Giriş
Sınıf, üzerinde çok söz ve mürekkep tüketilen konuların başında geliyor. İlgili literatür o kadar geniş bir külliyat oluşturuyor ki, konuya ilişkin ana tezleri, çözümleme ve vargıları özetlemek bile dev boyutlu bir çalışmanın konusu olur. Buradaki sorun yalnız yazılanların, söylenenlerin niceliğiyle, çokluğuyla ilgili değil. Bu var, ama asıl, zorluk farklı disiplin ve kavram çerçevelerinin, sınıf olgusunu, sınıf kavramını farklı yönlerde birbirinden uzaklaştırmasından geliyor. Sınıfın çok yönlü, çok boyutlu bir toplumsal olgu olduğunda, varlığını, tanımını oluşturan öğelerin sürekli etkileşim içinde devindiğinde kuşku yok. Bu nedenle, farklı eksen ve kavramlarla yürütülen tartışmaların tümüyle anlamsız ve gereksiz olduğu söylenemez. Ama, tartışma ve çalışmaların en azından bir bölümü, çoğu kez bu karmaşıklığı ve zenginliği yansıtmayan bir tek yönlülüğün, genellemeciliğin ve indirgemeciliğin zaaflarını taşıyor. Sonunda ortaya gerçekte olduğundan da karmaşık, çetrefil, deyim yerindeyse sabun köpüğü gibi ele avuca gelmeyen, ya da körlerin fili tanımlamasına benzeyen bir sınıfsallık anlatımı çıkıyor.
Tartışmaların bir ucunda, Marx ve Marx’ın, “toplumsal sınıf” konusunda başladığı çalışmayı tamamlamamış olmasına yapılan haklı haksız atıflar var. Marx’ın devlet konusunda olduğu gibi, sınıflar konusunda da kendi olgun görüşlerini ayrıntılı biçimde formüle edemeden bu dünyadan ayrıldığı doğru. Bundan çıkarak, tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu söyleyen, tüm eserinin eksenine sınıf mücadelesini oturtan Marx’ın arkasında bir sınıf teorisi, sınıf tanımı teorik ve aynı zamanda somut-pratik boyutlarıyla bir sınıf mücadelesi çözümlemesi bırakmadığını söylemek ise doğru değil. Böyle bir yaklaşım hem Marx’a ve eserine haksızlık, hem de sınıf teori ve kavramlaştırmasının en güçlü, en zengin kaynağına yüz çevirmek olur. Öte yandan Marx “toplumsal sınıf” başlıklı çalışmasını tamamlamış olsaydı bile, bu sınıf ve sınıf mücadelesi teorisinin son sözü, bütün sorulara yanıt veren bir kutsal metin olmayacaktı. En gelişkin teorinin bile eksiklikler, zayıflıklar taşıması kaçınılmazdır. Teorinin gücü, dokunulmaz, değişmez, bulaşmaz bir sterilliğe sahip olmasından değil, başka şeylerle birlikte pratiğin sorgulama ve sınavlarına yanıt verme, yeni öğeleri kapsama ve kendi temelleri üzerinde yeniden sentezleştirme yeteneğinden gelir. Marx’tan bu yana geçen zaman Marx’ın sınıf tanımının teorik sağlamlığını göstermiş, dünya sınıf mücadelesi pratiği ise özellikle işçi sınıfının devrimci, dönüştürücü rolü, toplumsal-siyasal özne konumu söz konusu olduğunda yeni sözler söylenmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bu yeni sözlerin en önemlileri, yüzyılın başında Lenin tarafından söylendi ve yirmibirinci yüzyılın başındaki durum da bundan sonraki katkı ve geliştirmelerin aynı doğrultuda olacağını gösteriyor.
Marx ve marksistler sınıfa çok odaklı bir mercekten bakarlar: Sınıf, hem felsefi, hem tarihsel, hem sosyolojik ve hem de siyasal açılardan ele alınması gereken bir kavramdır. Ancak tüm bu açıları bir araya getiren bir ana bakış, ana prizma olmadığı zaman marksizmden söz edilemez. Marksizmin sınıf sorunsalına ilgisi başından sonuna dek bu sınıfın insanlığın toplumsal kurtuluşunda oynayacağı rolle, sosyalizmle ilgilidir. Bu rol, herhangi bir sınıfa, işçi sınıfına da bir irade tarafından verilmemiştir. Bu rol, işçi sınıfının varoluş ve kurtuluş koşullarından gelmektedir. Varoluş koşulları, bu sınıfa başka sınıflarda olmayan, kendi koşullarını değiştirmesi toplumsal düzenin değişmesine bağlı evrensel sınıf kimliği kazandırmıştır. Sınıfın nesnel durumu, koşulları, belli bir tarih ve yerdeki deneyimi, pratik davranışları, bilinci, kültürü, siyasal hareketi vb. bu çerçevede önem kazanmaktadır. Sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi, örgütlülük sorunlarına gelindiğinde öznel, iradi öğeler işin içine karışmakta ve sınıf sorunsalının daha tam bir ele alınışı ancak bu eksende söz konusu olabilmektedir.
Sınıf ve hatta sınıf mücadelesi kavramları Marx’tan ve marksizmden önce var. Marksizmin iki önemli katkısından biri bizzat Marx tarafından dile getirildiği için iyi biliniyor: Proletarya diktatörlüğü. Proletarya diktatörlüğünün doğrudan devlet iktidarıyla ilgili siyasal bir geliştirme olduğu açık. Öteki katkısı ise, sınıflarla üretim biçimi arasındaki ilişkinin kurulması noktasında: Marksizmin materyalist, nesnelci ve ekonomik alt yapının belirleyiciliği anlamında yapısalcı yaklaşımı sınıf konusunda da geçerlidir.
Bu yazının amacı, sınıf sorununun tüm bu birbirini tamamlayan öğelerinin bütünselliğini gözardı etmeden, sınıf oluşumu ve sınıf mücadelesi başlıklarını siyasal yönü öne çıkararak ve içinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönemdeki koşulları dikkate alarak tartışmak, kimi sorun ve olanaklara işaret etmektir.
Nesnellik
İşçi sınıfı, kapitalist ilkel birikim süreci içinde oluştu. İlkel birikim süreci, üreticinin üretim araçlarından kopma sürecidir ve işçi sınıfına tanımını veren temel ölçüt bu noktada ortaya çıkmaktadır: Üretim araçlarından yoksunluk! Üretim araçlarından kopan emekçi, işgücünü istediğine satmakta özgür, ama her durumda satmaya mecburdur. Bu çerçevede işgücü kavramı, ücretli işçilikten, ücretli işçi de artı değer yaratan üretken işçiden yalnız tarihsel olarak değil, bir konum tanımı olarak da önce gelmektedir. Uzatmadan söylemek gerekirse, ilkel birikim süreci işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri sürdükçe devam edecek olan temel tanımsal öğesini de üretmiştir: Üretim araçlarından yoksunluk ve sömürülmeye hazır işgücü. Bu tanımdan çıkan ise şudur: Toplumsal açıdan işçi sınıfı, nesnel sınıf durumu, emek süreçlerine fiilen katılmakla değil, işgücünü sunmaya hazır olmakla gerçekleşmektedir.
Birazdan göreceğimiz gibi, bu tanım, gündeme gelebilecek tüm soruları yanıtlayamamakta, ancak, ilk oluşumunda olduğu gibi, sonraki gelişmesi, büyümesi, kendi içinde katmanlaşması sürecinde de işçi sınıfının neyi kapsayıp neyi dışladığını belirleyebilmektedir. Böylece güncel sınıf tartışmalarına da, işçi sınıfının sınırlarıyla ilgili önemli bir açıklık getirmektedir.1 Öte yandan, kabul etmek gerekir ki, bu tanım, bu haliyle bir durum tanımından başka bir şey değildir. Buraya döneceğim.
Bu bir yana, tanım çeşitli soruları da çağırmaktadır: Bu kadar geniş ve yaşam tarzları, çıkarları, çalışma/çalışamama koşulları, kültürleri farklılıklar gösteren emekçiler nasıl tek bir sınıf oluştururlar? Toplumsal ve siyasal çerçevede anlamlı, çıkarları, amaçları ortak bir sınıf nesnelliği tasarlamak açısından daha ileri derecede türdeşlik gerekmez mi? Böyleyse, tek bir işçi sınıfından değil, farklı, sektörel işçi sınıflarından söz etmek daha doğru değil midir? İşçi sınıfının her hangi bir ülkede ve tarihteki ideolojik, siyasal ve örgütsel yönelimleri de onun sınıf tanımını belirleyecek etmenler arasında yer almazlar mı? Sınıflar mücadele içinde oluşmazlar mı?
Bu ve benzeri sorulara, yazı içinde yeri geldikçe yanıtlar vermeye çalışacağım. Burada ilk olarak söylenmesi gereken şudur: Nesnel sınıf ölçütleri, hem içeren hem dışlayan karakterdedir ve sınıflar arasındaki sınır çizgileri kendi içlerindeki ikincil farklılıklara göre değil, birbirleriyle ilişkilerine göre çizilebilmektedir. Karşıtını tanımlamadan bir sınıfı tanımlamak imkansızdır. Kapitalist sınıf, üretim araçlarına sahip olan, sömüren bir sınıftır ve varlığı, üretim araçlarından yoksun, işgücünü satarak sömürülmeye hazır bir sınıfın varlığına bağlıdır. İşçi sınıfı, işgücünü kâr etmek üzere satın almaya hazır sermaye sınıfı olmadan olamamaktadır. Ve bunlar, bize varlığı birbirlerine bağlı, çıkarları birbirlerine zıt, kendi içinde konum ve yazgı birliği olan ama tam bir türdeşlik olmayan iki büyük toplumsal sınıfı vermektedir. Onları sınıf yapan öğeler bunlardır. Bu genel ve kalın sınır çizgisinin ötesinde, her temel sınıf kendi içinde katmanlara, kesimlere ayrılmakta, kimi zaman sınırları zorlayan farklılıklar söz konusu olabilmektedir. Sınıf içi katmanların özel- kesimsel konum ve çıkarlarından anlamlı ve tutarlı bir sınıf tanımına varmak ise olanaksızdır. Somut bir durumda ve uğrakta, işçi sınıfının çeşitli kesimleri arasında güncel ve gerçek bir çıkar çakışması olmayabilir, aynı sınıf mensuplarının kesimsel, yerel çıkarları birbiriyle çelişebilir. Düşük bir ücretle, işsizlik çaresizliği içinde sıkışan işçilerin, başka bir sınıfa karşı mücadele içinde birleşmedikleri zaman rekabet içinde bölünmüş oldukları Marx tarafından boşuna söylenmemiştir. İşçi sınıfının birliği tarihseldir, genel ve uzun erimli çıkarlarla ilgilidir ve elbette, bilinç ve mücadeleye bağlıdır. Ama bunlar, nesnel temelli sınıf tanımını geçersiz kılmamakta, ancak sınıfsal hareketin son derece karmaşık koşullarda biçimlendiğini göstermektedir.
İşçi sınıfının kendi içindeki bölünmeler, özellikle de sınıfın toplumsal-siyasal, bir aktör olarak hareket yeteneği söz konusu olduğunda önemli ve sorunlu bir tartışma alanı oluşturmaktadır. Bizzat Marx’ta da rastlanan, kapitalist gelişmenin, makineleşmenin, işçi sınıfını daha türdeş bir sınıf haline getireceği böylece “kendisi için” sınıf olarak oluşumunu kolaylaştıracağı, kapitalist üretici güçlerin gelişimiyle birlikte işçilerin çıkarlarının, yaşam ve çalışma koşullarının işin ve işgücünün niteliği açısından giderek daha eşitleneceği öngörüsü doğru çıkmamıştır.2
Özellikle bugün, ücretli emeğin kendi içindeki bölünmüşlüğü ele alınırken üretim süreçlerinden, toplumsal işbölümünden, bunların yeniden örgütlenmesinden kaynaklanan nedenleriyle birlikte, sınıf mücadelesi eksenli ideolojik, siyasal, kültürel ve hukuksal nedenlerin de bilince çıkarılması gerekiyor. Sınıf sorunsalının, öteki başlıklarında olduğu gibi burada da herkesin yaklaşımı durduğu ve baktığı yere, ne yapmak istediğine göre değişiyor. Bize göre soru, bugün içinde farklı kesim ve katmanlar barındıran geniş ve heterojen işçi sınıfının nasıl, hangi yöntemle yeniden kolektif bir dönüşüm aktörü haline getirilebileceği noktasındadır.
Bir adım daha ilerleyebiliriz. Üretim biçimlerine bağlı sınıf tanımlaması, esas olarak iki sınıflı bir tanımlamadır. Burada teorik bir sorun yoktur. Tüm sınıflı toplumlar gibi kapitalist toplum da esas olarak iki temel sınıftan oluşmaktadır. Öte yandan, belli, somut bir toplum alındığında, ne üretim biçimi, ne de bu temelde ortaya çıkan sınıflar türdeştir. Üretim biçimleri hiçbir zaman saf ve olgun halleriyle var olmazlar ve eski üretim biçimleri de bir günde, hatta, “yeni” üretim biçimi egemen hale geldikten sonra hemen yok olmazlar. Her somut toplum, gelişmişlik derecesine bağlı olarak şu ya da bu düzeyde, bir önceki üretim biçiminin kalıntılarını taşımaktadır. Geçişsel ve iç içelik anlamında geçişken bir süreç söz konusudur. Sınıfsal oluşum süreçleri de aynı özelliği göstermektedir. Bu çerçevede yeni bir sınıfın öncülleri ile önceki üretim biçiminin kalıntıları “geçiş halinde sınıflar” olarak aynı toplumsal yapı içinde, bazen uzunca zaman bir arada yer alabilmektedirler. Kuşkusuz bu geçici bir durumdur ve bugün, kapitalist “uygarlığın” dışladığı çok sınırlı alanlar dışında bu sürecin genel olarak tamamlandığı söylenebilir. Yine de, bu bir ölçüde sancılı sürecin somut bir toplumda işçi sınıfının oluşumu üzerinde kimi zaman önemli etkileri olmaktadır. Sınıf oluşumu, üreticinin üretim araçlarından koptuğu bir süreçse, bu sürecin derin, kesin, ya da sürüngen, bulaşık yaşanmasının sonuçları da olacaktır. Özellikle, kırdan kente göçen, temel ve başat geçim aracı işgücünü satmak olan, ama topraktan, özel mülkiyetten tümüyle kopmayan emekçinin sınıfsal konumunda, bilincinde bulaşıklıklar olması kaçınılmazdır. Bu örnekte, “geçiş” işçi bireyin sınıf aidiyet ve kimliğinin oluşmasında geciktirici bir rol oynamaktadır. Proleterleşme sürecinin bu yönü sınıf konumu açısından önemlidir.
Bir de “ara sınıf” sorunu var. Kimi toplumsal gruplar, küçük burjuvazi örneğinde olduğu gibi egemen sınıfın kimi tanımsal öğelerini, örneğin üretim araçlarına sahiplik özelliğini taşımakta, ancak kendi emeklerini sömürdükleri ölçüde ikili sınıf karakteri göstermektedirler. İster “geleneksel” ister “yeni” önekiyle tanımlanıp çözümlensin, küçük burjuvazi, kapitalizmin sürekli bir öğesidir ve genişletilmiş yeniden üretimle birlikte sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Kapitalist gelişmenin, küçük burjuvazinin, orta sınıfın önemini ve ağırlığının azaltacağı öngörüsü bu nedenle ihtiyatla karşılanmalıdır. Küçük burjuvazi ya da orta sınıf konusu, sınıf ve sınıf mücadelesi sorunsalının, bu yazıda özel olarak ele alınmayan son derece kritik bir başlığını oluşturmaktadır.
Üretim araçlarıyla, ilişkiyle birlikte, emeğin toplumsal örgütlenmesinde üstlenilen rol, toplumsal zenginlikten alınan pay, bu payın elde ediliş biçimi sınıf tanımının öteki öğelerini oluştururlar. Bu temelde, birden fazla toplumsal rolü yerine getiren tek tek bireylerin aynı anda birden fazla sınıfa mensup olup olmadıkları ya da hangi sınıfa mensup oldukları sorusu ortaya atılabilir. Kanımca, bu tür ayrık durumlar üzerine teorik belirlemeler yapılamaz. Bu tür sorular, her somut durumda somut olarak yanıtlanabilir; bu tekil örnekler hiçbir zaman sınıf tanımını geçersiz kılan bir ağırlık oluşturmazlar.
Bu söylenenlerden birkaç sonuç ya da tez üretmek mümkündür: Üretim biçiminin ve sınıfların konumuyla ilgili teorik soyut çözümlemelerle devinim içindeki somut toplumsal yapı ve toplumsal hareketler, başka bir deyişle teorik modelle, somut gerçeklik arasında tam bir örtüşme yoktur. Böyle bir şey aranmamalı, dogmatik ve inkarcı eğilimlerin bu tür arayışlardan kaynaklandığı bilinmelidir. Somuta tüm zenginliği ve ayrıntısı içinde yanıt vermeye çalışan bir düşünsel etkinlik teori olmaz başka bir şey olur. Ele alınan olgunun, hareketin içsel ilişkilerini genelleme ve soyutlamalar yaparak aydınlatan teoriye her şeye yanıt verme misyonu yükleyenler aydınlanmaz, körleşirler. Teori, eyleme kılavuzluk eder, ama asla her kapıyı açan bir maymuncuk değildir. Yola ışık tutması, sürekli olarak geliştirilmesine bağlıdır.
Sınıf mücadelesi, deneyim ve nesnelliğin sınırları
Sınıf mücadelesi de, bir düzeyde nesneldir. Üretimin bir bölümünün, tüketimden çekilerek biriktirildiği her toplumda sınıf mücadelesi vardır. Zenginliğin ve devlet iktidarının paylaşılması da her zaman ve her durumda mücadelenin, son çözümlemede sınıf mücadelesinin konusudur.
Sınıf varlığı sınıf mücadelesinden önce gelmektedir. Konumu ve çıkarları ötekilerden farklı bir toplumsal varlığın olmadığı yerde sınıf mücadelesinden söz edilemez. Bir yönüyle, sınıf teorisine değerli bir katkı olan “sınıflar mücadele içinde oluşurlar” önermesinin ya da sınıf bilincinin kazanılmasının önemli bir kanalı olan “deneyim”e yalnız geliştirici değil oluşturucu/yapıcı bir güç atfeden yaklaşımların sorunu, mücadele ve deneyime yaptıkları vurguda değil, “sınıfsız bir sınıf mücadelesi” biçiminde anlaşılmaya açık formülasyonlarındadır. Yalnızca mücadele maddi olarak olmayan bir şeyi varedemez. Doğrusu tersidir: Verili üretim biçimi ve mülkiyet ilişkileri üzerinde kümelenen topluluklar sınıfı oluşturmakta, bu temelde sınıf mücadelesi gelişmekte, sınıf mücadelesi sürecinde sınıf daha ileri bir düzeyde yeniden oluşmaktadır.
Bir soyutlama düzeyinde, kapitalist toplumun iki temel özelliğinin ücretli emek sömürüsü ve rekabetçi sermaye birikimi olduğu söylenebilir. Birincisi, sermaye ile emek arasındaki, ikincisi sermayenin kendi arasındaki ilişkiye denk düşer. Kapitalistin toplam kârını yükseltmesinin iki yolundan biri, işçi sınıfına ödediği reel ücreti düşürmek, ikincisi, onun verimliliğini artırmaktır. Sınıf mücadelesinin nesnel temeli budur. İşçi sınıfı da, reel ücretini ve yaşam düzeyini yükseltmek, çalışma koşullarını iyileştirmek için en ilkel durumda içgüdüsel bir çaba gösterir. Tüm bu çaba ve hareketler iki sınıf arasındaki ilişkiyi kaçınılmaz olarak karşıtlık ekseninde geliştirir. Sınıf mücadelesi, sınıf çatışması “… iki tarafın da açık bir sınıf bilincinin, keskin bir siyasi çatışmanın hatta çatışmanın, herhangi bir şekline dair pek bir bilincin olmadığı durumlarda bile” vardır3 . Kavramın, mantıksal sınırlarını gereğinden fazla zorlamamak, düzey ve içerik olarak çok farklı karşı karşıya gelişleri aynı kavram içinde belirsizleştirmemek kaydıyla “mücadele” sözcüğünü geniş anlamda kullanmanın bir sakıncası yoktur. Bu geniş, nesnel, belli ölçülerde kendiliğinden sınıf mücadelesinden söz edebilmek için, konumları ve çıkarları birbirine karşıt en azından iki toplumsal taraf ve bunların hareketi gereklidir, ama tarafların kendilerinin ayrı bir sınıf oluşturdukları bilincine varmış olmaları, ortak biçimde davranmaları şart değildir.
Öte yandan, en ilkel sınıf mücadelesi bile yalnızca “sınıfsal” değil, aynı zamanda siyasaldır.
“Her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.”4
Çünkü, sınıf mücadelesi, havada değil, bir toplumda, devlet olarak örgütlenmiş bir siyasal zeminde gerçekleşmektedir. Devlet, her durumda sınıf devletidir ve devlet iktidarı da sınıfsal mücadelenin hem tarafı, hem alanıdır. Devlete egemen olan sınıf, hükmetme ve yönetme durumunun doğal sonucu olarak en başından konumunun siyasal bilincine sahiptir. İşçi sınıfının konumunun gerektirdiği siyasal bilince ulaşması ise, ideoloji, siyaset, mücadele/deneyim, örgüt gibi öznel ağırlıklı etmenlerin de işe karıştığı karmaşık bir süreci gerektirmektedir.
Yineleyerek ilerlemekte yarar var: Sorumuz ve ilgimiz işçi sınıfının nasıl, hangi yöntemlerle sosyalist iktidar mücadelesinin aktif öznesi haline getirileceği üzerinedir.
Bu noktada karşımıza “bilinç” ve “deneyim” kavramları çıkıyor. Lenin’in, bilincin işçi sınıfına ancak dışarıdan taşınabileceği formülasyonu geçerliliğini ve önemini koruyor, hatta bu katkının öneminin günümüzde daha da arttığını vurgulamak gerekiyor. Buna yeniden dönmek, bilinenleri yinelemeden sorunun kimi yönlerini açmayı denemek üzere, şimdi “deneyimin” sınıf oluşum ve bilincindeki yerine bakabiliriz.
Deneyim
Deneyim kavramı sınıf tartışmalarına, İngiliz tarihçisi E.P. Thompson kanalından girdi. İkisi de Türkçeye çevrilmiş olan İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu ve Teorinin Sefaleti kitaplarında Thompson, birincisinde İngiliz işçi sınıfının 18.yüzyılın ortasından 19.yüzyılın ortalarına kadar olan tarihini ayrıntılarıyla inceleyerek, ikincisinde de Althusser ve Perry Anderson başta olmak üzere marksist yazarlarla polemikler yaparak işçi sınıfının oluşumunu, kilit kavramı olan “deneyim” üzerinden geliştiren tezler öne sürdü.(28)
Thompson’un yaklaşımı kendi formülasyonlarıyla şöyle özetlenebilir:
“Sınıf kavramıyla ben, birbirinden farklı ve görüntüde bağlantılı olmayan olayları, hem deneyiminin hammaddesinde hem de bilinçlerde birbirlerine bağlayan tarihsel bir olguyu anlamaktayım. Bunun tarihsel bir olgu olduğunu yeniden vurgulamak istiyorum. Ben sınıfı bir ‘yapı’ olarak görmediğim gibi, bir ‘kategori’ olarak da görmüyorum; o insani ilişkiler içinde oluşan ve böyle oluştuğu gösterilebilen bir olgudur. (…) Sınıf, bazı insanların (miras olarak devraldıkları veya paylaştıkları) ortak deneyimleri sonucunda aralarındaki çıkar birliğini hissedip, bunu kendi çıkarlarından farklı ve genellikle kendi çıkarlarına karşıt çıkarlara sahip insanlara karşı ifade etmeye başladıkları anda oluşur. 5 ”
“Sınıf, kendi tarihlerini yaşayan insanlar tarafından tanımlanır ve en son analizde bu onun biricik tanımıdır.” 6
“Erkekler ve kadınlar belirli üretici ilişkiler içinde, kendi uzlaşmaz çıkarlarını fark ettikleri ve sınıf şeklinde mücadele ettikleri, düşündükleri ve değer verdikleri için sınıflar doğar.” 7
İlerleyebilmek için sınıfın varlığı ve oluşumu ile bilinç, kültür ve siyaseti arasındaki ayrım ve birlik noktalarının altını yineleme pahasına yeniden çizmek gerekiyor. Bize göre, ikinciler sınıf varlığının ve tanımının öğeleri değillerdir. Toplumsal sınıflar kendilerinin bilincinde olmadıkları, sınıf duyusuyla hareket etmedikleri zaman da tarihsel ve maddi olarak sınıftırlar; vardırlar; yaşarlar; mücadele ederler vb. Öte yandan, bu kendiliğinden sınıfsallık, olduğu gibi, olduğu yerde, toplumsal-siyasal yaşamın dışında soyutlanmış bir mekanda durmamaktadır. İşçi sınıfının toplumsal bir özne olarak tarih sahnesinde yerini alması ancak, ayrı bir sınıf olduğu bilinciyle başka bir sınıfa karşı mücadele sürecinde gerçekleşir. Bu çerçevede, işçi sınıfı, siyasal bir sınıf olarak, gerçekten mücadele sürecinde oluşur. Bu komünist topluma kadar sürecek ve asla düz bir çizgi izlemeyecek bir süreçtir.
“Deneyim” hiç kuşku yok, “hangi deneyim” ve “nasıl” sorularına doğru yanıt vermek koşuluyla bu sürecin önemli bir öğesidir.
Thompson’un deneyim kavramı, yalnız deneyim ve bilinci nesnel sınıf oluşumunun temeline koyduğu için değil, başka açılardan da sorunludur. Parantez içi bir not: Burada Thompson’un yazdıklarına sıkça başvurmam, onunla polemik yapma isteğimden değil, deneyim konusunun öneminden ve Thompson’un sorunu ele alış biçiminin konuyu geliştirmeye elverişli kışkırtıcı içeriğinden geliyor.
Thompson, kilit kavramı olan “deneyim” i şöyle tanımlıyor:
“Deneyim, bir bireyin ya da toplumsal grubun birbiriyle alakalı birçok olaya ya da aynı türden olayların birçok kez tekrarına zihinsel ve duygusal tepkilerini içerir. (…) İnsanlar kendi deneyimlerini sadece düşünce ve onun usulleri içinde fikirler olarak veya proleter içgüdüler olarak yaşamazlar. Kendi deneyimlerini aynı zamanda duygular olarak da yaşarlar.” 8
Bu tanımda, “deneyim” katılımcıların, tek tek ya da toplu olarak yaşadıkları olaylara duydukları zihinsel ve duygusal tepkiler oluyor. Thompson’a göre sınıf, ancak deneyimle kazanılan çıkar ve duygu birliğinin ifade edildiği anda oluşmaktadır. Ondan önce sınıf yoktur.
Bir kez oluştuktan sonra süreç tamamlanmış olur. İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nda, Napolyon dönemi sırasında ve sonrasında, birbirini izleyen siyasal ve ekonomik mücadelelerle bilinçlenen işçi sınıfının İngiliz siyasal yaşamının en önemli faktörü haline geldiğini, bunun o andan itibaren artık işçi sınıfının “oluşmakta olmadığı, oluştuğu” anlamına geldiğini yazar.9
Dolayısıyla Thompson’un deneyimle bilinçlenme diye özetlenebilecek tezi, belki de en anlamlı olacağı noktada buharlaşır. Çünkü deneyim, belli bir birikim noktasında sınıfı oluşturmakta ve deyim yerindeyse süreç kapanmaktadır.
Daha önemlisi, deneyim Thompson’da genelleştirilmiş, zaman içinde sürekliliği sağlanmış, toplumsal belleğe kazanılmış bir değer de değildir. Yalnızca, somut, çoğu zaman bireysel yaşanmışlıkların, gözlemlerin, başka hiçbir işleme tutulmadan nasılsa öyle biriktirdiği düşünce, duygu ve davranışlar toplamıdır ve bu birikimin kendisi aynı zamanda sınıfı sınıf yapan bilinçtir. Bu o kadar doğal, kendi kendine ilerleyen bir süreçtir ki, başka bir müdahaleye gerek kalmaz. İncelemenin konusu olan yüz yılı bulan tüm tarihsel dönemdeki siyasal gelişmelerle işçi sınıfı deneyimi arasında genel, tüm sınıfı içine alan bir ilişki kurulmaz.
İngiliz işçi sınıfının bu ilk dönem tarihi, Fransız Devrimi’nden 1840’larda Çartizm’in tepe noktasına ulaşmasına kadar olan yarım yüzyıllık dönem, bir ayaklanmalar dönemidir. Thompson’un 1830’larda oluşumunu tamamlayarak Britanya siyasal yaşamının en önemli faktörü haline geldiğini iddia ettiği işçi sınıfı bu süreçten nasıl, hangi kazanımlarla çıktı ve geleceğe ne tür bir sınıf geleneği bıraktı? Bu sorunun yanıtı, tartışmayı sonuçlandıracak niteliktedir ve şöyledir:
“Büyük İngiliz işçi sınıfı, yüzyılın ilk yarısında İngiliz kapitalizminin hızlı gelişimiyle birlikte zincirinden kurtulmuş gibi gözüken bu muazzam toplumsal güç, sonuçta İngiliz toplumuna egemen olmak ve yeniden oluşturmak için ortaya çıkamadı. Ötekinin kalıbını ve tarzını kıramadı. Onun yerine, 1840’lardan sonra, görünüşe göre çabucak, uysal bir sınıfa dönüştü. Ilımlı reformizmin bir türünden diğerine memnuniyetle geçti ve başlıca hareketlerinde en dar ve gri burjuva ideolojilerine bağlandı.”10
Kendi kendine oluşan, kendisiyle ve yaşadıklarıyla ilgili, toplumsal siyasal yaşama ilgisiz, özne olamayan, siyasal tepkisizlik ve kayıtsızlık içinde bir sınıf. Deneyimci sınıf teorisinin “oluştu” dediği sınıf böyle bir sınıftır. Üretim biçiminin, ilişkilerinin ürünü olan nesnel sınıf varlığının, daha diyalektik ve hatta iradeci görünen bir gerekçeyle yadsınması, bu yapılırken sınıf oluşumunda siyasallaşma, siyasal bilinç öğelerinin ise konu dışı bırakılması, sonuç olarak İngiliz işçi sınıfının trade-unioncu (sendikacı) geleneğinin inşasına harç olmaya son derece uygun bir sınıf çözümlemesi üretmiştir. Deneyimle kazanıldığı varsayılan bilinç, sınıfı oluşturan birey ve kesimlerin düşündüğü, ya da hissettiği şeylerin aritmetik toplamı ya da ortalaması gibi durmaktadır.
Her sınıf mücadelesi siyasal mücadeledir
Peki işçi sınıfı kendi deneyimlerinden öğrenmez m,i sınıf mücadelesi deneyimi aynı zamanda bir bilinçlenme süreci değil midir? Evet, öyledir. İşçi sınıfı, ayrı bir sınıf olduğunu, en iyi pratik mücadele içinde, en çok da kendi deneyimiyle öğrenir. Pratik mücadele, deneyim ise, hiçbir zaman salt ekonomik, saf işçi mücadelesi değildir. İşçi sınıfı, en çok mücadele siyasallaştığı zaman öğrenir. İşçi sınıfının tarihsel deneyimin ortaya koyduğu en büyük ders, kendi koşullarını iyileştirme mücadelesinin kapitalist sınıf devletini karşısında bulduğu gerçeğidir.
Lenin’in grev örneği bu tartışma açısından aydınlatıcıdır:
“Grev, işçilere işverenlerin gücünün ve işçilerin gücünün nerede yattığını öğretir; onlara yalnız kendi işverenlerini, kendi yakın iş arkadaşlarını değil, tüm işverenleri, tüm kapitalist sınıfı ve tüm işçi sınıfını düşünmeyi öğretir … Grev, işçilerin gözünü yalnız kapitalistlerin değil, hükümet ve yasaların ne olduğu noktasında da açar … Her grev işçinin aklına sosyalizm düşüncesini, tüm işçi sınıfının sermayenin ezgisinden kurtulma düşüncesini sokar”11
Evet her sınıf mücadelesi siyasi bir mücadeledir. Ancak bu önerme,
“…işçilerin işverenlere karşı her mücadelesinin her zaman bir siyasal mücadele olması gerektiği anlamına gelmez. Bu işçilerin kapitalistlere karşı mücadelesi, ancak sınıf mücadelesi haline geldiği zaman kaçınılmazlıkla siyasal mücadele olur anlamına gelir.”12
İşçilerin değil, işçi sınıfının mücadelesi… Bu yazının ana tezlerinden birinin bu ayrım üzerinden formüle edilebileceğini düşünüyorum. Verili toplumsal formasyon ve üretim ilişkileri üzerinde belli, tanımlanabilir ortak koşul ve çıkarlara sahip büyük insan toplulukları, bir durum, bir konum, bir ilişki olarak yer alırlar. Başına, ancak “nesnel”, “kendinde”, “kendiliğinden” öneklerinizi koyarak kullanma ihtiyacı duyduğumuz sınıfsallık budur ve başka durumlarda olduğu gibi burada da, ek ihtiyacı bir soruna işaret etmektedir. “Sınıf” terimi ancak farklı anlam ve içerikleri belirtilerek kullanılması gereken bir kavramdır artık. Fransız Devrimi döneminde, özellikle “yeni” sınıf burjuvaziyi anlatmak üzere kullanılan, toplumsal anlamda “taraf”, “durum” hatta “düzen” anlamlarına gelen “estate”, “third estate” kavramlarından ve başka benzer kavramsal birikimden kimi ipuçları çıkarılabilir, yeni kavramlaştırmalar geliştirilebilir. Bu bir yana, tez şudur: Tanımsal ve tarihsel bir bakışla sınıfsallık, ancak siyasal mücadele ile aktif özne haline getirilebilecek olan bir durumu anlatır, daha fazlasını değil. Yine “estate” kavramının ve bu kavramın burjuva devrimleri döneminde kazandığı somut toplumsal karşılığın verdiği bir esinle yeni sınıfın, konumuyla yeni bir düzeni temsil etmesinin, o sınıfı devrimci bir siyasetin aktörü olmaya iten nesnel bir olanak oluşturduğunu söyleyebiliriz.
“Sınıflar mücadele içinde oluşurlar” önermesi de bu tanım ve bağlam içinde yerli yerine oturmaktadır.
Deneyim ve mücadele ile işçi sınıfının siyasal oluşumu arasında ise her zaman nedensellik ilişkisi var.
“Tek bir fabrikanın ya da tek bir endüstri dalının işçileri, işverene ya da işverenlere karşı mücadele ettiklerinde, bu sınıf mücadelesi midir? Hayır, bu onun yalnızca zayıf bir embriyonudur. İşçilerin mücadelesi ancak işçi sınıfının ülke çapındaki bütün önde gelen temsilcileri kendilerinin tek bir işçi sınıfı oldukları bilincine vardıkları ve tek tek işverenleri değil, kapitalist sınıfın bütününü ve bu sınıfı destekleyen hükümeti hedefleyen bir mücadele yürüttükleri zaman sınıf mücadelesi olur.”13
Bu ise asla kendi kendine olmaz.
“Onların (işçilerin-HY) ezenlere karşı kendiliğinden mücadelesini, onları örgütleyerek, işçilerin içinde propaganda ve ajitasyon yürüterek tüm sınıfın mücadelesine, belirli siyasal ve sosyalist ülküler için savaşan belli bir partinin mücadelesine çevirmek Sosyal-Demokratların (komünistlerin-HY) görevidir.”14
Bu noktada, bu yazıyı okuyanlar arasında olabilecek az sayıdaki liberal-liberter eğilimli solcu okuyucunun, alaycı bir edayla “Bütün bu yazılanlardan sonra, bu alıntıyla, işçi sınıfının mücadelesini bir partinin mücadelesine indirgeyiverdin…” dediklerini duyar gibi oluyorum. Buna karşı, Lenin’in içinden paragraflar aktardığım 1899 tarihli “Acil Bir Soru” makalesini yazdığı sırada henüz Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kurulmamış olduğunu, buradaki vurgunun böyle bir partiye olan ihtiyacı dile getirmek için yapıldığını kaydedip savunmaya geçmek mümkün. Ama bu hiçbir şeyi halletmez. Açık seçik ortaya koymak gerekir: İşçi sınıfının siyasallaşması partisiz olmaz.
Bunu açmamız gerektiği açık. Ancak ondan önce, Thompson’dan bir alıntı daha aktarmam gerekiyor. Bu pasajda Thompson, kendiliğindenci sınıf oluşumu tezini kanıtlamaya çalışırken yukarıda dile getirdiğim yaklaşımı karikatürüze ederek eleştiriyor:
“Günümüzde sınıfı bir şey gibi görme yönünde yaygın bir eğilim vardır. Bu türden bir yaklaşım Marx’ın kendi tarihsel yazılarında yoktur; ancak bu yanlış daha sonraki ‘marksist’ yazının büyük bir bölümü üzerindeki çarpıtıcı etkisini sürdürmektedir. İşçi sınıfının, ‘o şey’ in, üretim araçları ile belirli ilişkiler içinde bulunan şu kadar insan anlamında, neredeyse matematiksel olarak tanımlanmış bir mevcudiyeti olduğu varsayılmaktadır. Bu bir kere varsayıldıktan sonra ‘o şey’ kendi konumunu ve gerçek çıkarlarını doğru dürüst anlayabilseydi sahip olabileceği (fakat genellikle çok nadiren sahip olduğu) doğru bir sınıf bilinci türetilmektedir. Fakat işçilerin gerçek konum ve çıkarlarını görmelerini engelleyen, en azından geciktiren, bir kültürel üstyapı vardır. Bu tür kültürel ‘gecikmeler’ ve çarpıklıklar çok can sıkıcı şeyler olarak görüldüğünden, artık bir tür ikame teorisinin öne sürülmesi yönündeki adım çok kolay atılacaktır; ya parti, ya tarikat ya da teoriysen olanı açıklamak yerine olması gereken sınıf bilincini gün ışığına çıkaracaktır.”15
Partili sosyalist hareketin dünya ve Türkiye pratiğinde bu eleştiri ve kabalaştırmayı haklı çıkaracak örnekler bulunabileceğini kabul edebiliriz. Ancak bu örneklerin sorunu, bilincin, siyasetin sınıfa ancak dışarıdan taşınabileceği görüşünü benimsemelerinde, bu ilişkiyi kurabilecek en uygun aracın parti olduğunu savlamalarında değil, bu hedefi gerçekleştirecek teorik ideolojik üretimden ve siyasal pratikten uzak düşmelerindedir.
İkincisi, burada tartıştığımız içeriğiyle siyasal ya da sosyalist bilincin, Thompson’un dalga geçtiği işçi sınıfının konumundan çıkacağı varsayılan “doğru bir sınıf bilinci” ile ilgisi yok. İşçi sınıfının konumundan o konumun, fark edilmesiyle üreyecek bilinç ancak trade-unioncu, sendikalist bir sınıf bilinci olabilir. Bu, marksistler için yüzyılın başında Lenin tarafından çözülmüş bir sorundur. Sorunumuz bundan daha karmaşıktır.
Varlık nedeni sömürüyü sürdürmek olan egemen sınıf burjuvazi, kapitalist topluma ilişkin olarak yalnızca kısmi ve parçalı bir dünya görüşü geliştirir. Egemen sınıfın düşünceleri toplumda egemen düşüncelerdir ve “…kapitalist toplumun bireysel işçiye doğrudan görünüş biçimi başkalarına göründüğü kadar parçalı ve şeyleşmiştir.”16 İşçi sınıfının kendiliğinden bilinci parçalı bir bilinçtir. Kapitalist sınıfın ideolojik egemenliği, işçi sınıfının bilincindeki parçalı ve burjuva ve sosyalist dünya görüşlerinin biraradalığı anlamındaki ikili karakterinden beslenir. İkili bilinç durumu, karar verme, seçme ve siyasal eyleme geçme iradesini zayıflatır. İşte bu yüzden işçi sınıfının siyasal bilinci kapitalist toplumla ilgili bütünsel bir bakışın üretilmesini öngerektirir. İşçi sınıfına bilincin dışarıdan taşınmasının önkoşulu da bu üretimdir.
Olgunun ilk bakışta görünmeyen özünü, olgular arasındaki içsel bağ ve yasallıkları ortaya çıkarmak anlamında teorik, sınıf kitlelerinin en kestirme ve bulandırılmamış bir biçimde gerçeği görmesini, ayrı bir dünyanın, yeni bir düzenin aktörü olduğunu fark etmesini sağlayan etkinlik anlamında ideolojik ve sınıfın sınıfa karşı iktidar mücadelesinin programı anlamında siyasal bir üretim olmalıdır bu. Daha önce değindiğimiz, işçi sınıfı içindeki bölünmüşlükleri sınıfın tarihsel, genel ve uzun erimli çıkarları ve kurtuluş perspektifi temelinde aşmak da ancak böyle bir üretimle olanaklıdır. Daha da açık olması için eklenebilir: Burada kısaca tanımlanmaya çalışılan etkinlik ya da işlevler işçi sınıfının özel sorunları üzerinden değil, toplumsal yapının bütünü üzerinden geliştirilebilir.
Teorik üretim için tek bir özne tanımlaması eşyanın doğasına aykırıdır. Teorik üretim çok failli, birikimci bir etkinliktir. Ancak, bu noktada bile Batı Avrupa deneyimlerinin zorunlu kıldığı bir notu düşmek gerekir. Kitle hareketiyle, siyasal eylemle ilişkisiz bir teorik üretim burada yanıt aradığımız sorunları yanıtlayamamaktadır.
Söz konusu üretimin teorik, ideolojik ve siyasal birliği düşünüldüğünde ise bilinç üretiminin zemini, ancak belli amaç ve hedeflerde ortaklaşanların oluşturduğu bir örgütlülük zemini olabilir. Teori ile uygulamanın birliğini sağlayacak tek araç örgütlülüktür. İşçi sınıfının siyasal bilinçlenmesi, bir yönüyle işçilerin üretim süreci içindeki günlük etkinliklerinde örtük olarak varolan sosyalist dünya görüşünün güçlendirilmesidir. Bu da ancak örgütlü bir etkinlikle başarılabilir.
Bu noktada Gramsci’ye kulak verebiliriz:
“…teori ile pratiğin birliği yalnızca … tarihsel sürecin bir parçasıdır; öyle ki bu sürecin temel ve ilkel evresi ‘farklı’ ve ‘ayrı’ olma duygusunda, içgüdüsel bir bağımsızlık hissinde bulunabilir ve bu süreç tek ve tutarlı bir dünya görüşünün gerçekten elde edilmesi düzeyine doğru ilerlemektedir… Bir insan kitlesi geniş anlamıyla kendini örgütlemedikçe kendini ‘ayırt edemez’, kendi başına bağımsız olamaz ve içinde entelektüelleri, yani örgütleyicileri ve liderleri olmayan hiçbir örgütlenme yoktur.”17
Kuşkusuz herhangi bir örgüt bu yeteneği kendisini işçi sınıfının örgütü olarak ilan ederek değil belli işlevleri yerine getirerek kazanabilir: İşçi sınıfının tarihsel, genel çıkarlarını bilince çıkaran bir ideolojik-siyasal üretim, kendisiyle işçi sınıfının bütün bölmeleri arasındaki bağın sürekliliğini sağlayan bir eylem çizgisi, sınıfın aktif kesimlerinin eylem ve merkezileşme gereksinimlerine yanıt verebilen bir örgütlülük.
Bugün, işçi sınıfı hareketinin siyasallaştırılmasında ve sınıf mücadelesinde, genel olarak öznel etmenin, özel olarak partinin rolü olağanüstü ölçülerde artmıştır. Tarihsel deneyim ve verili durum birlikte bu yönü gösteriyorlar.
Teknolojinin, toplumsal ve teknik işbölümünün, üretim süreçlerindeki yeniden örgütlenmenin yol açtığı, işgücünün nitelik ve katmanlaşmasındaki çeşitlilik, emeğin kendi içinde giderek daha da parçalanması, sermaye birikim sürecindeki gelişmelere bağlı olarak emek süreçlerinin yeniden biçimlenmesi, esnek üretim, daha derin sömürü vb. başlıklar bu yazının konusu değil. Önemsiz oldukları için değil bu yazının ana teması açısından temel bir değişiklik getirmedikleri için.
Kanımca konumuz açısından daha önemli ve kritik olan değişiklikler, tekelci kapitalizmin hükmetme ve sınıf mücadelesi yöntemlerinde geliştirdikleri ile 1990’dan sonra ivme kazanan sermayenin dünya ölçeğindeki emeğe toplu saldırısıdır. İşçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin koşullarını değiştiren yenilikler bu alanlardadır ve sorunlarla yeni olanaklar, tehlikelerle fırsatlar aynı zeminde biçimleniyorlar.
Burada bunların tümüne değil, bu yazının temasıyla doğrudan ilintili iki grup soruna değineceğim.
Tekelcilik ve siyasetten kaçış
Tekelci kapitalizmde devlet, temsil, katılım, ideoloji, siyaset, kitle hareketi vb. kavram ve süreçleri yeni içerikler kazanmış, daha doğru bir deyişle içeriksizleşmişlerdir. Kısaca özetlersek, kendisi bir hükmetme ve şiddet tekeli olan devlet, tekellerin denetimine girmiş; kapitalist devlet ve toplum, tekelci ve gerici ilkeler üzerinden yeniden biçimlendirilmiş; yasama, yürütme ve yargı erklerinin bağımsızlığı ve birbirini denetleme mekanizmaları ortadan kaldırılmış; temsili demokrasi içi boşaltılmış bir kabuğa dönüştürülmüş; parlamento temsil eden, yasa yapan, devlet ve toplum yaşamıyla ilgili en temel kararları veren bir organ olmaktan çıkarılmış; devlet erki, tekeller, bürokrasi, medya üçlüsünün ileri derecede bütünleşmiş ve merkezileşmiş olduğu güçlü yürütmede toplanmıştır.
Burjuva siyaset, temsil, katılım, kitlesel hareket öğelerinden özgürleşmiştir. Burjuva siyasetin kendisi bu anlamda sürekli bir siyasetsizleştirme durumudur.
Kapitalist egemenlik, geniş ve çıkarları ortak insan topluluklarının dünyayı görmesine, anlamasına, birbirlerine ve ortak geleceklerine bağlanmasına hizmet eden bütünsel dünya görüşü tanımıyla ideolojileri etkisizleştirecek yeni ideolojik aygıt ve araçlar geliştirmiştir: Başta televizyon ve medya; öteki ideolojik aygıtlar, insanların olayları ve olguları parçalı, yerel, mikro etnik, kesimsel bir mercekten görmesini ve algılamasını sağlayan kitlesel bir mistifikasyon salgılıyor, tarih bilincinin, toplumsal belleğin, yaşanmış sosyalizmin, sosyalizm mücadelelerinin sürekli olarak silindiği, dünün ve yarının olmadığı, bireysel ve toplumsal hayatın iğreti bir “an” üzerinden algılanıp yaşandığı bir dünya yaratmaya çalışıyorlar.
Klasik burjuva devletin geleneksel işlevlerinin sermayeye, tekellere aktarıldığı süreç de, aslında bir siyasetsizleştirme sürecidir. Son derece aldatıcı bir çağrışımı olan “devletin küçültülmesi” sloganına bir de bu açıdan bakılmalıdır. Devletin etkinlik alanını daraltan her adım, bir tür depolitizasyona yol açmaktadır.18 Kamusal alanın dışına çıkarılan her türlü toplumsal hizmet ve işlevin devlet iktidarıyla siyasetle olan bağı da koparılmış olmaktadır.
Ve sonuncu nokta: İşçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin siyasetten uzak durmasında belki de tüm bu saydıklarımızdan daha önemli bir etken, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle, dünya komünist ve işçi hareketinin eşzamanlı gerilemesiyle birlikte kitlelerin gözünde tekelci düzenin uzlaşmaz karşıt ucu, işçi sınıfının düzeni olarak sosyalizmin gerçek bir alternatif olmaktan çıkmasıdır. Devlet iktidarının sınıfsal kaynağını değiştirmeyi, siyasal bir devrimi hedefleyen bir hareketin kendini güçlü biçimde ortaya koyamadığı karşıt gücün, alternatifin kitlesel olarak algılanamadığı bir ortamda siyasetin çekim gücünün zayıf olması eşyanın doğası gereğidir. Yalnız devrimci siyaset değil, siyaset, karşıtların var ve güçlü olduğu yerde kitleseldir.
Bu çok kısa özetin, konumuz açısından önemli üç sonucu, işçi sınıfı da içinde olmak üzere büyük insan topluluklarının, kitlesel düzeyde ideolojisizleştirilmesi, siyasetsizleştirilmesi ve edilgenleştirilmesidir.
İdeolojik-siyasal üretimin önemine, tüm bu süreçlerde öznel etmenin, partinin rolünün arttığına daha önce işaret etmiştim. Şimdi bu söylenenlerden sonra bir kez daha altını çizmek gerekiyor: İşçi sınıfını genel siyasal ortamın etkilerine karşı dokunulmaz kılacak, herhangi bir bağışıklık mekanizması yoktur ve sınıfın siyasallaştırılması, siyasal sınıf olarak yeniden oluşturulması sosyalist alternatifin toplumsal ölçekte güçlendirilmesinden geçmektedir. Sosyalist alternatif ise sosyalist siyasetle işçi sınıfının siyasal olarak ileri, aktif kesimlerini bir araya getirmeden başarılacak bir iş değildir. İnsanlık bugüne dek, bu bağlanmayı sağlayacak partiden başka bir araç icat etmemiştir.
Edilgenleştirmeye gelince. Bu, iki ucu keskin bir kılıçtır. Tekelci egemenlik açısından bir tersinden çözümdür. Büyük insan topluluklarının hiçbir şey yapmamasına dayanan toplumsal onay mekanizması çok büyük bir zaaf taşımaktadır. Öncü teori ve siyasete sahip, örgütlü, hareket ve eylem yeteneği olan bir azınlığın19 toplumsal süreçleri etkileme, örgütlü ve eylemli bir bilinç taşıma stratejisiyle işçi sınıfını ve emekçi kitleleri siyasete ve devrimci mücadeleye kazanma, devrimci sosyalizmi toplumsallaştırma olanakları artmaktadır.
Olanaklara işaret etmekle yetiniyorum.
İşçi hareketinin deneyimi, kimi sonuçlar
Yazı uzadı. Uzatmadan iki saptama yapmak istiyorum. Birincisi, bütün olup bitenlere, sermaye saldırısı altında işçi hareketindeki gözle görünür gerilemeye rağmen, hiç kimse ne teorik olarak işçi sınıfı dışında bir dönüştürücü toplumsal aktör gösterebilmekte, ne de ortaya pratik bir kanıt getirebilmektedir. Bu söyleneni destekleyen, çarpıcı bir tanığımız var:
1980’lerin başında “elveda proleterya” diyen, onun görevini “öteki toplumsal hareketlere” veren Andre Gorz. Bakın 1989’da ne diyor:
“Genel anlamda tüm diğer toplumsal hareketlerin başarı ya da başarısızlığı emek hareketinin başarısına bağlı olacaktır. Sendikal hareketin, onlara karşı olmasına ya da onlarla işbirliği ve ortak eylem arayışı içinde olmasına bağlı olarak diğer hareketler ya solun bir parçası haline gelecek ya da ondan kopacaklar, ya kolektif eylem geliştirmek için birleşecekler ya da şiddet uygulamaya eğilimli küçük azınlık hareketleri olarak kalacaklar.”20
İkincisi, bugün işçi sınıfı hareketi, sosyal demokrat siyaset ve sendikal örgütlenmede de tam bir gerileme ve düşüş yaşamaktadır. 150 yıldır süren, devrimci durum dönemlerinde siyasal bir sınıf olarak da mücadele eden işçi sınıfı hareketinin özdeneyiminin ortaya koyduğu kimi genel sonuçlarına değinmek gerekiyor.
Thompson’dan bu kez süreci iyi özetleyen ve adeta İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’ndaki görüşlerini tekzip eden bir aktarma:
“Kapitalist toplumu yıkmakta başarısız olan işçiler, onu bir uçtan diğer uca delik deşik etmeye başladılar… Bu kapitalizmin çerçevesi içindeki her bir gelişmenin eşzamanlı olarak işçi sınıfının status quo’nun içine daha çok yerleştiren yeni yönelimin bir parçasıydı. Atölyelerdeki örgütlenmeyle kendi konumlarını geliştirdikçe, böylesine bedellerle biriktirdikleri kazanımları tehlikeye atabilecek hayalperest çıkışlara girişmekte daha gönülsüz olmaya başladılar… Seçilmiş olan bu yönelimdi ve ideolojik ifadelerinin tüm farklılıklarının altında, tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde status quo’nun içinde aynı tür düzenlemeler fazlasıyla bulunacaktır… Sanırım, bir kez iklimsel an geçtikten sonra belli bir tür devrimci hareket için fırsatın değiştirilemez bir şekilde -…güvenli örgütsel alanlardan daha sınırlı ve reformist basınçların apaçık kazançlar getirmesinden ötürü- geçtiğini kabul etmeliyiz.”21
Thompson’un İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’ndaki vargısıyla çelişen, ama betimlediği durumu olduğu gibi kabullenmesiyle sorunlu olan bu saptaması önemli.
İşçi sınıfının 1848’de, 1917-22’de ve 1968-74 kesitinde kapitalist toplumu yıkma nesnelliğinde biçimlenen kalkışma ve ayaklanmalar bu hedefi gerçekleştiremediği noktada işçi sınıfı hareketinde geri çekilm sonra da düzen tarafından asimile edilme sonucunu doğurmuştur. Daha önce başka yerlerde de altını çizdiğim gibi, genel oy, sendikalaşma sosyal demokrat partilerde toplanma süreçleri işçi hareketindeki reformist eğilimleri egemen hale getirmiştir. 22
Batı Avrupa’daki sürecin, kapitalizmi reforme ettiği, sosyal ya da refah devleti düzenlemeleriyle, işçi sınıfının daha iyi yaşam ve çalışma koşullarına, sosyal haklara kavuşturduğu gerçektir. Bunun bedeli ise, işçi sınıfı hareketinin ana gövdesiyle düzene statükoya çekilmesidir.
Şimdi, kalıcı olup olmayacağı tartışma götürse bile bu durum değişmiştir. Refah devleti sistemli biçimde yok edilmekte, işçi sınıfının 150 yıllık mücadelesiyle kazandığı sosyal haklar geri alınmakta, sendikalar küçülüp etkisizleşmektedir. Dahası, bugüne dek hiç olmadığı kadar parçalanan Batı Avrupa işçi sınıfı kapitalizm içi bir reform gücü olma özelliğini yitirmektedir.
Peki bütün bunlardan ne sonuç çıkar? Sorunun yanıtı nereden bakıldığına ve ne yapıldığına bağlı.
Paul Blackledge, günümüz Avrupa marksizminin en üretken yazarlarından biri olan Perry Anderson hakkında yazdığı kitabında, Anderson’un Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşünün hemen ardından artık kapitalizmin sistemik bir alternatifinin kalmadığı, Batı proletaryasının da kapitalizm içinde “ilerici” reformlar yapma gücünün zayıfladığı sonucuna vardığını, buradan çıkarak da, Amerikanın temsil ettiği hegemonik biçimden daha ilerici bir kapitalizm modelini amaçlayan, Avrupa Birliği’nin kurallı Avrupa kapitalizmini global mali fırtınadan koruyacak bir ada olabileceği görüşüne dayanan bir strateji önerdiğini söylüyor. 23 Marksist Anderson işçi sınıfına çıkış için merkezinde Avrupa Birliği’nin durduğu reformist bir strateji önermektedir.
Marksist olmayan Alman filozofu Jürgen Habermas ise 1998 yayını kitabında, Avrupa’daki refah devletinin iktisadi sistemin (kapitalizmin olarak okuyabiliriz) toplumsal alanda doğurduğu kötü sonuçları “tashih” ederek, “tüm vatandaşların eşit haklarla kamuya dahil edilmesini…mümkün kıldığını”24 , küreselleşmenin ise, ”sosyal devlet uzlaşması ile geçici bir süre için meydana gelmiş olan bu tarihi terkibi tahrip ettiğini”25, “dünya iktisadında meydana gelen konteks değişiklikleri içinde milli devletin randıman gücünün sınırına” eriştiğini25 belirttikten sonra, “Küresel pazarlarla baş edebilecek ve mevzi rekabet biçimini değiştirecek bir siyasetin, dünya devleti tarzında örgütlenmiş çok-düzlemli bir siyasetin içine yerleştirilmesi mümkün olmamaktadır.”26 diyerek aslında sosyal devletin ulusal devletlerde ihya edilmesinin tarihsel olarak olanaksız, dünya çapında kurulmasının ise pek de olası olmadığı sonucuna varmaktadır.
Bu iki örneğe, küreselleşme karşıtı hareketlerin binbir türlüsünün ortaya attığı, kimi zaman anti-kapitalist söylemlerle de çeşitlenen, ama hiçbiri “başka bir dünya mümkün”den ileri gidemeyen “çözüm” önerilerini eklemek, bunlarla polemik yapmak mümkün. Mümkün ama gerekli değil.
İşçi sınıfının reformist gücünü yitirmesinden, sosyal devletin tarihe karışıyor olmasından umutsuzluğa kapılanların unuttuğu bir şey var. İşçi sınıfının, reformizmden, burjuva siyasetlerden yüz çevirmesi, reformist yolun tıkanması komünist hareket için zamanla herkesin daha çıplak göreceği büyük bir olanaktır. Bugün bu olanağı görmekten ve gerçekliğe çevirmek için çalışmaktan daha önemli bir şey yoktur.
Kapitalizm, üreticiyi üretim araçlarından yoksun bırakan ilkel birikimden, insanlığın çok büyük çoğunluğunu yaşam araçlarından yoksun bırakan, dışlayan bir barbarlık düzenine geldi.
Kapitalizm altında ulaşılan üretici güçler düzeyi ise eşitlikçi, özgürlükçü insanın insanı sömürmediği bir dünya düzenine, komünizme geçişi yalnız olanaklı değil zorunlu kılıyor.
Komünizmi yakınlaştırmak, büyük ölçüde işçi sınıfının evrensel ve siyasal bir sınıf olarak yeniden oluşmasından geçiyor.
2 Eylül 2004
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu yaklasım ile isçi sınıfını emek sürecine fiilen katılanlarla hatta artı değer üretenlerle sınırlayan dar sınıf tanımı arasındaki fark açıktır. Bu tartısmalar birçok yerde yapıldığı ve büyük ölçüde tüketildiği için girmiyorum.
- Marx Kapital’in üçüncü cildinde ve Engels’le birlikte Komünist Manifesto’da yukarıda özetlenen vurguları açık biçimde yapıyor. Marx daha sonra baska yerlerde bu sürecin “göreli” özelliğine isaret ediyor. Burada önemli olan Marx’ın bütün söylediklerini alt alta dizip akıl yürütmek değil sürecin nasıl yasandığını ortaya koymak olduğu için tartısmalara girmiyorum. Kaynaklar: K.Marx Capital III Progress Publishers Moscow 1974 s. 645. K.Marx-F. Engels Komunist Partisi Manifestosu çeviren Erkin Özalp Dünya Yayıncılık Üçüncü Baskı s.18.
- Geoffrey de Ste. Croix The Class Struggle in the Ancient Grek World Aktaran Perry Anderson Trihten Siyasete Elestiri Yazıları Dletisim Dstanbul 2003 s. 27
- K.Marx-F.Engels Komünist Parti Manifestosu agy.s.18
- E.P.Thompson Teorinin Sefaleti Çeviren: A. Fethi Yıldırım Alan yayıncılık Dstanbul Ağustos 1944 s. 20
- agy.s.22
- Aktaran Perry Anderson Marksizmde Tartısmalar Çeviren: Ahmet Özdemir Göçebe Yayınları Dstanbul 1998 s. 60
- agy.s.41-42
- agy.s.48-49
- Tom Nairn The English Working Class New Left Review 24 1964 s.43-44
- Lenin Collected Works Progress Publishers Moscow 1977 Cilt 4 s. 315-316
- Lenin agy.s. 216
- agy.s.215
- agy.s.216
- Teorinin Sefaleti agy. s. 20-21
- Alex Callinicos Toplum Kuramı Tarihsel Bir Bakıs Çeviren: Yasemin Tezgiden Dletisim Dstanbul 2004 s. 311. Callinicosbu formülasyonu Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nden aktardığı bir pasajda yapmaktadır.
- A.Gramsci Selections from the Prison Notebooks Q.Hoare and G.Nowell-Smith Londra 1971. s. 334
- Carl Schmitt Concept of the Political 1932-1996 The University of Chicago Press’ten aktaran Yalçın Küçük Tekeliyet 2Dthaki Yayınları Dstanbul 2003 s. 223
- Burada kastedilen blankist gerilla tipi bir “öncü savas örgütü” ya da sekilsiz ve rastlantısal bir küresellesme karsıtı topluluk değil sürekliliği sınıf temsil yeteneği ve gerçek eylem gücü olan bir partidir.
- Aktaran Leo Panitch Emek Stratejisi Üzerine Düsünceler Praksis Sayı 8 Güz 2002 s. 93
- Perry Anderson Marksizmde Tartısmalar s.71
- Haluk Yurtsever 1848 ve 1918 Devrimleri Gelenek 78 Dstanbul Mayıs-Haziran 2003
- Paul Blackledge Perry Anderson Marxism and the New Left The Merlin Pres London 2004. s. 169-170.
- Jurgen Habermas Küresellesme ve Milli Devletlerin Akibeti Bakıs Yayınları Dstanbul Haziran 2002 s.24
- agy.s.25
- agy.s.141