara göre, kentlerde yaşayan 15 milyon kişi işsizdir, 25 milyon kır emekçisi ise mevsimlik işçilerde çalışmaktadır. 10-14 yaş arası çocukların yüzde 20’si çalışmak zorunda kalmaktadır. 2000 yılında federal hükümet borç ödemelerine 67.1 milyar dolar ayırmıştır. Resmi makamların açıkladığı yoksulluğu ortadan kaldırmak için Brezilya’nın 33 milyar dolara ihtiyacı vardır; hem de piyasa ekonomisinin plansızlığını ve yol açtığı israfı da hesaba kattığımızda.
Tüm bu tabloya bakıp bizden yoksullukla mücadele için sosyalist iktidardan vazgeçmemiz mi bekleniyor? Üstelik Porto Alegre usulü belediyecilik karşılığında. Belediye işçilerinin ücret ve çalışma koşullarını – değil düzeltmek – olduğu gibi korumayı bile başaramayan, hala temiz suya ulaşamayan insanların yaşadığı, en temel kamu hizmetlerinin eşit sunulmadığı Porto Alegre, bizim sosyalizm projemiz karşısında zavallı kalıyor.
Sosyalist demokrasiyi yetersiz bulup yeni arayışlara yönelen “solcular”, bunca yıllık “teorik çalışmalar” ardından bula bula burjuva demokrasisinin temsil krizini çözme iddiasını, ya da en iyisi, insanların “temiz su ile sokak lambası” arasında seçim yaptığı bir demokrasiyi buldular. Porto Alegreci demokrasi, bizim tüm bunları bir hak olarak görüp emekçileri ülkeyi yönetmeye davet ettiğimiz sosyalist demokrasimiz karşısında zavallı kalıyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Brezilya’da belediyeye bağlı çalışan kamu emekçilerine sağlık, eğitim gibi alanların da dahil olduğunu hatırlatalım.
- Zaten seçim döneminin öncesinde de PT’nin programında “yerel konseyler kurulması”na ilişkin maddeler yer almaktadır.
- Tüm dünyada sermaye iktidarları can simidi olarak neo-liberal politikalara sarılırken, yine her ülkede “teknokrat hükümetlere” ihtiyaçtan dem vurulması, neo-liberalizmin tüm demokrasi çığırtkanlığının aksine ne kadar otoriter bir dönemin perdesini açtığını gösteriyor. Bunun altında, piyasa ekonomisi dışında hiçbir modelin geçerliliği kalmadığı ideolojik argümanından başka dayanak noktası kalmayan neo-liberal saldırganlığın, herşeyi siyaset dışı bir düzleme taşıma çabası yatmaktadır.
- PT, PDT, PCB (Brezilya Komünist Partisi), PC do B (Brezilya Komünist Partisi, diğer BKP’ye göre şu anda çok daha etkili ve büyük bir parti. Bu parti Sovyetler’in çözülüşünden önce Arnavutluk Emek Partisi çizgisini takip ediyordu).
- Joao PENHA, “The Workers Party Electoral Victory of October 27th and the Trap of the ‘Participatory Budget'” (İşçi Partisi’nin 27 Ekim Seçim Zaferi ve “Katılımcı Bütçe” Tuzağı), “The PT Sweeps to Power in Brazil”, Dossier from Open World Conference of Workers, October 29, içinde.
- O Trabalho, Ocak 15 – 29, 2001.
- O Trabalho, Mayıs 9 – 23, 2001.
- Bürokratik hantallığın en başarılı örneklerinden biri olarak KB sürecini ayrıntısıyla öğrenmek isteyenler, internet üzerinden şu makaleye ulaşabilirler: Brian WAMPLER, “A Guide to Participatory Budgeting”, October 2000.
- Aralarından seçim yapılacak temaların sayısı ve içeriği, kentlere ve dönemlere göre farklılık gösterebiliyor.
- O Trabalho Current, 29 Ekim 2002.