Sevgili yoldaşlarım Nemit ve Hüseyin’e…
Katillerinin yargılandıkları davalar,
avukat olarak yapabileceklerimi ve
yapamayacaklarımı bana gösterdi.
Asla unutmayacağım.
“İşçi avukatlar” başlığı bir süredir hukuk dergilerinin gündeminde yer alıyor, tartışılıyor. Tartışmalar, bu dergilerin doğası gereği, hukuk tekniği içerisinde yapılıyor. “İşçi avukatlar”ın çalışma koşulları, avukatlık mesleğini yürütme biçimleri, ücret vs. başlıklar iş ve borçlar hukuku kapsamında tartışılıyor. Bu tartışmalar kuşkusuz önemli ve “işçi avukatlar”ın hukuki statülerinin belirlenmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için daha da derinleştirilerek sürdürülmeli. Ancak bu yazıda sözkonusu tartışmalara girmeden “işçi avukatlar”a siyasetin penceresinden bakmaya çalışacağım. Yazının, değindiği konuya dair bir giriş niteliğinde kurgulandığını da belirtmek gerekiyor.
Ülkemizde avukatlar ile ilgili derinlemesine bir istatistiki çalışma bulmak olanaklı değil. Gerek Türkiye Barolar Birliği, gerekse tek tek baroların bu başlıkta yaptığı ciddi bir çalışma olduğunu söyleyemeyiz. Bu kurumların dışında da yapılan çalışmalara pek rastlanmıyor. Ancak yine de bazı verilere sahibiz.1 Rakamların gösterdiklerinden iki noktanın altını özellikle çizmek gerekiyor. Ülkemizdeki avukatların yüzde ‘60’ı üç büyük şehirde çalışmakta. Tüm avukatların 1/3’den fazlası ise İstanbul’da. Daha eski tarihli bir çalışmada ise “Türkiye’de avukatlık mesleği oldukça genç insanlarca icra edilmektedir” saptamasında bulunulmakta2 . Sonuçta, avukatlık mesleği kentlerde ve ağırlıklı olarak genç yaştakiler tarafından yapılıyor dersek yanlış bir saptamada bulunmuş olmayız.
Avukatlık mesleğinin yaşının her geçen gün gençleştiği açık. Sayıları sürekli artan hukuk fakültelerinden mezun olan binlerce hukukçu adayının büyük bir çoğunluğu avukatlık mesleğini seçmekte. “Genç avukatlar”ın büyük bir çoğunluğunun mesleklerine “işçi avukat” olarak başladıkları ve böyle sürdürmek zorunda kalacakları da başka bir gerçek. Gerçekten de, bundan on yıl kadar önce mezun olmuş bir avukatın, stajı sonrası bir başka avukatın yanında çalışıyor olması, mesleğe yeni başlanan bir dönemde edinilmesi gereken tecrübe ile açıklanıyordu ve bu büyük ölçüde doğru idi. “Genç avukatlar” bir kaç yıllık sürenin sonunda kendi bürolarını açmakta ve mesleklerini böyle yürütmekte idiler.
Artık böyle olmadığı çıplak gözle bile görülebiliyor. Avukatlık büroları ekonomik nedenlerle peşpeşe kapanmak zorunda kalırken, onlarca, yüzlerce avukatı çalıştıran avukatlık bürolarının sayıları hızla artmakta. Mesleğe yeni başlayan avukatlar artık büro açamamakta, büyük bir sermaye ve teknoloji yatırımı yapılmış avukatlık bürolarında çalışmaya başlamakta. Bu tarz bir çalışma, avukatlık mesleğinin yürütülme biçimini de değiştirmekte, dar bir uzmanlık alanına hapsedilerek avukatlık “teknik bir iş”e indirgenmekte.
“Aşırı uzmanlaşma histerisinin avukatlığın ve yargının adaletle ilgili bir muhakeme faaliyeti olduğunu gözardı ederek ‘avukatların uzmanlık alanlarında giderek teknik bir iş yaptığı’ şeklinde özetlenebilecek eğilimi güçlendirdiğini söylemek mümkündür.”3
İnanıcı sadece “işini yapan” ve “parasını alan” bu yeni tipi, avukat olarak değil, “hukuk teknisyeni” olarak adlandırmanın daha doğru olacağını belirtmekte.4 Hukuk çevrelerinde, esasen de avukatlar arasında bu tartışmanın bir süredir yapıldığını yazının girişinde belirtmiştim. Aslında bu tartışma çok daha eskilere dayanmaktadır. Ancak nedense meselenin adı konmazdı!
“Bugüne kadar konuştuğumuz ama bir türlü neşteri batıramadığımız konudur ‘işçi avukatlar’. Hep kibar bir isim bulmaya çalıştık, bağlı avukatlar diyerek daha geniş bir yelpazenin içine sokmaya çalıştık. Emekçi avukatlar dedik. Ama hepimiz biliyorduk ki emeğini sürekli birisine tahsis eden avukatlar aslında ‘işçi’ idiler. Nitelikli emek sunan, kalifiye işçiler.”5
Doğruyu söylemek gerekirse, meselenin adının konmasından hâlâ kaçınılıyor. Tartışmanın başlamasının umut verici olması bir yana, daha yolun çok başında olduğumuzu söylemek gerekiyor. Bırakın genel avukat toplamını, birinci elden meseleyi sahiplenmesi gerektiği düşünülen “Çağdaş Avukatlar Grubu” dahi hâlâ konunun etrafından dolaşmayı tercih etmektedir.
“İşçi avukatlar”ın ideolojik aidiyet olarak kendilerini işçi sınıfı dışında gördükleri açık. İşyeri hiyerarşisinde farklı bir konumda tutulmaları, daha yüksek bir yaşam standardını yakalayabilme umudunun asla bitmemesi, bir gün ama mutlaka bir gün kendi işlerini kurarak sınıf atlayabilecekleri umudu, onlara hep başka bir dünyanın içinde oldukları kanısı verir. Bulundukları duruma bir tepki vermediklerini söyleyemeyiz, ancak verdikleri tepkilerin yöneldiği nokta eski konumlarını, üstatlarının sahip olduğu o “orta sınıf” konumunu yeniden kazanmaya, ya da neden olmasın, “patron avukat” olmaya yöneliktir. Avukatların üzerindeki bu ideolojik hegemonya bırakın işçi kimliklerine sahip çıkmayı, kendilerini seçkinci bir konumda tanımlamaya kadar götürmektedir. Bir avukat nasıl işçi olabilirmiş?
Profesyonel meslek mi?
İşçi sınıfı ve burjuvazi dışında kapitalizmin yaratmakta olduğu yeni sınıfların sınıflar analizinde nasıl ele alınacağı tartışması süregelmektedir. “Orta sınıf”, “küçük burjuvazi”, “üçüncü sınıf” gibi kavramlarla tanımlanan bu ara sınıf ve katmanlara ilişkin doğru bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu açık.
“Artan sınıf içi çeşitlenmeler ve bölünmeler, işçi sınıfının bir bütün olarak tanımlanmasını ve sınıf mozağinin anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu konuda geniş ve bulanık kavramlardan, sayısal büyüklük heveslerini yansıtan amorf tanımlamalardan kaçınmak gerekmektedir. Önemli olan, çağdaş metaforlar yaratmak değil, toplum çözümlemelerinin birimi olan, bir başka deyişle, toplumsal yapının aktörleri ve toplumsal dönüşümün ajanları olacak özneleri formüle edebilmektir.”6
Önemli olan, toplumsal yapının aktörleri ve toplumsal dönüşümün ajanları olacak özneleri formüle edebilmek. Ancak daha önce marksizm dışı bir tartışmaya değinmek istiyorum.
“Birçok araştırmacı, herhangi bir mesleğin profesyonel meslek olabilmesi için bazı temel özelliklerin yerine gelmesi gerektiğinde ısrar etmişlerdir. Bu özelliklerin birincisi özel bir bilgiye sahip olma, ikincisi meslek üyelerinin bir örgüt etrafından toplanmaları, üçüncüsü ise, bu örgütlerin devlet karşısında özerk bir toplumsal konum elde etmiş olmalarıdır.”7
Bu yaklaşımda, ortaya çıkma süreçleri ile sanayileşme arasında bir paralellik kurulan meslekler (hukukçular, hekimler, öğretmenler, mühendisler) profesyonel meslekler olarak tanımlanmaktadır. Emile Durkheim sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik sorunları ancak profesyonel meslek üyelerinin çözebileceğini iddia etmiştir. Bu yüzden profesyonel gruplara toplumsal bunalımları aşmada önemli görevler yüklenmekte.
“Profesyoneller mesleksel bir ahlak geliştirebildikleri, kendi kendilerini yönetebildikleri ve kendi kurallarını kendileri oluşturabildiklerinden, sanayileşmenin neden olduğu sorunları çözebilirler.”8
Cirhinlioğlu araştırmasını kısa kısa alıntılarla sürdürmüş. Yüzyılımızın profesyonel mesleklerce yönlendirildiği (Abbott, 1990) sanayi devriminden sonra toplumsal değişme sürecinin bilgi ile belirlendiği yeni bir döneme girildiği, bu dönemde ideolojilerin etkilerini yitireceği, kişilerin toplumsal konumlarını ideolojilerinden çok, sahip oldukları bilgilerin belirleyeceği (Daniel Bell, 1960), profesyonellerin yaşadıkları hayatın aslında bir beyefendinin yaşayabileceği hayata uygun düştüğü, profesyonel bir kişinin para kazanmak için çalışan bir kişi değil, çalıştığı için para kazanan biri olduğu (Marshall, 1939) gibi görüşler profesyonel mesleklerin toplumları yönlendirme yönetme, güçlerine ilişkin tezler arasında yer almış.
Sınıf olgusunu görmezlikten gelen, yokmuş gibi davranan, üretim ilişkilerinin sözünü dahi etmeyen bu yaklaşımlarla çok farklı kulvarlarda olduğumuz açık. Hayatta hiçbir karşılığı olmayan, olamayacak bu tezlere ilişkin aslında söylenecek pek fazla bir şey de yok. Bir şey söyleyebilmek için bir yerinden tutabilmek gerekiyor. Tutacak bir yer bulamadığımızdan, bu işi beyefendilere bırakmak daha iyi olacak!
Orta sınıf mı
Önemli olan, toplumsal yapının aktörleri ve toplumsal dönüşümün ajanları olacak özneleri formüle edebilmek demiştik. Bunu yaparken birtakım kavramları kesin, statik tanımlara kavuşturma çabasının bizi yanlış bir yola sokacağı açıktır. Yazının konusu açısından söyleyecek olursak, yalnızca meslek farklılığı temeline dayanarak yapılacak bir çalışma da statik bir yapıyı aşamaz. Her meslek grubu için özel bir sınıf konumu arayışı da tek başına bir anlam içermeyecektir. Bu nedenle “orta sınıf”ın sağlıklı bir biçimde analizi siyasetin konusu olmak zorundadır. Sosyalist bir öznenin siyasi ve ideolojik ağırlığını hissettiremediği bir durumda proleterleşen “orta sınıfın” kendiliğinden yol alamayacağını da görmek gerekmektedir. Ancak buradan da kavramların asla tanımlanmaması gerektiği şeklinde bir sonuca varmamalıyız. Önemli olan pusulanın doğru çalışıyor olmasıdır.
Komünist Parti Manifestosu’nun “küçük burjuva sosyalizmi” başlıklı bölümündeki yaklaşımı başlangıç noktası olarak alabileceğimizi düşünüyorum.
“Modern uygarlığın geliştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında yalpalayan ve burjuva toplumun tamamlayıcı parçası olarak kendini sürekli yeniden oluşturan, ama üyeleri rekabet sonucunda sürekli proletarya saflarına düşürülen, hatta büyük sanayinin gelişiminde bile modern toplumun bağımsız bir parçası olarak varlıklarının tümüyle son bulacağını ve ticarette, imalatçılıkta ve tarımda yerlerini denetçilerin ve kahyaların alacağı anın yaklaşmakta olduğunu gören yeni bir küçük burjuvazi oluştu”.9
Kafa emeği ile kol emeğini yaklaştıran gelişmelere ilişkin Lenin’in yaklaşımı ise şöyledir.
“Kapitalizm insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla artırıyor ve entelektüeller için büyüyen bir talep yaratıyor. Bunlar ilişkileri, dünya görüşleri vb. ile kısmen burjuvaziye bağlanıyorlar, kısmen de kapitalizmin bağımsız pozisyonlarını ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standardını düşürmekle tehdit ettiği entellektüeller olarak işçi sınıfına bağlanarak öteki sınıflar arasında özel bir yer tutuyorlar.”10
Marksizmde sınıf, toplumsal tabakalaşmayı anlatan sosyolojik bir kavram olmanın ötesinde, kapitalist işbölümü içindeki yerine göre ele alınmıştır. Bu nedenle sınıf kavramının açımlanabilmesi için kapitalist işbölümünün açıklanması gerekmiştir. Sınıf kavramını bir üretim biçimi içinde açıklama şekli de kavrama dinamizm kazandıran özelliklerden biri olmuştur. Marx, üretim ilişkileri içinde ele alarak tanımladığı işçi sınıfını aynı zamanda tarihin öznesi yaparak, ona siyasal bir misyon da yüklemiştir. Sınıfın misyonu siyasi iktidarın ele geçirilerek toplumsal dönüşümün gerçekleştirilmesidir. Marx’ta sınıf kavramı toplumsal işbölümü ve iktidar kavramları ile birlikte ele alınmıştır.
Ancak, sınıf kavramını çok farklı biçimlerde kurgulayanlar da çıkmıştır.
“İşçi sınıfının kapsamı konusunda marksistler arasında en genel çizgileriyle dört ayrı yaklaşımın bulunduğu söylenebilir. İlki, işçi sınıfını üretken emekle sınırlama eğilimi içinde olan yaklaşımlardır (bunların başında Poulantzas gelir). İkinci grup, bu kadar dar bir işçi sınıfı tanımının günümüz emek süreçleri içinde gözlenen proleterleşme eğilimleri ile tutarlı olmadığı düşüncesini taşıyan ve ister büroda ister kamuda olsun, düşük düzeyde ve rutin işler yapan beyaz yakalıların hepsinin işçi sayılması gerektiğini öne süren yazarlardan oluşur. Bu yaklaşım, işçiyi genellikle proleterleşme eşiğini aşmış olma koşuluna dayandırır (Braverman, Wright, Szymanski). Üçüncü grupta yer alan yazarlar ,büro çalışanları ve beyaz yakalılar ile idari kadrolarda çalışanların büyük bölümünü “yeni orta sınıf” içinde değerlendirenlerdir (Carchedi, Callinicos). Bunlar karşısında son olarak tüm ücretlileri işçi sınıfı kapsamında değerlendiren geleneksel yaklaşımlardan (Mandel, Friedman) söz edilebilir.”11
Tekrar olacak; sınıf kavramı üretim araçlarıyla olan ilişki ve işgücünü satmak zorunda olmak üzerinden tanımlanmak zorundadır. Üretken emek-üretken olmayan emek, kafa emeği-kol emeği ayrımlarının doğrudan sınıfsal ayrımlara denk düşmediğini belirtmek gerekiyor. Net sınıfsal ayrımlardan söz edebilmek için, belirli bir toplumsal üretim sisteminde işgal edilen yer ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerdeki farklılaşmadan, emeğin toplumsal örgütlenmesinde üstlenilen rollerden ve bunun sonucu olarak elde edilen toplumsal zenginliğin boyutları ve bundan pay alma yöntemlerindeki ayrılıklardan söz ediyor olmak gerekir.
Kapitalist üretim ilişkilerinde işçi sınıfından söz edebilmek için artı-değer üretimi şarttır, ancak bu tek tek işçilerin kol emeğini kullanmaları şeklinde değil, artı-değer üretimini sağlayan kolektif çalışmaya katkı yapmaları şeklinde anlaşılmalıdır. Metaların değişim değerini artıran ya da artı-değer üretiminin koşullarını hazırlayan işler üretken emek kavramı içinde ele alınır. Kolektif emeğin işbölümü içinde işlev gören, üretim aracı sahibi olmayan, gelirini çalışarak elde eden, işgücünün değeri tıpkı doğrudan üretken emekçi gibi belirlenen emekçiler işçidir. Marx’ta “kolektif emek” kavramının altını kalın çizgilerle çizer.
“İş süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevlerini kendisinde birleştirir. Kişi doğal nesneleri kendi yaşaması için elde ederse, onu yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonra başkalarının denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Vücutta baş ile elin işini kafanın işi ile birleştirir. Sonraları bunlar birbirinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün bireyin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. İş sürecinin bu ortaklaşa niteliği, gitgide daha belirgin bir hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki üretken emek ve bunu sağlayan üretken emekçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız gerekmez, kolektif emekçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir.”12
İşçi sınıfının kapsamını üzerine ne zaman bir tartışma çıksa, ortaya bilinen eski bir hikaye de çıkmaktadır. “Yeni” bir şeyler söylediğini belirtenler aslında hep o eski hikayeyi anlatırlar. İşçi sınıfının yapısının değiştiği, işçi sınıfının azaldığı, “orta sınıf”ın çoğaldığı söylendiğinde ortaya çıkan hep “elveda proleterya”, “merhaba demokrasi” olmuştur. Biliyoruz ki, elveda denilen sosyalizm, merhaba denilen başta utangaçça, sonra arsızca kapitalizmdir.
Proleter mi?
Kendi bürolarında yalnız olarak çalışanları ve avukatlık bürosu sahibi “patron avukatlar”ı ayıracak olursak, avukatların büyük bir çoğunluğu “başkasının yanında”, “ücretli olarak” çalışmaktadır. Bu avukatların üç tür çalışma biçimine sahip olduklarını söyleyebiliriz. Birincisi, kamu kurum ve kuruluşları ile KİT’lerde çalışan “memur” avukatlar, ikincisi, şirketlerde, daha genel bir anlatımla “özel tüzel kişiler”in bünyesinde çalışan avukatlar, üçüncüsü ise avukatlık bürolarında çalışan avukatlar.
Bu avukatların çoğunun oldukça düşük ücretlerle, doğru dürüst sosyal güvence sahibi olmadan çalıştıklarını da eklemek gerekiyor. Başkalarının haklarını almak için mücadele eden avukatların çoğu, belki de gerçekten kendilerini işçi olarak düşün(e)mediklerinden, işten çıkarıldıklarında kıdem tazminatlarını talep etmezler. İşten çıkarmalar ise oldukça yoğundur. Mesleğe yeni başlayan birçok avukat ise uzun süre işsiz kalmaktadır. Bu nedenle dördüncü bir kategori olarak da “işsiz avukatları” eklemek gerekir. Bir beşinci kategori ise “stajyer avukatlar”dır. “Stajyer avukatlar”ın özel bir statüleri olduğunu belirtmek gerekiyor. Ancak yine de bu başlık içinde değerlendirilmelidirler.
Kısacası, avukatların büyük bir çoğunluğu, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde, sermaye sınıfının istekleri doğrultusunda istihdam edilmişlerdir. Kapitalist üretimin hukuki boyutunun eksiksiz, düzgün bir şekilde işlemesi, herhangi bir aksaklık çıkmaması, çıkacak aksaklıkların ise “tamir edilmesi” için çalışmaktadırlar.
Avukatların hızlı bir şekilde proleterleştikleri açık. Meselenin adının konulmasında geç bile kalınmıştır. Bu yoldan dönüşün ise olanaklı olmadığını belirtmek gerekiyor. Kısa bir süre öncesine kadar büyük çoğunluğu “orta sınıf” olan avukatlar artık ya “işçi”, ya da “işveren” konumundalar. “Orta sınıf” avukatlar hızla azalırken, büyük çoğunluğu proleterleşmekte, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun konumda, iş güçlerini ücret karşılığı satmaktadırlar. Kendi bürolarında tek olarak çalışan avukatların ise hızlı bir yoksullaşma sürecinde olduklarını belirtmek gerekiyor. Hızla mülksüzleşen bu toplamın da, bürolarını kapatıp proleterleşme kervanına katılacaklarını öngörmek falcılık olmayacaktır.
Avukatlar genel olarak “solcu”durlar. Toplumsal mücadele içinde ise kendilerini “insan hakları ve hukuk mücadelesi”nin önemli bir bileşeni olarak tanımlamayı tercih ederler. Bu tanımlamayla bile kendilerini koydukları yerin meslekçi, seçkinci bir konum olduğu görülmektedir. Ancak, artık “kendi meselelerinin” de kavgasını “sınıf kardeşleri” ile birlikte vermek zorundalar . Bundan kaçış mümkün değildir. Onların “zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.”
Dipnotlar ve Kaynak
- 2003 Ağustos’u itibariyle Türkiye’de 47.678 avukat bulunmakta. Bunun %36.80’i (17.546 – bu sayının 18.000’i astığını biliyoruz-) İstanbul’da, &14.47’si (6.945) Ankara’da, %9.47’si (4.513) ise İzmir’de çalışmakta. (kaynak: www.barobirlik.org.tr)
- Dr. Zafer Cirhinlioğlu, Türkiye’de Hukuk Mesleği, (Sosyolojik Bir İnceleme), Gündoğan Yayınları, Aralık 1997, s. 45 vd.
- Haluk İnanıcı, “Türkiye’de Avukatlık İdeolojisi”, Toplum ve Bilim Dergisi, Kıs 2000/2001, s. 87, s. 153
- Haluk İnanıcı, a.g.m., s. 153
- Haluk İnanıcı, “İşçi Avukatlar İçin Bir Değerlendirme Bir Öneri”, Açık Sayfa Hukuk Dergisi, Ocak 2004, s. 51, s. 8
- Tülin Öngen, “Endüstri Toplumlarında Sınıf İlişkileri ve İşçi Sınıfı Profiline İlişkin Bazı Saptamalar”, Birikim Dergisi, s. 42
- Dr. Zafer Cirhinlioğlu, a.g.e., s. 7
- Emile Durkheim’den (1957, s.8) aktaran Dr. Zafer Cirhinlioğlu, a.g.e., s. 9
- Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çeviren: Erkin Özalp, NK Yayınları, 3. Baskı, Mart 2003, s. 33
- Lenin’den aktaran Haluk Yurtsever, Sınıf ve Parti, NK Yayınları, 3. Baskı, Haziran 2004, s. 49
- Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Alan yayıncılık, Geliştirilmiş 2. Baskı, Mayıs 1996, s. 193
- Marx’tan aktaran Haluk Yurtsever, a.g.e, s. 51