I
Eşitsiz gelişme, kapitalist üretim tarzına içsel süreçler ve dinamikler sonucunda ortaya çıkan evrensel bir olgudur. Zaman zaman kullanılan “eşitsiz gelişme yasası” terimi ise, adı üstünde bu olguya ilişkin yasallıkları ve bu yasallıkların açıklanmasını anlatır.
Çok genel olarak eşitsiz gelişme olgusundan, kapitalizmi önceleyen tarihsel dönemler için de söz edilebilir. Ancak, bu dönemlere özgü eşitsiz gelişme savaş, kıtlık, göç, salgın hastalıklar ve benzeri olgulardan kaynaklanır. Oysa kapitalizmle birlikte gündeme gelen eşitsiz gelişme, doğrudan doğruya, belirli bir üretim tarzına özgü, süreklilik taşıyan, açıklanabilir, kimi durumlarda da öngörülebilir süreçlere bağlıdır. Dolayısıyla, yalnızca kapitalizmin egemen olduğu dönemdeki eşitsiz gelişme olgusunun yasallıkları ortaya konulabilir.
“Yasallıklar”dan söz ediyorsak, hemen örneklere başvurmak gerekir. Bunlardan ilki kısaca şöyle anlatılabilir: Kapitalist üretim, uluslararası planda, ülkeler ölçeğinde ve ülke içi bölgeler bazında eşitsiz gelişir. Burada şimdilik, kapitalizmin, meta üretiminin yaygınlaşması, artı değer üretimi, geri üretim tarzlarının çözülmesi ve ücretli emeğin başat hale gelmesi gibi maddi ve nicel göstergelere vurulabilir gelişiminden ve bu gelişimin eşitsizliğinden söz edilmektedir.
Eşitsiz gelişime ilişkin bu yasallık, hemen ardından bir başka yasallığı daha davet etmektedir: Kapitalist gelişme süreçlerinde, bölgelerin, ülkelerin ve ülke içi bölgelerin göreli geriliklerinin süreklilik kazanması da, tersine görece geri kalanların sıçrama yapıp öndekileri yakalaması da kuramsal olarak mümkündür.
Yukarıda, “kuramsal olarak” sözcükleri özel olarak vurgulanmıştır. Bu vurgulamanın belirli bir gerekçesi vardır. Bir kere, özellikle belirli tarihsel dönemler ve örnekler söz konusu olduğunda, kimi ülkelerin ve bölgelerin geri kalmışlıklarının süreklilik kazanmasını da, sıçrama sonucu öne geçme gibi durumları da başka etmenlerden ayrıştırıp salt kapitalizmin nesnel süreçleriyle açıklamak güçtür. Örneğin, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde kendini toparlayıp yeniden üst sıralara tırmanmasında, kuşkusuz ABD’nin sosyalist sisteme karşı güçlü ve “vitrin” bir Almanya yaratmaya yönelik desteğinin de önemli bir payı vardır. Keza, Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin geri kalmışlığı, özel siyasal tercihlerden ve politikalardan büsbütün arındırılarak salt “ekonomik” süreçlerle açıklanamaz.
Bu durumda “yasallık” güme mi gitmiş oluyor? Elbette olmuyor, ama içine girilen döngü şöyle bir çözümü davet ediyor: Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve buna ilişkin yasallıklar, kendilerini, ancak kapitalist devletlerin ve iktidarların politikalarıyla melezleşmiş, iç içe geçmiş ve sivrilmiş/törpülenmiş biçimleriyle ortaya koyabilirler. Başka bir deyişle, kapitalizm gene eşitsiz gelişmektedir; ancak bu eşitsiz gelişme, politik/ideolojik hatta kültürel tercihler ve yönelimlerle iç içe geçerek somutlaşmaktadır.
Sonuçta, eşitsiz gelişme olgusunu kapitalizmin kendi saf yasallıklarından hareketle ortaya koymak, bunun boyutlarını ve olası eğilimlerini saptamak mümkün olsa bile, üzerine öznel siyasal tercihler ve politikalar bindirilmediği sürece böyle bir yaklaşım en iyisinden akademik, en kötüsünden ise “eksik” ve “yanıltıcı” olabilecektir.
Eşitsiz gelişme dendiğinde, “geridekinin sıçraması” kadar, “geridekinin geriliğinin kalıcılaşması” gibi bir boyuttan da söz edilebileceği söylenmişti. Bir kez daha burada da, kimi akademisyenlerin zamanında “azgelişmişliğin gelişmesi” biçiminde tanımladıkları olgunun ne kadarının kapitalizmin kendi nesnel süreçlerine, ne kadarının ise bunun üzerine bindirilen, örneğin kapitalist-emperyalist merkezlerin bilinçli uluslararası politikaları gibi etmenlere bağlanabileceğini ayrıştırmak güçtür. Bu güçlük, iki etmenler setinin her birini kendi içinde mükemmelleştirerek değil, ikisini bir araya getiren bütünlüklü çözümlemelerle aşılabilir.
Burjuvazinin ve siyasal temsilcilerinin neyin ne kadar “bilincinde” oldukları tartışmalı bir konudur. Örneğin istisnasız bütün sanayicilerin, kendi kârlarının artı değerden kaynaklandığını “bildiklerini” söyleyemeyiz. Buna karşılık eşitsiz gelişme olgusuna daha farklı yaklaşmak gerekir. Sermayedarların kendi alanlarında ya da sektörlerindeki eşitsiz gelişmeyi basbayağı “sezdiklerini”; burjuvazinin siyasal ve ideolojik temsilcilerinin ise eşitsiz gelişme olgusunun “bilincinde olduklarını” söyleyebiliriz. Örneğin, son 50 yılın uluslararası gelişmeleri söz konusu olduğunda, Avrupa burjuvazisinin “çok geride kalma/fazla ileri gitme” ikiliğinin kapitalizmin kendi temellerini sarstığını gördüğü açıktır. Aslında Avrupa Birliği projesini, sistemin kopmalara yol açabilecek uçlarını törpüleyip belirli bir konsolidasyon sağlama çabası olarak değerlendirmekte hiçbir sakınca yoktur. Devam edersek, Türkiye’deki Güneydoğu Anadolu Projesi’ni de, ülke kapitalizminin kendi gereksinimlerinin ötesinde böyle bir siyasal duyarlılığa da bağlamakta sakınca yoktur.
II
“Yasallıklar” alanında gidilebilecek son sınıra kadar gidelim. Dünya kapitalist sistemini, halkaları birbirini izleyen bir zincir olarak düşünebiliriz. Halkalar birbirine göre eşitsiz gelişmektedir; ama bu, zincirin bütünlüğünü bozmamaktadır. Ardından, kendi içinde eşitsiz gelişen zincirin sergilediği bu eşitsizlikler, belirli halkalara ya da özel bir konjonktürde tek bir halkaya birikerek yansımaktadır. Bu aşırı birikme halkayı zorlamakta, onu her durumda zincirden çekip koparmasa bile zayıflığı kurumsallaştırmakta, halkayı birbirini izleyen krizlere sürüklemektedir.
Yasallıkların sınırına kadar gitmekten söz etmiştik. Sınır, aşağı yukarı burasıdır. Sınır burasıysa, şu sorunun yanıtı nasıl verilecektir: Zincirin (sistemin) kendi eşitsiz gelişimi, neden herhangi bir başkasına değil de belirli bir halkaya (ülkeye) birikerek yansımaktadır? Eşitsiz gelişme, zincirin halkalarına tek tek dokunup nereye aşırı birikeceğini “o piti piti karamela sepeti” türü tekerlemelerle mi seçmektedir?
Bu sorunun yanıtı, bizi eşitsiz gelişme olgusunun kendi nesnelliğinin, maddi üretim süreçlerinin ve buna ilişkin yasallıkların ötesine, daha özgül alanlara, özetle belirli bir toplumsal formasyonun kendi iç eşitsizliklerine/dengesizliklerine taşıyacaktır. Bu noktada söylenmesi gereken ise şudur: Sistemin bütünündeki eşitsiz gelişme, herhangi bir yere değil, kendi eşitsiz gelişmesi esasen eğreti bir dengede duran toplumsal formasyona birikerek yansıyacaktır.
Belirli bir toplumsal formasyonun kendi iç eşitsizlikleri/dengesizlikleri, yasallık olmasa bile kuramsal düzeyde açımlanabilir. Gündemde olan, eklemlenmenin üç düzeyidir. Bunlardan birincisi: kapitalist üretim tarzı düzeyinde, modern sanayi, enformel sektör ve geleneksel sektör eklemlenmesidir. Eklemlenmenin ikinci ve “üstyapısal” düzeyinde Devlet, ideoloji ve siyaset yer alır (sınıf mücadeleleri, toplumsal ve sınıfsal bilinç, giderek kültür dahil). Nihayet toplumsal formasyonun bütünü düzeyindeki eklemlenme, birinci ve ikinci düzeylerdeki eklemlenmelerin bütünlüğünü (nihai eklemlenmeyi) temsil eder.
Bu eklemlenme düzeylerinin her birinin kendi içinde eşitsizlikler ve dengesizlikler barındırdığını unutmamak gerekir. Başka bir deyişle, eşitsiz gelişme, verili bir toplumsal formasyon ve bunun maddi üretim dışındaki öğeleri için de geçerlidir. Unutulmaması gereken bir başka nokta da şudur: Eşitsiz gelişen öğeler ya da bölmeler, başıboş ya da uçuşkan olmayıp ardı ardına gelen belirli dengeler içinde varlıklarını sürdürürler. O halde, şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Sistemin bütünündeki eşitsiz gelişme, kendi eşitsiz gelişmesinin ulaştığı dengeler kırılgan, temsil ettiği eklemlenmeler eğreti olan toplumsal formasyona (formasyonlara) birikerek yansıyacaktır.
“Zayıf halkalar” işte bu toplumsal formasyonların temsil ettiği halkalardır.
III
Kimileri çeşitli entegrasyon süreçlerinin başını çeken gelişmiş kapitalist ülkeleri bir yana bırakıp Türkiye gibi ülkeler gündeme alındığında eşitsiz gelişmeyle ilgili başka neler söylenebilir?
Az önceki açıklamaları izleyecek olursak, burada bakılması gereken yer açıktır: Türkiye kapitalizminin temelini oluşturduğu toplumsal formasyonun kendi içindeki eşitsizlikler, dengesizlikler ve kırılgan eklemlenmeler nelerdir ve kapitalizmin uluslararası eşitsiz gelişimi bütün bunları nasıl, ne yönde etkilemekte, nereye taşımaktadır?
Geriye dönüp bakılırsa, Türkiye’nin, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana az önce değinilen anlamda hep bir “zayıf halka” olarak kaldığını ileri sürmek doğru değildir. Bu söylenen, kuşkusuz, Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişme olgusundan bağışık bir gelişme süreci yaşadığı anlamına gelmiyor. Söylenen, Türkiye kapitalizminin ve toplumsal formasyonun yansıttığı eklemlenmelerin 1970’lerin sonuna kadar belirli, hatta kimileri zamanla yerleşikleşmiş dengeler içinde tutulabildiğidir.
Kuşkusuz iniş çıkışları ve zaman zaman yaşanan ekonomik krizleriyle birlikte Türkiye kapitalizminin yaklaşık 50 yıllık döneminde çok kırılgan oldukları söylenemeyecek dengeler ve eklemlenmeler saptamak mümkündür. Bunu sağlayan, geleneksel ulus devlet egemenliği çerçevesinde uygulanan ekonomik politikalar, kimi sosyal müdahaleler, yapılan tercihler, ağırlık kaydırmaları, siyasal geçişler ve alınan önlemlerdir. Türkiye kapitalizmi, ‘30’ların devletçiliğini, sanayileşme hamlelerini, tarımda ‘50’li yıllarda sağlanan gelişmeleri, planlı kalkınma döneminin yatırımlarını; sağlık ve eğitim hizmetlerinin yeniden düzenlenmesini; resmi ideolojiyle desteklenmiş “çok partili düzen”i ve buna özgü “popülist” politikaları; sınırlı da olsa belirli gelir transferlerini ve sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerdeki kimi esneklik ve manevraları hep bu çerçevede gerçekleştirebilmiştir.
Dengeler ve eklemlenmeler, 1980’lerden başlayarak ve günümüze doğru artarak sallanmaya ve kırılganlaşmaya başlamıştır. Bu değişimi yaratan, Türkiye kapitalizminin dışa daha fazla açılması, bunu izleyen AB süreçleri ve sosyalist sistemin çöküşünden sonra dizginlerinden sıyrılan ABD emperyalizminin girişimleri karşısında yaşanılan açmazlardır. Burada, önemli bir nüansa dikkat etmek gerekiyor: Türkiye’de sistemin kendi içindeki eşitsiz gelişmenin yerleşik denge ve eklemlenmeleri zorlayan boyutlara varmasını durup dururken dış odaklar ve dinamikler yaratmamıştır; sistem, başka koşullarda koruyup onarabileceği dengeleri dışa açılma ve dışarıyla entegrasyon yüzünden tutturamaz duruma gelmiştir. Özetle, bugün gelinen noktada, dünya kapitalist sisteminin kendi gelişme eşitsizlikleri artık Türkiye’deki toplumsal formasyona daha fazla birikerek yansımakta, yerleşik denge ve eklemlenmeleri zorlamaktadır.
Kısa örneklerle yetinirsek, tarımdaki nüfusun yüzde 10’lara indirilmesi; enformel sektörün düzenlenmesi ve “küçültülmesi”; işsizlik sorununa neo-liberal politikalarla yaklaşılması; sağlık hizmetlerinin elden geçirilmesi; sosyal güvenlik sistemindeki “kara delik”in kapatılması; yönetimde ademi merkezileştirme/yerelleştirme; dinci ideoloji-resmi ideoloji-burjuva ideolojisi arasındaki dengelerin yeniden oluşturulması; geniş halk kitlelerindeki beklentilerin karşılanması; AB ve ABD’nin baskılarının iç dengelere kırılarak/yedirilerek yansıtılması ve bunlar gibi daha pek çoğu, altından kalkmak şöyle dursun, çözüm için zorlanan girişimlerin bile dengeleri büsbütün bozacağı başlıklardan kimileridir.
IV
Buraya kadar söylenenlerden hareketle, eşitsiz gelişmenin, en fazla, temel çelişkinin (emek-sermaye çelişkisi) belirli bir toplumsal formasyondaki somutlaşmasıyla ilgili olduğu sonucu çıkarılabilir. Burada “somutlaşma”dan kastedilen, elbette temel çelişkinin yalın hali değil somut bürünümleri ve dolayımlarıdır. Bir bütün olarak sistemin eşitsiz gelişimi belirli bir toplumsal formasyondaki eşitsizlik ve dengesizliklere ne kadar birikerek yansırsa, temel çelişkinin dolayımları da o kadar artacak, bu çelişki kendini çok daha zengin ve karmaşık bürünümlerle ortaya koyacaktır.
Böyle durumlar için başka çıkarsamalar da mümkündür. Örneğin, yukarıda değinilen içeriğiyle “zayıf halka” konumundaki bir toplumsal formasyonun Devlet, siyaset, ideoloji ve kültür gibi alanlarında, birbirine aykırı (tarihsel açıdan arkaik ve aşırı modernist, tutucu ve açılımcı, statükocu ve değişimci) öğelerle eklemlenmesi, hep birlikte ve aynı anda zorlanacaktır. Çaresizlik içinde “çözüm” adına başvurulan bu tür zorlamalar ise, formasyonun kırılganlığını daha da artırmanın dışında başka bir sonuç vermeyecektir.
Son başlık ise şu: Bu tür durumlar ve ortamlar devrimci özneyi nasıl etkileyecek, onu hangi yaklaşımlara yöneltecektir?
Bu sorunun birbirine alternatif iki yanıtı vardır. Özne, hiç kuşkusuz, verili formasyonun bütün yansımalarını geri itecek koruyucu bir zırha bürünebilir; karmaşık yapının özelliklerini “yüzeysel” ya da görüntüsel sayıp sürekli özü vurgulayabilir; kendi temel ilkelerini ve doğrularını, verili duruma göre herhangi bir dolayıma başvurmadan en yalın biçimleriyle vurgulayabilir; özetle, kendini verili toplumsal formasyonun bu anlamda dışına yerleştirebilir.
Bu alternatif, kuşkusuz bir duruşu temsil eder; ama sözcüğün gerçek karşılığıyla “siyaset” değildir. Bu duruştan somut siyaset türetmek, neredeyse büsbütün olanaksızdır. İkinci alternatifte ise, özne, verili formasyonun yansımalarını seçer, seçtiklerini kendince yeniden üretip başkalaştırarak geldikleri yere geri yansıtır; karmaşık yapının özelliklerini, kendi siyasal kurgusunda farklı bağlamlara yerleştirir; varlık nedenini oluşturan ilkeleri ve doğruları somut durum ışığında zenginleştirerek ve ağırlık kaydırmalarıyla vurgular; özetle, kendini bu anlamda verili toplumsal formasyonun içine yerleştirir.
Bu, öznenin hem “kendisi olarak” kalıp hem de toplum içinde siyaset yapabilmesini sağlayacak alternatiftir.