İşçilerin, kadınların, öğrencilerin, köylülerin ya da mahallelilerin “öz örgütlenmesi”, ne anlama gelir
İlgili toplum kesimlerinin, kendi özgül sorunlarından hareketle ve başkalarından (devletten, burjuvaziden, partilerden, “lider”lerden vb.) bağımsız bir şekilde örgütlenmeleri… Örneğin, öz örgütlenme taraftarlarına göre, üniversiteli öğrenci gençler, “akademik-demokratik mücadele” ekseninde örgütleniyorsa, gerçek bir “öz örgütlenme” söz konusudur. Yok eğer birileri üniversite öğrencilerini ülke ölçeğindeki sosyalizm mücadelesi için örgütlüyorsa, orada “öz örgütlenme”den söz edilemez.
İşçi sınıfının öz örgütlenmesi ise, sınıfın oluşumunu iktisadi ilişkiler sağladığından, her şeyden önce iktisadi mücadeleye dayanacaktır. Tabii her türden iktisadi mücadele için gerekli siyasallıkla birlikte.1
Tabii mesele bu kadar basit değil.
Çoğu “öz örgütlenme” taraftarı, ilgili alanların ufkunu aşan nihai hedeflere sahiptir, ya da en azından sahip olduklarını düşünme eğilimini taşırlar. Bir başka deyişle, onlar için, öz örgütlülükler, nihai hedefe ulaşılmasını sağlayacak sıçrama tahtalarıdır. Herkes kendi sorunlarını çözmek için örgütlendiğinde, ülke (ya da dünya) sorunlarının çözümü de mümkün hale gelecektir…
Daha önemlisi, “öz örgütlenme faaliyeti” olarak anılan girişimlerin çok büyük bir bölümü, ilgili kesimlerin güncel sorunlarını çözmekten çok daha geniş kapsamlı ve iddialı hedeflere sahip olan unsurlar tarafından başlatılır ve yönlendirilir (daha doğrusu yönetilir). İşin ilginç yanı, bu “öz örgütlenmeci”ler, çoğu kez, son derece sekter yaklaşımlara sahiptirler ve farklı siyasal eğilimlerin kurdukları örgütlere sızmasını engellemek, sızanları da etkisizleştirmek, en önemli faaliyetleri arasında yer alır. Bu tür durumlarda öz örgütlenme vurgusunun anlamı, “diğer” siyasi çizgilerden bağımsızlığa dönüşür.
Kuşkusuz, pratiğin (çoğu kez) böyle olması, “gerçek” öz örgütlenme süreçlerinin olanaksız olduğu anlamına gelmez. Öz örgütlenmeciliğin ardında, tarihin belirli kesitlerinde belirli toplumsal kesimlerin gerçekten de “kendiliğinden” sayılabilecek örgütlenme süreçlerine girmiş olmaları da var. Rusya’daki sovyetler gibi…
Rusya’da, 1905 ve 1917 Devrimleri sırasında ortaya çıkan sovyetler, “kendiliğinden” sıfatını, içlerinde devrimci ve komünist unsurlar bulunmadığı için değil, ama onların etkisini fazlasıyla aşan bir toplumsal güç oluşturabildikleri için aşabilmişlerdi.
Bunu sağlayan da, devrimci durum koşullarıydı.
Burada iki noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Birincisi, sovyetler, işçilerin, köylülerin ve askerlerin sadece üretim sürecine ya da askerlik mesleğine ilişkin sorunlardan hareketle ve bu sorunları çözmek için oluşturdukları örgütler değildi. Bu örgütleri yaratan, ülkenin bütününü ilgilendiren sorunların harekete geçirdiği kitlelerdi.
İkincisi, sovyetlerin ayırt edici özelliği, birer iktidar ya da yönetim organı olmaları değil (her iki devrimci dönemde de bunu başaramamışlardı), mevcut kurumsallıkları aşan ve karşıya alan bir devrimci enerjinin henüz kurumsallaşmamış örgütlülükleri olmalarıydı. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, sovyetler, mevcut düzeni karşıya aldıkları oranda, “yıkıcı” örgütlerdi. Buna karşın, devrimci dönemin ardından (ister eski isterse yeni düzende) iki seçenekle karşı karşıya kalmaları kaçınılmazdı ve öyle de oldu: Yok olmak ya da kurumsallaşmak. Kurumsallaşmak ise, ister eski isterse yeni düzende olsun bir, “düzen kurumu”na dönüşmek anlamına gelir. Tarih, kendisini bu akıbetten kurtarma şansı bulunan tek bir örgütlenme biçimi geliştirebildi: İşçi sınıfının öncü partisi.
İşçiler, kadınlar, öğrenciler, köylüler ya da mahalleliler, kapitalizmin olağan işleyişini sürdürdüğü dönemlerde, kendilerini harekete geçirmeye çalışan öznelerin gücünü kat kat aşan bir devrimci enerjiye sahip değildirler. Buradan çıkarılacak sonuç, elbette, kitlelerin sendikalarda, komitelerde, derneklerde ya da başka kurumlarda örgütlenmesi için mücadele etmenin anlamsızlığı değildir. İşçi sınıfının öncü partisi, toplumsal dayanaklarını ancak örgütlü bir zeminde bulabilir. Ne var ki, öncü parti, bu zemini hazır bulmaz: Bir yandan mevcut örgütlülükleri dönüştürmeye ve yenilerini yaratmaya çalışırken diğer yandan da kitle örgütlerinin düzen kurumlarına dönüşme eğilimini zayıflatmaya çalışmak zorundadır. “Öz örgütlenme” modeli ise, tersini varsaydığı için sorunludur.
Ya sosyalist düzende?
Kimilerine göre, geçmiş sosyalizm deneyimlerinin en önemli zaafı, kitlelerin öz örgütlenmelerine dayanmamalarıydı. “Yukarıdan aşağıya” doğru kurulan ve “merkeziyetçi” yanı ağır basan sosyalizm deneyimleri, daha başından yanlıştı…
Yapılması gerekense, öz örgütlenmelere ve özyönetime dayanan, başta üretim süreci olmak üzere toplumsal yaşamın mümkün olan en geniş kesiminde “doğrudan demokrasi”nin hayata geçirildiği bir sosyalizmi “aşağıdan yukarıya doğru” kurmaktı…
Öz örgütlenme ile özyönetim, gerçekten de birbirlerini gerekli kılar. Öz örgütlenmeye dayanmayan bir özyönetim modeli de, özyönetimi öngörmeyen bir öz örgütlenme de kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Bu ikisi bir araya geldiğinde ne olacağı ise ayrı bir tartışma konusu…
Bu tartışma yüz elli yılı aşkın süredir yapılıyor. Başlangıçta, tartışmanın bir tarafında anarşistler ve anarko-sendikalistler, diğer tarafında marksistler vardı. Ekim Devrimi’nin marksizmi “kazanan taraf” haline getirmesi, tartışmanın sona ermesine değil, anarşist ve anarko-sendikalist görüşlerin bu kez marksizm adına savunulmasına yol açtı.
Aşağıdan başlamak…
Sosyalizm, bir geçiş toplumu. Kapitalizm ve komünizmden farklı olarak, sosyalist toplumda, üretim ilişkileri, toplumsal düzenin yeniden üretimini güvence altına almaz. Zaten, sosyalizm dönemi boyunca temel hedef, mevcut olanı korumak değil, sınıfsız topluma doğru ilerlemektir. Üretim ilişkileri bunu hiç sağlayamaz.
Sosyalizm dönemi boyunca kritik sorun, toplumsal ilerlemeyi sağlayacak olan “irade”nin şekillendirilmesidir. Bu ihtiyacı bir yana bırakıp “kitleler her şeyin doğrusunu bilir ve yapar” kolaycılığına kapıldığınız anda, geri dönüşün yolunu da açmış olursunuz.
Eski sosyalist ülkelerdeki muhalefetin ağırlıklı kesiminin öz örgütlenmeci ve özyönetimci olması bir tesadüf değildi. Sosyalist ülkelerde belirli bir kitle tabanına ulaşan karşıdevrimci örgütlerin “öz örgütler” olarak kutsanması da…
Bugünden bakıldığında, Polonya’daki Dayanışma Sendikası’nın karşıdevrime öncülük ettiğini görmek zor değil. Nitekim, Walesa’yı işçi sınıfının büyük önderi olarak gösteren pek fazla kimse kalmadı. Ama zamanında böyle değildi. 1980’li yıllarda, kendilerine marksist diyenler de dahil olmak üzere solun önemli bir kesimi, Dayanışma Sendikası’nı “bürokratik sosyalizm”e karşı işçi sınıfının öz örgütlenmesi olarak selamlıyor ve Walesa’yı alkışlıyordu.
1986 yılında Polonya’daki “marksist” muhalefetin iki önemli isminin, Jacek Kuron ile Karol Modzelewski’nin çalışmalarını “Tekelci-Bürokratik Sosyalizm” başlıklı bir kitapta bir araya getiren Doğu Perinçek, çevirmen olarak şu notları düşmüştü: “Özellikle Kuron, Polonya’daki işçi hareketinin teorisyeni olarak düşünceleriyle tarihin yapılmasına katılıyor. Walesa’nın ismi, işçi hareketine pratik önderlik açısından neyi ifade ediyorsa, Kuron’un adı da teorik önderlik açısından aynı çağrışımı veriyor. (…) Kararlı ve soluklu mücadelesiyle yeni ufuklar açan Polonya işçi sınıfına ve halkına buradan bir ‘Dayanışma’ selamı yolluyoruz.”2
Kuron ile Modzelewski’nin 1960’lı yıllarda ortaklaşa hazırladıkları bir metnin program bölümünün ilk maddesi şuydu: “Eğer fabrikada bir işçi demokrasisi yoksa, o zaman uzun vadede devlette de olamaz. Çünkü işçi yalnız fabrikada işçidir, esas toplumsal işlevini orada yerine getirir. Eğer işyerinde bir köle ise, o zaman onun işyeri dışındaki her özgürlüğü büyük bir hızla göstermelik bir özgürlüğe, varsayılan bir özgürlüğe dönüşecektir.”3
Sonra da aşağıdan yukarıya doğru bir konsey örgütlenmesi, devletten bağımsız ve ekonomik ve siyasal grev hakkı olan sendikalar, konseylerde ve sendikalarda etkili olmak için birbirleriyle rekabet eden siyasal partiler vb. geliyordu…
Başlangıç noktası önemini yitirmiyor: İşçinin “esas toplumsal işlevini” fabrikada yerine getirmesi!
Bu, tam da işçinin “esas toplumsal ilgisini” fabrikasında olup bitenlere yöneltmesi anlamına geliyor. İşte bu noktayı ciddi bir şekilde tartışmak gerekiyor.
Sosyalist demokrasiyi “aşağıdan yukarıya doğru” kurmaya çalışalım…
Dolayısıyla, işyeri komitelerinden (ya da meclislerinden, konseylerinden, sovyetlerinden, şuralarından vb.) başlayacağız.
Tabii, “doğrudan demokrasi”nin hayata geçirilmesi için, tüm önemli kararların, tüm işçilerin katılımıyla alınmasında sonsuz yarar olacaktır. Gündelik kararlar ise, işçilerin seçtiği temsilcilerden oluşan bir komite ya da bu komitenin başkanı (“müdür”) tarafından alınabilir.
Peki, nedir önemli kararlar? Birincisi, işyerinin neyi ne kadar üreteceği ile ilgili hedeflerin belirlenmesi gerekir. İkincisi, ilgili işyerine ne tür yatırımların yapılacağı (ya da yapılmayacağı) kararlaştırılmalı, üretim sürecinde ne tür yeniliklere ve değişikliklere ihtiyaç duyulduğu saptanmalıdır. Üçüncüsü, işçilerin ne kadar ücret alacaklarını (yan ödenekleri kolaylık sağlaması açısından ücret fonuna dahil edebiliriz) belirlemek gerekir. Dördüncüsü, çalışma sürelerine saatlerine ve koşullarına ilişkin kararlar alınacaktır.
İlk bakışta en kolay görüneninden, dördüncüsünden başlayalım… Kolay görünüyor ama ortada bir sorun var: İşçiler, hep birlikte, çalışma süresinin haftada bir saate düşürülmesi ya da her beş dakikalık çalışma sonrasında 55 dakika paydos yapılması doğrultusunda karar verirse, ne olacak? İnsaflı davrandıkları ve her şeye rağmen çalışmaya katlandıkları için takdir mi edilecekler?
Bunun “gerçek hayatta” karşılığı bulunmayan bir sorun olduğunu kimse iddia etmesin.
Haftada kaç saat çalışılacağına kim karar verecek?
“Bu karar, üretim hedeflerine göre kendiliğinden belirlenir” türü bir kolaycılık işe yaramayacaktır… Tek başına üretim hedefleri bu konuda hiçbir şey söyleyemez, çünkü kaç işçi çalıştırılacağına da karar vermek gerekir.
Dahası, üretim hedefleri ile çalıştırılacak işçi sayısı arasındaki dengenin ne şekilde kurulacağı da, işletme ölçeğinde alınabilecek bir karar değildir. Yoksa, her bir işletmenin işçileri, kendi işyerlerinde daha fazla işçi istihdam edilmesi için mücadele edecektir.
Bunun da tek yolu var: Bir “emek piyasası” oluşturulur, en yüksek ücretleri ve en uygun çalışma koşullarını sunan işletmeler, mevcut emekçileri kazanmak için rekabete girişirler…
Olası sonuçları tartışmaya gerek yok herhalde!
Aslında, daha genel olarak bakıldığında, özyönetim modeli, işletmeler arasındaki ilişkilerin pazarlıklara ve sözleşmelere dayanmasını öngörmek zorundadır. Bir başka deyişle, adı ne şekilde konursa konsun, bir “piyasa” işleyişinin varlığı özyönetimin olmazsa olmazıdır. Aksi durumda, işletmeler, bağımsız (ya da özerk) birer birim (girişim) olarak hareket edemez. Bu olmadığında da özyönetim gerçekleşemez.
Peki, fabrikalar, o fabrikalarda çalışan işçilere mi, yoksa topluma mı aittir?
Hiçbir büyük tesis (fabrika, enerji santrali, alışveriş merkezi vb.), o tesiste çalışacak olan işçiler tarafından kurulmaz, kurulamaz (ve sosyalizmden söz ediyorsak, kurulmamalıdır!).
Yalnızca yeni tesislerin kurulması değil, mevcut tesislere ne tür yatırımların yapılacağı da, o tesiste çalışan işçilerin kendi başlarına alamayacakları, almamaları gereken türden kararlar arasında yer alır.
Örneğin, bir otomobil fabrikasının işçileri, son derece haklı olarak yeni ve daha güçlü bir hidrolik presle üretimin hızlandırılabileceğini, maliyetlerin düşürülebileceğini ve verimliliğin artırılabileceğini saptayabilir. Ama burada, toplam toplumsal kaynakların bir bölümünün söz konusu otomobil fabrikasına tahsis edilip edilmeyeceğine karar verilecektir. Bu karar, bütün toplumu ilgilendirir.
Dahası, hidrolik presin fabrika içinde üretilebilir olması da, hiçbir şeyi değiştirmez. O fabrikada üretildi diye, söz konusu pres neden daha yararlı olabileceği bir başkasında değil de o fabrikada kullanılmak zorunda olsun ki?
Ayrıca, hidrolik presin, temel işlerinden biri hidrolik pres imalatı olmayan bir işyerinde üretilmesi son derece verimsiz bir çözümdür ve bu “çözüm” de, toplumsal kaynakların israf edilmesi anlamına gelebilir.
Kuşkusuz, işçilerin toplumsal açıdan bakıldığında en verimli olmayan kimi tercihler yapmalarına ve bunların sonuçlarına katlanmalarına izin verilmelidir.
Ama bu bir kural ya da ilke haline getirildiğinde, sorun var demektir.
Diğer önemli karar konuları üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok.
Örneğin, işçiler, pek doğal olarak, üretim hedeflerinin düşük ve ücretlerin yüksek tutulmasını isteyeceklerdir.
Kısacası, işyeri örgütlenmeleri, kaçınılmaz olarak, son derece sınırlı bir yetki ve sorumluluk alanına sahip olacaklardır.
Bu sınırı genişletmeyi de, işçilerden çok “yukarısı” isteyecektir!
Sıradan bir işçinin olağan isteği, “zorunlu” çalışma saatleri boyunca en az fiziksel ve zihinsel emek harcamaktır. Çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkmasına kadar, bu “sorun”la yaşamaya devam edeceğiz.
Kapitalistlerin en fazla yakındıkları şeyler arasında, işçilerin sıkı bir gözetim ve denetim altında tutulmadıkları sürece, işten kaytardıkları, girdilere ve üretim araçlarına özensizce davrandıkları ve onlara zarar verdikleri, yeni teknikleri öğrenmek konusunda isteksiz oldukları vb. de vardır.
Benzer sorunlarla sosyalizmde de karşılaşacağız.
İşçilerin yaptıkları işi sahiplenmeleri için çaba harcamamız gerekecek. Bunun yolları arasında, üretim sürecinin bütünü konusunda olabildiğince çok bilgi sahibi olmalarının ve bu sürecin örgütlenmesine mümkün olduğunca çok katkı koymalarının sağlanması da bulunuyor.
Ama diğer taraftan, üretim sürecinin “demokratikleşme” potansiyeli, üretimin teknik temeli tarafından belirlenir.
Yüzlerce ya da binlerce işçinin çalıştığı bir fabrikada, üretim süreciyle ilgili kararların önemli bir bölümü mühendisler ve yöneticiler (bunlar ister atanmış, isterse seçilmiş olsun) tarafından alınmak zorundadır. Bunlar elbette işçilerin denetimine açık olmalıdır; ama bütün işçilerin mühendislik eğitimini almadıklarını ve almalarının da gerekmediğini unutmayalım!
Sosyalizmde, verimsizlik ve israf kaynağı olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyük oranda tasfiye edileceğini eklemekte yarar var.
Büyük ölçekli sınai üretim, “makinenin uzantısı” olan insanlar yaratır. Ve makineleri çalıştırmak için insan emeğine duyulan ihtiyaç ortadan kaldırılana kadar da, bunun böyle olması iyi bir şeydir!
Mevcut teknolojilere dayalı üretim sürecinin demokratikleştirilmesinden çok daha ileri olan hedef, zorunlu çalışma süresinin kısaltılmasıdır. Bunun için de çalışma yoğunluğu ve verimliliği bilimsel/teknolojik ölçütler doğrultusunda artırılmalıdır.
Evet, sürekli aynı vidayı sıkmak, bezdirici bir iştir. Ama eğer vida sıkma işini henüz robotlara yaptıramıyorsak, bu işi mümkün olduğunca hızlı bir şekilde (“yabancılaşarak”!) yapıp bitirmemizde sonsuz fayda vardır. Vida sıkmak türü işlerin toplumun çalışabilir durumdaki tüm üyeleri tarafından yapılması durumunda, haftalık zorunlu çalışma saatlerini ciddi oranlarda düşürmek ve “özgürce kullanılacak” zamanı artırmak mümkün olacaktır.4
Ortodoks marksist kabul edilen Ellen Meiksins Wood, farklı bir projenin varlığından söz ediyor: “İlhamını Marx’ın tarih (Batı tarihi) yorumundan alarak, tarihe doğrudan üreticilerin üretim araçlarından giderek ayrılması olarak bakan diğer marksizm uyarlaması (…) sosyalizm için farklı bir proje önerir: Doğrudan üreticilerin üretim araçlarına el koyarak geri alması. (…) [Bu projenin merkezinde] en ileri demokratik yönelimler bulunur; bu yönelimler Marx’ın sosyalizm tanımında özetlenir: Bunun temelinde ‘üreticilerin özgür birlikteliği’ vardır.”5
Evet, Marx, “üreticilerin özgür birlikteliği”nden söz ediyordu…
Ama bu birlikteliğin gerçekten özgür bir birliktelik olabilmesi için, bazı zorunlulukların aşılması gerekiyor.
Bin işçinin çalıştığı bir fabrikada “üreticilerin özgür birlikteliği”ni oluşturmak hiç kolay değildir, çünkü insanların ne şekilde bir araya geleceğini üretimin teknik gerekleri belirler.
Engels, sorunu şu şekilde tarif etmişti:
“İnsan bilimle ve yaratıcı dehasıyla, doğa kuvvetlerine boyun eğdirmişse de, insan tarafından kullanıldıklarına göre bu kuvvetler, insanı, her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız gerçek bir despotluğa bağımlı kılarak ondan öç almaktadırlar. Büyük sanayide otoriteyi yok etmek istemek, büyük sanayinin kendisini yok etmek demektir, çıkrığa dönmek için buharlı iplik makinesini kırmak demektir.”6
Nitekim Wood da kitabının sonuç bölümünde, üreticilerin özgür birlikteliğinin hangi yollarla gerçekleşemeyeceğini tartıştıktan sonra, dürüstlükle, bunun nasıl olacağını bilmediğini yazıyor!
Mesele Wood’da değil, projenin kendisinde… Bugüne kadar, piyasa ilişkilerinin ve dolayısıyla kapitalizmin geri getirilmesine yol açmayacak bir model ortaya konamadı. Kağıt üzerinde bile.7
Bir noktanın altını kalınca çizmekte yarar var: Ya üretici güçleri (teknolojiyi) mümkün olduğunca hızlı bir şekilde geliştirerek fiziksel emeğe ve her tür rutin emeğe duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaya çalışacağız, ya da daha geri teknolojilere dönüş yaparak “doğal” olduğu iddia edilen yaşamda huzur bulmaya!..
Bir başka deyişle, işyeri ölçeğindeki sorunları çözmek için bize gereken, her şeyden önce, bu ölçeğin dışına çıkmak.
Aynı anlama gelmek üzere, işçilerin ilgilerini “her şeyden önce” kendi işyerlerindeki üretim sürecinin örgütlenmesine yöneltmelerini istemek, onlara yapılabilecek en büyük kötülük olacaktır.8
Bir kez daha vurgulayalım: Bu söylenenler, işçilerin, işyerlerinden (ve hatta büyük işyerlerinde daha alt birimlerden) başlayarak, doğrudan demokrasinin de işletildiği örgütlerinin bulunmayacağı ya da bulunmaması gerektiği anlamına gelmiyor. Ama eğer işyeri örgütlenmelerini ayakta tutmak için özel bir çaba harcanmazsa, yani “yukarısı” işyeri örgütlenmelerini doğru şekilde yönlendirmeyi, önlerini açmayı başaramazsa bunlar hızla işlevsizleşecek ve “sönümlenecek”tir.
İşçilerde kendi kendilerini yönetmek ve ülke yönetimine katılmak konularında sadece işçi olmalarından kaynaklanan ve hiç tükenmeyen bir istekliliğin bulunduğu, boş ve tarihsel deneyimlerin doğrulamadığı bir varsayımdır. Tam tersine, “olağan” dönemlerde, işçilerin genel eğilimi, yetki (ve aynı anlama gelmek üzere sorumluluk) devri yönündedir. Her türden işçi örgütünde bürokratlaşma eğiliminin ortaya çıkması, bürokrat ruhlu insanların kendilerini göstermelerinden değil, bu genel eğilimden kaynaklanır.
Aslında, bu eğilim, sadece işçi örgütlerinde değil, neredeyse her türden birliktelikte gözlenir. Örnek olarak, son derece “modern” bir olgu üzerinde durabiliriz: İnternet’teki iletişim ve tartışma grupları.
Bu gruplara yalnızca “gönüllü” olanlar katılır. Dolayısıyla, grup üyelerinin aktif bir katılım göstermeleri olasılığı daha yüksektir. Ama her bir (görece geniş) grup, üç ana kesimden oluşur: Tartışmaları sürükleyen küçük bir azınlık, tartışmalara ara sıra katılan daha genişçe bir kesim ve tartışmalara neredeyse hiç katılmayan büyük çoğunluk…
“Demokrasi”, yalnızca, “katılım olanağı” anlamına gelir. Bunun fiilen gerçekleşmesini güvence altına almaz.
Oysa sosyalizmde, işçilerin ve emekçilerin aktif katılımına ihtiyaç duyacağız! İşyerlerinden başlayarak!
Yukarıya doğru giderken…
Kuşkusuz, işçilerin sektörel ve coğrafi üst örgütlenmeleri de bulunacaktır.
Hemen vurgulamakta yarar var: Demir-çelik sektörünün ya da Bursa ilinin tüm işçilerini bir araya getirerek ortak bir karar almalarını sağlamak, pratikte, hiç kolay değildir! Dolayısıyla, aşağıdan yukarıya doğru giderken, “doğrudan demokrasi” idealinden giderek daha fazla taviz vermek kaçınılmaz olacaktır.
Sınıfın sektörel ya da coğrafi örgütlerinin daha geniş bir ufka sahip olacakları açık. Ama, ne kadar geniş?
Örneğin, sosyalist Türkiye, yola görece gelişkin bir otomotiv sektörüyle çıkacak… Bu sektörü daha da geliştirmeye mi çalışacağız, yoksa önemsizleştirmeye mi? Diğer yandan “yerel özyönetim”ci yaklaşım, bugünkü bölgesel eşitsizliklerin kalıcılaşmasına yardımcı olacaktır.
Mesele dönüp dolaşıp aynı yere doğru geliyor: Sosyalizm, ne oranda merkeziyetçi bir düzen olacak?
Ne kadar merkeziyetçi olursanız, ancak o kadar demokratik olabilirsiniz!
Merkeziyetçilik, demokrasinin yeter şartı değildir elbette.
Ama eğer “demokrasi”den kararların tüm toplumun ortak çıkarları doğrultusunda alınmasını anlıyorsak, her türden adem-i merkeziyetçi yaklaşımın bundan bir uzaklaşma anlamına geleceğini de kabul etmek zorundayız.
Bu söyleneni uca çekip “falanca mahallenin parkına yeni bir ağaç dikmek için Ankara’dan izin almak mı gerekecek” diye sormanın bir anlamı yok. Ne kadar merkeziyetçi olursanız olun, aslında tam da merkeziyetçiliğin bir gereği olarak, pek çok kararın yerelliklere bırakılması kaçınılmazdır. Aynı şekilde, sınır çizgilerinin belirsizleştiği yerlerde gerçek gerilimlerin yaşanması da…
Ama ülkenin hangi enerji kaynaklarına başvuracağı, hangi sektörlere ve hangi bölgelere yatırım önceliği verileceği, bilim ve teknoloji geliştirme faaliyetlerinde hangi alanlara ne kadar kaynak aktarılacağı, eğitimin içeriğinin ne şekilde düzenleneceği, sağlık kurumlarının ne şekilde örgütleneceği, ne tür bir orduya sahip olunacağı, tüm toplumun eşit ve parasız bir şekilde yararlanacağı hizmetlere ne oranda ağırlık verileceği, ücretlerin, çalışma saatlerinin ve çalışma koşullarının ne şekilde düzenleneceği gibi sayısız başlıkta, sadece merkezi kararlar, tüm toplumun katılımıyla (yani olası en demokratik şekilde) alınabilir.
Bunun anlamı şudur: Özellikle beş yıllık (ya da ülke koşullarının gerektirdiği daha farklı vadeli) planların hazırlanma süreci, sosyalizmde, belki de en hayati konulardan biridir.
Bu sürece toplumun en geniş kesimlerini aktif bir şekilde katmak, aynı zamanda hazırlanan planların hayata geçirilebilmesi için de gereklidir.
İşte bu noktada, toplumun örgütlülüğü büyük önem taşır. İşyeri örgütlenmelerinden başlayarak işçi sınıfının ve toplumun bütün örgütleri, toplumun mümkün olan en geniş kesimini tartışmaların içine çekme görevini üstlenecektir.
Aşağıdan gelecek her tür talep ve önerinin değerlendirilmesi, bu sürecin bir başka boyutudur.
Beş yıllık planların hazırlanması, teknik ya da bürokratik bir iş değildir. Ana doğrultu ve temel hedeflerin belirlenmesi, tümüyle siyasal bir iştir.
Peki bu iş nasıl olacak?
İşyeri örgütlenmelerinden başlayarak tüm örgütlerin önerileri doğrultusunda bir “ortalama” mı bulunacak? Yoksa işçi sınıfının öncü partisi, ileri hedefler saptayarak başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun en geniş kesimini bu hedeflerin arkasında toplamaya mı çalışacak?
Birincisinin daha “demokratik” olacağını iddia edenler çıkabilir.
Tam tersi de olabilir! Ortalama fikirler, çoğu zaman, hiç kimseyi tatmin etmez. Buna karşın, bir tartışma sürecinin sonunda çoğunluğun desteğini alan fikirlerin hayata geçirilme şansı çok daha yüksektir.
Burada önemli olan, tartışma süreçlerinin sonunda toplumun mümkün olan en geniş kesiminin aktif desteğinin alınıp alınamadığıdır. Alınabiliyorsa, zaten “demokrasi” açısından da mesele yoktur. Alınamıyorsa, ilgili kararları hayata geçirmek de ya imkansız olacaktır ya da çok zor…
Çok partililik bir alternatif olabilir mi?
İşçilerin öz örgütlenmelerini işçi sınıfı partisinin önüne koyanların kolaylıkla (daha doğrusu kaçınılmaz olarak) varabildiği sonuçlardan biri de, çok partili bir sosyalist düzenin kurulması gerektiğidir.
Buna göre, (kapitalizme dönüşü savunmamak kaydıyla!) farklı partilerin kurulmasına ve iktidar mücadelesi yürütmelerine izin verilmesi durumunda, işçi sınıfı da farklı partiler arasında seçim yaparak, sosyalizmin başına bir felaketin gelmesine engel olabilecektir.
Ne kadar basit değil mi?
En önemsiz sorundan başlayalım: Karşıdevrimci güçlerin ilk yapacağı işlerden biri, partileşmek olacaktır. Kapitalizme dönüş savunuculuğunu engellemek için yasalara ekleyeceğiniz hükümler hiçbir işe yaramaz. Bu tür hükümlerin etrafından dolanmaktan kolay bir şey yoktur.
Ama dediğim gibi, bu en önemsiz sorun…
Sosyalizmde tartışma olmayacak mı?
Tabii ki olacak. Hem de gerçek tartışmalar olacak, olmalı.
Öncü partinin içinde de, dışında da…
Burada kritik mesele, meselelerin gerçekten tartışılması, bir süreliğine de olsa bazı kararlara varılması ve o kararların hayata geçirilmesi.
Öncü partide, üyeler her konuda tartışabilirler ve tartışmalıdırlar. Fikirlerini partinin bütününe kabul ettirmek için mücadele edebilirler ve etmelidirler.
Öncü partinin programını topluma kabul ettirmesinin güvencesi yoktur. Bu programa dayanarak hazırlanacak olan planlar, toplumun onayını almak zorundadır.
Ama işin içine farklı partileri (ya da hizipleri) dahil ettiğinizde, bambaşka bir şey olur.
Yine görece önemsiz bir konuya değinelim: Tek tek bireyler, daha çok önem verdikleri bazı konular adına, daha az önem verdikleri bazı başka konularda da partilerinin (ya da hiziplerinin) ortak görüşü doğrultusunda hareket etmek zorunda kalacaktır. Böylece, bazı konulardaki tartışmalar “gerçek” tartışmalar olmaktan uzaklaşacaktır.
Bunu da bir yana bırakalım ve devam edelim.
Diyelim ki beş ayrı program çıktı ve bunlar yüzde 40, 25, 15, 12 ve 8 oranlarında oylar aldılar… Ne olacak? Yüzde 40 oy alan program uygulanacak tabii ki…
Böylesi bir durumda, toplumun yüzde 60’lık kesiminin desteğini alan diğer partiler, bu programın başarısızlığı için mücadele edecektir!
Farklı partiler demek, farklı programlar ve işçi sınıfının da farklı partiler arasında bölünmesi demektir.
Kim daha çok işçiyi ve daha çok emekçiyi kendi programının arkasında toplayabilirse, o kazanacaktır…
Bu durumda iktidardaki partinin temel derdi de, bir sonraki seçimleri kazanmayı garantilemek olacaktır.
Bir başka deyişle, tüm meselelerin olanca açıklığıyla tartışılmasının yerini, kesinlikle küçümsenemeyecek bir olasılıkla halkın desteğini almaya yönelik profesyonel “kamuoyu oluşturma” teknikleri alacaktır. Bu arada, muhalefetteki partiler, başarısızlığı örgütlemeye çalışacaklardır.
Bu tür bir mücadelenin kapitalizm koşullarında yıkıcı sonuçlar doğurmamasının son derece basit bir nedeni var: İşçiler, parti tercihlerine göre değil, işten atılma korkusuyla çalışırlar…
Bu arada yüzde 40 oy alan programın en iyisi olması da, kaçınılmaz falan değildir.
Ayrıca, örneğin yüzde 25 (ya da daha az) oy alan partinin üyeleri, halkın yüzde 40’ından destek alan partinin içinde mücadele etseler, ülkenin geleceği açısından önemsedikleri konularda daha fazla ağırlık sahibi olabilirler.
Öz örgütlenme, özyönetim ve çok partililik savunucuları, bu sorunu çözebilmek için, partileri ikinci plana itmeye ve iktidarın işçi sınıfının öz örgütlerinde olacağını ısrarla vurguluyorlar: “Sosyalist demokraside iktidar, demokratik olarak seçilmiş işçi konseyleri tarafından gerçekleştirilir.”9
Partiler, konseylerin içinde çoğunluğu ele geçirme mücadelesi yürütürler. Peki, konseylerin içinde çoğunluğu ele geçiren bir partinin ülkeyi “kendi bildiği gibi”, yani “tepeden inmeci” bir şekilde idare etmemesinin güvencesi nerede Yine, bir sonraki seçimleri kaybetme ihtimalinde…
Bu model bugün, kısmi bir şekilde de olsa, uygulanıyor. Örneğin Türk-İş’in tüm yönetim kademeleri, aşağıdan yukarıya doğru yapılan seçimlerle belirleniyor. Türk-İş’in “seçilmiş” yöneticileri de kazandıkları koltukları bir daha yitirmemek için gereken önlemleri son derece başarılı bir şekilde alıyorlar.
Çok partililik, “bürokratlaşma”nın ya da “kastlaşma”nın panzehiri olamaz.
Zaten, asıl mesele, sosyalizmin hiç de biçimsel olmayan sorunlarına biçimsel çözümlerin aranmasından kaynaklanıyor.
Bir parantez: “İnternet demokrasisi”
Gelişen iletişim teknolojilerinin ve bu arada İnternet’in pek çok yeni olanak yarattığı açık. Bu olanaklardan sonuna kadar yararlanmak ve örneğin tüm yurttaşların her tür siyasal, iktisadi, toplumsal ve kültürel konuda bilgilenmelerine, soru sormalarına, tartışmalarına, eleştirmelerine olanak sağlamak ve tabii ki karar alma süreçlerine katılmalarını kolaylaştırmak, en önemli görevlerimiz arasında yer alacak.
Ama sıra “İnternet demokrasisi” tezlerine geldiğinde, bir miktar daha dikkatli olmak gerekiyor.
Hele İnternet aracılığıyla yapılan oylamalara (ya da kanaat oluşturma faaliyetlerine) karşı çok daha dikkatli olunmalı.
İletişim ve tartışma grupları örneğine değinmiştik.
Daha ciddi bir tehlike var: Bir konu hakkında enine boyuna tartışma ihtiyacını duymadan kanaat oluşturma ve bunu beyan etme eğilimi…
İnternet ortamında alınan “karar”ların önemli bir bölümüne pek az düşünsel emek harcanır. Örneğin, falanca yerde termik santral yapımına itiraz edenlerin hazırladığı bir e-mektubu tüm tanıdıklarına gönderenlerin ezici çoğunluğu, meselenin teknik boyutları hakkında bilgilenmek için en küçük bir çaba harcamaz.
Tabii denebilir ki, “falanca yerde termik santral yapımını savunanların da kendi görüşlerini aynı yolla yaygınlaştırma imkanı var”. Elbette var. Dahası, İnternet üzerinde bu türden “kapışma”ların yaşanması, son derece yararlıdır. Kimileri de bazı meselelerle, tam da bu türden kapışmalar sayesinde ilgilenmeye başlayacaktır.
Ama sadece “eğilim anketleri”ne dayanarak ülke yönetmeye kalkışmak, tam bir felaket olacaktır!
Çünkü aynı İnternet ortamında, eğilimler günden güne değişir.
Asıl önemli tehlike başkadır ve her türden “demokrasi”yi tehdit eder.
İnternet ortamında eğilim yaratmak, bir noktadan sonra “teknik” bir faaliyettir. Bir fikri profesyonel açıdan ne kadar başarılı bir şekilde pazarlayabilirseniz, sonuca ulaşma şansınız o kadar artacaktır.
Kimsenin kuşkusu olmamalı: Karşıdevrimci güçlerin en fazla faaliyet gösterdiği alanlardan biri, belki de en önemlisi, İnternet olacaktır. Bu arada, yabancı istihbarat servisleri de katkılarını esirgemeyeceklerdir. Ve bizim de, bir yandan İnternet’in sağladığı olanakları tüm insanlığa örnek olacak şekilde değerlendirirken, diğer yandan karşıdevrimci saldırılara karşı son derece sistemli bir karşı faaliyet yürütmemiz gerekecektir.
Mücadeleyi sanal ortama sıkıştırmaktan yalnızca iki kesim fayda sağlayabilir: Sabotörler ve statükocular.
Devrimcilerin görevi, insanların karar alma ve uygulama süreçlerine “aktif” katılımını sağlamaktır. Bazen bir toplantı salonunda, bazen sokakta, bazen işyerinde, bazen çalışma saatleri dışındaki faaliyetler sırasında ve elbette bazen de İnternet aracılığıyla… Bunların bütünlüğünü doğru bir şekilde kuramazsanız, her bir araç ya da biçim kendi sorunlarını yaratır.
Sosyalizmin gerçek gündemi
Toplumun örgütlülüğünü ve siyasete aktif katılımını sağlamanın, devletin yönetim işlevlerini mümkün olduğu ölçüde toplumsallaştırmanın sosyalist bir iktidar için olmazsa olmazlar arasında yer aldığı, geçmiş sosyalizm deneyimlerinden de çıkarılabilecek bir sonuç. Partinin her türden teknik ayrıntıyla (ya da iktidarı yeniden ve yeniden ele geçirme işiyle) boğuşan bir örgüt olmaktan çıkarak “öncülük” görevinin hakkını verebilmesi için de, bunlara ihtiyaç var. Örgütlülük, siyasete aktif katılım ve yönetsel sorumluluk üstlenme, aynı zamanda, kitlelerin eğitimi anlamına gelir. Sosyalist iktidar, kendi sürekliliğini güvence altına almak için bile, geniş kitleleri bu yollarla eğitmek zorundadır. Bürokratlaşma tehlikesine karşı alınabilecek en ciddi önlem de budur!
Bunlara mutlaka eklenmesi gereken bir şey var: 21. yüzyılın sosyalizm deneyimleri, 20. yüzyılın deneyimlerine oranla çok daha ileri bir noktadan başlayacak.
Zorunlu çalışma sürelerinin kısaltılması ve özgürce kullanılan zamanın artırılması, insanların tüm temel ihtiyaçlarının toplum tarafından karşılanabilir hale gelmesi ve bilgiye ulaşma olanaklarının sınırsızlaşması, özgürce üreten insanların son derece özgün birliktelik biçimlerini yaratmalarına da olanak sağlayacak.
20. yüzyılın deneyimlerinde, sayısız nedenle, sadece sosyalizm koşullarında yaratılabilecek olan bir olanaktan yeterince yararlanılamadı: Toplumu oluşturan tüm bireylerin zihinsel üretim potansiyelinin harekete geçirilmesi.
Bugün, tek tek ülkelerin pek çoğunda olmasa da insanlığın elinde, bunu mümkün kılacak bilimsel ve teknolojik birikim var.
Marx’ın ünlü sözünü hatırlamakta yarar var: “19. yüzyılın toplumsal devrimi şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir.”10
Açıkçası, sosyalizm söz konusu olduğunda, öz örgütlenme ve özyönetim tartışmalarının geçmiş döneme ait tartışmalar olduğunu düşünüyorum. Bu tartışmalar, üretim sürecinin teknik temellerinin insanlığın gerçek kurtuluşuna henüz olanak sağlamadığı bir dönemin tartışmalarıydı. Bugünse, “özgür üreticilerin birliği” hedefi gerçekten de güncellik kazanmış durumda.
Tabii ki bunun için üretici güçleri geliştirme potansiyelini hızla değerlendirerek “kıtlık”ı ortadan kaldırmak gerekiyor.
İktidardaki bir komünist partinin yanlış yollara sapmamasının mutlak bir güvencesi olmasa da, nihai hedefe yaklaşıldığı oranda, yanlış yapma ihtimali azalacak ve önemsizleşecektir.
Diğer taraftan, nihai hedefe yakınlığı hissedilebilir kıldığımız oranda, kitleleri bu hedef doğrultusunda seferber etmemiz ve insanların kendi işyerleri de dahil olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarına “yukarıdan” bakmalarını sağlamamız kolaylaşacaktır.
Bugünün Türkiye’sinde örgütlenme ihtiyacı
Sosyalizm döneminde işçi sınıfının önünü çok fazla açamayacak olan öz örgütlenme ve özyönetim tartışmaları, kapitalizm koşullarında iyiden iyiye anlamsızlaşır.
Kapitalizmin tüm kurumları (fabrikalar, okullar, hastaneler, alışveriş merkezleri, bankalar vb. vb.), belirleyici nitelik ve işlevlerini, kapitalist toplumsal işbölümü içindeki yerlerinden alırlar. Kapitalist toplumsal işbölümünü veri alan örgütlenme ve yönetim ilişkileri, bu işbölümünü bir şekilde yeniden üretmekten başka bir sonuç doğurmaz. Somutlamak gerekirse, bir fabrikayı işçilerin yönetmeye başlaması, eğer o fabrika piyasa için üretim yapıyorsa, işçilerin belki kısa bir dönem boyunca bir miktar daha yüksek ücretler almaları dışında hiçbir şeyi değiştirmez.
Eğer dünya kapitalizminin bunalımının burjuvaziyi işçi sınıfına karşı çok daha saldırganlaştırdığı bugünün somut koşullarından söz edeceksek, işyerlerinde (ya da örneğin mahallelerde) yaşanan somut sorunlardan hareketle yürütülen örgütlenme faaliyetlerinin ülke ölçeğindeki bir dönüşümün yolunu açacağı düşüncesi daha da sorunlu bir hal alacaktır.
Türkiye söz konusu olduğunda, bu tür bir projeye, en başta, işyeri çalışanları (ya da mahalle sakinleri) inanmaz!
İşçi sınıfının öncelikle iktisadi mücadele içinde örgütlenmeyi ve daha fazlasını öğreneceği, kapitalizmin büyüme dönemlerinde ve sınırlı ölçüde geçerli olabilen bir doğrudur.
“Tabandan başlayarak” örgütlenmek, bugün solun yapması gereken en önemli iştir. Sorun, öz örgütlenme edebiyatının ön açmak bir yana bu işi zorlaştıracak oluşudur.
Sermaye sınıfı, 1980’li yıllardan bu yana, işçi sınıfını ve emekçileri örgütsüzleştirmek doğrultusunda ciddi bir yol aldı.
Bugün, işçi sınıfının iktisadi mücadeleye inançsızlığı, son derece somut dayanaklara sahip. Tek tek işyerlerinde elde edilen kazanımların çok kısa bir süre içinde yitirilmesinin ve bu arada öncü işçilerin işten atılmalarının sayısız örneği var. Sermaye iktidarı da bu inançsızlığı aynı anda onlarca saldırı başlığını (özelleştirmeler, iş yasası, kamu yönetimi reformu, sağlığın ve eğitimin paralı hale getirilmesi, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi vb.) gündemde tutarak pekiştiriyor. Saldırı başlıklarının her biri gerçekten çok önemli; bunların her birine karşı aynı anda ve ayrı ayrı mücadele edip başarıya ulaşmaksa olanaksız.
Tüm bunlar, iktisadi mücadele ile siyasi mücadele arasındaki bağlar üzerine yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
Pek çoklarının “klasik” olduğunu düşündükleri şablona göre, işçi sınıfının iktisadi mücadelesi ile siyasi mücadelesi neredeyse eş düzeyde önem taşırlar ve birbirlerini beslerler… Biri olmazsa diğeri de olmaz…
Bu şablonu Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarıyla desteklemek çok zordur. Marksizmin klasik çalışmalarında vurgu hep “siyasetin önemi” üzerinedir. Marx, Engels ve Lenin’in işçi sınıfının iktisadi mücadelesinin ne şekilde geliştirilebileceği üzerine çok fazla kafa yormadıkları ise kesindir! Belki de, onların yazdıkları dönemde işçi sınıfının iktisadi mücadelesini her şeyin önüne koyarak canla başla mücadele edenlerin çokluğu nedeniyle…
Başka ülkeler bir yana, bugünün Türkiye’sinde, işçi sınıfının iktisadi mücadelesini güçlendirmek için bile, siyasi müdahalelere ihtiyaç var. Daha doğrusu, yine bugünün Türkiye’sinde, sınıfın iktisadi mücadelesini güçlendirmenin yolu, bu mücadelenin siyasi çerçevesini doğru çizmekten, Niktisadi mücadele ile siyasi mücadele arasındaki bağları güçlendirmekten geçiyor.
Örneğin, özelleştirme saldırılarının ideolojik dayanakları zayıflamış olsa da, özelleştirmelere karşı mücadele eden işçiler, toplumsal destekten yoksun kaldıkları sürece yenilmeye mahkumlar. Buna karşın, özellikle Türk Telekom, TCDD, Tüpraş ya da THY gibi kuruluşları özelleştirme girişimlerini, ülke ölçeğinde yürütülen bir siyasal mücadelenin konuları haline getirmek mümkündür. Emperyalizme ve işbirlikçi AKP hükümetine karşı mücadele eden işçilerin toplumsal destek sağlama şansı, işlerini kaybedecekleri için yardım çağrısında bulunan işçilere oranla, çok daha yüksek olacaktır.
İşçi sınıfının öncü partisine düşen görev, tekil ve yerel direniş örgütçülüğü yapmaya çalışarak sınıfın enerjisini ve kendi enerjisini israf etmek yerine, ülke ölçeğine taşınabilecek olan mücadele başlıklarına konsantre olmaktır.11
Tersinden de söylenebilir. Bugün, işçileri, “örgütlenirseniz daha yüksek ücret, daha fazla sosyal güvence vb. alabilirsiniz” diyerek ikna etmek, “bakın, memleketi satıyorlar, siz de işçiler olarak buna karşı mücadele etmelisiniz” diyerek ikna etmekten daha kolay değildir…
İkincisini başarmak içinse, “siz kendi kendinize her şeyi başarırsınız” edebiyatından daha fazlasına ihtiyaç var.
Ülke ölçeğinde yürütülen mücadeleyle gerçek bir gücün oluşturulabileceği somut olarak gösterilmedikçe, “sıradan” işçiyi bu mücadeleye kazanmak hiç de kolay olmayacaktır. Tam da bu nedenle, “bağımsız örgütlenme” vurgusu, yararlı olmak bir yana, işleri zorlaştırır. İşçiler zaten örgütlenme arayışı içinde olsalardı bazı işlere yarayabilecek olan bu vurgu, örgütlü mücadeleye inançsızlığın en yüksek düzeyde olduğu bugün, sadece ön tıkayacaktır.
Komite tarzı örgütlenme
İşgale Karşı Komiteler, başarı ve başarısızlıklarıyla, son derece önemli bir deneyim birikimi yarattı.
Bu komiteler, başlangıçta Irak’ın işgaline ve Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine, sonra da NATO Zirvesi’ne karşı ülke ölçeğinde yürütülen mücadelenin en büyük örgütlü bölmesini oluşturdu. Bu başarının ardında da, komiteleşme çalışması sırasında ön plana çıkarılan hedef ve taleplerden önce, işin öncülüğünü TKP’nin yaptığının bilinmesi vardı.
“TKP’nin toplumsal ölçekteki prestiji o kadar yüksek ki, kitleler bizim peşimizden geliyor” türü bir şey söylemiyorum. Ama, en azından bugünün Türkiye’sinde, insanlar, herhangi bir örgütlü faaliyete katılma kararı vermeden önce, bu faaliyetin başını çeken unsurlar hakkında da bir fikre sahip olma ihtiyacını duyuyor. “Burada liderler yok, her şeyi ‘biz’ yapıyoruz” türü sözler, fazla ilgi çekici gelmiyor.
Kitlelerin kendiliğinden hareketinin yepyeni örgütlenme biçimleri yaratacağı bir dönem yaşayabiliriz elbette. Böylesi bir dönemde ortaya çıkacak olan örgütlerle ne tür ilişkilerin kurulacağı, ayrı, ciddi ve somut bir tartışma konusudur. Ama bunun bugünün bir sorunu olmadığı kesin…
İşgale Karşı Komiteler’in en önemli başarısızlığı ise, biraz da başarısının ürünü oldu. Yola görece büyük (ama komünistlerin ihtiyaçları açısından fazlasıyla yetersiz) bir nicelikle çıkılırken, temel çalışma alanına, yani örgütlenmeye ve özellikle de mücadeleye yeni katılanların örgütlenme çalışmalarına hak ettiği ölçüde önem verilmedi.
Oysa örgütlü çalışmanın en önemli hedefi ve başarı ölçütü, bu çalışmaya yeni insanların kazanılmasıdır.
Bazen fazla basit bulunan ve bazen de çok zor olduğunu düşünülen bu görevin yerine getirilmesi, aynı zamanda en iyi eğitim çalışmasıdır. Örgütlü mücadele, örgütlenerek öğrenilir.
Kuşkusuz, sosyalist devrime uzanan süreçte (öncü parti dışındaki) herhangi bir örgütlenme modelini mutlaklaştırmak yanlış olacaktır. Ama diğer taraftan, komite tarzı ve ülke ölçeğindeki siyasal mücadele ile bağlantılı bir örgütlenme çalışmasının işçileri ve emekçileri örgütlü mücadeleye kazanmak açısından son derece elverişli bir model olduğu görülmüştür.
Önümüzdeki dönemin kritik görevi ise, her türden örgütlenme çalışmasında, sınıf kimliğini öne çıkarmaktır.
“Sınıf kimliği” denen şey, ücretli emek sömürüsünden sıkça söz edilerek yaratılamaz. Bu kimlik, ancak, işçi sınıfının toplumsal ölçekteki siyasal mücadelelerin bir tarafı haline getirilmesiyle oluşturulabilir.
Komünist öncünün görevi, işçi sınıfı içinden çıkarılacak olan öncü adaylarına ve bu arada özellikle genç işçilere, tam da işçi oldukları için ülke meseleleriyle ilgilenmeleri, bu meselelerin çözümü için yürütülen mücadelede toplumun diğer kesimlerine öncülük etmeleri gerektiği “bilincini” taşımaktır.
Elimizde bu görevi somutlama olanağı var. AKP iktidarı, işbirlikçiliğiyle, özelleştirmeciliği ve sınıf düşmanlığıyla ve dinci gericiliğiyle, işçi sınıfının gündeminde olması gereken tüm mücadele başlıklarının birleştirilmesini mümkün kılıyor.
“AKP’yi iktidardan bizim mücadelemiz indirdi” diyebilecek bir işçi sınıfı, Türkiye’nin kaderini eline alabileceği inanç ve özgüvenini de kazanacaktır.
Bunun için, her şeyden önce, örgütlenmek gerekiyor.
Meselenin Қzӟ bu!
Dipnotlar ve Kaynak
- Aslında, “öz örgütlenme” terimi farklı anlamlarda kullanılabiliyor. Kimi zaman, sadece “devletten bağımsız” olma vurgusu ön plana çıkıyor. Bazen “işçi sınıfının öz örgütlenmesi”, “işçi sınıfının örgütlenmesi” anlamında kullanılıyor; yani “öz” sözcüğü sadece “pekiştirme” işlevini görüyor; bu durumda “öz örgütlenme” de bir kavram olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla, öz örgütlenmenin ne olup ne olmadığı konusunda da tartışmalar var. Bu yazıda “öz örgütlenme” kavramına daha yaygın olarak yüklenen anlam temel alınacak. Kavramın “kendi kendine örgütlenme” biçiminde de çevrilebilecek olan İngilizcesi (“selforganization”), “başkalarından bağımsız olarak” örgütlenme anlamını daha açık bir şekilde taşıyor.
- J. Kuron-K. Modzelewski, Tekelci-Bürokratik Sosyalizm, çev: Doğu Perinçek, Kaynak Yay., Şubat 1986, İstanbul, s. 8.
- a.g.y., s. 121.
- Zaman zaman “boş” ya da “hoş” zamandan söz edilir… Kanımca, bizim hedefimiz, “özgürce kullanılan” zamanı artırmak olmalı. İnsanlar, bu zaman dilimlerini, elbette, üretimle, teknolojiyle ya da bilimle ilgili olmayan faaliyetlere ayırabilirler. Ama aksini de yapabilirler ve yapabilmeliler!
- Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, (doğrusu: “Kapitalizme Karşı Demokrasi”) çev: Şahin Artan, İletişim Yay., 2003, İstanbul, s. 173.
- Friedrich Engels, “Otorite Üzerine”. Marx-Engels-Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, çev: Sevim Belli, Sol Yay., Mart 1979, Ankara, s. 124.
- Örneğin, Sovyetler Birliği’ndeki toplum düzenini “devlet sosyalizmi” olarak tanımlayan ve işçi konseyleri tarafından yönetilen bir toplum düzenini savunan Anton Pannekoek, üretim araçlarının devlet organları tarafından kontrol edilmesini eleştirirken 1952 yılında bunun alternatifi hakkında şunları yazıyordu: “(…) işçilerin üretim üzerindeki doğrudan denetimi, çalışanların işletmeleri yönetmesi ve daha üst ve merkezi organları aşağıdan yukarıya doğru inşa etmesi anlamına gelir. İşçi konseyleri denen sistem budur.” (“Letter on Workers Councils”, www.marxists.org/archive/pannekoe/works/1952-letter.htm) Ama aynı Pannekoek, bu satırların hemen ardından söz konusu sistemin ayrıntıları hakkında bir şey söylenemeyeceğini, meselenin bir “ilke” meselesi olduğunu, işçi konseyleri sisteminin ne tür pratik biçimler alacağınıtartışmanın mümkün olmadığını ve somut hedeflerden oluşan bir programın oluşturulamayacağını ekliyordu!
- “Üretim sürecinin demokratikleştirilmesi” hedefini en fazla vurgulayanların, “ortodoks marksizm”i ekonomik indirgemecilikle suçlayanlar olması, ilgi çekici bir durum.
- Ertuğrul Kürkçü, Saruhan Oluç, Nail Satlıgan, Sungur Savran vd. “Sosyalist Demokrasi, Birlik Tartışmaları-3, BTDK Yay., Ocak 1990, s. 96.
- Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev: Sevim Belli, Sol Yay., İkinci Baskı, Haziran 1990, Ankara, s. 17.
- Açıklık sağlamak adına bir ek yapmakta yarar var: Burada kastedilen, tek tek işyerlerinde yürütülen ve ülke ölçeğine taşınamayacak olan mücadelelerin yüzüstü bırakılması falan değildir. Komünistler, tek bir işletme söz konusu olduğunda bile, en akılcı politikaları geliştiren, mücadeleyi örgütleyen, öncü unsurlar olmalıdır. Ama burada, tek tek komünistlerin ve komünist partinin yerel örgütlerinin (kesinlikle önemsiz olmayan) görevleri söz konusudur. Komünist partinin merkezi siyaseti bu görevlerden türetilemez.