I
“Günümüzde burjuvazinin karşısında duran tüm sınıflar içinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır.”
Komünist Parti Manifestosu‘nu yeniden okumak çok iyi bir bestenin müthiş bir yorumunu tekrar dinlemek gibidir. Besteyi ne kadar tanıdığınızı düşünürseniz düşünün her dinleyişinizde başka bir şey keşfedersiniz. Bu kimi zaman bir nota dizisidir, bir cümledir, kimi zaman ise sadece dahiyane bir vurgu, bir ton değişikliği, belki bir sözcük…
Bir yanda aşinalığın o rahatlatıcı keyfi vardır. Birazdan duyacaklarınızı daha önce duymuş olmanın huzurudur bu. Ama ilk kez fark edeceğiniz bir ayrıntı bu keyfi katlayacaktır. Bu ayrıntıları duyduğunuzda, yorumcuya ve besteye bir kez daha hayran kalırsınız.
Manifesto böylesi ayrıntılarla bezeli bir metindir. Kaç kez okumuş olursanız olun, her yeni okuyuşta dikkatinizi çeken bir nokta mutlaka olacaktır. Komünist Parti Manifestosu her sözcüğünü ezbere bildiğini düşünenleri şaşırtmaya devam etmektedir.
Manifesto, komünistlerin ısrarla vurguladığı gibi bir kutsal kitap değil. Manifesto’yu bugün okumak biraz da bu eksiklik olarak görülebilecek tezler, iddialar, saptamalar yüzünden heyecanlı, keyifli ama çok gerekli.
Ancak Manifesto‘nun büyülü bir metin olduğu muhakkak. Başka türlü hâlâ bu denli güncel kalabilmesi mümkün müydü
Manifesto‘nun büyüsü devrimci bir projenin taşıyıcısı olarak işçi sınıfına güvenmesinde ve bu güveni hangi temellere dayandırdığını son derece somut ve açık bir şekilde açıklayabilmesinde gizli.
Komünist Parti Manifestosu‘na yöneltilen saldırı ve eleştirilerin temelinde de hep bu tema var.
Kapitalizmin değiştiğini, teknolojinin her derde deva olacak kadar geliştiğini, üstelik bu sayede kafa emeğinin kol emeğinin yerini aldığını ve üretim sürecinde işçi sınıfının konumunun farklılaştığını, küreselleşen dünyada sosyalizmin alternatif bir toplumsal proje hüviyetini kaybettiğini ve benzerlerini ne kadar çok duyduk.
Daha farklı yerden eleştirdiklerini düşünenler de var tabii. Kendilerince daha eleştirel bir noktada duranlar da Manifesto hakkında fikirlerini söylüyor.
Komünist Parti Manifestosu‘nu Batı düşünce geleneğinin bir devamı, doğrudan bir parçası olarak görüp, Manifesto‘yu, Doğu’yu bir bütün olarak ihmal etmekle suçluyorlar.
Suçlanan elbette Avrupa merkezci karakteriyle Batı düşünce ve siyaset geleneğinin tipik bir örneği olarak Manifesto değil yalnızca. Bu ve başka metinlerden hareketle bir sistem olarak Avrupa merkezcilikle eleştiriliyor.
Bu noktada herhalde hemen peki ama nedir Avrupa merkezcilik diye sorulabilir…
Başka sorular da üretilebilir.
Avrupa merkezciliğin eleştirisi, bugün eleştirel muhalif veya sistem karşıtı düşüncenin olmazsa olmaz bir yanı mı?
Avrupa merkezci olan her düşünce önünde sonunda egemen düşüncenin bir parçası olmak zorunda mı?
Avrupa merkezciliğin eleştirisi siyasal bir dile tahvil olabilir mi?
Avrupa merkezci bir düşünce, Komünist Parti Manifestosu da Avrupa merkezci bir metin mi?
Başka sorular da ortaya atmanın önünde hiçbir engel yok ama bu, anlamsız bir listeyi uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü bu soruların hepsinin ortak bir yanılgısı var. O da ilk soru ve onun yanıtıyla yakından bağlantılı.
Bugün Avrupa merkezcilik ile ilgili tartışmaların en temel sorunu kimsenin Avrupa merkezciliğin tanımı konusunda anlaşamıyor oluşu. Öyle ki, Avrupa merkezciliği eleştiren her kişi, yalnızca kendisi ve belki birkaç yakın dostu ve çalışma arkadaşı dışında hemen herkesi Avrupa merkezcilikle suçluyor. Dahası, Avrupa merkezcilikle suçlanan hiç kimse de bunu kabul etmiyor, hatta bir kısmı bu eleştiriyi yapanların kendisinin aslında Avrupa merkezci olduğunu iddia ediyor.
Böylesi bir ortamda tarafların kendi arasında dahi bir tanım üzerinde uzlaşacağını beklemek hayal olur. Tabii bunun nedenleri çok açık aslında. Farklı ideolojik ve siyasi referanslarla hareket eden ve bu sebeple aslında taraflaşamayan tarafların söz konusu olduğu bir ortamda tersi beklenemez zaten.
Bu nedenle ne hakkında tartışıldığı bile belli olmayan böylesi bir ortamda, marksistlerin, genel olarak veya somut olarak Komünist Parti Manifestosu hakkındaki Avrupa merkezcilik ithamlarını yanıtlarken azami dikkat göstermeleri gerekiyor.
Aslında bu dikkat yalnızca Avrupa merkezcilik hakkındaki tartışmalarla da sınırlı değil. Son on yirmi yıldır bu tür tartışmalardan çok çekti. Kendisi hakkındaki eleştirileri, bu eleştiri veya ithamların belirlediği ortam veya nesnellikte yanıtlamak zorunda değil.
Sırf saldırmak için olmayan canavarların yaratıldığı bir ortamda, o canavarları savunmak zorunda bırakılmanın bir açıklaması var mı? Hiç varolmamış bir yaratıktan sorumlu tutulanların, bu konuda kendilerini sorumlu hissedip savunma yapmaları kadar manasız bir durum olabilir mi?
Örneğin marksistlerin, marksizmin pozitivist olması iddiasını ciddiye alıp uzun uzun yanıt vermelerine gerek var mı?
Avrupa merkezcilik konusunda yapılacak bir tartışmada da marksistler öncelikle kendi tartışma başlıklarını belirlemek zorundalar. Her eleştiriye yanıt vermek gibi yararsız bir uğraş yerine, açısından da somut ve geliştirici sonuçları olabilecek başlıklara yoğunlaşmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Avrupa merkezciliğin tamamını kapsayacak bütünsel bir tanım yapmak mümkün olmadığına göre, eleştirileri birkaç başlık altında toparlamaya çalışmak bir başlangıç işlevi görebilir.
En sıklıkla duyduğumuz başlık Avrupa’nın veya Batı’nın bugünkü gücünün nedenleri ile ilgili olandır. Bugün Batı’nın dünya üzerindeki hegemonik güç olmasının tarihsel açıklamasında sıklıkla Avrupa’nın tarihsel başarılarının öne çıkarıldığını biliriz.
Elbette, bu tarifin içinde mutlaka Avrupa kökenli bir oluşum olarak ABD vardır. Ancak bu anlamıyla Avrupalılar veya başka bir deyişle Batı, gerçekten de Sovyetler Birliği’nin onları dengelediği yetmiş yılı, özellikle de İkinci Savaş sonrası dönemi, özel bir periyot olarak bir kenara ayırırsak, yaklaşık iki yüz yıldır dünyanın hakim gücü olarak görünüyorlar.
Sovyetler Birliği’nin varlığında da ezilen tarafı değil ama öbür kutbu oluşturdukları, tahtlarının sosyalist bir tehditle sarsıldığı ama devrilmedikleri söylenebilir.
Şimdi sorun bunun böyle olduğunu söylemekse, ortada bir gariplik var demektir. Çünkü Avrupa’nın veya Batı’nın iki yüz yıllık hegemonyasının, biraz önce değindiğim parantez akılda tutulmak kaydıyla, tartışılır bir tarafı yoktur.
Şayet bunu söylemek bir yanıyla Avrupa merkezcilikse, herkesin Avrupa merkezci olmasına pek fazla şaşırmamak gerekir.
Konu bazen böylesine garip bir düzlemde dahi tartışılabiliyor olsa da, asıl sorun Avrupa’nın bu “üstünlüğünün” nasıl açıklanması gerektiğinde düğümleniyor.
Evet Avrupa kapitalistleşme yoluna erken girerek, üretici güçlerin önünde o zamana değin varolan eski üretim tarzlarından kalan engelleri diğer coğrafyalardan erken temizledi. Bunun sonucunda gerçekleştirdiği endüstri devrimi onunla dünyanın kalanı arasındaki farkı arttırdı. Hikayenin devamının bizim cephemizden nasıl anlatıldığını da gayet iyi biliyoruz. Ancak buraya kadar olan kısmında dahi açıklamaya muhtaç pek çok nokta var.
Ama tüm bunları bir başlık altında toplamak mümkün. Ne oldu da Avrupa yaptıklarını diğerlerinden önce yapabildi? Avrupa’yı daha en baştan öne geçiren sebep neydi?
Bu soruya Avrupalıların ırksal veya genetik üstünlükleriyle yanıt veren insanların hâlâ olduğunu duymak sizi şaşırtmasın. Bu adamların ABD’nin ve Avrupa’nın bilinen üniversitelerinde kürsü sahibi oldukları, oturdukları yerden ırkçı ve şoven teoriler üretmeye devam ettikleri de…
Bu yaklaşımın elbette ciddiye alınır bir tarafı yok. Dahası, böyle bir bakış açısının tartışılmadan mahkum edilmesi gerekliliği de son derece açık.
Ancak bu tarz aleni yaklaşımlar bir kenara bırakılsa dahi, bu tür bir ırksal üstünlüğü gizlice dayatan açıklamaların da sayısı hiç az değil. Geriye doğru birikimli bir model oluşturma çabaları bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu yaklaşımın ana fikri, geçmişin birikimli bir modelinin çıkarılmasına dayanır. 15. yüzyıldaki Avrupalı bunu yapabilmiştir, çünkü 13. yüzyıldaki atası şunu becermiştir; 13. yüzyıldaki Avrupalı da başarısını 7. yüzyıldaki bilmem kaç kuşaktan büyük büyük dedesinin yaptıklarına borçludur. Buradaki sonu gelmeyen tarihsel aktarım son derece tehlikelidir ve aslında çıkan sonuçlar bir önceki görünen ırkçı açıklamalardan pek uzak değildir. Olguları tarih içinde böylesi bir yolculuğa çıkartmak önünde sonunda sizi ırksal üstünlük gibi görünüşte doğal sebeplerle baş başa bırakacaktır.
İdeolojik olarak tehlikeli bu tür açıklamaları çürütmek için tarihin akışı sırasında Avrupa’nın öne geçmesinin sebeplerini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bugünkü egemenlik ilişkilerinin meşrulaştırılmasına karşı mücadele düşünüldüğünde, Avrupa’nın dünyayı yöneten bir güç haline gelmesiyle sonuçlanan sürecin dinamiklerinin araştırılması ve açığa çıkarılmasının önemi biraz daha belirginleşiyor.
Avrupa merkezcilik eleştirilerinin ikinci başlığı olarak evrenselcilik olarak adlandırılan eğilimler hakkındaki tartışmalara değinilebilir.
Bu eleştirilerin temel teması Batı düşüncesinin genel olarak Batı’da yaşanan süreçlerden yola çıkarak, evrensel yasalar çıkartma eğiliminde olduğudur. Batı yalnızca önden gitmekte, diğerleri onu takip etmektedir. Bu nedenle Batı’yı yorumlayan, Batı’nın gelişimini inceleyen ve bu incelemelerden hareketle birtakım sonuçlara ulaşan birisi, bir tür türetme işlemi ile elde ettiği sonuçları dünyanın kalan kısmına uygulayabilir. Çünkü elde artık bir tür seri veya örnek vardır. Eleştirilere göre tüm Batı düşüncesi, bu tarz bir evrenselcilikle maluldür. Aslında bu eleştiriler “determinizm” olarak adlandırılan bir tür bilimsellik anlayışını da hedef alır. Bunu yaparken zaman zaman tarihin tamamen olumsal bir alanda vuku bulduğunu söyleyerek bir tür bilinemezcilik de savunulur.
Avrupa merkezcilik ile ilgili tartışma ve eleştirilerde “uygarlık” kavramına dair eleştiriler de önemli yer tutar. Yine Avrupa merkezcilik karşıtlarına göre Avrupa ve Batı düşüncesi bir tür uygarlık tanımı altında dünyanın kalanını “ilkel” ve “barbar” olarak nitelemiş ve kendi değerlerini dayatarak çok kültürlü bir yapının oluşmasını engellemiştir. Oysa Batı’nın uygarlık değerleri olarak kodlanan kültürel küme, Avrupa’nın tarihsel gelişimi ile yakından bağlantılıdır. Bu eleştirilerde de temel tema çok kültürlülüğün öneminin vurgulanmasıdır. Yerel kültürel değerlerin savunulmasının nerelere uzanabildiği, siyasi alanda nasıl karşılık bulduğunun mutlaka incelenmesi gerekir.
Dördüncü tema olarak çok bilinen şarkiyatçılık alanı gösterilebilir. Edward Said’in eleştirel kavramlaştırmasıyla şarkiyatçılık, Batı dışı uygarlıkların Batılı bir anlatım biçimidir. Bu haliyle aslında şu ana kadar kabaca özetlenen tüm diğer başlıklardan da beslenir. Şarkiyatçı literatür Avrupa’nın hegemonyasının ideolojik olarak meşrulaşmasında kullanılan önemli araçlardan bir tanesidir. Ancak metinlerden yola çıkarak inşa edilen bu ideolojik karşı duruşun, başka bir Avrupalı felsefi akımla yapı bozumculukla akrabalığı ve yakınlığı dikkat çekicidir.
Avrupa merkezcilik eleştirileri bağlamında son olarak değinilebilecek başlık ilerleme olgusudur. İlerleme, Avrupa aydınlanmasının doğrusal bir sonucu olarak mahkum edilir. Bu alan, özel olarak Avrupa tipi ilerleme ve kalkınmanın yanlışlığını söyleyenlerden, bizzat ilerlemenin felsefi olarak imkansızlığını iddia edenlere kadar herkesi kapsayacak kadar geniş ve çeşitlidir.
Aslında bu çeşitlilik Avrupa merkezcilik eleştirileri düşünüldüğünde genel bir veridir ve diğer başlıklar için de geçerlidir.
Bu tabloya genel olarak bakıldığında ilk olarak bir eksikliğe işaret edilmelidir: Bu tabloda “sınıf” yoktur. Avrupa merkezcilik eleştirilerinin bir bütünselliğe kavuşması da ancak sınıfla buluşmakla mümkün olabilir. Ama o noktada bu eleştiriler doğal olarak artık başka bir zemine kayacak, biçim değiştirecek, özetlenen ve değinilen başlıkların bir kısmı yok olacaktır.
Bu başlıklar ile ilgili diğer bir husus, her birinin bir diğerinin içine geçebiliyor oluşudur. Bu nedenle, başlıklar kategorik olarak farklı alanları temsil etseler de, birbirlerinden net sınırlarla ayrılmış alanlar değil, bütün hakkında bir fikir vermek için kullanılmış araçlar olarak algılanmalıdır. İç içe geçmiş bu tasnif çabası, Avrupa merkezcilik eleştirilerinin geneli hakkında bir fikir verir.
II
“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – komünizm hayaleti.”
Avrupa merkezcilik eleştirileri anlamlı bir bütün oluşturmuyor. Ancak bu eleştiri başlıklarının belki de hepsinden nasibini alıyor. Avrupa merkezcilik eleştirilerinin bazısı “bile…” kalıbını kullanırken, kimisi ona bile ihtiyaç duymuyor. “Bile” diyerek söze başlayanlarla, marksizmi hiçbir sınıfsal fark gözetmeksizin Batı düşüncesinin bir parçası haline getirenler arasında ilk bakışta bir fark var gibi görünse de, eleştiri başlıklarının çoğu zaman ortaklaşmasından her iki kesimin de marksizmin bu bağlamda ne dediğinden habersiz olduğu ortaya çıkıyor.
Özellikle Komünist Parti Manifestosu‘na yoğunlaşacak olursak, Avrupa merkezcilik bağlamında üç nokta saptanabilir.
Öncelikle, hepimizin bildiği gibi Manifesto‘nun hayaleti Avrupa’da gezmektedir. Manifesto ilk işçi sınıfı devrimlerini Avrupa’da bekler ve bir metin olarak da Avrupa’ya yoğunlaşmıştır denebilir.
İkincisi, ilk başlıkla bağlantılı olmak üzere, Manifesto‘nun tarihsel gelişim üzerine söylediklerinde bir Avrupalı havası vardır diye iddia edilebilir.
Son olarak, özellikle dünyanın geri kalanıyla kapitalist Avrupa arasındaki ilişki üzerine geçen bölümde Komünist Parti Manifestosu‘nda kullanılan sözcüklerde bir özensizliğe işaret edilebilir.
Bu üç nokta yukarıda kabaca özetlenen beş ayrı başlığı değişik şekillerde keser.
Ancak işe Manifesto‘nun başladığı noktadan başlamak en doğrusu galiba…
Komünist Parti Manifestosu üretici güçlerin gelişkinliği açısından dünyanın en ileri bölgesini Avrupa olarak tespit eder. Bu, kapitalizmin kendisinden önce gelen üretim tarzlarından daha gelişkin bir üretim tarzı olduğu saptamasıyla birleştirildiğinde Manifesto‘nun temel tezlerinden birisine ulaşılır.
Bu yaklaşımın tartışılabilir bir tarafı bulunduğunu sanmıyorum. Manifesto sadece bunu söylediği için Avrupa merkezci olarak nitelenecekse, evet Manifesto Avrupa merkezcidir.
Ancak sorun elbette bu denli basit değil.
Manifesto ilk işçi sınıfı devrimlerini Avrupa’da beklerken bu gelişkinlikten mi hareket etmiştir? Şüphesiz evet…
Ama Manifesto bu gelişkinlik tanımını yalnızca üretici güçlerin gelişiminden hareketle yaptığı bir kapitalizm tasvirine dayandırmaz. Tüm tarihin sınıflar mücadelesinin tarihi olduğunu söyleyen Marx ve Engels, bu gelişkinliğin sınıflar mücadelesinde nasıl karşılık bulduğuna yoğunlaşmaktadır.
19. yüzyıl Avrupa için gerçekten de olağanüstü bir çağdır. 1872’te elli yaşındaki biri 1830 devrimlerini çocukken, 1848 devrimlerini ise bir yetişkinken yaşamıştır.
Dahası, aynı kişi, son on beş yılda İtalyanlar, İspanyollar, Polonyalılar ve başkalarının ayaklanmalarına, devrimlerine ve güçlü devrimci hareketlerine tanık olmuştur. Böyle bir insanın devrim umudunu korumasından daha doğal ne olabilir?
Hem tüm bunların üstüne yine aynı yüzyılda Paris Komünü yaşanacak, işçiler ilk hükümetlerini kuracaklardır.
Ancak, Paris Komünü bir kenara bırakılırsa, 19. yüzyılın zirvesi 1848 devrimleridir; diğerlerinin şiddeti ve etkisi 1848 devrimleriyle karşılaştırılamaz. Devrimci umut hep oradadır, ama tüm bir yüzyılın karakterini ve gelecek yüzyıla devredeceklerini en güzel 1848 anlatmaktadır. Aslında Paris Komünü de yine 1848 devrimleriyle birlikte düşünülmelidir.
Komünist Parti Manifestosu işte böyle bir zamana doğdu. Bu umut ve beklentinin üzerine inşa edildi. Manifesto‘nun bu yaklaşımında hiç hatalı olmadığı da 19. yüzyıl boyunca görüldü.
Çünkü bu umudu canlı tutacak başka olaylar da oldu devamında. 1857’de yaşanan büyük ekonomik bunalım, hem Marx’ı hem Engels’i haklı olarak heyecanlandırdı ve patlama beklentilerini tazeledi.
Ancak her iki ustanın da ilerleyen yıllarda sadece Avrupa’yı düşündüklerini iddia etmek haksızlıktır. Marx Avrupa’ya dair umudunu hiç kaybetmedi ama Avrupa’nın dışına da bakmayı ihmal etmedi.
Marx çokça eleştiri aldığı Hindistan konusunda bile ülkenin kapitalistleşmesini harekete geçireceği devrimci dinamikleri merkeze alıyordu, yoksa ülkenin İngiltere’ye bağımlı kalmasını hiçbir zaman savunmadı. Özellikle İrlanda söz konusu olduğunda bu tür kopuşların İngiliz kapitalizmine vuracağı darbelerden hareketle, İngiltere’de yaşanacak devrimi kolaylaştıracağını düşünüyordu.
Ancak bu konuda da Marx’ı düşünmeye iten İrlanda devrimci hareketinin yükselişiydi.
Marx konuya bir devrimcinin refleksleriyle bakıyordu. Marx’ın ilgisi bir ülkenin devrimci potansiyeliyle doğru orantılıydı. Marx’ın yargıları da bu ilişkiye bağlı olarak değişiyordu. Yoksa ortada ne bir önyargı vardı, ne de temelsiz bir üstten bakış.
En ilginç örnek, belki deyim yerindeyse kehanet ise Rusya hakkındaydı. Ancak Rusya örneği İrlanda’dan daha farklı bir yere oturuyordu.
Rusya başlangıçta tıpkı İrlanda gibi, Batı Avrupa devrimlerinin önündeki engelleri kaldıracak bir gelişme olarak düşünülüp çarın despotizmi Avrupa’yı karanlığa ve gericiliğe mahkum eden bir yönetim olarak eleştirilirken, 1860’lardan sonra Rusya devrimi gerçek bir olabilirlik kazandığı andan itibaren Rusya kendi devrimci projesiyle birlikte değerlendirilmeye başlandı. Bu devrim elbette Batı’da da bir proletarya devrimine işaret verebilirdi. Ama bu yaklaşımın modern devrim stratejileri açısından dahi yanlış bir tarafı yoktu.
Bir diğer ilginç örnek ise ABD’ydi. Ustalar bu iki ülkede de kitlesel proletarya hareketleri beklemekteydi ve bu konuda yanılmadılar. 1870’lerdeki siyasi bunalım tahminleri de yerindeydi. Ancak ABD kapitalizminin muazzam gelişmesi, kıtada patlak veren savaşın ABD’yi Rusya’nın tersinden etkilemesi ve ABD’nin Rusya’nın sahip olduğu entelijansiyaya sahip olmaması, ABD’yi bambaşka bir yöne savurdu. Bakir topraklar üzerinde kendisinden önce gelen hiçbir üretim ilişkisini tasfiye etmek zorunda kalmayan ABD ekonomisi gösterdiği atılımla dünya kapitalist sistemin liderliğine hazırlanıyordu.
O dönemin tüm devrimci hareketleri, için marksistler de dahil, asıl referans noktası 1848 devrimleri olageldi. Paris Komünü bu referansı en köklü biçimde etkileyen ikinci büyük devrimci atılım olacaktı.
Özel bir örnek olarak Rusya çok önemliydi belki ama dönemin devrim stratejisinin Avrupa’yı merkez aldığını kabul etmek gerekir. Ayrıca Rusya örneğinde dahi, Rusya kendi devrimci projesiyle birlikte düşünülse bile, Rus devriminin Avrupa devrimleriyle ilişkisi üzerine düşünülmekten vazgeçilmemiştir.
Bu bağlamda Marx ve Engels açısından yine önemli olan Rusya’nın kapitalistleşme dinamikleridir. Rusya bire bir aynı yolu izlemeyecek olsa da, önemli olan Rusya’da kapitalizmin gelişme işaretleri göstermesidir. Ama her iki usta da kapitalizmin gelişme işaretlerinin ne denli güçlü olduğu konusunda kararsızdır.
Fakat Avrupa merkezli devrim stratejisinin yalnızca bir somut devrim beklentisiyle açıklanmaya çalışılması yanıltıcıdır ve Manifesto‘nun üretici güçlerin en gelişkin coğrafyası olarak Avrupa’yı görmesi bağlamında eksiktir.
Hem Marx’ın hem de Engels’in bu beklentilerinin temelinde Avrupa’nın dünya çapındaki sınıf mücadeleleri için önemi vardır ve her iki usta da bu önem konusunda yanılmamışlardır.
20. yüzyıla bir başka gözle bakıldığında, sınıflar mücadelesinin kaderinin nihai olarak yine Avrupa’da belirlendiği açık bir şekilde görülür. Sosyalizm başka coğrafyalarda değil, Avrupa’da kaybetmiştir.
Komünist Parti Manifestosu‘nda vurgulanan aynı zamanda Avrupa’nın sınıflar mücadelesindeki ağırlığıdır ve bu konuda bir yanılgıdan bahsedilemeyeceği gibi bu bakış olumsuz anlamıyla Avrupa merkezcilikle de damgalanamaz.
Avrupa, bu bağlamda bugün de, devrimin coğrafyasının merkezinde değil ama kıyısında, Manifesto‘da vurgulanan önemini korumaktadır. Mesele yine somut beklentiyle değil küresel ölçekte sınıflar mücadelesinin akışıyla ilgilidir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma giden yolda, Avrupa’nın işçi sınıfı tarafından fethi en az ilk günkü kadar belirleyicidir.
III
“Feodal toplumun yıkıntılarından doğan modern burjuva toplum, sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmadı. Yalnızca eskilerinin yerine yeni sınıflar, yeni baskı koşulları ve yeni mücadele biçimleri koydu.”
Marx ve Engels Avrupa’daki devrim beklentilerini Avrupalıların ırksal veya genetik üstünlüklerine dayandırmadılar ve dahası Manifesto‘da devrimin coğrafyası olarak gösterilen Avrupa’nın önemi yalnızca bununla sınırlı değildi. Peki ama Manifesto‘da tasvir edilen Avrupa, tarih içinde ne oldu da böylesine farklılaştı ve bu öneme haiz hale geldi?
Manifesto‘da bu sorunun yanıtı yoktur. Ama bu yokluk bir eksiklik anlamına gelmez.
Komünist Parti Manifestosu farklılığı maddi bir olguyla, kapitalizmin ilk olarak Avrupa’da ortaya çıkmasıyla açıklar ancak kapitalizmin neden ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktığı sorusu üzerine yoğunlaşmaz. Manifesto özelinde bu sorunun yanıtının verilip verilmemesinin de bir önemi yoktur.
Dahası, bir bütün olarak Marx ve Engels’in eserleri düşünüldüğünde de bu soruya dört başı mamur bir yanıt verildiği söylenemez. Ama aynı soruyu tekrar sorarsak; bu yokluk, klasik eserler bağlamında açısından bir eksiklik midir? Hayır, sanmıyorum…
Çünkü Marx ve Engels’in eserleri, tarihçilerin sonradan toparlayacağı veriler ışığında bu soruya daha derli toplu yanıtlar verebilmek için yeterince ipucu içermekte, ama daha önemlisi hem bu verilerin toparlanması hem de değerlendirilmesi için muazzam bir yöntemsel zenginlik sunmaktadır.
Ayrıca, Manifesto, kapitalizmin neden ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktığını açıklamaz ama bu ilkliği Avrupa tarihinin idealist bir yorumuna da dayandırmaz. Avrupa’nın kapitalizm öncesi gelişimine dair, diğer bölgelerle idealist bir zeminde karşılaştırılmasına rastlanmaz.
Zaten ezelden beri ileri olan Avrupa’nın kapitalizmin doğal beşiği olduğunu savunmaz. Kapitalizm, özgün tarihsel koşullarda Avrupa’da ortaya çıkmıştır, hepsi bu…
Ama kapitalizm bir kez ortaya çıktıktan sonra tüm tarihin akışı değişmiştir. Marx için önemli olan da aslında kapitalizm bir kez ortaya çıktıktan sonraki kısımdır.
Marksizmin bu vurgusu, kimilerini Avrupa’da o süreçte olan bitenin hiçbir özelliğinin olmadığını iddia etmeye kadar götürmüştür. Bu çok ciddi bir yanlıştır.
Kapitalizm kesin olarak “yeni” bir olgudur ve tersini iddia eden her teze inatla karşı çıkılmalıdır.
Avrupa merkezciliğe karşı çıkacağız diye kapitalizmin Avrupa’da doğmasını önemsizleştirmek adına, kapitalizmi zamandan ve coğrafyadan bağımsız ve dolayısıyla tarihsellik üstü bir olgu yapmanın bizatihi kendisi, Avrupa merkezci bir düşüncedir.
Avrupa’yı kötüleyeceğiz diye kapitalizmi evrensel bir olgu olarak yüceltmenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Sorun Avrupa değil kapitalizmdir aslında. Avrupa’yı kapitalizmin beşiği olarak görür. Avrupa’yı özel yapan sadece ve sadece budur. Yalnızca bir coğrafya olarak Avrupa’yla uğraşmak meselenin özünü kaçırmaktır. Avrupa tarihsel olarak yegane bir olguya tanıklık etmiştir ve kapitalizm ilk olarak Avrupa topraklarında hakim bir üretim tarzı haline gelmiştir. Nedenleri ve sonuçları ne olursa olsun…
Bu tarihsellikten önce dünyanın liderinin kim olduğu, kimin daha “ileri”, kimin daha “geri” olduğu tartışmaları Manifesto‘nun ilgi alanına girmez.
Bu bağlamda kapitalizm Avrupa’da ortaya çıkmasaydı başka bir coğrafyada mı ortaya çıkacaktı sorusu ortaya atılabilir. Ancak bu soru Manifesto‘nun durduğu yer açısından fazlasıyla spekülatiftir.
Bu soru belki aynı koşullar altında Araplar, Hintliler veya başka bir halk kapitalizm yolunda ilk olabilir miydi sorusuyla birlikte düşünüldüğünde daha anlamlı olur. Ama bu durumda da bu halkların neden ilk olmadığı konusunda ırksal veya etnik hiçbir sebep gösterilemez.
Koşullar Avrupa’da olgunlaşmış ve kapitalizm Avrupa’da ortaya çıkmıştır.
Önemli olan bu andan sonra, Avrupa’nın kapitalizm yolunda diğerlerinden önce potaya girişiyle dünyanın geri kalanının gelişim çizgisinin kesin olarak etkilenmiş olmasıdır. Kapitalizmin Avrupa’da doğuşundan sonra, diğerlerinin o tarihsel zaman aralığından önce aslında nereye doğru gittiği ikincil önemdedir. Önceden nereye gidiyor olurlarsa olsunlar, kapitalizmin dinamiklerine tabi bir dünya vardı artık.
Artık dünyada bir hegemonya tarif edilecekse, bu hegemonya tartışmasız olarak kapitalist Avrupa’nın eline geçmiştir. Hem bu tür bir geçiş tarif edilmeksizin Britanya ve sonrasında ABD liderliğindeki emperyalist sistemi açıklamak mümkün değildir.
Söz konusu olan artık ortaya çıkmış dünya piyasası, modern bilimin gelişmesi, sanayi devrimi gibi olgulardır. Bu olguların kökeninin yalnızca Avrupa olduğu konusunda bir iddia ortada yoktur; bu olgular ilk olarak bir üretim tarzı çerçevesinde Avrupa’da gözlemlenmiştir. Aslında, Marx ve Engels bu olguların devrimci sonuçlarıyla ilgilenmeye yoğunlaşırlar.
Manifesto‘nun devrimi Avrupa’da beklemesinin sebebi de zaten ileri olan Avrupa’nın her daim ileri olacağıyla ilgili değildir kesinlikle. Avrupa’nın liderliğini perçinlemek gibi bir niyet de yoktur.
Marx ve Engels, Avrupa’yı değerlendirirken onun kapitalizm öncesi performansını değerlendirmezler. Onları ilgilendiren kapitalizmin Avrupa’sı ve onun sağladığı olanaklardır. Dünyanın geri kalanına da zaten aynı devrimci olanakların belirlediği bir perspektifle bakacaklardır.
Kimse bu bakış açısıyla, Avrupa’nın insanlık tarihi açısından bir kahraman olarak görüldüğü sonucunu çıkartamaz.
Avrupa, ilk olarak kapitalistleştiği için diğerlerinden idealist bir anlamda üstün görülmediği gibi, bu önceliği sayesinde kurduğu hegemonya da meşrulaştırılmaz. Meselenin kalbi de burasıdır işte.
Şayet bu hegemonya, tarihsel olarak meşru ve değişmez görülseydi çok belirgin bir sorun ortaya çıkardı. Ama tam tersine bu hegemonyayı ortadan kaldırmaya çalışan, bir eşitlik ve özgürlük projesini merkeze alan bir sistemdir.
IV
“Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı.”
Komünist Parti Manifestosu‘nun evrensel bakış açısı da tam olarak bu noktadan tartışılmaya başlanmalıdır.
Özellikle Manifesto‘nun giriş kısmının evrensel özelliği sıklıkla sorgulanır ve Marx ve Engels’in bu bölümde, Batı’da yaşanan süreçlerden yola çıkarak evrensel yasalar türetmiş olduğu ve bu anlamda Avrupa merkezcilik yaptığı iddia edilir.
Marx ve Engels gerçekten bunu yaptı mı?
Manifesto‘da kapitalizmin tasvir edildiği bölümde, evrensel yasalar mı ortaya çıkarılmaya çalışıldı? Ortaya konulan kapitalist gelişme modelinin geriden gelen her ülke ve halk için geçerli olduğu iddia edildi mi?
Komünist Parti Manifestosu‘nda kapitalizmin bir dünya pazarı oluşturduğu ve yerel pazarların bu pazara eklemlendiği söylenir. Üretim ve tüketim uluslararası bir nitelik kazanır. İnsan arzularının ve taleplerinin kapsamı yerel pazarlar tarafından karşılanmaz hale gelir. İletişim dünya ölçeğine genişler.
Sermaye giderek daha az elde yoğunlaşırken, bağımsız köylü ve zanaatkarlar kapitalist kitlesel üretimle rekabet edemediklerinden topraklarını terk eder veya atölyelerini kapatırlar ve proletarya saflarına katılırlar. Üretim merkezileşirken, insanlar kentlere göç eder.
Elbette bu büyük değişimlerin sürmesi için yasal, mali ve idari merkezileşme gereklidir. Ulus devletler ortaya çıkar ve ellerinde büyük güç toplarlar. Yine de sermayenin uluslararası gücü ile bu devletler arasında bir çelişki vardır.
Bunların hepsi tanıdık gelmiyor mu?
Bu süreç yalnızca Avrupa’yı ve onun kapitalistleşmesini mi anlatıyor? Yoksa bu anlatımda evrensel öğeler de yok mu?
Anlatılan aslında ana hatlarıyla hepimizin hikayesi. Manifesto‘da tüm sınıfların ve tüm halkların ve tüm ülkelerin hikayesi anlatılır.
Kimse bu hikayenin yalnızca Avrupa’nın hikayesi olduğunu iddia edemez. Bu hikaye belki başka zamanlarda ve elbette farklı ayrıntılarla yaşanmıştır. Ama kapitalistleşme yoluna geç giren ülkelerin pazarları dünya pazarlarına eklemlenmemiş midir? Üretim ve tüketim bu ülkelerde içine kapanık mı kalmıştır yoksa uluslararası bir niteliğe mi haizdir? Sermaye bu ülkelerde de tek elde toplanma eğilimi sergilememiş midir?
Yine bu ülkelerin bağımsız köylü ve zanaatkarları hâlâ kapitalizm öncesi çağlardaki sayılarda mıdır? Yoksa bu ülkelerde de var olan proletaryanın kökeni köylüler ve zanaatkarlar mıdır? Bu ülkelerde göç yok mudur? Yine bu ülkelerdeki yasal mali ve idari yapı bu değişimlerle uyumlu değil midir?
Manifesto madem hikayenin özünü yakalamıştır. Bu kıyamet neden kopmaktadır?
Aslında konu evrensel hiçbir eğilim tespit edilemeyeceği veya başka bir deyişle büyük anlatıların varolamayacağı iddiasıyla yakından ilgilidir.
Bu iddiayı doğrulamak için ya çok genel bir düzlemde evrensellik felsefi düzeyde sorgulanır ve biraz önce listelenen birkaç basit genellemeye dahi değinmekten kaçınılır ya da birtakım mikro ayrıntılar o denli öne çıkarılır ki, ortak noktaları fark etmek imkansızlaşır. Ortaya konan sonu gelmez çeşitlilik içinde anlatılmaya çalışılan tarihte her şeyin tanımlanamaz, öngörülemez bir zeminde vuku bulduğudur.
V
“Ama burjuvazi yalnızca kendisine ölüm getiren silahları üretmekle kalmadı; bu silahları kullanacak olan insanları da yarattı – modern işçiler, yani proleterler.”
Aynı bölümden hareketle, Manifesto‘nun kapitalizm övücülüğü yaptığı ve bu anlamda Avrupa merkezci olduğu da sıklıkla söylenir.
Oysa Marx ve Engels ne burjuvaziye hayrandırlar ne de burjuvazinin iktidara geldiği çağda ortaya çıkarttığı eserlere. Onlarda esas hayranlık uyandıran insan ve insanla ilgili olandır. İnsanın kapitalizm çağında ulaştığı düzey hayret vericidir.
İnsanoğlu öylesine gelişkin örgütlenme şekillerini hayata geçirmiştir ki, kendisini ve doğayı bu gelişkinlikte örgütleyen insanın sosyalizmi, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma giden yolu örgütleyebileceğine dair inancı tamdır ustaların.
Manifesto‘nun yazarlarını çarpan bu devrimci çağın hızıdır. Dönüşümlerin devasalığıdır. Bunları yaşama geçiren insandaki enerji ve yapabilme iradesidir. İnsanoğlu çok daha fazlasını yapmaya muktedirdir. Hem de tüm bunları birbirini sömürmeden, ezmeden yapmaya muktedir…
Tarif edilen değişimlerin çarpıcılığı, kapitalizmin ortaya çıkardığı gelişkinlik, aynı anda varolan sefalet, yokluk ve vahşetle tamamlanır. Manifesto, gelişkinliği gerilikle zenginliği yoksullukla, tutuculuğu devrimcilikle beraber anlatabildiği için çok güçlü bir metindir. Tüm bunlar aynı anda varolduğu için devrim gerçekçi ve güncel bir hedeftir. Hayalet bu çelişkilerin sayesinde Avrupa’da gezmektedir ve dünyanın başka hiçbir yerinde bu çelişkiler henüz böylesine gözlenememektedir.
Komünist Parti Manifestosu işte tam bu noktada çılgına döner. Devrimcilik Manifesto‘da bu noktada açığa çıkar.
Bu çığlığa kapitalizm övücülüğünü yakıştırmak devrimci bir siyasetçinin tutkusunu anlamamak demektir.
Manifesto bu olağanüstü zeminde burjuvazinin yalnızca para kazanmasında sermaye biriktirmesinde veya artı-değere el koymayı hedeflemesinde ve dahası bunları yaparken ortadaki zeminin daha mükemmelini doğurmasına engel olmasında, onun deyişiyle üretici güçlerin gelişiminin önüne engeller çıkmasında bir ironi bulur. Bu devrimin ironisidir.
Ama unutulmasın, burjuvazi, tıpkı proletarya gibi bir modern sınıftır. Egemenliğini atalarından ödünç almaz. Kendi iktidarını kendi yaratmıştır. Aslında bu anlamda dünyayı değiştiren ilk sınıftır da. Dünyanın değişebileceğini gösteren ilk sınıf, işçi sınıfının bunu yapabileceğini somut olarak gösteren ilk sınıftır aynı zamanda.
Tüm bunların ilk kez Avrupa’da gözlemlenmiş olması, Marx ve Engels’in bunları Avrupa’da gözleyip yazması onları Avrupa merkezci mi yapar?
Marx’ın yücelttiği ne burjuvazi, ne kapitalizm, ne de Avrupa’dır. Bunları yüceltmediği için de Avrupa’yı takip eden ülkelerin kapitalistleşmesini, Avrupa’yı izlemelerini yüceltmeyecektir. Onu ilgilendiren bu sürecin devrimci dinamizmidir ve bu konuda Marx’ın yanıldığını kimse iddia edemez.
Tüm başarısızlıklarına rağmen İkinci Savaş’ın sonuna kadar çalkalanan Avrupa coğrafyası Marx’ın yanıldığının değil doğrulandığının somut ispatıdır. Marx bir devrimci dönüşüm beklemiştir. Kıta bu dönüşüm için ayağa kalkmış ama başarısız olmuştur.
Marx bu devrimci dönüşüm izleği ve enerjisi söz konusu olduğunda elbette Avrupalıdır.
Ama Marx’ın Avrupası aslında varolan Avrupa’ya karşı bir Avrupa’dır. Devrimci bir Avrupa fikri Marx’la iç içedir.
İlla bir övgüden söz edilecekse, övgü devrimi bekleyen Avrupa’yadır.
Komünist Parti Manifestosu bu bağlamda Avrupa merkezci değil, devrim merkezcidir.
Manifesto‘nun satırları devrim nerede güncel bir hedefse oraya ithaf edilmiştir. Bu 19. yüzyılda Avrupa’dır. Yirminci yüzyılın başında Rusya, bugünse Latin Amerika, Balkanlar ve Doğu Avrupa…
VI
“Doğu Hindistan ve Çin pazarları, Amerika’nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle ticaret, değişim araçlarının ve genel olarak metaların artışı, ticaret, gemicilik ve sanayiye o zamana dek hiç görülmemiş bir büyüme ve çökmekte olan feodal toplumun devrimci öğesine de bu sayede hızlı bir gelişme sağladı.”
Ancak Manifesto’nun özellikle Avrupa’nın dünyanın kalan bölgeleriyle girdiği ilişkinin niteliğini tespit etme bağlamında eksik olduğu belirtilmelidir. Bu eksikliği mazur gösterecek pek çok şey söylenebilir.
Komünist Parti Manifestosu‘ndaki devrim modeli doğrusal bir modeldir. Kapitalizmin gelişimi hakkında söylenenler de, soyutlama düzeyi nedeniyle, aynı ölçüde lineerdir. Kapitalizmin eşitsiz gelişiminin formülasyonu daha ortada yoktur.
Ancak bu noktalardan hareketle, tüm dünyada Avrupa’da yaşananların aynen yaşanacağı söylediğini iddia etmek yanlıştır.
Marksizm tüm insan topluluklarının gelişim doğrultularındaki ortak noktalara zaman zaman odaklanır. Ancak bu gelişime her zaman insanlık tarihinin bütünü açısından bakar ve bu ortaklıkların bütün içerisinde ne anlama geldiğini sorgular.
Örneğin, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde ortak nokta ya da kapitalizmden farklılaşılan nokta esas olarak artı-emeğin doğrudan üreticiden nasıl sızdırıldığı ya da bu artı-emeğe nasıl el konulduğudur. Bunun ekonomi dışı bir alanda, bir zor aracılığıyla yapıldığına işaret ederken, dünyanın farklı yerlerinde özel koşullar nedeniyle bu biçimlerin sayısız farklı şekillerde gözleneceğini de söyler. Bu bağlamda Avrupa’dan çıkan bir modelin tüm dünyada geçerli olduğunu iddia etmemektedir. Ancak en başta Avrupa olmak üzere, başka coğrafyalardan hareketle elde edilen bir çalışma modelinin, başka somutluklarda nasıl kullanılacağının yöntemi açıkça ortaya konur.
Örnekler çoğaltılabilir ama bu örneklerde ortak nokta somut ile soyut arasında sürekli gidip gelen marksizmin yöntemidir.
Kapitalizm özgün tarihsel koşullar altında Avrupa’da ortaya çıkar. Bu andan itibaren de tüm dünyanın gelişim doğrultusunu belirler.
Doğrudan üreticiyi üretim araçlarından tamamen kopararak, doğrudan üretici ile üretim araçları arasında tarihsel olarak, sömürü ilişkisi bağlamında kurulacak son ilişkiyi kuran kapitalizm, bu çerçevede Avrupa’ya özgü tarihsel bir anomali olarak değerlendirilemez.
Kapitalizm doğrudan üretici ile üretim aracı arasındaki ilişki nedeniyle sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma giden yolda son duraktır. Bu olgu coğrafi bir birimle sınırlanamaz. Marksizmin Avrupa merkezli bir teleolojiye sahip olduğunu söylemek de bu açıdan anlaşılmaz bir ifadedir.
Avrupa, diğer ülkeler için gelişkin bir modeli, gelişme rotasında ilerideki bir durağı ifade etmez. Söz konusu olan kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklı yayılmacı karakteridir. Ayrıca yaşananlar da marksizmin haklı olduğunu göstermemiş midir?
Tüm dünya er ya da geç Avrupa’nın ardından kapitalist gelişme yoluna girmedi mi? Kopuşlar bu gelişme sırasında yaşanmadı mı? Bu kopuşların kapitalizmin koşullarının olgunlaşmasından önce yaşanması da marksizmin tezleriyle çelişmez. Bu kopuşların gerçekleşmesi için gereken koşullar ancak kapitalizmin o bölgeye bir şekilde girmesi ile ortaya çıkmıştır. Süreci tetikleyen her durumda kapitalizmin varlığıdır.
Sosyalizm için kapitalizmin zorunlu bir aşama olduğu böyle anlaşılmalıdır. Bu bağlamda da marksizmin Avrupa merkezciliğinden söz etmek mümkün değildir.
Burada Manifesto‘da saptanabilen önemli eksiklik, Avrupa merkezci düşünme biçimi değil, emperyalizme karşı verilen mücadelenin içereceği devrimci dinamizmi oldukça erken bir tarihte görememesidir. Ama böyle düşünüldüğünde de zamansal bir haksızlık yapıldığı açıktır.
Dahası, Marx’ın Kapital’de ilkel birikim sürecini anlattığı bölüm her zaman hatırlanmalıdır. Marx bu bölümde Avrupalıların ilk birikimlerini hem kendi topraklarında hem de başka coğrafyalarda nasıl sağladıklarını ayrıntıyla betimlerken, bir kaynak transferi üzerinde durur. Bu sürecin temel taşlarından birisi Batı’nın dünyanın geri kalanını yağmalamasıdır.
Marx ve Engels elbette Avrupa’nın diğer gelişmemiş ülkelerde ne yaptıklarını gördüler. Ama Manifesto‘da, bu gelişmeyi devrime giden koşulları olgunlaştıran bir yol olarak olumladılar.
Burada Marx ve Engels’in nereye yoğunlaştıklarını anlamak oldukça önemli. Onlar devrimci bir bakış açısıyla, bu gelişmeden güncel ve somut bir hedef olarak devrime dair ne çıkabilir, ona konsantre olmayı tercih ettiler.
Burada özellikle duygusal bir boşluk var mı? Belki…
Ama bunu Marx’ın duygusuz, manevi imgelemden yoksun bir adam olmasına bağlamak, diğer coğrafyalara bakışını da bunun belirlediğini iddia etmek ne kadar doğru?
Tüm insanlık için bir kurtuluş projesini formüle etmeye çalışan insanların böyle düşündüğünü söylemek bir noktadan sonra gülünç oluyor.
Tekrar etmek gerekiyor, bu noktada sorun hem Marx’ın hem de Engels’in devrimci dinamizmi nerede aradıklarıyla ilgili…
Marx ve Engels, kapitalist Avrupa’nın başka ülkeleri kapitalistleştirirken devrimci olanaklar doğacağını söylerken haklıydılar ama bu devrimci olanakların o ülkelerde kapitalist Avrupa’ya karşı mücadele içinde olgunlaşacağını ve ortaya çıkacağını belirtmekte eksiktiler.
Boşluklar hep buradan kaynaklandı.
Bahsedilen toplumların geri kalmış olmasının dinamikleri Avrupa kapitalizmi ortaya çıktıktan sonra kökten değişmişti. Marx ve Engels çok doğru olarak kapitalizmin ortaya çıkışını bir milat olarak görüyorlardı. Ama arkadan gelen ülkeler söz konusu olduğunda, bu geri kalmışlığın, kapitalizmin o coğrafyalara girmesiyle birlikte ortaya çıkan bağımlılık ilişkisinden, bağımsız incelenemeyeceği üzerinde yeterince durmadılar.
Kapitalizmin varlığında geri kalmışlığın nedenlerinden birisi doğrudan kapitalist Avrupa’ydı artık. Avrupa başka coğrafyaları dönüştürürken bu bağımlılık ilişkisini de geliştiriyordu.
Marx ve Engels bu toplumsal yapıların ezelden beri azgelişmiş olduğunu hiçbir zaman söylemediler ancak bu halkların Avrupa’ya karşı direnişinin devrimci dönüşümlerin potansiyel taşıyıcısı olabileceğini belki önceden öngöremediler.
Ancak bu olgunun önemini abartmanın bizi nereye götüreceğine işaret etmekte sonsuz fayda var. Çünkü bir diğer uç olarak, ulusal kurtuluş hareketlerini sosyalist devrimin temel motoru olarak görme tehlikesi hemen orada duruyor.
Marksizmken olmayan Avrupa merkezciliğini ayıklayacağız diye ulusal kurtuluşçu olmak gayet mümkündür. Aynı yolun sonunda Maoculuğa varmak da ihtimallerden birisidir. Aradaki mesafe bilindiği gibi bayağı kısadır.
İlginç olan, hem Marx hem de Engels’in, Britanya ve İrlanda konusundaki yazılarında, kapitalist Avrupa ile kapitalistleşme yolunda geciken ülkeler arasındaki ilişki bağlamında bu hassas noktayı yakalamasıdır.
Ama kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve emperyalizm hakkındaki değerlendirmeler için henüz çok erkendir. Söz konusu olan yalnızca Marx’ın bilgisinin ve Avrupalı bilgi kaynaklarının sınırları değildir.
Emperyalizmin gözlemlenmesi için belki biraz daha zamana ve dünyanın başka yerinden bakmaya ihtiyaç vardır. Marksizme en önemli katkının Avrupa dışından gelmesi basit bir rastlantı olarak değerlendirilemez.
Zaman geçmeden, dünyaya başka bir yerden bakma fırsatını elde etmeden, “gelişmiş Avrupa” ile dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkinin dört başı mamur bir şekilde incelenmesi ve her bakımdan sağlıklı sonuçlara ulaşılması imkansızdır.
Lenin’in önemi bir kez daha burada ortaya çıkar. Lenin, marksizmin gelişimi düşünüldüğünde, sistemi sonrasında belirecek olan “Avrupalılık”a karşı aşılayan insandır. Lenin’in yokluğunda marksizmin neye benzeyeceğini düşünmek manasız bir çabadır ama Batı marksizmi olarak adlandırılan gelenek düşünüldüğünde daha Avrupalı bir marksizmin nasıl olacağına dair elimizde yeterince veri biriktiği söylenebilir.
Manifesto‘dan tüm bunları beklemek zamansız bir beklentidir.
Yine örneğin, emperyalizmin gelişimiyle, yirmi birinci yüzyılda artık emperyalizm hakkındaki tek ilerici nokta ona karşı verilen mücadelenin ta kendisidir. Artık bugün kapitalizmin yarattığı devrimci olanaklar çoğunlukla gelişme dinamikleri ile ilgili değil, kapitalizmin yarattığı durgunluğa karşı verilen mücadele ile ilgilidir.
Ancak bu saptamaların eksikliği Komünist Parti Manifestosu‘ndaki kapitalizm tasvirinin yanlış olduğunu göstermez. Dahası bunların ortaya çıkarılmasındaki yöntem Manifesto‘daki yöntemden hiç de farklı değildir.
VII
“Burjuvazi, tüm üretim aletlerinin hızla iyileştirilmesi ve çok büyük ölçüde kolaylaştırılmış ulaşım aracılığıyla, en barbarları da dahil olmak üzere tüm ulusları uygarlığın içine çekiyor.”
Manifesto, 1872 Önsözü’nde belirtildiği gibi Marx ve Engels’in artık üzerinde değişiklik yapma hakkını kendilerinde görmedikleri bir tarihsel belgedir.
Marksizm gelişmeye açık bir sistemdir ve Manifesto‘daki yaklaşımların bir kısmı revizyonlara tabi tutulmuştur.
Örneğin Marx’ın Manifesto‘daki kapitalizme yaklaşımı ile Kapital’deki yaklaşımı arasında bir fark yok mudur? Elbette var…
Ama farkın yazılı metinlerin amacından kaynaklı yöntemsel bir fark mı yoksa daha derinlerde ustaların düşünce sistemlerinde oluşan bir fark mı olduğu konusu oldukça önemlidir. Kapital’in Marx’ın olgunluk dönemi eseri olduğunu söylemek işin biraz kolayına kaçmak olur ama Marx’ın Kapital’i yazarken pek çok noktada sistemini geliştirdiği de tartışılmaz bir doğrudur. Ancak Komünist Parti Manifestosu‘nun temel önermelerinin hiçbiri ne Kapital’in yazıldığı zamanda ne de bugün eskimemiştir.
Bir diğer fark da siyasidir. 1848’in arifesinde yazılan bir metinle, Avrupa’nın başka devrimleri bekleyen bir atmosferi arasında bir fark vardır. İkincisinin daha karamsar olacağı sonucu çıkmıyor buradan. Ancak bir devrim sırasında yazılanla bir devrim beklentisi içinde yazılanlar arasında mutlaka bir fark olmalıdır. Örneğin araya “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” gibi bir metin girmiş; burjuvazinin ilerici misyonları hakkındaki tarif netleşmiştir.
Ama Kapital ile Komünist Parti Manifestosu arasındaki farklılıkların kapitalizmle aradaki mesafenin artması ile açıklanması yanlıştır. Kapital’de de kapitalizmin kendi sonunu hazırlayan sosyalizme yol veren dinamikleri açığa çıkartan yapısı çok daha ayrıntılı sistematik bir bütünsellik içinde anlatılır.
Marx’ın başka ülkelere bakışında da zaman içinde bir gelişim gözlenir. Ama nedense bu gelişime değil de ilk söylediklerine dikkat etmek bir alışkanlık haline gelmiştir.
Örneğin hemen her yerde karşımıza çıkan Hindistan için, Marx 1853 yılında İngiliz kapitalizminin ülkeye girişini bir şekilde olumlu bulmaktadır. Ama 1857 yılında kapitalist güçlere karşı çıkan isyanlara açık destek veren de aynı Marx’tır. Takip eden yıllarda hem Rusya hem de diğer bölgeler için yazdıklarında Marx’ın daha da sağlam bastığı görülmektedir.
Portrenin tamamına bakıldığında, Marx’ın Hindistan veya başka yerler için başlangıçtaki konumunu korumadığı görülür. Marx ne emperyalizmin, ne de Avrupa’nın yanındadır. Bu bakışın gelişmesindeki temel tema yine belirgindir: Marx ısrarla devrimci dinamiği aramaktadır.
Marx ve Engels’in, Manifesto‘da Avrupa dışındaki bazı bölgeler için talihsizce kullandıkları “barbar” ifadesi de aynı yöntemle değerlendirilebilir. Barbar ülkeleri, uygar ülkelere bağlayan kapitalizmden söz eden ustaların aydınlanmacı bir üslup kullandıkları görülür. Ayrıca aynı sözcük Manifesto‘nun ilk bölümünde Avrupa için de kullanılmaktadır. Ama bu aydınlanmacı yaklaşım da zaman içinde daha gelişkin bir noktaya evrilecektir.
Yine de bu ifadeyi pek hoş bulmayanlar olabilir, ama bu tarz ifadelerin Marx ve Engels’in eserlerinin bütünü düşünüldüğünde, Avrupa merkezcilik bağlamında hiçbir öneminin olmadığı fark edilecektir.
VIII
“Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri birleşin!”
Marx ve Engels’in yazdıkları metinlerde kötü niyetli bir okumaya tabi tutulduklarında Avrupa merkezcilikle suçlanabilecek cümleler veya sözcükler bulmak muhtemeldir. Bu metinleri eleştirmek de ihtimal dahilindedir. Ancak bunların hiçbiri bir sistem olarak marksizmin evrensel ve dünya halklarının tamamına ait olduğu gerçeğini değiştiremez.
Dünyanın Batı’nın hegemonyası altına girdiği yıllarda ortaya çıkmış bir sistemden söz ediyoruz. Ancak amaç ne bu hegemonyanın apolojetik bir açıklamasını yapmak ne de ezilen halklardan Batı veya Avrupa adına özür dilemektir.
Tam tersine marksizm bu egemenliğin temelindeki kapitalist üretim ilişkilerine karşı çıkışın sistematiğidir. Gelişkin olanın hakimiyetini meşru görmediği gibi bu hakimiyetin kaynaklarına inerek, bu hegemonyanın nasıl değiştirileceğini sorgular.
Avrupa merkezciliğin, Avrupa’yı üstün gören bir anlayışa referans verdiği her noktada eleştirilmesi bir elzemdir. Avrupa’nın üstünlüğünü, hegemonyasını meşrulaştıran, idealize eden, bu hegemonyanın devamını sağlayacağı bir zemin oluşturmaya yarayan her tür ideolojik girdiyle peşinen hesaplaşılmalıdır.
Emperyalizm çağında ezilen ulus ve ülkelerin hakları biraz da kıskançlıkla korunmalıdır. Bu bağlamda Avrupa merkezciliğe yöneltilen eleştirilerin dozu aşmadıkça, başka bir ideolojik saldırıya kılıf görevi görmedikçe biraz olsun abartılıyor olmasında bana kalırsa politik olarak bir yanlışlık yoktur.
Ama burada esas olan nokta sınıfsallık ve anti-emperyalizmdir. Avrupa merkezcilik eleştirileri anti-emperyalist ve sınıfsal bir siyasi tavır geliştirilmediği sürece, Avrupa’yı veya Batı’yı gerçekten eleştirmekten acizdir.
Avrupa merkezcilik eleştirilerinin zaman içindeki gelişimleri incelendiğinde bu ayrım daha net olarak görülmektedir.
İkinci Savaş’ın hemen ardından, 1945 sonrasında ulusal kurtuluş mücadelelerinin belirlediği bir dönemde eleştiriler, bu mücadelelerden beslenmiş, marksizmle olan ilişkileri de bu çerçevede şekillenmiştir.
Hiçbir zaman anlamlı bir bütünselliğe sahip olmayan Avrupa merkezcilik eleştirileri ideolojik olarak bir yerlerden beslenmek zorundadır.
O dönemin ideolojik gıdasının çeşitli şekillerde olduğu söylenebilir. Siyasi olarak da ulusal kurtuluşçulukla akraba olunan bu koşullarda marksist referansların ne kadar sağlıklı olduğu tartışmalıdır ancak ‘80’lerde, şiddetlenen liberal ideolojik saldırıyla tablo tamamen değişecektir.
40 yıl önce belki daha farklı bir zeminde emperyalizm karşıtı bir içerikle ulusal kurtuluşçu bir ideolojiyle anılan Avrupa merkezcilik eleştirileri bugün post modernizmle aynı zemini paylaşır hale geldi. Bu bağlamda, özellikle 1989 sonrası etkisini artıran post kolonyal literatür dikkat çekicidir.
Avrupa merkezcilik eleştirilerinin önemli bir kısmı bugün siyasi ve ideolojik beslenme açlığını post modernizmden gidermektedir. Ama bu noktada ironik olan post modernizmin her şeyden daha fazla Avrupa merkezci olduğu gerçeğidir herhalde.
Avrupa merkezcilik eleştirilerinin özellikle Batı’da, anlaşılır bir şekilde “muhalif” bir pozisyon olarak albenisi vardır. Ama emperyalizm karşıtı bir ideolojik ve siyasi tavır geliştirmedikçe, bütünselliğe sahip olamayan bu eleştiriler, muhalif bir alanı kapatma işlevi de görür. Hakim bir güç olarak Batı ve Avrupa karşıtlığı, bu şekilde gerçek niteliğinden uzaklaşarak sulandırılmış olur.
Batı’nın orijinalite ve muhaliflik arayışı çoğu zaman kendini bilinçsizce inkara ve çevreden özür dileyerek kendini meşru kılmaya dayanır. Batı kendisiyle sağlıksız bir hesaplaşmayı muhalifliğin tek yolu olarak tercih eder ve işin kötüsü, Batı’yla çok önceden, hem de bütünsel bir şekilde hesaplaşan marksizmin varlığında her şey daha da zorlaşır.
Oysa Avrupacı ideolojilerle hesaplaşmanın, garip ancak ideolojik saikler düşünüldüğünde anlaşılır bir şekilde Avrupa merkezcilikle itham edilen marksizmle ilişkiye geçmekten başka bir yolu yoktur.
Tutarlı ve bütünsel bir Avrupa merkezcilik eleştirisi yalnızca marksizmin sistematiği içinde bir yere oturursa bir anlam kazanabilir.
Avrupa’nın dünyanın hakim gücü olarak sahneye çıktığı bir dönemde, Avrupa’da doğan bir sistem olarak, burjuva ideolojisini tam boy karşısına aldığı, kapitalizmin köklerine saldırdığı ve bütünsel bir alternatif geliştirdiği, emperyalizme karşı mücadeleyi bir sosyalist devrim dinamiği olarak çözümleyebildiği için, şu ana kadar yapılmış en kapsamlı Avrupa merkezcilik eleştirisini de içerir aslında.
Marksizm devrimci içeriğiyle Avrupa’daki burjuva iktidarları devirip, Avrupa’yı değiştirmeyi hedeflerken Avrupa merkezciliğin üzerinde yükseldiği zemini ortadan kaldırmayı hedefler.
Burjuva Avrupa yoksa, bu egemenliği pekiştiren meşrulaştıran mekanizmalar da yoktur. Ancak, bu egemenliğin yok edilmesinde bu mekanizmalara karşı verilecek savaşın önemini kavradığı için de benzersizdir.
Bu bağlamda, kimi klasik metinlerde rastlanabilen Avrupa merkezci yaklaşımların önemsizliği açığa çıkar.
Marksizm bir bütün olarak Avrupa merkezci burjuva ideolojisine indirilmiş en büyük darbedir. Hiçbir durumda pro-emperyalist bir tutum sergileyemez. Bu onun doğasına aykırıdır. Marksizm köklü bir anti-emperyalist gelenektir.
Bugün Avrupa merkezci düşünce biçimlerini eleştirmek, klasik metinlerde Avrupa merkezcilik avına çıkmakla değil, tersine, marksizmin emperyalizm ve kapitalizm eleştirilerini anlamakla mümkündür.
Avrupa merkezciliğin en geçerli panzehiri devrim merkezciliktir.
Hem Avrupa’da, hem de dünyanın başka yerlerinde Avrupa merkezciliğe karşı çıkmak Avrupacı burjuva ideolojilerine karşı çıkmak açısından önemlidir.
Bugün örneğin Avrupa Birliği’ne karşı verilen mücadele düşünüldüğünde Avrupacı ideolojilerle hesaplaşmanın önemi daha rahat anlaşılır.
Postmodernizmin Avrupa merkezciliğiyle başlayan ironi, Avrupa Birliği ve onun etrafındaki ideolojik hale düşünüldüğünde daha gelişkin bir formda yeniden doğar: Avrupa Birliği’ni savunan birçok insan sıkı bir Avrupa merkezcilik karşıtı olduğunu düşünmektedir. Tersi de doğrudur; marksizmi Avrupa merkezcilikle mahkum etmeye çalışanların önemli bir bölümünün Avrupa Birliği’ni desteklemesi kimsede şaşkınlık yaratmamalıdır.
Özellikle Avrupa kaynaklı Avrupa merkezcilik eleştirilerinin kaynağında hep varolan özürcü tavır, bir uygarlık ve medeniyet projesi olarak Avrupa Birliği’nin etrafında kendi doruğuna kavuşur.
Avrupa merkezcilik eleştirileri sayesinde Avrupa Birliği projesi aynı statükoya dahil olan kendi muhalifini yaratmayı başarır. Avrupacı ideolojilerin karşıtları da çok kültürlü bir özgürlük ve demokrasi projesi olan Avrupa Birliği projesine angaje olmuştur artık. Tabloyu AB’yi öne çıkaran, emperyalistler arası çelişkilerde AB’den yana saf tutan bir ABD karşıtlığı tamamlayacaktır.
Avrupa ve Batı, sosyal bilimlerini Avrupa merkezci söylemden, şarkiyatçı bakış açısından kurtaracak ve bu şiddetli günah çıkartma operasyonunun ardından mesih gibi günahlarından arınarak yeniden doğan bilim, Avrupa Birliği’nin hizmetine girecektir. İşe marksizmden başlamak bu bakımdan da gayet isabetlidir.
Avrupa eleştirilerini, Avrupa Birlikçilerin elinden almak bu anlamda acil bir görevdir.
Marksizm sınıfsal bir zeminde Avrupacı ideolojilerle hesaplaşmaktan korkamaz. Yine aynı sınıfsallığın belirlediği bir çerçevede aydınlanmacılık başta olmak üzere Batı’nın insanlığın evrensel birikimine hediye ettiği kavramlara sahip çıkan, Avrupacı ideolojilerle hesaplaşırken, bir tür Doğuculuk tuzağına zaten istese de düşemez. Avrupa Birliği emperyalist bir proje olarak hızla ilerlerken ideolojik cesaret her zamankinden fazla gereklidir.