Bu yazıyı hazırlarken okuduğum kaynakların kimilerinde işçi sınıfının bugünkü durumuna ilişkin bir dizi veriye de rast geldim. Kimi notlar almışım. Örneğin 2000 yılı itibariyle sanayileşmiş ülkelerde yüzde 6.1 olan açık işsizlik oranının 2002’de yüzde 6.9’a yükseldiğini, bunun yaklaşık 180 milyon işsiz anlamına geldiğini, 2000-2003 arasında yedek sanayi ordusuna 20 milyon kişinin eklendiğini, ayrıca 550 milyon insanın günde yalnızca 1 doların altında gelir elde edebildiğini not etmişim.
Sosyal güvenlik sistemlerinin tasfiyesi, sağlık ve eğitimin parasallaştırılırken çökmesi, genel olarak sosyal devlet ve refah toplumuna özgü uygulamaların geriletilmesi, sendikaların üye ve genel olarak emekçi hareketlerinin ağırlık kaybı, misyonu, geniş emekçi yığınlarda kapitalizm içinde temsil edildikleri kanısını örgütlemek olan sosyal-demokrasinin derin bunalımı, parlamenter veya temsili demokrasi denen burjuva demokrasisinin inandırıcılığının ve güvenilirliğinin silinmeye yüz tutması gibi sayısız ekin yapılabileceği bu tablo, başka şeylerin yanı sıra, burjuva küreselleşme çığırtkanlığının bir karşı ağırlıkla dengelenmesinin mutlak bir zorunluluk olduğu anlamına geliyor. Hiçbir zaman hiçbir yerde bir egemen sınıfın, yönetilenleri bütünüyle ihmal etmek üzerine kurulu bir egemenlik mekanizması söz konusu olmamıştır. Kuşkusuz sermaye sınıfları ideolojik hegemonyalarını tazelemenin çarelerini sürekli bulmaktadırlar. Ancak genel ve mutlak bir eğilim olarak “çağdaş” kapitalizm, yönetilen sınıfların düzene bağlanmalarına değil, bu yığınların sınıf davranışı gösterme yeteneklerini yitirdikleri ve dolayısıyla düzene bağlanmaları için ayrıca kaynak aktarılmasının gereksizleştiği varsayımına dayanıyor. Sermaye sınıfı bu varsayımı gözden geçirmeyi kesinlikle istememekte, ama balans ayarı yapma ihtiyacı da kendini hissettirmektedir.
Bir temel varsayımın dengelenmesi başlı başına bir çelişki. Aynı, otomobilin hem gazına hem frenine basmak gibi bir şey.
Neo-liberalizmin bu ilginç zaferine dair iyi bir betimlemeyi aktarmak istiyorum:
“… neo-liberalizmin, toplumun geniş kesimlerine nüfuz edebilen, bu arada geleneksel ideolojiler ile gündelik yaşamdan kaynaklanan varoluşsal ideolojileri kendi belirleyiciliğinde senteze ulaştıran özgün bir ideolojisi olduğunu düşünmüyorum. Zamanında Hayek, daha sonra Reagan ve Thatcher’ın danışmanlığını yapanlar ve başkaları elbette belirli bir ideolojinin sahibiydiler. Gel gelelim, bu ideoloji topluma kendi özellikleriyle nüfuz edip varolan diğer ideolojilerin yerini almamış, uzantısı olan politikalar aracılığıyla diğer ideolojilerin arkasında duran kolektiviteleri çözmüş ve toplumu atomize etmiştir. Başka deyişle, neo-liberal ideoloji, örneğin refah devletine özgü ideolojik biçimlenmeyi, bu arada kamucu anlayışı yok etmemiş, bunları uzantısı olan politikalar aracılığıyla kitlesizleştirmiştir. Kitle, neo-liberal ideolojiye kapılanmış değildir; depolitizasyon sürecinde gündelik yaşamına ve dar çıkarlarına gömülmüştür.” 1
Neo-liberalizmin kitlelerle kurduğu ilişkinin dönüştürücü olmaması, kitleleri neo-liberalizmden kurtarmanın görece kolay bir iş olduğunu düşündürmemelidir. Gündelik yaşam ve dar çıkarların dişlileri gerçekten çok kıyıcı olabilmektedir. İşin bu kısmı bir yana, yüzeysel bir yapıya alternatif olarak ortaya çıkan modeller de kitleleri kapsayıcı, dönüştürücü, harekete geçirici özelliklerden yoksun kalmaktadır. Kapitalizmin derinlik kaybı, reformcularını da zayıf düşürmektedir. Birkaç yıl öncesinin Blair, Jospin, Schröder’li sosyal-demokrat canlanışının ömrünün kısa sürmesi ve ardındaki Anthony Giddens adına kayıtlı “Üçüncü Yol” felsefesinin fazla bir derinlik arz etmemesi, rastlantı değil. Bir yandan gaza, bir yandan frene basınca ortaya ne derinlik, ne inandırıcılık çıkıyor. Britanya Üçüncü Yolunun sosyal-demokrasiden çok yanki muhafazakarlığına yakın düştüğü, Alman versiyonunun çözülme işaretleri verdiğini biliyoruz. Fransız sosyalistleri ise, uzaktan göründüğü kadarıyla siyasetin devletçi bir zemine oturduğu ve her şeye rağmen emeğin derin geleneklere sahip olduğu bir ülkede, sermaye saldırısının bayrağını omuzlamaktan bucak bucak kaçmakta, yani iktidarı istememektedirler.
Ya diğer muhalefet dinamikleri?
Baştan söylemeliyim: Küreselleşme karşıtı veya alternatif küreselleşmeci hareketler, yeni sendikacılık türleri, bunların sosyal-demokrat veya yeni-solcu versiyonları gibi ögelerin doldurduğu bir geniş alanın temel fonksiyonunu, kapitalizm içi balans ayarı operasyonu çerçevesinde anlamlandırıyorum.
Clinton döneminde ABD Ekonomi Danışmanları Konseyi Başkanı ve Dünya Bankası baş ekonomisti olarak görev yapan, sonra 2000 yılında görevden ayrılarak bir “küreselleşme reformisti” olan Joseph Stiglitz’e kulak verelim:
“Bugün küreselleşme dünyadaki birçok fakir yararına çalışmıyor. Çevrenin büyük bölümünün yararına çalışmıyor. Küresel ekonomide istikrar sağlamak için de çalışmıyor. Komünizmden piyasa ekonomisine geçiş o kadar kötü idare edildi ki Çin, Vietnam ve birkaç Doğu Avrupa ülkesi dışında gelirler hızla düşerken yoksulluk çok arttı.
“Bazılarına göre cevap basit: Küreselleşmeyi bırakın. Ama bu hem mantıklı değil hem de istenilecek bir şey değil… küreselleşme büyük faydalar da sağladı…”2
Stiglitz’in ünvanlarına ve sürekli parlak iktisatçı olarak tanıtıldığına bakmayın. Sorunların düğüm noktasına, dolayısıyla çözümün anahtarına sıra geldiğinde karşımıza yüzeysel bir reformistin dar bakış açısı çıkıyor:
“Kuruluşlar ticari ve finansal çıkarları her şeyin üstünde tutarken … takip ettikleri gündemin, genel çıkara hizmet ettiğine inanıyorlardı. Aksini gösteren kanıtlara karşın, birçok dış ticaret ve maliye bakanı ve hatta bazı politik liderler, dış ticaretin serbestleştirilmesi ve sermaye piyasasının liberalleştirilmesinden sonuçta herkesin faydalanacağına inanıyorlardı…
“En büyük zorluk kurumların içinde değil kafa yapılarındaydı…”3
Bu yazı küreselleşme reformizminin işçi hareketine, sendikalara dönük penceresini ele alacak. Küreselleşme reformizmine ilişkin bir çerçeveyi yine Metin Çulhaoğlu’ndan aktarmakla yetineceğim:
“En azından orta dönem için bakıldığında, kapitalist sistemin ‘küreselleşme reformizmi’ denebilecek bir çizgide yol alması, sistemi çökertecek krizlere, sistemi içinden vuracak radikal kopuşlara, refah devleti politikalarına geri dönüşe, otoriter-faşizan rejimlerin çoğalmasına, uluslararası sınıf hareketinin çarpıcı bir yükselişe geçmesine vb. göre çok daha güçlü bir olasılıktır.
“‘Küreselleşme reformizminden’ kastedilen, vahşi kapitalizm de denilen tam boy piyasacılığa ve dizginsiz liberalizme belirli sınırlar getirilmesi ve buralarda kimi rötuşlar yapılmasıdır. IMF ve Dünya Bankası politikalarına yapılacak ‘balans ayarı’ da buna dahildir. Altını özellikle çizmek gerekir: Bu, ne sosyal devlet anlayışına geri dönüş, ne de sosyal demokrasinin yeniden gündeme gelmesidir; gündemde olan, başına bu kez ‘sosyal’ sözcüğü getirilen ve kimi kamusal hizmet alanlarında sınırlanan piyasa mekanizmalarının ‘özerkleştirme’, ‘yetki devri’ ve ‘yerelleştirme’ uygulamalarıyla takviye edilmesi, bir de ‘yoksullukla mücadele’ başlığının eskisine göre daha öne çıkarılmasıdır.”4
Yeri gelmişken; bizde sosyal-demokrasi alanındaki çırpınışların şaşırtıcı düzeysizliğini Deniz Baykal’ın hizipçiliğine, Mustafa Sarıgül’ün taşralılığına, sendikaların halini beceriksiz bürokratlara indirgeyen açıklamalar yerine küreselleşme reformizminin yapısal ve bütünüyle maddi açmazına başvurmak daha bilimsel bir tutum olacaktır. Ne sosyal devlet, ne sosyal-demokrasi olmayan ve inandırıcılıktan uzak tashihlerle ilgilenen günümüz reformculuğu, pazar yerine dalıp katliam yapan bir kamyondan çevreye bonbon şekeri atmaktadır. Reformistlerin sorunu budur.
Sendikal alana özgü tablo daha gelişkin değildir.
Yeni sendikacılık(lar)
Reformistin kendi projesine nesnellik aramasından doğal ne olabilir?
“Sermaye küresel ağlarını genişlettikçe, yarattığı ve sömürdüğü toplumsal güçlerin çokluğu karşısında giderek daha güçsüz hale gelir. Emperyalizmin yeni çağının ‘sanal merkezi’ne her yerden ulaşılabilir, böylece onu güçlü kılan özelliği, aynı zamanda zayıf noktasıdır.”5
Elbette “reel sosyalizm sonrası” diyebileceğimiz birinci on yıllık dönemde, 1992-2002 döneminde dünya emekçi nüfusuna 460 milyon kişinin katılmış olması gibi başka maddi dayanakları da bulunuyor reformizmin. Ama bu tür veriler marksist olanlar dahil her tür açılım için servise girebilecek ham veriler. Yukarıdaki dayanak ise belirli bir açılım modeli, bir proje doğrultusunda “işlenmiş”tir.
Küreselleşme adı verilen gelişmeler bütününü teknolojik ilerlemeler, özellikle de internet iletişimi merkezli çözümlemek büyük bir yanılgıdır. Sanıldığının tersine emperyalizm merkezini hiç de sanallaştırmamakta, örneğin Irak’a gerçek bombalar düşmektedir. Yine kapitalizmin edindiği çehre veya yaptığı makyaj, insan faktörünü, sınıflar mücadelesini, mücadele eden gerçek insanın önemini ortadan kaldırmamaktadır. Ama bu yeni çehre gerçekten de, bir ülkenin orta büyüklükte bir kentinin sakinlerine, dünyanın merkezine daha yakınlaştıkları, yani bu dünyada bireysel değerlerinin geçmişe oranla arttığı yanılsamasını verebilmek üzere tasarlanmıştır. Dile kolay, New York veya Paris ile aynı hafta aynı filmleri izlemek, bir Japon müzesini internet yoluyla gezebilmek mümkündür…
Bu sanal olanakların altının çizilmesine reformist camiada özellikle ihtiyaç var. Çünkü yola son derece gerilemiş mevzilerden çıkılıyor:
“Peki ya küresel yeniden yapılanma sürecinin bu keskin dönemecinde çalışanları kim temsil ediyor? Kesinlikle, hiçbir örgüt aktif olarak işgücünün hareketliliğini sağlamak için çalışmıyor. Bu sorumluluğun hâlâ ulusal egemenlik sınırları dahilinde olduğu kabul ediliyor. Çalışanların çıkarlarını koruyan tek uluslararası örgüt olarak ILO da küreselleşme tartışmalarına görünmez oyuncu olarak katılıyor.”6
Ya da,
“Sonuçta yalnız ekonomik gücünü değil, aynı zamanda siyasal gücünü de merkezileştiren sermaye, tüm alternatif iktidar projelerini küresel ölçekte uygulayabilme olanağına kavuşmaktadır. Tüm bu gelişmeler, emeğin gerek ulusal gerekse uluslararası bütünleşme olanağını ve dayanışma yeteneğini çok fazla sınırlamaktadır.”7
Tartışma konusu edilen kapitalizmin 1990’lardan başlayarak emekçiler açısından ortaya çıkardığı tablonun iyi mi kötü mü olduğu değil elbette. Eğer şöyle ya da böyle, yani emekçileri de kapsayan veya emekçileri esas alan bir mücadele stratejisi geliştirilecek ise, olanakların kaynaklarını saptayarak işe başlanacak. Emekçilerin dünyasını iyileştirecek bir mücadelenin hangi kanallara yerleşeceği son derece önemli. Tam bu noktada bir taraf, küreselleşmenin dayatmalarının parçası olarak kaçınılmaz biçimde gündeme gelen kimi yeni olanaklara işaret ederken, bir diğer taraf ise küreselleşmenin dayatmalarının zayıflığına ve sınıf mücadelelerinin yeni bir canlanma yaşaması olasılığına gözlerini dikiyor. Somut olarak örneğin kimileri Türkiye açısından AB sürecinin geri döndürülemez olduğunu varsayıyor/kabul ediyor ve AB üyesi bir Türkiye’de emekçilerin arkaik ve kaba egemenlik mekanizmalarından kurtulacak olmasına bel bağlıyor. Diğer taraf ise AB sürecinin hangi noktada olduğundan belli ölçülerde bağımsız olarak, aynı sürecin emekçilere emperyalizme karşı bir bilinç taşınması için sunduğu gündem maddeleriyle ilgileniyor. AB sürecinin Türkiye kapitalizminde yaratabileceği kırılmaların işçi sınıfının siyasallaşmasına nasıl tahvil edilebileceği ile uğraşıyor. Bu farklılaşma yazının ilerleyen sayfalarında sık sık karşımıza çıkacak.
Aşağıdaki satırların Türkiyeli yazarı yukarıda alıntı yaptığım Ronaldo Munck’a yakın düşüyor:
“… gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerdeki emek örgütlerinin birbiriyle ilişkilerinin artması, birçok noktada işbirliğine gitmeleri ve giderek ortak eylem, strateji ve politikalar üretmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Bu nedenle bugün giderek yalnız ulusal düzeyde değil, bölgesel ve küresel düzeyde de birleşmiş ve bütünleşmiş bir örgütlenmeye doğru gidilmesi son derece önem taşımaktadır.”8
Sendikal örgütlenmelerinin yaygınlaşıp geliştiği bir dönemde yaşamıyoruz. Bilindiği gibi kısa süreli ve arızi kimi göstergeler dışında reel sosyalizm sonrası sermaye saldırısının en önemli ayaklarından biri de örgütsüzleştirme oldu. Sendikaların yeniden güçlenmelerinin yolu bu yazının yanıt aradığı sorulardan biri. Ancak yeni sendikacılıkla marksizmin soruları arasında tam bir ortaklık olduğunu düşünemeyiz. Her şeyden önce, marksistlerin sorusunu ayırt eden bir boyut var: sendikaların güçlendiklerinde işçi sınıfının iktidar mücadelesinde devrimci öncüye daha geniş yığınlara ulaşmak için sıçrama olanağı sunup sunamayacakları. Benzeri bir merakın izlerini yeni sendikacılıkta göremeyeceğiz. Daha genel olarak, bir, yeni sendikacılığın “sınıf perspektifini” tartışmaya açtığını; ve iki, işçi sınıfının örgütlenmesinde siyasete, yani siyasal güdülere ve siyasi iktidar hedefine anlamlı bir yer ayırmadığını söylemeliyiz. Bu durumda yukarıda bir sayıyla da hatırladığımız sınıfın genişlemesinin/proleterleşme sürecinin kazandığı anlam marksistlerin akıl yürütmesinden farklılaşmaktadır:
“… bugün, çok dar bir kesime hitap eden ‘emekçi’ ve ‘sınıf’ söylemlerinin gözden geçirilmesi ve içeriğinin yeniden oluşturulması gerekmektedir. Yani emek, her şeyden önce, hem yeniden kendi tanımını yapmak, hem de buradan yola çıkarak öncelik ve duyarlılıklarını yeniden oluşturmak zorundadır(…)
“Örneğin, emek kavramının, bugün olduğu gibi örgütlü-örgütsüz, verimli-verimsiz, görünen emek-görünmeyen emek gibi bölünmelerini ortadan kaldıracak daha geniş bir iş ve çalışma anlayışına gelinmesi gerek. Bu anlayış değişikliği ile, insanın ancak emeğiyle değer kazanan bir varlık olarak görülmesi yerine, ‘emeğin insan yanının ve insani duyarlılığın vurgulanması’ gibi bir yaklaşımı getirecektir. Günümüzde hem işin anlamı ve boyutları değişmekte, hem insan haklarının bütünü önem kazanmakta, hem de istihdam edilenlerden çok işsizlerin sayısı artmaktadır…” 9
Yukarıda Türkiye özelinde AB üyelik sürecinin değişmez veri olarak ele alınmasından bahsederken amacım, genel olarak kapitalist küreselleşmenin ana rotası ve eğilimlerini kendilerine zemin sayan yaklaşımları örneklemekti. Veri ve zemin kabullerimizin sayısız örnekle donatılabileceği anlaşılıyor. “Emek bölünmelerinin” esnek ve kuralsız çalışmayla hız kazandığını hatırlayalım. Sanıyorum, esnek çalışmaya karşı mücadele etmek yerine esnek çalışmanın katkıda bulunduğu sınıf bölünmüşlüğü bir başka düzlemde aşılmak istenecek. Burada aslında sermayenin ideolojik saldırılarının temel bir argümanı, “sınıf kavramının açıklama yeteneğini yitirdiği” tezi de veri olarak kabul edilecek. Birleştirici güç, işçi sınıfına ait ve bununla sınırlı olmayan evrensel olduğu varsayılan kimi değerlerde ve kategorilerde aranacak. İnsan hakları ve benzeri evrensel kategorilerin, sınıflardan bütünüyle bağımsız oldukları yolundaki burjuva ideolojik argüman da benimsenecek. Peki bu nasıl bir insan olacak?
“… insanı merkeze aldığınızda, ister çalışsın ister çalışmasın, ister evde ister dışarıda bir katkı sağlasın, her insanın birçok hakla donatılması gerekmektedir.”10
Yanlış okumadınız; sendikalar artık tam istihdam, çalışma hakkı gibi ilkelerden geri çekiliyor. Yeni emekçi-insanın, çalışma hakkı olmayabiliyor. Yeni emekçi-insandan esnek çalışma türlerinin en ilkeli, kölelik yasalarına sokulamayanı, kapitalizmin tam anlamıyla vahşi kapitalizm çağında icat edilmiş olan “evde çalışma”yı bir “katkı sağlama” olarak algılaması (belki de haksızlık ediyorumdur, yukarıda kastedilen sigortasız, kayıtsız “evde çalışma” sistemi değildir de, tembellik hakkıdır!) bekleniyor. Sendikalara bu modern köleciliğin mağdurlarının, sınıfsal değil insani haklarını savunmak kalıyor. Kuşkusuz bu işlerle uğraşan sendikacıların başlarını kaşıyacak zamanları olmayacaktır. İlgi alanlarına giren küreselleşme mağdurları o kadar kalabalık ki!
Bu noktada, sendikaların neredeyse düzenli biçimde işçi sınıfının sınırlı ve ayrıcalıklı kesimlerine doğru yaşadığı ricata karşı, muhatap kitlenin genişletilmesinin bir çare olduğu düşünülebilir. Nitekim sendikaların nicel anlamdaki daralması, örgütlenme kapsamının büyük işletmelerde ve geleneksel sanayi veya hizmet işkollarında istihdam edilen, pratik veya yasal olarak iş güvencesine sahip, görece yüksek ücret alan esnek çalışma biçimlerinin darmadağın etmediği, yaş ortalaması yükselen11 bir kesitiyle sınırlanması anlamına da gelmektedir. Bu nicel daralma ve kapsam daralması sendikaların kitle tabanı, kitle mücadelesi gibi kavramlarla ilişiğini zayıflatmakta, düzen içi kurumsallıkları çıplaklaşmaktadır. Yeni sendikacılığın eleştiri okları, son 10-15 yılda yaşanan bu sendikal krizi hedef almaktadır.
Yerine konanın ise sendikaların derdine deva olması zor görünüyor. Çünkü, yeri gelmişken eklemeliyim, yeni sendikacılık sendikaların geleneksel işçi sınıfı saflarındaki kayıplarını da geri döndürülemez saymakta, bunları da veri almaktadır! Kapitalizmin kahrını daha fazla çeken kent ve kır yoksullarına, kapitalist üretim ilişkileri içindeki maddi konumları (yani sınıf karakterleri) ve bu konumları yanı sıra başka bir dizi üstyapısal faktöre bağlı olarak şekillenen toplumsal/ideolojik/siyasal ağırlıklarına bakılmaksızın, mağduriyet ölçüsünde değer biçilmektedir. Burada içinde bulunduğumuz evrede yoksullaşmanın, tam boy bir proleterleşme olduğunu görmezden gelmek durumunda değiliz. Gerçekten de büyük kitleler yaşamlarını sürdürebilmek için yalnızca emek güçlerini satmak olanağına sahip hale gelmekte, yani proleterleşmektedirler. Ancak bu proleterleşmenin emekçi istihdam kapasitesi genişleyen bir kapitalist ekonomi tarafından emilmesi gündemde değildir. Bu yeni proletaryanın toplumda işçi sınıfı olarak konumlanması rastlantısal ve geçicidir. Hatta birçok ülke örneğinde olduğu gibi kapitalizm bir eğilim olarak yeni proletaryayı kentlileştirmekten de sakınmaktadır. Eninde sonunda köylü olarak yaşamak emek gücü maliyetinin düşük tutulmasından başka anlama gelmeyecektir, çünkü. Kapitalizmin ise niteliği artan emek gücüne ihtiyacı mutlak değildir. Zaten işsizliğin nitelikli emekçileri de vurması sayesinde diğer kesimler için de emek maliyetleri baskılanabilmektedir… Özetle sendikaların daralmasına karşı umut bağlanan yığınların, sınıf bilincinden ziyade isyan dürtülerine açık olması çok muhtemeldir. Bu kesimlerin örgütlenme yönelim ve yetenekleri, ne yazık ki sınırlıdır. İşçi sınıfının örgütlü, oturmuş, mücadele geleneği olan kesimlerinin sınıf kimliğini yitirmeye yüz tuttuğu koşullarda, sınıfın yeni, örgütsüz, geleneksiz, yoksul, çoğunlukla işsiz, küçük burjuvazi veya köylülükle ilişkisi süregiden kesimlerinin nasıl bir dinamizmi temsil edecekleri çok tartışmalıdır.
Kuşkusuz ilişkinin ille de ve her örnekte tersinden kurulması, yani “oturmuş” dediğim kesimin öncü rol üstlenmesi biçiminde bir kural ilan edilemez. Zaten burada kritik olan nokta, siyasetin, siyasal bilincin ve siyasal örgütlülüğün ihmal edilmesidir. Yeni sendikacılık umut bağladığı yoksulların siyasal beslenme kanalları hakkında tek söz söylemiyor. Leninizm bu durumda karşımıza en fazla bir kendiliğindenlik türünün çıkabileceğini, kendiliğindenliğin ise sınıfın en ileri kesimlerinde bile en fazla ekonomizm üretebileceğini söylüyor.
Ama kapitalizmin işçilere bazı olanaklar hediye etmesine (!) alışınca, umut bağlanacak kapı bulmak zor olmuyor. Sıra aşağıdaki ara başlığı geliyor…
Avrupa Birliği ve Sendikalar
Türkiye’de bazı sendikal konfederasyonların AB ile ilişkileri yanlış bir zeminde, bir ulusalcılık/mandacılık ikileminde gündeme girdi. Gündemi açan Türk-İş’in sorunu tam da budur. Yapısı itibariyle kozmopolitizme değil milliyetçiliğe eğilimli, acil gündemleri itibariyle de, kamu kesimi işçileri içinde örgütlü olması nedeniyle temelde özelleştirmelerden yana dertli olan bu konfederasyonun, küreselleşmenin “nimetleri”nden hareketle politika üretmesi güçtü. Bu güçlük sendikal rekabetle de perçinlenmiş ve Türk-İş dışındaki konfederasyonlar genel olarak AB’ci bir konum almışlardır. Dolayısıyla Türkiye’de AB’ci sendikacılık en güçlü ve milliyetçiliğin kol gezdiği konfederasyonun kapısından geçip gitmiştir. Gerisinde, Hak-İş’in yanı sıra, AB’cilik kulvarına solculuk gölgesini düşüren DİSK ve KESK’i de bırakarak.
Sol söz konusu olduğunda AB’cilik belirli filtrelerden geçirilmekte ve AB’nin kurumsal parçası pozisyonundaki ETUC’a (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) “emeğin Avrupa’sı” kimliği atfedilmektedir. Aslında yukarıda değindiğimiz sendikaların alanını genişletme arayışının yalnızca örgütsüz yoksullara yönelik olmadığını, geçmişte genel olarak soldan (sadece komünist değil, sosyal-demokrasiyi de kastederek kullanıyorum) bakıldığında sarı veya devlet sendikası sayılan kesimlere de uzandığını atlamamak gerekir.
“AB’nin gelecekle ilgili seçimlerini bilemiyoruz, yine de benimsediği toplum modelinin küreselleştirmenin dönüştürülmesi açısından bir örnek oluşturma değeri ve anlamı olduğu ortada. Siyaseti ve demokratik hakları öne alan bir küresel devrim yapılmasının yolu, buna benzer bir modeli dikkate almayı ve bunun bir benzerini küresel düzeyde var edebilmenin yolları üzerinde düşünmeyi gerektiriyor.” 12
Dikkatinizi çekmiş olacağı gibi bu gelişmenin “bilinmezliği” sabittir; ayrıca dönüşümün hangi dinamiklerden besleneceği kestirilememekte, yalnızca düşünmeye davet yapılmaktadır. Bu davete icabet edebilir ve hemen AB’de işsizliğin 2002’de 7.6 oranıyla ABD’den 1 puan daha yüksek olduğu gerçeğini keşfedebiliriz. Sosyal güvenlik sisteminin Avrupa’nın büyük çoğunluğunda tasfiye edilmekte olduğu, esnek çalışmanın yaygınlaştığı gibi olguları da. Lafı uzatıp dolandırmayacağım. Sözü bir bizden bir dışarıdan iki marksist araştırmacıya bırakayım:
“İşçi sınıfının örgütü olduğu düşünülen ASK (ETUC-AG), bugün AB’nin kapitalistlerinin sermaye birikimi sorununa ve kâr sıkışmasına çözüm arayan bir kurum kimliği kazanmış bulunmaktadır..”13
“ETUC, ulusal bileşenleri ile birlikte yasallık kazanabilmek için Avrupa kurumlarından aldığı kaynaklar sayesinde büyüdü… Başka bir deyişle ETUC bir sosyal hareket olarak aşağıdan inşa edilen bir taban örgütlenmesi olmaktan çok, yukarıdan geliştirildi.”14
Dolayısıyla bir bilinmezlikten söz etmek yerinde olmuyor. AB’nin parçası olarak ETUC ne yaptığını biliyor. Sorun ETUC’a işçi sınıfının çıkarlarından yana bir işlev yüklemek isteyenlere kalıyor.
Ancak ETUC’un sarı rengini saptadığımızda “bizim” sorunumuz da çözüme bağlanmış olmayacak. Öyle ya; geleneksel solun sendikalara geçmişte yüklediği anlam, sınıf mücadelesinin parti, yani siyasal örgütlenmesine oranla daha geniş emekçi yığınlarını aktif ve örgütlü hale getirmek, bu yığınlara bir sınıf kimliği kazandırmak, bu sayede de siyasal önderliğe bilinç taşıma görevi için anlamlı bir havuz sunmaktı. Sendikaların örgütlenme eğilimi bu işlevlerin kadük olduğunu gösteriyor.15 Peki yerine ne konacak? Aracın değişmesi mümkündür, ama ihtiyaç yerinde duruyor.
Aşağıda dipnota sıkıştırdığım veriler “emeğin Avrupa’sı”nı Türkiye işçi sınıfı için bir ilerleme kanalı olarak tasarlayanların derin bir yanılgı içinde olduklarını da gösteriyor. Bu noktada Avrupa işçi sınıfının Türkiye’li sınıf kardeşlerinden görece iyi koşullarda çalıştığı ve yaşadığı biçiminde bir itiraz gündeme gelebilir. Ancak düşük ücrete razı, örgütlenme gelenekleri, sınıf kültürleri daha az gelişmiş yabancı işçilerin ekonomiye dahil olmasının, Batı işçi sınıfında bir dayanışma motivasyonu yaratacağı doğrusu son derece kuşkuludur. İmkansız değildir, ama dayanışmanın iktisadi ilişkiler düzleminde üretilebileceği büyük bir yanılsama olur. Doğrudan ideolojik ve siyasi bir bilinci ifade eden bir işçi sınıfı enternasyonalizmi ve bu temelde bir siyasal örgütlenme söz konusu olmadığı ölçüde, Avrupa işçi sınıfının Türkiye’li kardeşlerini ileri çekme beklentisi boş çıkacaktır.
Bu açıdan durum uluslararası düzeyde de pek parlak değil. Buna aşağıda AB’nin ötesine geçerek değineceğim. Ama bir de, burjuva hukukunun ülkeler arası farklılaşması var. Sade bir karşılaştırmayla ve deneyle sabit olarak Türkiye’de -AB ile ilişkilerin bugünkü aşamasında bile- demokratik haklar alanında kısmi ilerlemelerden söz edilmesi mümkün olmuştur. Ancak Avrupa genelinde solun ve işçi sınıfının demokratik gelişmelerin motor gücü olamadığı koşullarda burjuva sınıfların “hak transferi” işlemleri son derece seçmece bir yöntemle yapılmaktadır. Bunu da Avrupa’nın ötesine uzanarak örnekleyeceğim.
Sarı sendikacılığın enternasyonalizmi
Avrupa İş Konseyleri ve Dünya Şirket Konseyleri, uluslararasılaşan sermaye karşısında emekçilerin de örgütsel yanıt arayışlarına denk düşüyor. Çok uluslu şirketlerde örgütlenme yoluyla tüm ülkelerde ücret ve çalışma koşullarının standardizasyonu, şirketlerin düşük ücretli ülkelere kaymasının önlenmesi için oluşturulan Dünya Şirket Konseyleri ilk olarak 1966’da General Motors ve Ford’da ortaya çıkıyor. Kısa sayılmayacak deneylerin sonucunda sendikaların uluslararasılaşması hep kısıtlı kalıyor. Bir araştırmacı bu açıdan dört temel engel tanımlıyor16 : Sermayenin hareketliliği, yani öte yandan emek gücünün hareket yeteneğinin patronların çizdiği sınırlara mahkum olması gerçeği ve ücret farklılaşmalarının sermayenin çok işine gelmesi; gelişmekte olan ülkelerdeki baskıcı rejimler, yani devletlerin kendi sınıflarının yanında devreye girmekten vazgeçmemeleri; korporatist sendika-devlet ilişkileri, yani sendikal yapıların ulusal bakış açılarına ve kendi egemen sınıflarıyla uzlaşmaya eğilim göstermeleri; sendika emperyalizmi, yani ileri kapitalist ülkelerde sendikaların egemen güçlerin organik uzantısı olarak davranış göstermeleri ve bunun neden olduğu yabancılaşma, güvensizlik. Özetle her bir ülkenin egemen güçleri ve her bir ülkenin geri sendikal önderliği işçi sınıfının umut edilen uluslararası örgütlenmesine taş koyuyor. Öyle ki,
“Dünya Şirket Konseyleri işkolu federasyonları tarafından finanse edilen yapılar olduğu için, dünyanın farklı ülkelerinde bulunan konsey üyesi işçi temsilcilerinin toplantılarının maliyetini karşılamak federasyonlar açısından zor olmaktadır. Bu nedenle Konsey toplantıları uzun aralıklarla yapılabilmekte, bu da ortak bir politika geliştirilmesini imkansızlaştırmaktadır.”17
Son derece doğal! Durum Avrupa’da da farklı değil. Çok uluslu şirketlerde emekçilerin örgütlenme modeli sermayenin inisiyatifi altında kurgulanıyor ve şu pasaj işlevsizliği çıplak biçimde açığa vuruyor:
“Şirket birleşmesi, üretim birimlerinin kapatılması kararı ya da işçi azaltma operasyonları şirketlerin stratejik nitelikteki kararlarıdır. Avrupa İş Konseyleri, yalnızca çok uluslu şirketler bünyesinde kurulduğu ve bu şirketlerin tümü de doğal olarak Avrupa borsalarına kayıtlı şirketler olduğu için, bu tip bilgilerin borsadan önce çalışanlara iletilmesi mümkün değildir, aksi taktirde şirket hisselerinin borsa değerleri üzerinde spekülasyonlara neden olunabilir.”18
Yoksa yeni sendikacılığa, emeğin dünyasına veya emeğin Avrupa’sına uluslararası sermaye, oyun olsun diye bir kum havuzu mu sunuyor!
Evet, tam olmasa da aşağı yukarı böyle. Küreselleşme reformizmi için başta tanımlanan temel açmaz, kapitalizmin ana eğilimine balans ayarı yapma sınırlılığı, veya sermaye gaza basarken etkisiz bir fren pedalının reformizme teslim edilmesi biçimindeki mekanizma hükmünü icra ediyor. İşçi hareketi veya yeni sendikacılık kapitalizmin baskın süreçlerinin yan ürünlerinden kendisine strateji kurmaya kalktığında ortaya iyi bir sonuç çıkamıyor:
“… bir yandan küreselleşme sürecinin hızlanmasına yardımcı olurken bir yandan da sürece sosyal ve insani boyutların dahil edilmesi gibi iki hedef, aslında birbiriyle çatışan ve bir arada ulaşılması mümkün olmayan hedeflerdir.”19
Sarı sendikacılığın uluslararası örgütlenme alanına ilgisi eski. İlk güdünün sendika emperyalizmi, ya da emperyalizmin işçi sendikalarına müdahale araçları üretmesi olduğu biliniyor. ABD’nin AFL-CIO’su özellikle İkinci Dünya Savaşının çıkışında Avrupa’da komünist partilerin emekçiler üzerindeki yaygın etkisini sınırlamak için çok güçlü bir hamle yapıyor. Bu hamle Türkiye’ye Türk-İş’in oluşturulmasıyla taşınıyor.20 Sarı sendikacılığın “enternasyonalizmi”, reel sosyalizm çağında anti-komünizm ekseninde yürütülüyor. Yakın dönemde ise, anti-komünist sendikacılığın temsilcisi ICFTU komünizmle rekabet için, değil küreselleşme reformizminin bir uzanımı olarak çizgisini geliştiriyor. Sarı sendika yöneticilerinin ağzından uluslararası dayanışma ve enternasyonalizm kavramlarının düşmediği dönem 1990’ların ikinci yarısında başlıyor:
“Eğer enternasyonalist değilseniz sendikacı olamazsınız. Eğer nerede olursa olsunlar işçileri düşünmüyorsanız ve dünyanın herhangi bir yerindeki standardın altındaki koşulların ve yoksulluğun, dünyanın başka bir yerindeki iyi koşullar ve görece yüksek standartlar üzerinde bir tehdit olduğunun farkında değilseniz gerçek bir sendikacı olamazsınız.”21
Bu sözleri sarfeden sendikacı değil ama aktaran kaynağın yazarı, reformizme sermaye sınıfı adına değil, soldan su taşıyor. Ronald Munck bu eğilimlerde “uluslararası boyutta yeni bir bilinçlenmenin işaretlerini”22 keşfediyor. Bu arada söz konusu enternasyonalizmin kapsama alanının işçileri aştığını, çevrecilere, dini liderlere, öğrencilere, insan hakları savunucularına, çevrecilere, tüketicilere uzandığını hatırlatmak, herhalde artık gereksiz olur. Bu genişleme örgütlenmenin içinde anlamlı herhangi bir birikimi temsil etmeyen (marksist anlamda) sınıf bilincinin olası bütün gelişim kanallarının kapatılmasına da yarıyor. Burada soldan bakıldığında düşünülebileceği gibi sınıfsal bir enternasyonalizm izi görülmüyor. Olsa olsa sermayenin küreselleşmesinin ayrılmaz parçası olarak “emeğin küreselleşmesinden” söz etmek mümkün. Bunun sınırlarının da yine inisiyatif ve hegemonyayı elinde tutan sermaye çiziyor. Yine hatırlanacağı gibi neo-liberalizmin kitlelerle ilişkisinde dönüştürücü, harekete geçirici ve örgütleyici unsurlar bulunmuyor. Kitlelere belirli bir eylemlilik ve örgütlülük duygusu vermekte ise herhangi bir sakınca yok. Bu duygunun temel aracı zaten internet!
“Hızlı ve ucuz iletişim, açıktır ki, tek başına emek enternasyonalizmini yaratamaz. Ancak, bugün iletişim ve elektronik teknolojisinin hızla yayılmasının, en azından potansiyel olarak, faaliyetler için daha demokratik bir yol sunduğunu söyleyebiliriz…
“… internetin, hiyerarşinin geleneksel çizgilerinin ötesine geçerek, ulusal hareketler arasındaki bölünmeleri ve strateji, hareket ve eğitim farklılıklarını yok ederek uluslarüstü şirketlere eşit güçte bir ‘sanal’ güç yaratma potansiyeline sahip olduğu görünüyor.”23
Uluslararası sermayenin gerçek gücüne eşit bir sanal güç yaratılmasından kimin neden şikayeti olsun ki? Irak’ın işgali başlamadan önceki savaş karşıtı eylem kampanyalarının birinin “Pentagon’a yürüyüş” adını taşıdığını duymuş muydunuz? Reklam metnine (evet TV kanallarında reklamı da vardı) göre milyonlar Pentagon’a yürüyecekti… üstelik evinden çıkmaya gerek olmaksızın (tastamam böyle söyleniyordu)… internet mesajı göndererek! Hadi, küçümsemeyelim ve sanal eylem tarzının belirli örgütsüz kesimler açısından “hiç yoktan iyi” olabileceğini kabul edelim. Zaten hiçbir durumda sorun, örgütsüz insanların kendilerine bir ifade biçimi ve kanalı bulmalarında değil. Sorun,, bu sanallığın emekçi hareketini ikame etmek üzere pohpohlanmasında.
Üstelik bu pohpohlamanın hiyerarşisizlik, bürokrasisizlik, demokratiklik gibi kavramlarla süslenmesi de cabası. Partili mücadele geleneğine sahip çıkanların, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimler sırasında bol bol başvurulan bu kavramlar karşısında alınganlık göstermeleri yadırganmamalıdır! Kuşkunuz olmasın, işçi sınıfı kimliğinin üzerini örten ve sınıf bilinci filizlerini boğmaya yarayan farklı kesim ve kimlik bolluğu da, reel sosyalizmin tek düze soğuk kalıplarına (!) alternatif olarak prezante ediliyor. Ve dahası, sağcı sendikacıların yalancı enternasyonalizminin eksiklerinin faturası bile “bize” kesiliyor:
“ICFTU gibi kurumlarca temsil edilen resmi emek enternasyonalizmi, bir geçiş döneminde olsa da, eski bürokratik uygulamalardan izler taşıyor.”24
Sağcı-sarı sendikalardan yeni solcu, alternatif, radikal hareketlere uzanan geniş alana takılan bir isim de “toplumsal hareket sendikacılığı”. Yukarıda farklı kavramlaştırmalarla da olsa kimi ipuçları verildi toplumsal hareket sendikacılığına dair. Geleneksel sendikaların işçi kimliği merkezli yapılanması, genişleyen emekçi ve yoksul kitlelerle zenginleşiyor. Yine eski işyeri merkezli yapılanmaya diğer toplumsal yaşam alanları ekleniyor. Üretimden gelen güç kavramı ve uygulamalarının yerini, olası bütün toplumsal sorunlarla ilgili kampanyalar düzenleyen bir faaliyet biçimi alıyor. Aslında sendikalar gerçek anlamda, yani bizdeki gelişigüzel kullanımından farklı olarak, sivil toplum örgütlerine dönüşmüş oluyorlar.
Toplumsal hareket sendikacılığının solu
Sendikalar ve desteğini aldıkları sivil toplum örgütleri geniş ve son derece amorf bir ittifak platformunda her çeşit başlıkla ilgileniyorlar. Platformun amorf olması özellikle tercih ediliyor. Ne de olsa her tanım bir sınırlamadır ve sınırlar hiyerarşiyi bürokratikleşmeyi, statükoculuğu çağrıştırır! Başlıklar da, işçi sınıfının gerçek sorunlarından, -ilk bakışta olsa olsa siyasal bir önderliğin kitlelere rehberlik etmesiyle gündeme sokulacak- toplumsal gündem maddelerine kadar uzanabiliyor.
Burada kapitalizmin güncel yönelimleriyle bir dizi paralellik daha yakalanmış oluyor. Kapitalizmin üretimden kaçışının, sınıf mücadelelerindeki karşılığı, geçmişte yer yer solun kalesi haline getirilebilen fabrika ve atölyelerin, yani üretim mekanlarının önemsizleştirilmesidir. Toplumsal hareket sendikacılığı bunu “veri” olarak alıyor.
Komünist ve devrimci örgütlenmelerin tasfiyesi ise şu bürokrasi eleştirisiyle “soldan” da desteklenmiş oluyor. Bu noktada asıl büyük tahribat sınıf üyelerinin zihninde örgütlenme kavramının kendisine yapılmaktadır. İnsanların ortak bir kimlikle, programlı, hedefleri olan, koordinasyon içinde, strateji ve taktikler geliştirebilen bir eylemlilik yaşamalarının yerini “ağ”lar alıyor. Emekçilerin örgütlü yaşam ve mücadele içinde kolektif bir eğitim alabilmelerinin önü kesilirken, belirsizliklerle malul bu örgütlülüğün yine bir internet ortamı kavramıyla, “ağ” ile anılması rastlantı olmasa gerek.
Kampanyalar konusunda ise Türkiye’nin zayıf sendikal hareketi çok sayıda örnek üretmiş durumda. Petrol-İş’in sendikal örgütlenmeye set çeken firmalara karşı tüketici boykotu, DİSK’in sigortasız çalışmaya karşı kampanyası, DİSK’in ikinci döneminde Bank-Sen’in afişli örgütlenme kampanyası yakın zamanda Eğitim-Sen’in “Eğitim-sen-siz olmaz” afişleri sayısız konuda basın açıklaması tipinde sokak eylemleri standlar açılması… Kuşkusuz Batı ülkeleri bu açıdan daha yaratıcı olabiliyorlar. Batıda kredi kardı sigorta indirimi indirimli sendika üyeliği müzik festivali bileti üye getirene radyo-cd çalar gibi promosyonlar verildiğine sendikaların konser sponsorluğuna soyunmalarına kadar geniş bir yelpaze çıkabiliyormuş karşımıza.
Türkiye örneklerinin sorunu, ele alınan başlıkların yersiz olmasından kaynaklanmıyor. Tersine, sendikal örgütlenmenin doğrudan işyeri ve taban çalışmalarının yanı sıra bir toplumsal atmosfer oluşturarak yürütülmesinde ne yanlışlık olabilir? Mücadele bir bütündür ve bire bir temasın aynı zamanda bir ideolojik cepheyle tahkim edilmesi elbette gerekir. Ama yukarıdaki somut Petrol-İş örneği bir yana, (çünkü Petrol-İş ciddi bir eylem kapasitesine sahip olduğunu yakın zamanda gösterdi) grev yapma yeteneği çok kuşkulu bir sendikanın, üretimden değil de tüketimden gelen gücü merkeze koyan bir stratejiyle faaliyet yürütmesinde çarpıklık vardır. Sigortasız çalışmanın karşısına dikilmek bir sendikanın temel gündem maddelerinin arasındadır. Ama sigortasız işçiler arasında sağlam bir örgütlenme inşa edilmeden, bu doğrultuda sendikanın güven veren bir konumu yokken yürütülen yüzeysel propagandanın sonuçları umut vermeyecektir. Yakın dönem örneğinde eğitim emekçilerinin karşısına doğrudan hükümetlerle bağlantılı bir sarı sendika tehdidi dikilmişken, örgütlenme çalışmasının temel aracının afişleme olmasında, en hafif deyimle açık bir eksen kayması vardır. Yoksa tabanda, üretim birimlerinde yoğunlaşan bir faaliyetin toplumsal ölçekte ses veren araçlarla bütünleştirilmesi değildir yanlış olan.
Peki bu bütünlük nasıl kurulabilir? Sermayenin kuşatması altında kalmış, kapitalizmin gösterdiği kulvara mahkum olup gücünü kitle dinamiklerinden almaktan uzak düşmüş bir sendikal pratik, siyasal sınıf bilinci ve örgütlenmeyi kendisine rakip sayan bir sendikal liderlik, toplumsal hareket tipi bir propaganda savaşına girdiğinde, hiç de “mücadelenin bütünlüğünü” kurmuş olmayacaktır. Bütünlüğün ön koşulu siyasettir. Oysa bu yeni sendikacılık anlayışı siyaseti genelleştirmekte ve bu yolla siyasetin esasen iktidar mücadelesi olduğunu ihmal etmektedir. Kampanyacı sendikacılık siyasallaşmaya değil, sınıf siyasetinin önünün kapanmasına yaramaktadır.
Türkiye’de adlı adınca toplumsal hareket sendikacılığına daha sol bir tanım getirmeyi deneyenler de bulunuyor. Bu eğilim kendi çıkış noktaları arasına yine geleneksel sol sendikacılıkla sınıf ve kitle veya sınıf sendikacılığı ile çizdiği ayrımları koymadan edemiyor:
“Sınıf ve kitle sendikacılığı büyük ölçekli işyeri temelinde örgütlenen işkolu sendikaları olarak gelişmişken ‘toplumsal hareket sendikacılığı’ işyeri ve işkolu sınırlarının dışında işçi sınıfını çalışanıyla işsiziyle bir bütün olarak aileleriyle ve diğer halk katmanlarıyla birlikte örgütleyen ve mücadeleye yönelten organlara dayanıyor.
“Bu çerçevede toplumsal hareket sendikacılığı’nı sınıf ve kitle sendikal anlayışının yeni sermaye stratejisine bağlı ‘küreselleşme’ koşullarındaki dönüşmüş biçimidir şeklinde tanımlamak mümkündür.” 25
Bu sendikal akımın tanımlayıcı özellikleriyle devam ediyoruz:
“Birincisi, sendikal örgütlenmenin işyeri ile sınırlı tutulmaması, işyerinden kaynaklanmayan, ama işçi sınıfını ilgilendiren sorunların da sendikal mücadelenin gündemine alınması; ve işçilerin yaşam çevrelerinde, mahallelerde de örgütlenmesidir…İşçi sınıfının, işyeri dışındaki yaşamından kaynaklanan beslenme, barınma, ulaşım, eğitim, sağlık, sağlıklı çevre gibi taleplerini de dikkate alan, bunun için kooperatif, dayanışma ağı gibi örgütlenmeleri devreye sokan bir yaklaşım öne çıkmaktadır.
“İkinci olarak, mahalledeki örgütlenme, belli bir işyerinde düzenli olarak çalışmayan, ama nesnel olarak işçi sınıfının bir parçası (part-time, geçici veya mevsimlik çalışan, evde çalışan, işsiz vb.) ya da en yakın müttefiki (informel sektör çalışanları, küçük esnaf, ev kadınları vb.) olan kesimlerin de örgütlenebilmesine olanak sağlar. Sendikal hareketin mahalli örgütlenme biçimleri, yerel dayanışma sandıkları, işçi/sendika evleri, tüketim kooperatifleri, mahalle dernekleri, mahalli işçi komiteleri ve konseyleri vb. olarak gerçekleşmektedir.” 26
Kuşkusuz bu yazının başlarında değinilen yeni sendikacılığın liberal arayışçılarına oranla daha sol bir tını var. Ancak biraz yukarıda günümüz sendikalarının mücadele bütünlüğünü kurmaktan neden uzak kaldıklarına ilişkin söylenenler burada tekrar edilebilir. Sendikaların sınıfın geleneksel olarak örgütlemeye alıştıkları “oturmuş” kesimlerinde daralma yaşadıkları ve öte yandan sınıfın yeni ve “düzensiz” kesimlerinin niceliğinin çok arttığı doğrudur. Bu koşullarda hem sendikaların kendilerine çıkış kanalı bulmaları için, hem de birer sınıf örgütü olarak söz konusu, genişleyen, yoksul ve örgütsüz kesimlere yönelik sorumluluklarını yerine getirmek adına bir strateji değişikliğinin gerektiği gün gibi ortadadır. Sorun şudur ki, bu strateji değişimini siyaset-sendika ilişkisini farklılaştırmadan üretebilmek mümkün değildir. Yanıtsız kalan bir soru: İşçi sınıfının geçmişten bu yana sendikalı kesimlerini tutamayan, bunlara güven veremez durumdaki bir sendikal yapı, neye dayanarak, hangi motivasyonla, hangi kadrolarla, nasıl bir programla, örgütlenme geleneği ve yeteneği açısından zaaflı yeni sınıf kesimlerini kucaklayacaktır Bunun yanıtı için mevcut sendikal yapının içinde bir şeylerin eksik olduğu kabul edilmelidir. Bu eksik siyasettedir.
Soru sendikal faaliyetin ele alacağı temalar açısından da tekrarlanabilir. Bugün sendikaların beslenme, barınma, eğitim konularında ne üretmeleri beklenebilir, veya bu üretimin motivasyon kaynağı ne olabilir? Yok eğer, sendika, siyaset merkezli bir sınıf mücadelesi bütünlüğünün işlevsel bir unsuru ise durum değişebilir. Ama sadece yukarıdaki pasajda değil, adı geçen broşürün tek bir satırında böyle bir siyasal modele gönderme yapılmamakta, yalnızca “nasıl bir sendika” sorusuna yanıt verilmektedir.
Açıkçası ekonomik mücadele/bilinç – siyasi mücadele/bilinç ve sendika-parti ilişkisine dair geçmişte geliştirilmiş formülasyonlar da bu yeni durumu açıklayabilmenin uzağındadır:
“‘Sendikalar işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütüdür, parti ise siyasi mücadele örgütü’ yaklaşımı … yalnızca başlangıç için bir değer taşır.
“İşçi sınıfı partileri sınıf mücadelesinin bütün boyutları için bilinçli üretimin ve bu boyutlara müdahalenin odak noktasını oluşturur; üretim ve müdahale güçleri içinde sınıfın ekonomik mücadelesi ve sendikal pratikler de vardır.
“… parti ve sendika arasındaki ilişki basit bir işbölümü olarak görülemez.”27
Kemal Okuyan’ın TKP’yi temsilen bir uluslararası toplantıya sunduğu tebliğden aktardığım bu pasajlar, marksistlerin parti-sendika ilişkisinde ihtiyaç duydukları yaklaşımın kimi ilkelerini ifade etmektedir. Yeni sendikacılık türlerinin örgütlü siyaseti, işçi sınıfının iktidar mücadelesini en fazla bir söylem olarak içeren, genel olarak ise görmezden gelen pozisyonları, bugünkü sendikal krizin bir parçası haline gelmiştir. Bu kriz, genel olarak solun toplumsal, ideolojik, siyasal mevzi kayıplarıyla yan yana getirildiğinde, geleneksel solun on yıllar boyunca alıştığı sendika-parti denklemi işlevli olmamaktadır. Bugün partinin ve siyasetin düzenleyici rolünün altı çok daha güçlü çizilmelidir. Bu konuyu aşağıda biraz daha dikkatlice ele almak üzere toplumsal hareket sendikacılığına geri dönelim.
Toplumsal hareket sendikacılığı bir alan genişletmesiyle çeşitli toplum kesimlerini kucaklamayı öngörürken, düzenleyici organ olarak sendikayı merkeze koymakla onulmaz bir yanılgıya düşmektedir. Türkiye solunda bugün öğrencilere, kadınlara, işsizlere, tarım emekçilerine sendika aracıyla ulaşmayı öngören çevreler bu yanılgıyı değişik toplum kesitleri için yeniden üretmiş oluyorlar. Neden 2004 Türkiye’sinde sendikal mücadele deneyimine sahip olmayan, mevcut sendikaların oluşturduğu bir cazibeyi kendi yaşam alanlarında hissetme olanağından da kesinlikle yoksun bu emekçi katmanları sendikalaşma dürtüsüyle hareket etsinler ki? Bunun yanıtı yoktur.
Aslında bu soruyu sormamıza neden olan ortam daha derin bir kafa karışıklığına da ev sahipliği yapmaktadır. Sendikalaşmanın yeni sınıf fraksiyonlarını kapsaması, pratik olarak bir kitlesel örgütlenme dalgasına denk düşmesi anlamına gelir. Emekçi yığınların bu ölçekte, bir dalga halinde mücadeleye katılmaları, ancak sınıfın iç dünyasını ve bu dünyaya sıkışmış örgütsel çabaları aşan bir toplumsal politizasyonun ürünü olabilir. Türkiye tarihinde 1908 grevleri, 1946 sendikaları, TİP ve DİSK yükselişleri, 1970’lerdeki yaygınlaşma, 1980’lerin sonlarındaki grevler, 1990’larda kamu emekçilerinin sendikalaşması doğrudan veya dolaylı olarak toplumsal düzeyde politizasyon periyotlarıyla bağlantılıdır. Bu politizasyonların içinde ya güçlü ve sarsıcı bir sol siyasal özne vardır, ya da sola nesnel olarak alan açan (ve 1980 ve ‘90’larda olduğu gibi solun dolduramadığı) ortamlar. Toplumun genel politizasyonu ile emekçilerin hareketlenmesi bir bütün oluşturuyor. Toplumsal hareket sendikacılığı ve benzerleri halkın çok sayıda kesitine sendika önerirken bu bütünlüğü ihmal etmektedirler. Politizasyon ise öneri sahiplerinin oturup bekleyecekleri, gökten düşecek bir lütuf değil elbette. Ama genel politizasyonu yükseltmenin, kışkırtmanın sola açık hale getirmenin ana yolu herhalde sendikal örgütlenme iradeciliğinden değil, siyasal/partili mücadeleden geçebilir. İlle de iradecilik olacaksa da herhalde uygun düşeceği alan ekonomik mücadeleden ziyade siyasal mücadele ve partidir.
Tersine ikamecilik
Solun uluslararası düzeydeki yenilgisi, partinin, sendikayla ilişkisinde ikameci bir tutum aldığı eleştirisinin, 1990’larda çok daha güçlü ve yaygın bir biçimde yeniden gündeme girmesine neden oldu. Eleştiri partinin sendikaların tüzel kişiliğini çiğnediğini, bağımsızlığını ihlal ettiğini, haksız ve yersiz müdahalelerle kurumun iç dinamizmini kuruttuğunu varsayar. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz demek ve hatalı örnekleri arayıp bulmak bir yoldur. Çok sayıda hatayla karşılaşacağımıza eminim. Ama bu yolun solu taşıyacağı yer tek kelimeyle saçmadır!
Bu yerin koordinatlarını şöyle verebilirim:
Bir, geçmişin tahrifi: Türkiye solunun sendikal hareketle ilişkisi bir manipülasyon ilişkisi olmamıştır. Kimsenin sendikasız ülke sathına 1946’da doğrudan komünistlerin attığı ve altı ay bile yaşam hakkı tanınmayan tohumlara söz söylemeye hakkı olamaz. Bilindiği gibi TİP örneğinde partiyi kuranlar sendikacılardır, yani bir tahakküm varsa başlangıçta ters yöndedir. 15-16 Haziran 1970’de ise DİSK yöneticilerinin TİP’li olmalarına karşın partinin eylemlerde anlamlı bir ağırlığı olamamıştır. 1970’ler yine DİSK’in TKP ağırlığından CHP’ye kaymasına sahne olmuştur. Nerede hangi sol hareket sendikaları manipüle etmiş de, sonucu ne olmuş, birinin anlatmasına ihtiyaç var!
İki, bir tür ikiyüzlülük: Eski solcu sendikacıların geçmişe ilişkin verdikleri özeleştiriler, bugün solun tüm kesimlerinin sendikalarda ağırlık kazanmayı başlıca hedef olarak önlerine koymaları ile yadsınmaktadır.
Üç, siyasetsizleşme: Sendikal alanda sol siyaset, dönemsel elverişsizlikler dışında sendikacıları ve kitleleri ürkütmemek biçiminde formüle edilen bir yaklaşım aracılığıyla kendini geri çekmiştir. Bu geri çekilişin ürkmeyen kitlelerin katılımı veya sendikacıların sola saygılarının artmasıyla ödüllendirilmesi ise vaki değildir.
Dört, daralma: Sol hareket, manipülasyon özeleştirisi, bir taban dinamiğinin gün gelip kendini dışa vurması beklentisi, siyasetin geri çekilmesi gibi yolların sonucu olarak, sendikal alana düzenleyici ve enerji aktarıcı bir güç olarak müdahalede bulunmaktan kaçınmış ve takatsiz kalan sendikaların daralmasına etkisizleşmesine katkı yapmıştır.
Özetle olumlu tek bir çıktı vermeyen ikamecilik eleştirisi reddedilmelidir. 28
Öte yandan yeni sendikacılık akımlarının yukarıda değindiğimiz yüzeysel ve sivil toplum kimlikli siyasallıkları, sınıf siyasetine alan kapatmaktadır. Öyle ki, geçmişte işbölümünde payına ekonomik mücadele düşen bir sendikal yapı bugün ülkenin uluslararası ilişkilerine dair toplantılar düzenlemekte, adeta bir siyasal kurum olarak tutum geliştirmektedir. Tekrar olacak, burada sorun sendikanın siyasetle ilgilenmesi, çözüm de siyaset yasağı olamaz. Sendikal alana örgütlü sınıf siyasetinin kapalı tutulması durumunda, bir sivil toplum örgütü olarak sendikanın ürettiği politikalar düzen içi nitelik taşımaya mahkum kalmaktadır. Sendikaların kapitalist üretim zemininde pazarlık kurumları olmaları kuralı halen geçerlidir ve böyle bir kurumun toplumsal sorunlara karşı, kendi sistematiğine sadık kalarak göstereceği duyarlılık, kaçınılmaz olarak kapitalizm koşullarında uygulanabilir, somut formül arayışlarına yol verir. Dolayısıyla bu noktada sendikal üretkenliği, işçi sınıfının tarihsel çıkarları ve iktidar mücadelesiyle uyumlu hale getirmek için bir düzeltme işlemi gerekir. Komünist siyasete ve partiye sendikal alanı kapatmak bu işlemi olanaksız hale getirmek demektir. Sendikaların bu girdiden yoksun yapacakları siyaset çoğaldıkça, sendika pozitif anlamda bir siyasal bilinç yükselmesi yaşamamakta, kapitalizmin mantalitesine teslim olmaktadır. Yine bu tür bir siyaset bolluğu, genel olarak siyasal örgütlülük ihtiyacının hissedilmesini zorlaştıracaktır.
İşin ilginç tarafı, yeni sendikacılık(lar) rol kapmayı hakları olarak görmektedirler:
“Sendikalar, çalışan sınıfın sadece temsilcileri olarak değil, bu sınıfın çıkarlarının galipleri olarak ve yenik sol partilerin yerini alarak yeni roller üstlendiler.”29
Kanada sendikaları açısından bir strateji tartışmasına girdiğinde batılı bir yeni solcu marksist, Leo Panitch, bu konuya şöyle temas ediyor:
“Fakat eski partiler mi bir şekilde dönüştürülecek, yoksa yeni partilere mi ihtiyaç duyulacak sorusunun cevabı, geleceğe yani yapılandırılmış hareketin sağlayacağı ilerlemenin ölçüleri anlaşıldıktan sonraya bırakılmalıdır…. emek hareketi kültürü, hem liderler hem de üyeler açısından önemli bir değişime uğramalıdır. Yine de denemekten başka çare yok.” 30
Hayır, işçi sınıfının siyasal öncü örgüt gereksinimi sendikal alanın iç dinamiklerine, hele neo-liberalizm çağının sivil toplumcu sendika pratiklerinin belirsizliklerine terk edilebilecek bir başlık olamaz. Parti sorununu sendikalara havale etmek, bu kez gerçekten ikamecilik anlamına gelmektedir.
Bölümün başına dönüyorum. Geçmişle ilişkili olarak komünist partilere sendikal ikamecilik eleştirisi yararsız olmanın ötesinde, bu eleştiri ve karşılığında yapılan özeleştiriler son derece dramatik bir sona ulaşmıştır. Partiyi sendikayı ikame etmekle suçlayan eleştiri, partinin yerine sendikayı geçirmiştir!
Aristokrasi mi, bürokrasi mi?
Yukarıda sendikaların mevcut haliyle sınıfın diğer (yeni) kesimleri için cazibe merkezi olamadıklarına işaret etmiş ve bu durumda söz konusu kesimlere nasıl sendikal örgütlenme rotası çizilebileceğini sorgulamıştık. Yeni sola ve yeni sendikacılığa yönelik bu eleştiri bir koşulda geçerliliğini toptan yitirecektir: Eğer eski tip sendikalar bugün bütünüyle değersizleşmişler ise…
Bu tip bir değersizleşmenin tek kaynağı olabilir. Sendikaların işçi sınıfının değil işçi aristokrasisinin örgütleri olarak sarsılmaz statükolar edinmiş olmaları. Sendika işçi sınıfının mücadelesinin zayıf, eksikli, sorunlu bir aracı ve bu anlamda öncü parti için bir “sınıf mücadelesi/müdahale alanı” anlamı taşır. Durum bunun ötesine geçmiş ve mücadele/müdahale/düzeltme olanakları bütünüyle ve yapısal olarak dışlanmışsa, kuşkusuz bu defter kapatılmalı ve başka yeni araçların nasıl geliştirilebileceği üzerine yoğunlaşılmalıdır. Kanımca sendikalarda genel bir olgu olan bürokratikleşmenin müdahale kanallarını ciddi ölçüde tıkıyor olması ile burada tarif edilen yapısal kapalılık birbirinden farklı olgulardır ve karıştırılmamalıdır. İkincisine en fazla denk düşen ve marksist literatürde yeri olan kavram işçi aristokrasisi olsa gerek.
Peki bugün emekçi sınıfların iç kompozisyonunda ve sendikal yapılarda bir işçi aristokrasisi tahakkümünden söz etmek yerinde olur mu
“Yeni liberal programın uygulandığı ülkelerde bugün kapitalist toplumsal formasyonlar, üç basamaklı bir hiyerarşik yapı içermektedir. İlki, daha çok merkez ülkelerdeki nüfusun yüzde 30-40’ını içine alan, genellikle iş güvencesine ve belli bir yaşam standardını koruma gücüne sahip olan, dolayısıyla tüketim olanaklarını genişletme fırsatı bulunan kesimlerden oluşan üst basamaktır. İkincisi, merkezdeki nüfusun yüzde 30’unu çevredekinin ise yüzde 20-30 arasında değişen kesimini kucaklayan, halen bir işte çalışıyor olmakla birlikte herhangi bir iş güvencesine ve sosyal güvenliğe sahip olmayan, ayrıca daha önce refah devletinin kendilerine sunduğu güvenlik şemsiyesi de ortadan kalktığı için tüm riskleriyle baş başa kalan kesimleri içeren ikinci basamaktır. Üçüncü ve son basamağı ise, merkezin geri kalan yüzde 30’u ile çevrenin neredeyse yarısını kapsayan, üretken faaliyetlerden tamamen dışlanmış bulunan, buna karşılık hiçbir korumaya ve güvenliğe sahip bulunmayan yığınlar oluşturmaktadır.”31
Tülin Öngen’in birinci kategorisi statik bir aristokrasi olabilir mi ?Öngen devam ediyor ve bu soruya da açıklık getiriyor: “Küresel kapitalizmin ‘çalışan’ modeli, her koşulda ve her durumda itaatkar ve işbirlikçi bir işgücü türünü veri almaktadır.”32 Ben de bu görüşteyim. Sermayenin dizginlerinden boşanmış saldırısı bana kalırsa gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen güçlerin eski stratejilerini dışlamaktadır. Bu eski stratejiye göre emperyalist burjuvazi işçi sınıfının belirli ve sınırlı bir kesimine soygundan sus payı vererek bir taşla bir dizi kuş vuruyordu. Emekçiler bölünüyor, sendikalar bu rüşvet verilmiş kesim eliyle düzene bağlanıyor, işçi sınıfının örgütlenme ve sınıf kültürü açılarından en gelişkin kesitine “zincirlerinden başka kaybedecek şeyler” verilerek dinamizmi köreltiliyor ve tüketim mallarının iç pazar talebi yükseltiliyordu. Kuşkusuz sınıfın küçük bir alt kümesinin ihya edilmesinin arkasında da sınıfın kolektif mücadele birikimi, bu birikimin sermaye sınıfı üzerinde oluşturduğu basıncın olduğunu ihmal etmemeliyiz. Bu noktanın ihmali kapitalizmin yönetiminin sınıf mücadeleleri temelinde değil bir “burjuva komuta merkezi” modeliyle algılanmasına neden olacaktır.
Özetle kapitalizm işçi aristokrasisini doğuran ve işlevlendiren dönemi kapatmıştır. Sermaye artık işçi aristokrasisi olgusundan da intikam almakta, emeğe karşı topyekun bir saldırı yürütmektedir.
Ancak, yeri gelmişken herkesin aynı fikirde olmadığını da bilmekte yarar var:
“Sendikalı işçi ile sendikasız işçi arasındaki uçurumun her geçen yıl derinleşmesi sınıfın çok parçalılığını da derinleştirmiştir. Bir yanda sendikalı, yüksek ücret alan görece iş güvencesine sahip, sosyal güvenlik olanaklarından tam yararlanan, ama yeni toplu iş sözleşmesi dönemlerinde daha yüksek ücret istemekten utanan, mevcut durumda ücretlerin asgari ücretin altında olduğu bir zamanda yüksek ücret istemenin meşruiyetini kaybettiğini düşünen az sayıda örgütlü işçi, diğer yanda işsizlik korkusu ve kaygısı ile asgari ücret ya da bu ücretin altında uzun sürelerle çalışmaya razı, sosyal güvenlik hakkından feragat etmeye de razı yarı köylü, yarı kentli çok sayıda işçi.
“… bugün ise sendikaya üye olanların örgütlerine tutunma nedeni yüksek ücrettir. Kuşkusuz bu tutunma tüm alanlar için değil, işçi aristokrasisi olarak nitelendirilebilecek çok küçük bir işçi kitlesi için geçerlidir.”33
Yüksel Akkaya sözünü ettiği sınıf fraksiyonunu nicel olarak “çok küçük” sözcükleriyle niteliyor. Dolayısıyla yaklaşım farkının önemi de azalıyor. Çünkü kuşkusuz işçi sınıfı içinde farklılaşma dinamikleri işbaşında olmaya devam etmekte, egemen güçler ve hatta tek tek sermayedarlar, gelişkin sınıf bilinçleri sayesinde emekçileri bölmeyi özellikle gözetmektedirler.
Geriye, konumuzun odak noktasına dönersek, kapitalizmin bu döneminde ne Türkiye’de ne dünyada bir işçi aristokrasisi oluşumundan söz etmek yerinde olmayacaktır. İşçi sınıfının maruz kaldığı saldırı çalışanların tamamını ilgilendirmektedir. Aristokrasinin ücret düzeyinin yüksekliği yalnızca “göreli” olmamalı, sömürüden pay almak ifadesini hak eden bir nicel büyüklüğü ifade etmelidir. Bugün işçi sınıfının üst grupları da sosyal güvenlik, emeklilik, ucuz sağlık ve eğitim hizmeti gibi olanakları süratle yitirmektedir. Türkiye özelinde bu kesimlere örnek olarak akla gelebilecek olan petro-kimya, lastik, metal gibi işkollarında statükolaşmanın, kastlaşmanın altyapısı olarak bu işçi kesitlerinin maddi yaşam koşullarını göstermek tam olarak açıklayıcı olmayacaktır. Özelleştirme ve işsizlik tehdidi altındaki ve sınıfın görece en hareketli kesitlerinden birini ifade eden Petrol-İş tabanında aristokrat aramak haksızlıktır. Taşeronlaşma, iş yasası paralelinde esnek/kuralsız çalışmanın yaygınlaştırılması gibi uygulamalar sınıfın en müreffeh unsurlarını bile tehdit etmektedir. Öyle ki 1998’de işten çıkartılan sendikalı işçi sayısı 123 bin, ‘99’da 652 bin olmuştur. Bu tabloda genel olarak sendikalara da itaat ve işbirliği düşüyor.
Üstelik sınıfın hareketsizliğini, maddi ayrıcalıklar, yapısal bir bölünme ve bu temelde sendikaların kontrol altına alınması ile açıklamanın önünde bir başka engel daha bulunmaktadır: Sendikalar geniş yoksul emekçi kitleleri dışlarken, sınıfın bütününü hareketsiz konumda tutabilmek için belirli bir etkinlik çıtasının altına da düşmemelidirler. Bugün Türkiye’de sendikalar etkisizleşmekte ve ayrıcalıklı bir konumu temsil etmemektedirler. Öte yandan emekçi yığınlar içindeki yoksullaşma o denli derindir ki, sendikalara yönelik güvensizliğin, giderek marjinal sınırlara daralıyor olsa da, emekçiler arasındaki göreli refah farklılaşmasıyla da ilgisi kurulabilmektedir. Ancak kanımca açıklamanın daha büyük kısmı için sendika bürokrasisine bakılmasında yarar vardır:
“Tüm bu olumsuzluklar ortadayken, bazı sendika bürokratlarının statükoyu korumak için örgütsüz sektöre karşı ilgisiz bir tutum içersine girmesi, en ağır sömürü koşullarına maruz kalan enformal sektör çalışanlarının, işçi örgütlerine olan güvenini aşındırmış ve onları ‘her koyun kendi bacağından asılır’ mantığına itmiştir. Birçok sendika, yenilgiler cephesinin bir parçası olmuştur: Bir yandan üye kaybına uğrayarak güç yitirmiş; diğer yandan da tam bir boyun eğmişlik içinde işçi sınıfının ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmiştir. Sendikalar, birkaç örnek dışında tüm dünyada işçi sınıfının yalnızca küçük bir kesimini temsil eder pozisyondadır.”34
Eski aristokrat (veya aristokratlaşma yönelimindeki) işçi gövdesi budanan sendikal yapıların bürokrasisi bir yandan sermaye tarafından daha da etkisizleştirilmek ve tasfiye edilmek, bir yandan da neo-liberal sistematik ve yeni sendikalizmin politik öncüleri tarafından sivil toplum örgütü olmaya çekilmek biçiminde, birbirini bütünleyen iki basınç altındadır. Bu kuşatma sendika bürokrasisinin siyasal ve ideolojik tercihlerinden bağımsız bir evrenselliğe sahiptir. İki basıncın birbirini bütünlüyor olması, objektif olarak yeni sendikalizmin terbiye edilmiş ve her an tasfiye edilebilirliği elde tutulan bir yapı olmasıyla ilgili. Yeni sendikalizmin sivil toplumcu ve sol (örneğin Türkiye tipi toplumsal hareket sendikacılığı) versiyonları arasında kitlelere ulaşma arzusu ve faaliyet tarzı açılarından bir farklılık kuşkusuz vardır. Ancak mesele niyet farklılaşmasında değil, başka bir yerde, sendika-örgütlü siyaset ilişkisinde düğümleniyor.
Artık toparlayalım.
Sendikalarda bürokrasi her zaman bir sorun olarak var olmuş olabilir. Günümüzün bürokrasisinin ayırt edici bir özelliği atlanmamalıdır. Bugün sendikal yapıları atıl kılan neden, ayrıcalıklarını korudukları müreffeh bir üye kompozisyonu değildir. Sınıf mücadelesinde gündelik hayata egemen olan bir şiddetten de bahsedilemez. Günümüzün ataletinde baskın faktör, sendika üyelerinin içinde kendilerini örgütlü hissettikleri, sendika organlarının aktif olduğu, yapının ortak bir kolektif kültürü ürettiği bir ortamın yokluğudur. Bugün çoğu örnekte veya genel kural olarak, mücadeleci, kabına sığmayan bir tabanın önünü kesen sendika ağalarından söz edemeyiz. Çağımızın bürokrasisinin ayakları havadadır. Ne üzerine bastığı, özel sekt çıkarlarıyla bağlı yandaşları, ne de karşı karşıya gelerek kendini tanımladığı bir dinamizm. Sendika tam da burjuva/neo-liberal sivil toplumun arzu ettiği gibi sanallaşmaktadır. Bürokrasi bu sanallığın üzerinde, hareket yeteneğini örgütlü bir sınıf gücünden değil, kurumsallığından “sosyal taraf” statüsünden, mal varlığından, lüks binalardan vb. alan bir yapıya kavuşmuştur.
Sonuç: sendikaya siyaset, partiye işçi
Sendikaların birincil sorunu daralma ise hemen kendi işkollarının içinde ya da bitişiğinde duran ve çeşitli yollarla sendikal kapsamın dışına itilmiş unsurlara yönelmek gerekir. Sizce böyle bir yönelişin olmaması veya ancak son derece sınırlı örneklerden söz edebiliyor olmamız35 , sendika üyelerinin ayrıcalıklı konumları veya egemen güçlerin baskısından mı kaynaklanıyor? Öyle olmadığını yukarıda söylediğimize göre ne olabilir, bu durağanlığın gerekçesi?
Çağımız son derece yoğun bir işgücüne katılıma sahne olurken, işsizlik katlanarak büyürken, sendikaların daralması çarpık bir durumdur. Bir sendikanın “zincirlerinden başka şeyi olmayan” bu kesimlere yönelmemesini, toplusözleşme yetkisinin bulunmamasıyla açıklamak çılgınlık olur. Bahsi geçen yoksul emekçilerin toplusözleşmeye değil örgütlenerek bir güç olmaya ihtiyaçları vardır. Sendikaların da dinamik işçilere. Bu ihtiyaç işçi sınıfının örgütlenme tarihinin ön evrelerindeki sade yardımlaşma, dayanışma formlarını hatırlatıyor. Herhalde bugün sınıfın bilincinde ve bilgisinde yer etmiş modern sendikalar bu yardımlaşma, dayanışma ihtiyacını karşılamakta çok daha yetkin olabilirler. Peki neden olmamaktadır?
Yeni sendikacılığın sanal iletişim ağları gibi uydurma projeleri bütün sendikacı ve aktivistlerin beyinlerini esir almış olabilir mi? Yoksa hepsi, sermayenin ve sarı sendika merkezlerinin vaaz ettiği “üye sayınızın bir önemi yok, siz sosyal taraf olmaya bakın”36 çağrısına ikna mı oldu?
Bunların anlamlı açıklamalar olduğunu düşünmüyorum. Bu yazıda buraya kadar birkaç kez işaret ettiğim formülü yenilemek durumundayım: Sendikaların kurtuluşu sınıf siyasetindedir. Bu kavramın da soyut, genel olarak işçileri savunmak ekseninde, belirsiz ve demagojik çekiştirmelere dayanıklı bir tanıma ihtiyacı var. Sınıf siyaseti işçi sınıfının öncü partisi niteliğindeki bir kurum tarafından üretilir. Bu kurumun organları eliyle hayata geçirilir. Parti sınıf mücadelesinin yalıtılmış bir departmanı olarak “siyaset”e hapsedilemez. Tersine siyaset alanının niteliği zaten diğer toplumsal yaşam ve mücadele alanlarını düzenleme görevini de kapsar. İşçi sınıfının partisi de, sınıfın ideolojik, kültürel, ekonomik gündemlerine müdahale etmek, parti dışı araçları düzenlemek, gerektiği ölçüde yeni araçlar geliştirmek veya teşvik etmek gibi merkezi bir misyonla donanmıştır.
Sendikal çaresizliğin ilacı ekonomik mücadele alanının ve bu mücadelenin örgütü olarak sendikanın siyasileştirilmesinde. Bu siyasileşme, sendikal kurumların birer sivil toplum kurumu olarak siyasetten ve partiden rol çalmaları ile karıştırılmamalıdır. Partinin sendika veya benzeri statüdeki meslek veya kitle örgütlerinden rol çalması diye bir sorun üzerine kafa yormak ise hiç değilse bugün için anlamsız. Rollerini yitirmekten şikayet edenlerin, olmayan rolü komünistlere kaptırmaktan korkmaları samimi olabilir mi?
Öte yandan, bütünsel düzenleyicilik görevi, ancak partinin siyasal iktidara giden sürece yoğunlaşması, “aklını” bu odağa bağlaması durumunda yerine getirilebilir. Ekonomik mücadelenin özgün sorun, program ve tartışmalarının, kültürel üretimin, özgünlüklerinin vb. öncü parti içinde temsil edilmesi anlamsız bir karmaşa yaratacaktır. Örneğin partinin ücretler konusunda detaylandırılmış bir politikası olmaz, ya da mesleki eğitim programları geliştirmek partinin işi olamaz. Ama parti işçi sınıfının iç dayanışmasıyla çok çeşitli araçlarla ilgilenirken sendikaların ücret politikalarıyla da bağ kurulacaktır. Mesleki eğitim programlarının sınıf atlama güdülerine değil, işçi sınıfı bilincine yönelmesi elbette düzenleyici müdahalelerin konusu olacaktır.
Bu önermenin karşılık bulması mücadelenin konusudur. Bu anlamda yukarıda yazılanları “sendikalara öneriler” olarak okumak anlamsızdır. Partinin ekonomik mücadele alanı ve sendikalara düzenleyici müdahalesinin bu anlamda tepeden kurgulanması yanlıştır ve bu müdahalenin geçebileceği biricik yol doğrudan siyasi örgütlenme olmak zorundadır.
Parti işçi sınıfı içinde örgütlenmesini geliştirmediği sürece sendikalar basınçlar arasında erimeye devam edecekler. Partinin işçi örgütlenmesi ise biriktiği ölçüde sendikalara dinamizm taşıyacak. Devre tamamlandığında işçi sınıfının mücadelesinde bütün araçların ufkunu genişletecek bir bütünlük yeniden kurulabilir.
Bu yazıda ikide bir gündeme getirdiğim bir temel sorun, sendikaların bugün parti ile geniş emekçi kitleler arasında bağlantı kurma görevini boşta bırakmaları ve bu boşluğun nasıl doldurulacağı konusu, önsel modellemelerin değil bu mücadelenin ürünü olarak çözülecektir. Ancak bu yazıdan, parti ile kitlelerin arasını sendika yapamıyorken yeni icatlarda bulunmaya soğuk baktığım yeterince anlaşılmış olmalıdır. Sendikanın işinin başına dönmesinde de, sendika işini görür hale gelinceye kadar kitlelere ulaşmanın işlevsel ve yaratıcı araçlarını geliştirmekte de temel rol partiye düşmektedir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Metin Çulhaoğlu; “Üçüncü Yol, Türkiye Solu ve Marksizm”, Üçüncü Yol Arayışları ve Türkiye içinde, yayına hazırlayan: Murat Yalçıntan, Büke Yayınları, Kasım 2000, İstanbul; s.138
- Joseph Stiglitz; Küreselleşme: Büyük Hayal Kırıklığı, çev: Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural, Plan B, İstanbul, Ekim 2002, s.241.
- Stiglitz; a.g.e., s.243.
- Metin Çulhaoğlu, “2003 başında Türkiye’yi okumak: Sosyalist hareketin ideolojik gündemi”, Gelenek 76, Ocak-Şubat 2003, s. 25-26
- Ronaldo Munck, Emeğin Yeni Dünyası, çev: Mahmut Tekçe, Kitap yay. Ocak 2003, İstanbul; s.27. (orijinal baskı 2003)
- Kathleen Newland, “Dünya İşçileri Ne Yapmalı?”, Foreign Policy, Bahar 1999, no: 5, s.29
- Tülin Öngen, “Küresel Kapitalizm ve Sermayenin Yeni Hegemonya Stratejileri”, Petrol-İş Yıllığı 2000-2003, Eylül 2003, İstanbul; s. 43
- Meryem Koray, “Küreselleşmeye Eleştirel Bir Bakış ve Yeni Bir Küresel Anlayışın ve Örgütlenmenin Kaçınılmazlığı”, Petrol-İş Yıllığı 2000-2003; s. 86
- Koray, a.g.y., s.87
- a.g.y., s.88
- 2000 yılında Britanya işçi sınıfının yas ortalaması 34, sendikalı işçilerin yaş ortalaması ise 46 olarak hesaplanıyor. (Munck, a.g.e., s.100)
- Koray, a.g.y.; s. 84
- Yüksel Akkaya, “Avrupa Birliği ve Sendikacılık”, AB ve Türkiye, Gerçekler, Olasılıklar, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2003 içinde, editör: Mehmet Türkay, s.235-236
- Leo Panitch, Emek Stratejisi üzerine Düşünceler, çev: Ceren Kalfa, Praksis 8 (Sınıf Tartışmaları), Güz 2002, s.103. (çevrildiği orijinal kaynak: “Reflections on Strategy for Labour”, Socialist Register 2001 (Working Classes Global Realities), ed: Leo Panitch, A. Colin Lels, Londra, Merlin Press, 2000: 367-392)
- Sendikalaşma 1995’te on yıl öncesine oranla, AB’nin aday üyelerinde dramatik düşüş gösteriyor: sendika üyeliği Estonya’da %71.2, Çek Cumhuriyetinde %50.6, Macaristan’da %38, Polonya’da %45.7, Romanya’da %7.5, Slovakya’da %40.1 oranlarında geriliyor. Aynı dönemde AB üyelerinden Hollanda, Danimarka, Lüksemburg, İspanya ve Belçika’da sendikalarbüyüyor. Portekiz, Fransa, İngiltere, Almanya, İsveç, Avusturya, Finlandiya, Yunanistan, İrlanda ve İtalya’da üye kayıplarıgörülüyor. 2000 yılı itibariyle genel olarak kuzey ülkelerinde sendikalaşma oranı %80 civarında. Belçika’nın %69’luk,Lüksemburg’un %50’lik istisnai konumlarını, %44.5 ile İrlanda ve %40 ile Avusturya izliyor. İtalya’da sendikalı işçilerin oranı%35.4, Yunanistan’da %32.5 Portekiz’de %30. Bu son değere bitişik duran Almanya ve İngiltere’yi Hollanda %27 ile izliyor. İspanya 85-95 arasındaki hızlı artışa karşın %15’de kalırken, Fransa %10’un altına düşüyor. İşsizliğin, göçmen işçiliğin, kaçak insan göçünün baskısı sendikalaşma oranlarının AB içinde gösterdiği salınımın yaratacağı sorunlar ve sendikaların cazibe merkezi olmaktan uzaklığı hesaba katıldığında anlamlı bir olumlu değişim beklemenin yersiz olduğu açığa çıkacaktır.
- Seyhan Erdoğdu, “Küresel Sendikacılık”, Petrol-İş Yıllığı, 2000-2003; s.267-268
- Erdoğdu, a.g.y., s. 265
- European Conference on Mergers and Acquisitions, European Metalworkers’ Federation, Kasım 2001’den aktaran Gaye Yılmaz, “Uluslararası Sendikal Hareketin Küreselleşmeye Cevabına Eleştirel Bir Yaklaşım”, SAV, Almanak, 2002, İstanbul, Ekim 2003, s.437.
- Gaye Yılmaz, “Uluslararası Sendikal Hareketin Küreselleşmeye Cevabına Eleştirel Bir Yaklaşım”, s.434
- Bu konuda bu yıl içinde yayınlanan bir söyleşi kitabı muazzam bir ampirik açıklık sunuyor. Kenan Öztürk’ün dönemin AFL-CIO Avrupa Temsilcisi ve Türk-İş’in gerçek kurucusu Irwing Brown ile görüşme kayıtları yayınlanmış bulunuyor: Amerikan Sendikacılığı ve Türkiye, İlk İlişkiler, Tüstav yay. İstanbul, Subat 2004.
- AFL-CIO Baskanı Lane Kirkland’dan aktaran R. Munck, a.g.e., s.31
- Munck, a.g.e., s.185-186
- a.g.e., s.188
- a.g.e., s.206
- Toplumsal Hareket Sendikacılığı, Yön Broşür Dizisi 1, Tarihsiz baskı, İstanbul; s.70
- a.g.e., s.71
- Kemal Okuyan, “A Crucial Question”, Information Bulletin, Documents of Communist and Workers Parties, “Communists and the Trade Union Movement”, Komünist ve İşçi Partileri Uluslararası Toplantısı, Atina, 22-24 Haziran 2001; s.101
- Bakınız: Manuela Bernardino/Portekiz KP, “Problems and Perspectives of the Trade Union Movement”, Information Bulletin, Documents of Communist and Workers Parties, s.83-88 Yukarıda değindiğim toplantıda Portekiz KP adına yapılan sunum bu nokta açısından dikkat çekici. Portekiz’de sendikal yapı üzerinde komünist ağırlığın sürdüğü, 1997-2001 arasında (sonra sürüp sürmediğini bilemiyorum) sendikaların hem üye kazanma hem iç örgütlülük anlamında bir toparlanma yaşadıkları (s.85-86) göz önüne alınırsa, bu ülke biraz Avrupa’nın istisnası oluyor. Portekiz komünistleri bu istisnanın gücünü arkalarına alarak, sendikaların bağımsızlığını içlerindeki komünist etkinliğe bağlayan cesur bir tez ortaya atıyorlar. Kendi payıma bu tezde bir terslik göremiyor, cürete de sempatiyle yaklaşıyorum: “14. Kongremizde (1992) şu görüşü belirttik: bugünkü koşullarda komünistlerin sendikalardaki etkisi CGTP-IN’in (Portekiz sendikalar konfederasyonu-AG) mücadele, bağımsızlık, sınıf bilinci ve kitle etkisi açılarından belirleyici bir etkendir.” (s.88)
- Munck, a.g.e., s.89
- Panitch, a.g.y., s.117
- Tülin Öngen, “Küresel Kapitalizm ve Sermayenin Yeni Hegemonya Stratejileri”, Petrol-İş Yıllığı, 2000-2003; s.42
- Öngen a.g.y. s.43
- Yüksel Akkaya, “‘Küreselleşme’ Kıskacında Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Temel Özellikleri”, Petrol-İş Yıllığı 2000-2003; s.231
- Fatma Ülkü Selçuk, Örgütsüzlerin Örgütlenmesi, Atölye yay., Ankara 2002, s.62
- Selçuk’un biraz yukarıda alıntı yaptığım çalışması, enformel sektör çalışanlarını ele alırken hem yeni sendikacılığın çeşitlituzaklarına düşmemeyi başarıyor, hem de son derece sınırlı sendikal ve siyasi çevreler dışında Türkiye’nin pek bilinmeyen önemli mücadele örneklerini tanıtıyor. Taşeron işçileri, geçici veya yarı-zamanlı işçiler sigortasız işçiler gibi kesimlerde yaşanan az sayıdaki sendikal mücadele deneyimi için benim bildiğim tek derli toplu kaynak Selçuk’un kitabı.
- 2003 yılı Aralık ayında toplanan Türk-İş’in son Kongresinde ILO Türkiye temsilcisinin tavsiyesi tam tamına böyleydi. Kaynak gösteremiyorum, kulaklarımla duydum.