Marx’ın bilimsel yönteme katkısı oldukça tartışmalı konuların başında gelir. Her şeyden önce Marx’ın bilimsel bir yöntem geliştirdiği saptamasına karşı çıkan birçok insan vardır. Ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme geçiş olarak adlandırılan teorik sıçramanın bilimselliği veya bir başka deyişle sosyalizmin önündeki “bilimsel” nitelemesi özellikle burjuva ideolog ve bilim adamları tarafından keyfi bulunur.
Aslında bu keyfi nitelemesi “bilim” ve dolayısıyla “bilimsel” sözcüğünden ne anlaşıldığı ile yakından ilgilidir. Burjuvazinin bilim anlayışı ile marksizmin yöntemi arasındaki keskin ayrımlar, burjuvazinin marksizmi bilimsel bir akım olarak kabul etmesini olanaksız kılmaktadır. Aslında meseleye son zamanların modasına uygun bir şekilde, anlayış ve hoşgörü çerçevesinde yaklaştığımızda, tersi de kolaylıkla doğrulanabilir olur; madem iki ayrı bilim ve bilimsel tanımı vardır, marksizmin bilimselliği de basbayağı bu ayrımın meşruiyeti üzerine temellendirilebilir. Böylece artık herkes mutludur…
Ama bu elbette bir çözüm değil. Dahası, marksizmin genel olarak bilimsel alanda yaşattığı depremi de önemsizleştiren bir yaklaşım.
Sıkça rastlanılan bir diğer bakış açısı Marx ile kendisinden önce gelen bilim adamları veya teorisyenler arasında kurulan sürekliliğe dayanmaktadır. Felsefe alanında Hegel’in, iktisat alanında Ricardo’nun ardılı olarak gösterilebilir Marx.
Bu ikisinden ve elbette başka birçok filozof ve bilim insanından çokça devşiren ama bu birikime katkısı sınırlı bir Marx portresi de çizilebilir kolayca. Bu portrenin derinliği de, portreyi çizenin derinliği ile doğru orantılı olur.
İşin ilginç yanı, Marx ve öncülleri arasında kurulan ilişki konusundaki tartışma yalnızca burjuvazinin cenahında değil, marksist camia içinde de oldukça ses getiriyor. İşi Ricardo-Marx geleneğinden söz etmeye kadar götüren tanınmış marksistler olduğu gibi, Marx’ın kendi öncülleriyle neredeyse hiç ilişkisi olmadığını iddia edenler de mevcut.
Tam bu noktada ortalamacı bir sağduyu şunu önerebilir herhalde: Elbette, Marx ile öncüllerinin arasında bir ilişki vardır; Marx insanlığın o ana kadarki evrensel birikiminden azami ölçüde faydalanmıştır. Ancak Marx’ın yöntemi kendisinden önceki tüm teorisyen ve bilim insanlarının izlediği yöntemden farklıdır.
Bu cümleleri kurmak gerçekten çok kolay. Ama bir o kadar da anlamsız. Marx’ın, “öncül” doğru bir sözcük mü burası da oldukça tartışmalı ama yine de kullanırsak, öncülleriyle kurduğu ilişkinin analizi marksizmin özgüllüğünü kavramak açısından oldukça önemli çünkü ve yukarıdaki sözcük yığını, bu ilişkinin dinamiği hakkında hiçbir şey söylemiyor. Dahası, aynı cümlelerin hatırı sayılır onlarca değerli bilim insanı için de çok rahat kurulabileceği de gözden kaçmamalı; genelgeçer cümlelerin değişmez özelliği de bu olsa gerek.
Şayet Marx Ricardo’nun takipçisiyse…
Kapital’in altbaşlığı hepimiz tarafından iyi bilinir: “Siyasal İktisadın Eleştirisi”. Benzer bir başlığa sahip bir diğer çalışma da Kapital’den on iki yıl önce “Siyasal İktisadın Eleştirisine Bir Katkı” başlığıyla yayınlanan, daha çok önsözüyle tanınan eserdir.
Marx’ın iki çalışmasında da kullandığı başlıklardan hareketle siyasal iktisadı eleştirdiği anlaşılmaktadır.
Aslında kıyametin koptuğu nokta biraz da burasıdır. Çünkü Marx’ın, var olan bir bilimsel alanı ve düşünce tarzını eleştirerek yola çıktığı görülmektedir.
Demek ki, her şeyden önce, Marx’tan önce siyasal iktisat diye bir alan vardır. Siyasal iktisat tek başına Marx’ın icadı değildir. Bu nedenle, Marx’ın siyasal iktisat alanında tam olarak ne yaptığını, neyi başardığını veya başaramadığını bilmek oldukça önemlidir.
Hele Marx’ın yönteminin Kapital’deki olgunluğuna ısrarla vurgu yapıyorsak, Marx’ın kendisinden önceki siyasal iktisatla ilişkisinin analizi, diğer alanları da doğrudan etkileyecek yöntemsel bir tartışma açısından da hayatidir. Ancak Marx’ın kendi deyimiyle eleştirisi aslında bu yöntemsel soruyu da kendiliğinden cevaplamaktadır.
İktisadi düşünce tarihinde, Marx’tan önce siyasal iktisadın herhalde iki büyük ismi vardır: Siyasal iktisat Adam Smith ve David Ricardo’nun çalışmalarıyla olgunluk kazanmıştır.
Ancak Smith ve Ricardo arasındaki ilişki de bir tartışma konusudur. İşin ilginç ama şaşırtıcı olmayan yanı, bu tartışmanın Marx ve öncülleri arasındaki ilişkinin analiziyle yakından ilişkisidir.
Smith ve Ricardo’nun çalışmaları üzerinde ayrıntılarıyla durmak bu noktada imkansız. Ama işe her ikisinin de, kapitalist üretim ilişkilerinin yüzeysel biçimlerinin analiziyle yetinmediği, bu ilişkilerin derininde yatan dinamikleri araştırmaya çalıştığı söylenerek başlanabilir.
Smith, insan doğasının temel özelliklerinden birisinin ekonomik alanda somutlaşması olarak varsaydığı mübadele ile işbölümü arasında zorunlu bir ilişki kurmuş, mübadeleyi işbölümünün gerekli koşulu haline getirmiştir. Bu yaklaşıma göre mübadele olmaksızın bir işbölümünün varlığı imkansızdır. Öyleyse, mübadele üretici güçlerinin gelişmesinin bir noktasında ortaya çıkan işbölümünü öncelemektedir. Bu zamansal ve zorunlu ilişki bir kez kurulduğunda, bu ilişkiyi tersine çevirmek mümkün değildir. Üretici güçlerin gelişimi tersine döndürülemeyeceği ve işbölümü ortadan kalkamayacağına göre, mübadele ve bu mübadelenin gerçekleştiği piyasa sonsuza kadar var olacaktır. Bu sonuç aslında, Smith’in kalkış noktasıyla da uyumludur. Mübadele eğilimini, insanoğlunun doğal özelliklerine bağlayan Smith, insanın doğasına uygun bir sistem olarak kurguladığı kapitalizmin de doğallığını ilan etmektedir. Meta üretimi ve kapitalist üretim tarzı böylesi bir akıl yürütmenin sayesinde ebedi bir özelliğe kavuşmaktadır.
Ancak bu kurgunun Smith’le sınırlı olduğu kesinlikle düşünülmemelidir. Kısaca özetlenen bu tezler, belki de tüm burjuva iktisadının temel kabullerinden birisidir.
Bu noktadan sonra, mübadelenin dinamikleri üzerinde duran Smith, beklenileceği gibi malların birbirlerine karşı değerlerinin belirlenmesiyle ilgilenir. Değer üzerinde dururken Smith ilginç bir yol izler: Önce bir nesnenin üretilmesi için gerekli emek miktarının bu nesnenin değerini belirlediğini söyler ama hemen sonra, aynı nesnenin mübadele süreci içinde satın alabileceği emek miktarının üretilmesi için gerekli emek miktarına eşit olması gerektiği sonucuna varır. Ancak emek özellikle bu ikinci anlamı içerisinde, kapitalizm koşullarında sabit bir ölçü olarak kullanılamaz, çünkü karşılaştırılabildiği mal veya gıda ürünlerinin uğradıkları kadar değişime uğramaktadır. Smith, bu çelişkiden hareketle, kapitalizm koşullarında emeğin, değerin belirlenmesinde bir ölçü olarak kullanılamayacağını söyler ve bunun yerine bir doğal fiyat teorisi önerir.
Smith emeğe ekonominin işleyişi içinde bir yer vermiş ama emeğin kapitalizm koşullarında değerin belirlenmesi sırasında neden kullanılamayacağını açıklamaya çalışmıştır.
Ricardo’yu ise değer ile emek arasındaki ilişkiyi incelemeye iten, bölüşüm sorunu üzerine düşünmesi, bölüşüm ile sermaye birikiminin arasındaki ilişkiyi Smith’in hiç bakmadığı bir yönden analiz etmesidir. Smith, bölüşümün sermaye birikimini nasıl etkilediğini incelediği halde, birikim dinamiklerinin bölüşümü nasıl etkilediği üzerine neredeyse hiç düşünmemiştir. Oysa, Ricardo’ya göre, toplumun değişik dönemlerinde yeryüzünün toplam ürününün sınıflara dağı-lımını düzenleyen yasaları belirlemek siyasal iktisadın ana sorunudur.
Ancak, iktisatçı, kapitalist toplumda bölüşümü inceleyecekse, değer üzerine düşünmek zorundadır. Ricardo, bir malın değerinin belirlenmesinde üreticilerin üretim süreci sırasında harcadıkları emek miktarını esas alır. Bu yaklaşım Smith’in doğal fiyatlandırmayı temel alan bakış açısından oldukça farklıdır. Aslında, belki de ilk kez, bir iktisatçı kapitalistlerin algıladığı biçimlerin dışına çıkmakta, fiyatı yüzeysel bir analizin ötesinde anlamaya çalışmaktadır.
Ricardo ile Smith arasında yöntemsel bir fark olduğu açıktır. Ancak bu yöntemsel fark, Ricardo’nun teorik alanını Smith’ten neredeyse aynen devraldığını unutturmamalıdır.
Peki ama bu yöntemsel fark nereden kaynaklanmaktadır? Kapitalist toplumun doğası, işbölümü ile mübadele arasındaki zorunlu bağlar gibi temel konularda Smith’i bire bir takip eden Ricardo, nasıl olmuştur da Smith’in ulaştığı noktalardan oldukça ilerilere varmış, değer ile emeği birbirine bağlamayı başarmıştır?
İşin daha da ilginç kısmı, Ricardo için emek ile değer arasındaki ilişki bir başlangıç noktası veya başka bir deyişle bir varsayımdır. Ricardo, bu varsayım üzerine hiç düşünmez, emek ile değerin arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu incelemez; değer teorisi Ricardo için yalnızca bir araçtır. Marx’ta durum tamamen farklı olacaktır…
Bu değişimi, Ricardo ile Smith arasındaki farklılaşmayı, daha genel bir düzeyde inceleyenler, bu değişimin bilgi sistemlerindeki bütünsel ve genel bir yeniliğin bir yansıması olduğunu iddia ederler. Bilginin elde edilmesinde, düzenlenmesinde ve kullanılmasında, Rönesans sonrası yaşanan büyük değişimin iktisat alanındaki örneğidir Ricardo.
Yüzyılın dönemecinde değişen ve geri dönüşü olmayan bir başkalaşım geçiren, bilginin tam da kendisidir.
Bilen özne ile bilgi nesnesi arasındaki ilişki kökten değişmiştir. Değişim yalnızca siyasal iktisada özgü değildir. Dilbilim, biyoloji gibi bilimler de bu köklü dönüşümden nasibini almıştır. Tüm bu bilimlerdeki değişimin ortak noktası, değişimin kendisinden önce gelenin hiç değmediği noktadan başlamış olmasıdır. Bilgi aslında bambaşka bir yerde var olmaktadır artık.
Bu bakış açısına göre, siyasal iktisat özelinde, bilgi mekanındaki temel biçim olarak mübadele terk edilmiş, mübadelenin yerini üretim almıştır; sermaye ile bölüşüm arasındaki ilişkinin belki de ters yüz edilmesi ve sonrasında üretim biçimlerinin çözümlenmeye başlanması işte bu nedenle mümkün olabilmiştir.
Bu dönüşüm, tarihsel zaman fikrini bilime sokan dönüşümdür de aynı zamanda. Bundan böyle, örneğin iktisat, eşanlı farklılıklar ve özdeşlikler aracılığıyla değil, ardışık süreçler bağlamında kavranacaktır.
Tarihsellik eleştirisi de tam olarak aslında bu noktada başlamaktadır…
Bilginin yapısında Ricardo ile sınırlı olmayan, Ricardo’dan sonraki tüm iktisadı bağlayan bir genel dönüşüm iddiası, her şeyden önce Marx’ın katkısını doğal olarak önemsizleştirir. Hedefin marksizmin bilimsel değerini düşürmek, marksizmin insan bilimlerine katkılarını hafifsemek olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu, ancak bilgi sistemlerinin tarihçesinin Ricardo’yu milat alan bir periyodizasyon çerçevesinde incelenmesi, Ricardo’dan sonra gelen Marx’ın da Ricardo ile aynı düzlemde kalması iddiasını beraberinde getirecektir.
Aslında söylenmek istenen, marksizmin de klasik dönem sonrası aydınlanmanın doğal ve ayrılmaz bir parçası olduğudur. Bu bağlamda, marksizm rönesans sonrası bilim dünyasında hiçbir köklü değişikliğe yol açmamış, Batı bilgisinin derin yüzeyinde gerçek bir kopuş yaşatmamıştır. Marksizm tüm devrimci söylemine rağmen, burjuva iktisadıyla aynı bilgi düzeni içerisinde yer almaktadır; bu nedenle teorik düzeyde, aslında başka bir ifadeyle felsefi düzeyde devrimciliği de şüphelidir.
Bu yaklaşım sayısız incelikli tuzak barındırmaktadır.
Bunlardan ilki, sistemin kendi içinde tutarlılığını sağlayacak bir manevrayla marksizmin aydınlanma geleneğiyle bağının şartsız ve koşulsuz olarak kurulmasıdır. Bu uğurda, Ricardo’nun katkıları biraz da abartılarak, Marx’ın yeniliklerinin tamamının nüve halinde olsa da Ricardo’da bulunabileceği iddia edilmektedir. Çünkü unutulmasın, bilginin derin yüzeyindeki asıl değişiklik Ricardo ile gerçekleşmiştir.
Israrla bir Ricardo-Marx geleneğinden ve sürekliliğinden bahseden marksistlerin de buna çanak tuttuğunu söylemeye bile gerek yok herhalde.
Tarihsel zaman fikrini iktisadi analizin bir parçası haline getiren ve tarihin hareketsizleşmesine, bir son ve başlangıç fikrine kavuşmasına sebep olan da Ricardo’dur. Ama bu çerçevede kötümser senaryoyu temsil eden de o’dur. İyimser senaryoyu yazmak ise Ricardo’nun takipçisi Marx’a bırakılacaktır. Üretimin artık açığını kapatamayacağı bir noktada emeğin ihtiyaçlara tam olarak uyarlanacağını, nüfusun sabitleşeceğini söyleyen Ricardo’nun aksine, Marx tarihin varoluş koşullarını yok eden bir tarzda ilerlediği bir noktada tarihin akışının iptalini veya tersine çevrilmesini öngörür; bildiğimiz gibi Marx’a göre tam bu noktada her şey yeniden başlayacaktır.
Böylesi bir çerçeve çizildiğinde, Marx ile Ricardo arasındaki ayrım yöntemsel bir ayrım değil bir tercih sorunudur. Kimisi ilkinin, kimisi de ikincinin senaryosunu ve analiz yolunu tercih edebilir. İsteyen kıyamet sonrası bir durgunluğu ve statikliği, isteyen de yine benzer bir şekilde tasvir edilen kıyametin ardından yeniden başlayan bir tarihi seçmekte özgürdür.
Marx’ın tarihin tüm yasalarını kökten değiştirecek bu yeni başlangıca yaptığı atıf, böylesi bir anın olabilirlik koşullarını burjuva iktisadıyla aynı yönteme bağlı kalarak incelediği için önemsizleşmektedir.
Esas önemli olan, iktisadın üretim ilişkileriyle bağlantılı olarak tarihsel bir karakter kazandığı ve insan varoluşunun sonlu bir olgu olarak algılandığı bir bilgi düzeninin 19. yüzyılda oluşmasıdır. Ricardo ve Marx işte bu aynı bilgi düzenini paylaşmaktadır.
Zaman ile zaman arasında bir fark var
Bu eleştiriyi yanıtlamaya birçok farklı noktadan başlanabilir. Ama bu noktalardan tercih edilmemesi gerekenlerden birisi marksizmden tarihselliği dışlama çabasıdır.
Aslında bu çaba, belki de yalnızca Ricardo ile Marx’ı epistemolojik olarak bağlayan eleştiri bağlamında anlamlıdır. Çünkü tarihsellik, elbette marksizmin tek özelliği değildir, ama ayrılmaz bir parçasıdır.
Tarihsel zaman fikrinin ve tarihselliğin Ricardo ile Marx’ın yöntemsel olarak aynı zeminde değerlendirilmesini mümkün kıldığı yönündeki iddiayı yanıtlamak için daha iyi bir yol, Ricardo ve Marx’taki tarihsellik kavramının farkları üzerinde durmak olabilir.
Bu farklılıklar açıklığa kavuşturulabilirse, hem Ricardo ile Marx’ı temelli olarak ayıran özellikler belirlenmiş olacak, hem de tarihsellik kavramsal bir netliğe kavuşacaktır.
Her şeyden önce, Ricardo’nun bizim bugün anladığımız anlamda tarihsel düşündüğü iddiası fazlasıyla şüphelidir.
Bu noktadaki karışıklık da, büyük olasılıkla tarihsellik olgusunun zaman fikrinin doğal bir sonucu olduğunu düşünmekten kaynaklanmaktadır.
Oysa, zaman fikri tarihsellik ile birlikte var olmak zorunda değildir. Hem belki de bunun en güzel örneklerinden birisi bizzat Ricardo’nun kendisidir.
Ricardo’nun düşüncesinde de, birçok Rönesans sonrası düşünürde olduğu gibi zaman fikrine rastlanır. Bölüşüm ile sermaye birikim süreci arasındaki ilişkileri incelerken, değer teorisini kurarken, ihtiyaç ile üretim arasındaki ilişkiyi incelerken Ricardo zaman fikrine sık sık başvuracaktır.
Ama tüm bunları yaparken Ricardo’yu sınırlayan çok önemli bir varsayım vardır. Ricardo, değeri, bölüşüm kategorileri olarak kâr, rant ve ücreti incelerken bu kategorileri tıpkı Smith gibi bir veri olarak almaktadır. Ricardo her ne kadar Smith’ten farklı olarak bu kavramları zaman üzerine yaysa da, bu kategoriler yayıldıkları eksen üzerinde farklılaşmamaktadır. Bu kategorilerin kendilerinin niteliği üzerinde düşünülmediği için yayıldıkları eksenle ilişkileri de düşünülmez.
Bunun nedenini anlamak için Marx öncesi siyasal iktisadın Smith’le başlayan temel varsayımı bir kez daha hatırlanmalıdır. Bu biçimlerin hepsi doğal ve ebedi biçimlerdir.
Oysa, bu kategorilerin ancak tarihsel eksenle olan ilişkileri düşünüldüğünde, bunların hangi tarihsel koşullara bağlı olarak ortaya çıkacakları ve dolayısıyla varlıklarını sürdürebilecekleri ortaya çıkarılabilir. Asıl işte bu düşünce tarzı siyasal iktisatta köklü bir dönüşümü ifade edecektir.
Marx’ın başlangıç noktası da burasıdır zaten. Marx, kapitalist üretim tarzının analizini, kendisinden önceki siyasal iktisadın, özellikle de Ricardo’nun bıraktığı yerden alıp hatalarını düzelterek, eksikliklerini kapatarak mantıksal sonuçlarına erdirmiş değildir.
Marx belki de siyasal iktisat alanında verdiği iki önemli eserinin başlıklarında da bu yanılgıyı destekleyen bir sözcük olarak “eleştiri”yi kullanarak, böyle düşünenlerin işlerini de kolaylaştırmıştır. Oysa Marx’ın kullandığı eleştiri sözcüğünden var olan bir disiplindeki belli hataları düzeltmek veya basitçe o hatalara işaret etmek suskunluk noktalarını tespit edip o boşlukları doldurmak, başlatılmış birtakım süreçleri nihayete erdirmek anlaşılmamalıdır.
Dışarıdan bakan bir göz, Marx’ın emek değer teorisini, sınıflar arası bölüşümü ve siyasal iktisadın daha birçok sorununu mantıksal bir bütüne kavuşturduğunu düşünebilir. Ama gözden kaçmaması gereken nokta, Marx’ın bunları yaparken siyasal iktisadın temel çerçevesine ve varsayımına sadık kalmamasıdır. Bu bağlamda, Marx’ın emek değer teorisi ile Ricardo’nunki arasında aslında bir benzerlik yoktur. Çünkü temel varsayımlar ve dolayısıyla sonuçlar kökten farklıdır.
Marx siyasal iktisadın öncelikli sorusunun bizzat kendisini değiştirmiştir. Soruyu değiştirdiği için de aldığı yanıt bambaşka olmuştur.
Marx, tarihsel zaman fikriyle yetinmeyecek, iktisadi düşünceye gerçek anlamda tarihselliği de kazandıracaktır. Marx için kapitalist ilişkilerin tamamı tarihseldir; bu ilişkilerin hepsi belirli tarihi koşullar altında ortaya çıkar ve bu koşullar ortadan kalktığında yerlerini başka ilişkilere bırakır. Kapitalist üretim tarzı, tarih ekseni düşünüldüğünde başı ve sonu olan bir olgudur. Kapitalizmle ilgili hiçbir olgu ne evrenseldir ne de ebedi.
Ancak Marx öncesi siyasal iktisatçıların kapitalist üretim tarzının ezelden beri var olduğunu iddia ettikleri yanılsamasına da kapılınmamalıdır. Sorunun özü burası değildir çünkü. Hem Smith’te, hem de Ricardo’da kapitalizm öncesi üretim biçimlerine değinilir. Hatta Smith’in avcılık, çobanlık, tarım ve ticaret şeklinde formüle ettiği tarihi şemasından hareketle, tarihsel materyalizmi ilkel biçimde de olsa Smith’e mal etmeye kalkanlar dahi olmuştur.
Oysa problem, Smith’in bu şemayı insanoğlunda hep var olan kapitalist dürtülerin, insanın doğal özelliklerinin açığa çıktığı bir süreç olarak kurgulamasında yatar. Marx’ın deyişiyle, kendisinden önceki siyasal iktisatçılar tüm kurumları, “doğal” ve “yapay” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Feodalizm yapaydır, kölecilik yapaydır, ama kapitalizm doğaldır. Tarih, doğal olana doğru bir yön izlemiştir. Doğal olana kavuştuğunda ise aslında orada duracaktır. İnsan doğasına uygun tek sistem kapitalizmdir. Kapitalizm öncesi üretim biçimleri de yalnızca bu anlamda geçicidir, tarihsel sistemler oldukları için değil…
Tam bu noktada, tarihin Ricardocu sonu hatırlanabilir. İhtiyaç ile üretimin akolaptik bir dengeye kavuştuğu bu an, doğallık varsayımıyla da bire bir uyumludur. Ricardo, bu bağlamda Marx’la değil kapitalizmi insanoğlunun ulaşacağı son nokta olarak tarif eden Smith’le aynı yerdedir aslında.
O tarihsel noktadan sonra bilgi de değişmemektedir. Durağan bir sondur o.
Oysa Marx’ın tarif ettiği son, her şey için yepyeni bir başlangıçtır. Tarihi olarak tarif edilen tüm kategorilerin sonu, bu anlamda yeni bilginin de ilk anıdır. Dahası Marx’ın bu andan sonrasına dair bilinçli olarak sustuğu da iyi bilinmektedir. Oysa Ricardo’nun son’undan sonrası hakkında böyle bir suskunluğa ihtiyaç dahi yoktur. Her şeyin donduğu, sonsuza kadar da öyle kalacağı bir ortamda suskunluğun kendisi de anlamını kaybedecektir. Ricardo’nun sonu suskunluğun ta kendisidir.
Siyasal iktisadı bütünüyle değiştiren sorunsalın kendisini değiştiren çok kabaca tarif edilen bu düşünce tarzıdır işte.
Bu durumda, tarihsel zaman fikrinin bilginin derin yüzeyinde tek başına bir değişiklik yaptığı iddiası da şüpheli hale gelmektedir. Şüphesiz, zamanın bir araç veya daha genel düzeyde bir kavram olarak kullanılmaya başlanması, iktisatta ve diğer insani bilimlerde yöntemsel olarak bir değişikliğe delalettir.
Ancak, zamanın bir kavram olarak kullanılmasından daha önemlisi, tarihsellik fikrinin nasıl kullanıldığıdır. Hatta, aynı terminolojiyi kullanacak olursak, bilginin derin yüzeyinde asıl değişikliği yapan da tarihselliğin bizatihi kendisidir. Ama elbette yalnızca bir başlangıç olarak. Çünkü Marx, bu noktadan kalkarak kapitalist üretim tarzının bütünsel bir analizini yapacaktır. Bir başka deyişle, Marx’ın kapitalizmin tarihselliğini vurguladığını söyleyip bırakmak, Marx’ın katkısına haksızlık etmek olur. Dahası, bu kadarı, sonra birçok marksisti rahatsız eden, mekanik tarihsel yorumlara da kapı aralamak anlamına da gelebilir. Ancak, bu elbette mekanik tarihsel yorumlardan hareketle, tarihselliği marksizmin içinden tamamen çıkartmak çabasını da meşrulaştırmaz.
Marx, kapitalizmin tarihselliğini vurgulayarak başladığı işe kapitalist toplum ilişkilerini ve bu ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkan kategorileri incelemekle devam eder. Artık araştırmanın amacı bu kategorilerin nicel olarak analizi değil, bu kategorileri ortaya çıkaran tarihsel ve toplumsal koşulların ortaya çıkarılmasıdır. Bu koşulların incelenmesi sırasında, aynı koşulların nasıl yok olacağı da anlaşılacaktır. Marksizm bu bağlamda yıkıcı ve devrimci bir teoridir.
Örneğin Ricardo ile Marx’ı bağlayan en önemli olgulardan biri olduğu söylenen emek değer teorisi için de durum faklı değildir. Ricardo, Smith’ten neredeyse aynen devraldığı teorik çerçeve uyarınca değerin doğal ve sonsuz bir kategori olduğunu söyleyerek bunu bir başlangıç noktası olarak belirleyip değer ile emek arasındaki ilişkiyi bir varsayım olarak alırken, Marx bu kategorinin kendisini araştırmasının merkezine koyacak, bu kategorinin hangi toplumsal ve tarihsel koşullar altında ortaya çıkabileceğini ve daha sonra yok olabileceğini gösterecek, böylece emeğin neden değerde ve emek zamanının ölçüsünün neden ürünün değerinin büyüklüğünde temsil edildiği sorusuna bir yanıt bulacaktır. Ricardo, o son soruyu sormamıştır bile…
Bir bilgi sistemi yalnızca ortaya koyduğu sorular ve bunlara verdiği yanıtlarla değil, hiç üretmediği sorularla da incelenmelidir. Ricardo’nun soramadığı sorular, yalnızca üretilemeyecek somut bilgiyi değil, bilginin üretilmesi sürecinin kendisini, dolayısıyla asla aşılamayacak sınırları belirlemektedir. Söz konusu olan, temelde aynı iki yöntemle ulaşılan veya ulaşılamayan somut bilgi düzeyi değildir. Öncülünü takip eden Marx, yalnızca sapılacak ikinci yolu seçmiş, eksik soruları tespit etmiş, o soruları bulmuş ve aynı soruları yanıtlamış biri olarak tarif edilmek istenmektedir.
Gerçekten de, bilginin derin yüzeyinde üretilen ve yeniden üretilen bir sorunsaldır bu. Üretilmeyen ve asla da üretilmeyecek olan sorular sorunçözüm diyalektiğini baştan aşağı değiştirmektedir. Marx’ın başkalarının çözüm gördüğü yerde sorun görmesi işte bu nedenle önemlidir. Bilginin derin yüzeyinde o ana kadar kimsenin inmediği bir derinliğe inen Marx, bunu, çözüm olarak görünenin aslında basbayağı sorunun kendisi olabileceğini düşünmesine borçludur. Bilimsel cesaret ile ideolojinin arasındaki ince ve tehlikeli ilişkinin başlangıç yeri belki de burasıdır…
Devrim için bilim, bilim için devrim
Marx’ın kendi ifadesiyle söyleyecek olursak kendisi, sermayenin hem nasıl ürettiğini, hem de nasıl üretildiğini incelemiştir. Bu ifadenin anlamı açıktır: Kapitalist ilişkilerin kendilerinin nasıl üretildiği üzerinde çalışırken, bu ilişkilerin aynı zamanda kendi çözülüşlerinin maddi koşullarını nasıl yarattıklarının üzerinde durulmaktadır. Var olan bir olgu incelenirken, o olgunun yalnızca varoluş koşulları değil yok oluş koşulları da mercek altındadır. Hem bu rastgele ulaşılan bir nokta da değildir. Ancak bilinçli bir tercihin sonucu olarak devrimci siyasetle içiçe ve yan yana yürüyen ve büyüyen bir teori bunu yapabilir.
Kapitalist üretim tarzının bütünsel analizi, sorunsalın büyümesine, kapitalist üretim ilişkilerinin üretimi ve yeniden üretimi konularına yoğunlaşılmasına sebep olunca, tarihsel bakış açısı olağanüstü gelişmiş, yalnızca ardışık değil, senkronik olguların da anlaşılabilmesini mümkün hale getirmiştir.
Marksist yöntem farklı zamansallıkların kavranmasının da örneklerini içerir. Buna en güzel örnek belki de, Marx’tan sonra geliştirilen ama marksizmin önemli silahlarından biri haline gelen eşitsiz gelişim yasasıdır.
Modern insan, şeylere ilişkin deneyimlerini, onlara dair edindiği bilgiyi ve dolayısıyla bilimleri, kendi kronolojisine ve zamanına göre sıraya sokma eğilimindedir. İnsan, aslında bu yolla nesneleri kendi zamanına tabi kılmaktadır. Ancak bu durumda temel handikap, aslında uyuşmaz olguların aynı zamanda var olma ihtimalidir. Buna farklı zamansallıkların aynı anda var olması olarak da bakılabilir. Modern düşüncenin haklı olarak eleştirilen bu açmazı, iddiaların aksine marksizme içsel değildir. Eşitsiz gelişim, farklı gelişim kronolojilerinin aynı anda, tanımlı bir toplumsal ve tarihsel bütün çerçevesinde incelenmesinin sistematiğidir.
Marx’ın tarihi olarak geçici bir nitelik taşıyan toplumsal biçimlerin varoluş ve çözülüş koşullarını araştırma amacı, onun bilimini siyasal iktisatla veya başka bir disiplinin yalnızca kendisiyle sınırlanamayan bir bilim, insani olguların genel bilimi haline gelmesini sağlayacaktır. Marx’ın bilimini siyasal iktisatla sınırlamak mümkün değildir.
Ancak bu genel bilim lafzının zaman zaman oldukça tehlikeli olabildiğini de kabul etmek gerekir. Marksizm kanımca tüm bilimleri birleştiren, onları bir şemsiyenin altına toplayan bir sistem değildir. Bir genel sentez hiç değildir… Tüm bilimlerin asıl özünün genelleştirilmiş bir düzeyde marksist sistemde toparlandığını iddia etmek, bizatihi marksizmin kendisine haksızlık etmektir.
Marksizm daha çok, değişik disiplinlerin neden ve nasıl bir arada kullanılması gerektiğini açıklar; hangi noktalarda iç içe geçebildiklerini, hangi alanlarda birbirlerine doğru salınımlar yapabileceklerini ve tüm bu ilişkilerin dinamiği hakkında fikir verir. Gücünü de tüm disiplinleri kapsamak gibi biraz hayalci bir hedefe sahip olmasından değil, bu kategorilerin arasındaki ilişkileri ve salınımları tarif edebilmesinden alır. Marx’ın bilimi işte bu nedenle insani olguların genel bilimidir; yoksa tüm bilimlerin sentezinden yola çıkılarak üretilmiş ve her soruya yanıt verebilecek büyülü bir genel formül önermesinden dolayı değil…
Dahası bu karmaşık ilişkiler sistematiğini belirleyen en önemli olgulardan birisi, Marx’ın çalışmalarında devrimci eylem ile düşünce arasında kesin ve değişmez sınırların çizilemez oluşudur.
Marx tüm çalışmaları boyunca, ne bilim için devrimi, ne de devrim için bilimi feda etmiştir.
Bu durum pek çok kişi için son derece rahatsız edici olabilir. Bilim ile ideoloji arasına aşılmaz duvarlar ören pozitivistler, bilimle sınıflar mücadelesinin ilişkili olabileceğini kesin olarak reddedenler, bilgiyi olumsal, belirsiz bir yüzey üzerinde, sonsuz bir görelilik içinde kavramaya çalışanlar bu salınımları ya yok sayacaktır, ya da bunun keyfi, teorik değeri olmayan bir tutum olduğunu ispatlamaya çalışacaktır.
Toplumsal pratik ve sınıflar mücadelesi ile bilim arasında böylesi bir ilişkiyi içeren marksizm bu bağlamda felsefi bir kategori olarak özne’yle temas etmek zorundadır.
Aslında, özne olarak insanın keşfi burjuva devrimlerinin başlangıcında aranabilir rahatlıkla. Bu dönemde hızla değişen dünyanın tüm somut deneyim alanlarını birleştiren bir felsefi kategoridir özne. İnsanlık kendi kendini değiştirmekte, kendi yasalarını koymakta, kendisini eğitmekte, cehaletten, baskıdan, yoksulluktan kurtulmaya çalışmaktadır. Böylesi bir eylemlilik alanı, hem pratikte, hem de teoride bir özne fikrini içerir.
Burjuva devrimlerinden önce insan denen varlığın bilimsel alanda varlığı bile şüphelidir. İnsan bu büyük dönüşüm sırasında, inşa ettikleri arasına kendisini de katacaktır.
Ancak Marx’tan önce bilim ile toplumsal pratik arasında veya bilim ile sınıflar mücadelesi arasında bir ilişki kurulması, ikircikli bir özne kavrayışı dolayısıyla da mümkün değildir.
Marx’ı öncüllerinden ayıran, onu bilgi düzeyinde bambaşka bir yere koyan önemli noktalardan birisidir onun özneyi yorumlayışı.
İnsanın kendisini inşa ettiği, özneyi keşfettiği erken dönemde, insan, bir bilgi için nesne ve bilen için de öznedir.
Öznellik, idealize edilmiş haliyle deney ötesi ve aşkındır. Toplumsal süreçlerden kopuk, tarihsel olmayan bir özne fikriyle çatışan ise yalnızca bir nesne olarak insandır.
Marx, özneyi de ayakları üzerine oturturken tarihsellikten bir kez daha yararlanacaktır. Toplumsal koşulların etkisi altında ancak o toplumsal koşulları değiştirme gücü ve iradesine sahip bir özne tanımlayarak işe başlayan Marx, son-rasında bu toplumsal koşulların ne olduğunu da yapısal olarak tarif edecektir.
Bu konuda Marx’ın bıraktığı boşluklar, bu boşluklardan hareketle marksistler arasında ortaya çıkan tartışmalar ayrı bir konu, ancak tüm bu boşluklar ve tartışmalar yöntemsel olarak Marx’ın yaptıklarının öncüllerinden çok farklı olduğu ve Marx ve kendisinden önce gelen aydınlanma sonrası düşünürleri bu bağlamda da aynı potada değerlendirilemeyeceği gerçeğini değiştirmiyor.
O zamana kadar var olan idealist ve mekanik materyalist tanımların aksine tarihsel bir özne tanımlayan Marx, bu sayede toplumsal pratik ile bilim arasında sağlam ilişkiler kurmanın yolunu açmış, sınıflar mücadelesi ile bilim arasındaki devrimci bağa sırtını yaslayarak, tarihsel öznenin devineceği toplumsal yapıyı analiz edebilmiştir. Bu yapı hatırlanacağı gibi, yalnızca ekonomik olarak tanımlanan bir yapı değildir; siyasal iktisadın sorunsalını genişleten, disiplinler arası salınımları olanaklı kılan marksizm, aynı yapının siyasi ve ideolojik veçhelerini de analizin bir parçası haline getirmeyi başaracaktır.
Marx’ın tarihselciliği, tarih ile insan arasındaki ilişkiyi yalnızca pozitiflikler düzeyinde kurmaz. Bu nedenle de insan hakkındaki bilgi, bilen öznenin tarihsel pozitifliği tarafından sınırlanmaz.
Aydınlanmanın kendi icadı olan insanı çok çabuk bir şekilde ihtiyarlattığı söylenir hep. Bu doğru olabilir. Ama Marx’ın öznesinin ihtiyarlamasının tek yolu, herhalde, sınıflar mücadelesinin bitmesi, o öznenin var olduğu toplumsal koşulların dinamiklerinin tanımlanamaz hale gelmesidir.
Zaten ‘90’lardan sonra bunu iddia edenlere de sıklıkla rastlanacaktır. Kapitalist üretim tarzının varlığını sürdürdüğü günümüzde, kendince sınıflar mücadelesinin bitişini müjdeleyenlerin Marx’ın öznesiyle olan dertleri ise açık olsa gerek…
Felsefenin ölümü
Yazı, kelimeler ve şeylerin ortak bir mekan ve zaman içinde birbirine bağlanmasıdır. Yazı, mekansal ve zamansal bir birliği varsaydığı halde kelimeler ve şeylerin arasındaki ilişkinin buna takılması zorunlu değildir. Metinin kendisinin, hem bu bağlama, hem de bağlanmanın kendine has özellikleri nedeniyle, zaten ayrıcalıklı olduğu söylenebilir. Yazı, dilin somut aklıdır aslında.
Ama bu bağlantı ve ayrıcalık gerçekliğe dair bir yanılsamayı da içinde barındırır.
Kelimeler ve şeylerin birbirine bağlanma biçimleri çok farklı olabilir. Bu biçim, bilginin elde edilişi ve kullanılışı ile ilgilidir. Yazı, özelliği nedeniyle kelimelerin şeyleşmesini, şeylerin kelimeleşmesi olasılığıyla birlikte var olur. Yazının ideolojiler dünyası ile somut ilişkisi belki de bu noktada başlar. Ama başlangıç noktası nerede olursa olsun, yazı ideolojiler dünyasından bağımsız var olamaz. Dolayısıyla, şeyler ile kelimeler arasındaki ilişki hiç sabit kalmamıştır; dönemsel özellikler tespit etmek, bir takım genellemeler yapmak ise her zaman mümkündür.
Dahası, yazı kelimeler ve şeylerin birbirine bağlanmasından ibaret de değildir. Şeyleri yorumlamak kadar, yorumlamaları yorumlamak da mümkündür çünkü.
Tam bu noktada Don Quichotte’un yaptıkları hatırlanabilir mesela. O hayatı kitapları kanıtlamak için yaşamaktadır. İşin garip yanı, Cervantes bunla da yetinmez: Kitabın ikinci bölümünde, Don Quichotte’un ilk bölümde yaşadıkları bir kitap halinde basılmış ve kahramanın çevresindeki kişilerin önemli bir kesimi de bu maceraları okumuştur. Artık söz konusu olan yalnızca şövalye romanları değildir, Don Quichotte’un kendisi de bir roman kahramanıdır: kitaplardaki kahramanların yaptıklarını yapmak için yola çıkan, başka bir kitabın kahramanı haline gelen bir kitap kahramanı. Don Quichotte, kitabın birinci bölümünden ikincisine geçilirken şeyleşmiş, kendi gerçekliğine kavuşmuştur.
Marksizm kelimeler ve şeyleri birbirine bağlayan da bir yoldur aynı zamanda. Şeyler dünyasını kelimeler aracılığıyla anlamanın bir yolu… Ama bu anlamayı kelimeler veya şeyler dünyasıyla sınırlamayan, şeylerle kelimelerin sürekli ilişkisini öngören bir yol…
Marksizm ne şeyleri kelimeleştirip orada bırakır, ne de kelimeleri şeylerin yerine koyar. Ancak aralarındaki ilişkinin kopmasına kesinlikle izin vermez. Şeyler ve kelimelerin birbirlerine dönüşmesi değildir burada söz konusu olan; önemli olan karşılıklı bir ikamenin önüne geçilmesidir.
Bilimle toplumsal pratik arasındaki ilişkiyi kuran özne, kelimelerle şeylerin arasındaki ilişkinin de doğal taşıyıcısıdır.
Şeylerin bilgisi bizatihi bir eylemin sonucu olduğu gibi, bir eylemin konusu haline de gelebilir. Marksizm, kelimeler ve şeyler arasında, kurulmuş en gelişkin sistematiktir.
Marksizm ancak yanlış bir yorumlama ile yalnızca siyasi düzeyde gerçekleşen bir tercihin sonucu gibi gösterilebilir. Marksizm elbette siyasi bir tercihi de içerir aynı zamanda. Ama bu siyasi tercih, bilgi düzeyinde aynı yöntemsel zemini paylaşan almaşıklardan birisini seçmeye dair değildir. Marksizm bilgi düzeyinde de bir kopuştur ve bu kopuş siyasi, ideolojik ve teorik olarak bir bütündür.
Birçok farklı disiplinin birbirleriyle olan ilişkilerini, aralarındaki geçişimleri ve salınımları ideolojik, ekonomik ve siyasi düzeylerde dinamik bir şekilde tanımlamaya çalışan marksizm, şeyler ile kelimeler arasında son derece karmaşık ama güçlü, o güne kadar benzerine rastlanmamış bir ilişki kurdu.
Bu ilişki aynı zamanda dünyayı değiştirme arzusunun da bir ifadesiydi. Dolayısıyla, marksizmden sonra kelimeler ile şeyler arasındaki ilişki bir daha asla eskisi gibi olamazdı. Çünkü, marksizm iki dünyayı hem birbirine yaklaştırdı, hem de birbirinden uzaklaştırdı aslında. Kelimelerle şeylerin arasındaki sınırları tanımlarken, o sınırların nasıl aşılacağını ve aşılması gerektiğini de gösterdi.
Marksizm, kelimeleşmiş şeyler şeyleşmiş kelimelerle bezeli bir yanılsamanın sonu, sınırların geçilmesinin, basit anlamda bir dönüşümden ibaret olduğu düşüncesinin iflasıdır.
Marksizmin bütünsel bir sistem olmasına rağmen hiçbir zaman bir tamlık hissi vermemesinin nedenlerinden biri de budur. Yoksa sorun yalnızca, ne yaratıcılarının ve takipçilerinin yaşam süreleriyle ne de onların çalışma biçimleri, konsantre oldukları konular veya siyasi pratikleri ile ilgilidir.
Marksizm bir sistem olarak bu gerilimi hep yaşamak zorundadır; kurulmaya devam edecek, haznesine yeni kelimeler ekleyecek veya var olanları değiştirecek, o kelimelerle şeylerin arasında yeni bağlantılar kuracak, bu bağlantıların dönüştürme gücünü deneyecek, sonra o kelimeleri tekrar değiştirecek, tekrar haznesine yeni kelimeler ekleyecektir. Tüm bunları da, ardışık bir sırada değil, aynı anda yapmayı başaracaktır. Kelimelerin ve dilin ardışık yapısının koyduğu tüm sınırlamalara rağmen hem de…
Devrim ve kuruluş, marksist bağlamda şeyler ile kelimelerin arasındaki ilişkinin doruğudur. Ekim Devrimi’ni, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşunu, hayata geçirilenleri ve geçirilemeyenleri böyle anlamayan bir marksizm yorumunun 21. yüzyılın dünyasında pek az şansı olacaktır.
Hem devrim, hem de kuruluş süreci, marksist yöntem açısından da çok özel uğraklardır. Çözülüşün yükü altında ezilenler, romanın ikinci bölümünde, ilk bölümdeki maceralarının konu edildiği kendi kitabının altında ezilen Don Quichotte’tan farklıdır elbette. Bu kitabın kendi kitapları olmadığını iddia edenler, kitabın birinci bölümünde ne gördüyse artık tam tersinin doğru olduğunu söyleyenler nasıl olur da Don Quichotte ile aynı sepete konulabilir ki… Don Quichotte kendi gerçekliğine kavuşurken, onlar kendi gerçekliklerinden kaçmakta, kendilerini kelimelerin dünyasına hapsetmektedir.
Gittikleri yerde, kelimelerin kendiliğinden şeyleşeceğini, söylemin böyle bir gücü olduğunu düşünenlerle buluşmaları da rastlantı değildir.
Marksizm bir felsefeyi öldürüp yerine yenisini koyarken farklılaşmıştı. Siyasal iktisat özelinde Ricardo’dan ve diğer öncüllerinden onu ayıran en önemli noktalardan birisi buydu. Onu öncüllerinin yanına geri götürerek önemsizleştirmek isteyenler, marksizmi aydınlanma geleneğinin basit bir uzantısı olarak görenler iddialarında yanılıyordu.
Ama meselenin ilginç yanı ne Marx’ı önemsizleştirme ve sıradanlaştırma iddiasında olanların, ne de onlara reel sosyalizmin yükünü taşıyamamak gibi farklı saiklerle katılanların, marksizmin yerine bir şey koyamamış olmaları…
Öldürmek için yerine yenisini koymaları gerekiyor. Yenisini üretemedikleri gibi, nasıl üretecekleri konusunda da bir fikirleri yok büyük olasılıkla. Böylesi bir üretim fikrinin kendisinden vazgeçmeleri de buradan kaynaklanıyor olsa gerek. Totalleştirici ideoloji ve bilgi sistemlerine karşı çıkanlar ile parti olmayan partiler ve yeni toplumsal hareketler arasındaki yakın bağın felsefi temeli burada işte.
Yeni bir epistemelojik bütün yaratamayan her sistem var olanlardan birine bağlanır. Marx için öne sürülen bir “değişiklik getirmedi” iddiası da buna dayanmıyor muydu Marksizme bağlanmayı reddenlerin, marksizmin özünü reddederek marksizme bağlanmaya çalışıp aslında bağlanamamış olanların, son durak konusunda çok fazla seçeneği kalmıyor o zaman. Ama onlar bu basit gerçeği biliyor olmalı…