Giriş
Marksizmin hukuka bakışı başlığı teorik incelemelerin çok aşındırılmamış alanlarından birini oluşturmaktadır. Konu, geniş anlamda reel sosyalizm deneyi ile beraber ele alınmayıp, salt daha öznel bir alan olarak Marksizmin yaratıcılarının hukuk anlayışına indirgenirse, gerek yerli ve gerekse yabancı teorik çalışmalarda konunun ne kadar az işlendiği ortaya çıkacaktır. Bunun nedeni, hukukun hiçbir zaman Marx ve Engels tarafından çözümlenmesi gereken başlı başına bir alan olarak ele alınmamış olmasında saklıdır.
Hukuk konusunun Marx tarafından “salt hukuk” olarak ele alındığı tek dönem Marx’ ın gençlik yılları olmuş; Marx, almış olduğu hukuk eğitiminin de etkisinde kalarak bazı hukuksal çözümlemelere girişmiştir. İlerleyen dönemlerde başladığı “Hegel’ in Hukuk Felsefesi’ nin Eleştirisi” adlı çalışması ise, Hegel’ in “Hukuk Felsefesi” adını taşıyan eserinden yapılan pasaj alıntıları üzerinden, hukuktan çok hukukla bağlantılı devlet alanındaki çözümlemeleri içermiş olup, hiçbir zaman da tamamlanmamıştır. Bunun nedeni çalışmanın yarım bırakılmasından sonraki dönemde Marx’ ın hukukun asıl kökenini kavraması ve siyasal sistemler içerisinde oturduğu yeri daha iyi algılamasıdır. Sonrasında böyle bir çalışmaya geri dönülerek çalışmanın tamamlanmasına ihtiyaç duyulmamış; tamamlama gereksiz hale gelmiştir. Marx’ a göre bundan sonraki dönemde yapılması gereken ise, hukukun açıklanmasından çok, kökeni üzerinde derinlemesine çalışmaktır.
Gerçekten de hukuk incelemeleri Marx tarafından derinlemesine ele alınmamış; bir yabancılaşma alanı olarak görülen hukuk, bir genel hukuk teorisi yaratacak şekilde teorileştirilmemiş; yalnızca aşılmaya çalışılmıştır ve sonuç olarak da aşılmıştır. Hegel’ in Hukuk Felsefesi’ nin eleştirisi yapılırken bunun yerine bir hukuk felsefesi yaratma ihtiyacı hissedilmemiştir; ayrıca Marx’ ın eserlerinden yola çıkılarak bir hukuk felsefesi yaratılması çalışmaları da başarıya ulaşmamıştır.
Hukuktan yola çıkılarak dünyanın açıklanmaya çalışılmasının “boş bir uğraş” olduğunu gören Marx, tersinden bir analizle ancak dünyadan, üretim güçlerinden, üretim ilişkilerinden, irade ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çatışmalardan yola çıkılarak hukukun sınıfsal bir bakış açısıyla açıklanabileceğini görmüştür. Böylece o döneme kadar hukuk-maddi dünya (üretim ilişkileri vs.) açıklaması yapmaya çalışan, diğer bir deyişle “baş aşağı duran” düşünceler, ayaklarının üzerine bastırılmıştır. Engels’ in de dediği gibi;
“Ekonomik, siyasal ve başka yansımalar, insan gözündeki yansımalar gibidir; bunlar dışbükey bir mercekten geçerler ve dolayısıyla başüstü, tersine biçimlenirler. Tek ayrılık, bunların tasarımında, bunları yeniden ayakları üstüne koyan bir sinir sisteminin olmayışıdır.”1
İşte Marx tam olarak bu sinir sistemini oluşturmuştur.
Özetle, Marksizmin yaratıcıları tarafından hukukun incelenmesinin nedeni, dünyayı hukuksal bir açıdan yaklaşılarak açıklama ve sorunlara bu çerçevede çözüm bulma çabalarına karşı koyarak, üstyapı araçlardan biri olan hukuk üzerinden, üretim sisteminin, üretim ilişkilerinin ve özel mülkiyetin çözümlenmesi üzerinde çeşitli çıkarsamalar yapılması ve dünyaya ancak sınıfsal bir bakış açısıyla bakılabileceğinin ortaya konulmaya çalışılmasıdır.
Hukukun kökeni
Hukuksal bakış açısının reddi ile hukukun kökenine inmeye başlayan Marx, hukukun kökeninin, ekonomi politikasının (ekonomi politiğin) içerisinde olduğu sonucuna varmıştır:
“Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin kökenlerinin Hegel’ in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.”2
Marx’ ın hukukun kökeni olarak gördüğü konu üretim ilişkileridir. Bunu, “…her üretim biçiminin kendi öz hukuki ilişkilerini, kendi öz hükümetini vb. doğurduğu…”3 sözüyle açıklamaktadır. Burada bir yandan üretim biçimlerinin (altyapının) hukuksal kurumlar, yönetim tipi vb. (üstyapı) üzerindeki etkisi konusuna değinilerek bir üstyapı kurumu olan hukukun kendi başına ele alınamayacağı ve altyapının üstyapı üzerindeki etkisi açıklanırken, diğer yandan da “her üretim biçimi” kullanımı ile tarihsel materyalizm anlayışının konu üzerindeki belirlenimi vurgulanmaktadır. Böylece hukukun tarihsel gelişim kalıplarından çıkarılarak kökeninin çarpıtılması çabalarına Marx tarafından cevap verilmektedir.
Marx’ ın hukukun asıl kökeni olarak belirlediği üretim ilişkileri ve bağlantı yaptığı tarihsel materyalizm konusunu Engels de şu şekilde ifade etmektedir:
“Marx, materyalist tarih anlayışıyla, insanların bütün hukuksal, siyasal, felsefi, dinsel vb. düşüncelerinin son tahlilde onların ekonomik yaşam koşullarından, ürünlerin üretim ve değişim tarzlarından geldiğini tanıtlayarak, işçi sınıfına bu iş için yardım etti.”4
Marx gerçekten hukuk konusunda da işçi sınıfına yardım etmiştir. Bu yardım; 1. Tarihsel materyalizm anlayışıyla incelenen üretim ilişkileri ile (önce kendisi, sonra da işçi sınıfı ve diğer sosyalist teorisyenler için) dünyaya (sistem çözümlemelerine) hukuksal bakışın temelsiz olduğunu kanıtlaması, 2. Altyapı-üstyapı belirlenimi ilişkisine bir ekonomist gözüyle bakma alışkanlığını yıkarak, ilişkiye sınıfsal karakter katması ve böylece bir üstyapı kurumu olan hukukun da sınıfsal bir konumda olduğunu göstermesi ile gerçekleşmiştir.
Proletaryanın da hukuksal bakış açısı yanılsamasından kurtarılabilmesi için egemen sınıfın taktırdığı boyalı gözlüklerin çıkarılması gerekmektedir:
“…işçi sınıfı için, burjuvazinin hukuk hayalî, işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetemez. İşçi sınıfının kendisi, şeylere ancak kendi gerçekleri içinde, hukuksal renklere boyanmış olmadan bakarsa, bu durumu [proleterleşme durumunu] tam olarak tanıyabilir.”5
Hukuka, bir üst yapı kurumu olması nedeniyle, Marx’ ın altyapı-üstyapı çözümlemelerinde bolca değinilmektedir. Toplumsal üretim ilişkilerinden oluşan altyapı, belirli toplumsal bilinç biçimleri olan üstyapının temelini oluşturmakta ve (tabii ki sınıfsal yapıyı unutmamakla birlikte) altyapı üstyapıyı belirlemektedir. Buradan da şu sonuç çıkmaktadır: Toplumsal gerçeklik, hukuksal gerçekliğin belirleyenidir.
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaştıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar kendi aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun üretim yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretimin tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”6
Ancak altyapı tek belirleyen değildir; üstyapının da altyapı üzerinde etkisi söz konusudur.
“Sonradan, herhangi biri ekonomik etken tek belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir ama çeşitli üstyapı öğeleri – sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçları – savaş bir kez kazanıldıktan sonra, kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb. – hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımlara katılanların beynindeki yanılsamaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışları ve bunların daha sonraki dogmatik sistemler halinde gelişmeleri, hepsi tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda ağır basarak onun biçimini belirlerler.”7
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, üretim ilişkileri (altyapı) ile birlikte devlet şekli, hukuk vb. (üstyapı) da değişmiştir.
“Dogmanın, tanrısal hukukun yerini, insan hukuku, kilisenin yerini devlet alıyordu. Kilise onlara onayını veriyor diye eskiden kilise ve dogma tarafından yaratılmış gibi kabul edilen ekonomik ve toplumsal ilişkiler, şimdi hukuk üzerine kurulmuş ve devlet tarafından yaratılmış olarak kabul ediliyordu.”8
Kilisenin tanrısal hukuku yerini, devletin insanal hukukuna; gökten gelen “ilahi adalet” yerini, devletin vatandaşları tarafından seçilenlerce yaratılan/oluşturulan “dünyevi adalet” e; “gönderilmiş/verilmiş adalet” yerini, “seçilmiş adalet” e bırakıyordu!
“Hukuksal dünya anlayışı”, bu değişim/gelişim sürecinin ürünüdür. Feodalizmden kapitalizme geçiş aşamasında, burjuvazinin oluşan yeni ekonomik koşullara uyarladığı dünya anlayışıdır. İşte, yaratılan, suni “dünyanın hukuksal bir bakış açısıyla yorumlanması ihtiyacı” da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısı, burjuvazi ve burjuva ideologları tarafından, iktidarın ele geçirilmesinden sonra, iktidarın korunabilmesi için, sömürü ilişkilerinin ve bu ilişkileri ortadan kaldıracak sınıfsal savaşımı ihtiyacının bir şekilde perdelenmesi gereksinimine denk düşmektedir. Hukuksal renklerle boyanarak kapatılmış kapitalist ilişkiler, ancak boyanın kazınmasıyla asıl rengini verecektir. Hukuksal rengin tonu ve kaç kat boyanacağı ise sınıf mücadelelerinin tonuna ve şiddetine bağlıdır.
Tarihsel materyalizm, Engels tarafından, Dühring’ in tarihsellikten kopuk tüm insanları ve tüm zamanları kapsamaya çalışan hukuksal öğretisini eleştirme noktasında da temel belirleyen olmuştur.
“İdeoloğumuz ne yapsa, ne dese boşuna, kapıdan attığı tarihsel gerçeklik, pencereden girer ve bütün dünyalar ile bütün zamanlar için ahlaksal ve hukuksal bir öğreti yaptığına inanarak, gerçekte kendi zamanın tutucu ya da devrimci ama gerçek tabanından koptuğu için bozulmuş, içbükey bir aynadaki gibi başaşağı olmuş bir imgesinden başka bir şey imal etmez.”9
Hukukun kökeni konusunda yapılabilecek bir diğer hata da üretim ilişkilerini köken olarak kabul etmekle beraber, bu kökenin hukukun tamamını kapsamasına izin vermemektir. Biraz açmak gerekirse, burada, hukuku ikiye ayırarak yapılacak bir özel hukuk-kamu hukuku sınıflandırması ve bunların ayrı kökenlere sahip olduğu saptamasının yanlışlığı söz konusudur. Kamu hukukunun doğrudan devleti taraf almasına karşın, özel hukukun bireyler arasında mevcut olması, özel hukukun temelini başka yerlerde arama sonucunu doğurmamalıdır. Her iki hukuk türü de mülkiyet üzerine çıkan sorunlarla ilgilenmektedir. Marx da bu noktayı ayrıca vurgulamaktadır:
“Eğer devlet ve kamu hukuku, ekonomik ilişkilerle belirlenmiş iseler, aslında belli koşullar içinde bireyler arasında var olan normal ekonomik ilişkileri onaylamaktan başka bir şey yapmayan medeni [özel] hukuk için de bu durum elbette aynıdır.”10
Özel hukuk kapsamında yer alan, evlilik, boşanma, evlat edinme, ölüm, vatandaşlık değiştirme vb. konular bireysel/insanal/iradi ilişkileri değil; mülkiyet ilişkilerini düzenlediğinden dolayı hukukun konusudur ve bu nedenle yasal mevzuatlarda yer almaktadır. Hukuk, evlilik ve boşanmada aşkı değil, mal birleşimi ve paylaşımını; evlat edinme ve ölümde, evlat sevgisi ya da yası değil, miras düzenlemelerini; vatandaşlık değiştirmede ülkesel aidiyeti değil, mal varlığının hangi ülkenin burjuvazisinin tekelinde olacağını konu edinmektedir!
Marx’ ın çözümlemeleri mülkiyetin kökeni konusunda da geçerlidir. Dünyayı hukuksal bakış açısıyla algılayabilmenin mümkün olmadığı sonucuna ulaşan Marx, mülkiyetin ne olduğunu konusunda, tarihsel bakış içerisinde, üretim ilişkileri ile bağlantılı olarak siyasal bir çözümleme yapmak gerektiği sonucuna varmaktadır. Mülkiyetin ne olduğunun anlaşılabilmesi için “salt hukuksal” yönünü incelemek bu yönde bir çözümleme yapmak yeterli olmayacaktır.
“Proudhon’ un ele aldığı şey, aslında bugün var olduğu biçimiyle modern burjuva mülkiyetiydi. Bunun ne olduğu sorusu, ancak ‘ekonomi politiğin’ bu mülkiyet ilişkilerini iradi ilişkiler olarak yasal ifadeleri içinde değil, gerçek biçimleri içinde, yani üretim ilişkileri olarak bir bütün içinde kucaklayan eleştirel bir tahliliyle yanıtlanabilirdi.”11
Hukukun yapısal çelişkileri
Hukukla ilgili diğer bir konu da hukukun üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkilerdeki değişimler sonucunda, değişim ihtiyacı hissetmesi ve değişmediği/değiştirilmediği oranda bu ilişkilerle çelişkiler yaşamasıdır.
“… ‘hukukun gelişmesi’ büyük bir ölçüde, ilkin ekonomik ilişkilerin, doğrudan hukuksal ilkelere çevrilmesinden doğan çelişkilerin giderilmesinden ve uyumlu bir hukuksal sistemin kurulmasına çalışılmasından ve sonra da daha sonraki iktisadi gelişmenin etki ve baskısıyla bu sistemin tuz buz edildiğinin ve yeni çelişkilere sürüklendiğinin anlaşılmasından ibarettir.”12
Kısaca, çelişkiler giderilmeye ve uyumlu bir hukuk sistemi yaratılmaya çalışılır; ardından tekrar çelişkiler ortaya çıkar ve tekrar giderilmeye çalışılır… Bu durum kısırdöngü içinde, bu şekilde devam eder. Burjuvazinin ideolojik tercihleri (sınıflar üstü hukuk yanılsamasını yaratma ihtiyacı) nedeniyle, bu çelişkiler hiçbir zaman yok edilemez.
Hukuk, yukarıda da belirtildiği gibi, statik bir kurum değildir; üretim ilişkilerine bağlı olarak değişim içindedir. Ancak bu değişim kendiliğinden olmaz. Her devlet (hukuk) sistemi içerisinde ayrı bir değişim modeli söz konusu olmakla birlikte, kapitalizmde (burjuva hukukunda) değişim devlet (burjuvazinin egemenliğindeki yasama, yürütme ve yargı) erkleri tarafından yapılır.13 Özel mülkiyeti güvence altına alma misyonu üzerinden şekillenen kurum, değişim gereksiniminin doğduğu hallerde tam bir ayak bağı haline de gelebilmektedir.
“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.”14
Ayak bağının ortadan kaldırılması için hukuksal değişiklikler kaçınılmazdır; ancak bu değişikliği yapmak siyasal açıdan sorunları giderse de ideolojik açıdan daha büyük sorunlar yaratabilmeye her zaman adaydır. Yapılan değişiklikler sonucu, hukukun sınıfsal karakterinin ortaya çıkması ve bunun sonucunda da “sınıflar üstü hukuk miti” ne zarar verilmesi her zaman için mümkündür.
Marx, hukuksal çelişkilerin diğer bir boyutunu, Meclis’ i ve vergi yasalarını eleştirdikleri için yargılandıkları Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi Davası’ ndaki ünlü savunmasında vurgulamıştır. Toplumsal gerçeklikte meydana gelen değişimler sonucu, bu gerçekliği soyutlayan hukuksal ifadede de değişim ihtiyacı kendisini gösterecektir. Değişime ihtiyaç duyulup da değişimin gerçekleştirilmediği oranda, toplumun hukuksal ifadesi (ya da hukukun somut yüzü) olan yasalar, Marx’ ın deyimiyle (ve bu durum gerçekten böyledir), bir kağıt parçası halini alacaktır! Marx, tüm hukuk yasaları için geçerli olan düşüncelerini, öznel olarak Kod Napolyon’ a (Fransız Medeni Kanunu) uyarlayarak şöyle demektedir:
“Elimde tutmakta olduğum bu Kod Napolyon, modern burjuva toplumunu yaratmamıştır. Tersine, 18. yüzyılda doğan ve 19. yüzyılda gelişen burjuva toplumu, hukuksal ifadesini bu Kod’ da bulmaktadır yalnızca. Bu toplumsal koşullara uygunluğu sona erer ermez bu Kod, basit bir kâğıt parçasına dönüşür.”15
Bu durum, her ne kadar yasaların varlığına halel getirmese, yasalar geçerliliğini yitirmese de uygulanırlığında engeller söz konusu olacak ve bu da meşruiyet sorununu gündeme getirecektir. Bu durum, hukuksal bir bakış açısıyla, hukukçuların yalnızca kendilerine ucu dokunduğu dönemlerde dillendirdikleri, yasaların/kuralların kağıt üzerinde olduğu ve böylece de uygulanmadığı sonucuna varabilecektir. Ama ancak buraya varabilecektir! Egemen sınıfın kendi hukukunu uygulamamasına rağmen, yine de hukuk sınıflar üstüdür!
Hukuk, kendi iç çelişkilerini gizlemek durumundadır. Burjuva hukuku kapsamında, maddi gerçeklik ile var olan maddi gerçekliğin egemen sınıfın düzenlemeleriyle yorumlanarak değiştirilmesi sonucu oluşan hukuksal gerçeklik, haliyle örtüşmemektedir. Burjuvazinin bu müdahalesi, sınıfsal egemenliğini gizleyerek sınıflar üstü eşitlik yanılsamasını yaratmak istemesinden kaynaklanmaktadır.
“Modern bir devlette hukukun, yalnız genel ekonomik duruma uygun düşmesi ve onun ifadesi olması gerekmez, aynı zamanda, kendi iç çelişkileri kendi kendini yaralamayacak sistemli bir ifade de olması gerekir. Ve başarının bedeli şudur ki, ekonomik ilişkilerinin yansısının aslına uygunluğu gittikçe bozulur. Ve bir yasanın sınıf egemenliğinin kaba, uzlaşmaz ve gerçek ifadesi olması hali çok daha seyrek görüldüğünden, bunun özellikle böyle olması gerekir; zaten böyle olmasaydı bizzat bu durum ‘hukuk anlayışı’ na ters düşmez miydi?”16
Hukuk, bir ifadedir. Hukuk; ifade olması, üretim ilişkilerinin, maddi gerçekliğin ifadesi olması nedeniyle soyuttur. Yasalar, kurallar, teamüller, içtihatlar vs. hepsi soyuttur. Ancak hukuk, salt bir soyutlama değildir; ayrıca somut araçlara da sahip bir kurumdur. Bu araçlar, yalnızca hukuk kalıpları içerisinde yer alan hukukçu (hakim, savcı, avukat, bilirkişi, vs.), mahkeme, hapishane ile sınırlı olmayıp, kamunun (burjuvazinin) güvenliğini sağlamakla görevli polisi ve daha “sorunlu” alanlarda/zamanlarda orduyu da içerisine almaktadır. Hukukçuların devlet tarafından atanmasına, mahkeme ve hapishanelerin devlet tarafından denetlenmesine, kolluk kuvvetlerinin devletin kontrolünde olmasına rağmen, yaratılan ideolojik yanılsamalarla, devlet, mevcut hukukun yaratıcısı olarak değil; ancak uygulayıcısı olarak görülmektedir/gösterilmektedir.
İçi boş hukuksal kavramlar
Marx, hukuksal bakışın oluşturduğu yasaların, devlet değil irade tarafından çıkarıldığı söylemine karşı, yasaların, devlet, diğer bir ifadeyle egemen sınıf tarafından ve kendi çıkarları doğrultusunda çıkarıldığını belirtmektedir. Tüm yasaların/kuralların sınıfsal bir kökeni vardır.
“…devlet egemen bir sınıfın bireylerinin onun aracılığıyla kendi ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim, içinde bir çağın bütün sivil toplumunun özetlendiği bir biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, bütün kamusal kurumlar devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar. Bu yüzden yasanın iradeye dayandığı, hatta daha iyisi, özgür iradeye dayandığı kuruntusu, somut temelinden kopmuştur. Aynı biçimde hukuk da yasaya dayandırılmıştır.”17
Hukukun görünen/gösterilen yüzü, yani dış görünüşü ile içeriği arasında farklar vardır. Dıştan bakıldığında, salt insanal ilişkilerle ilgilenen ve bu ilgilenim sırasında egemen sınıfın baskın karakterinden bağımsız, sınıflar üstü, herkese karşı aynı mesafede, toplumun yaratıcısı ve sürdürücüsü, kısaca tüm toplumun iradesinin sesi olarak görünen hukuk, içerisine girildiğinde dış görünüşünden tamamen farklı bir profil çizmektedir. Bu dış görünüş-içerik ayrımı, kendiliğinden ortaya çıkan bir ayrım değil; bilakis egemen sınıfın ideologlarının hummalı çalışmaları sonucu üretilen ideolojik bir tercihtir. Yüzeyden bakılınca bulanık görünen hukuksal kavramlar, içlerine girildiğinde netlik içinde asıl anlamlarını ele vermektedir.
Hukuk, egemen sınıfın içi boş kavramları ile ideolojik bir saldırı alanına dönüşmektedir. Özgürlük, eşitlik, adalet, güvenlik, bağımsızlık vb. kavramlar son kertede, özgür meta mübadelesine, eşitsiz proleter-burjuva akitlerine, özel mülkün temeli burjuva adaletine, burjuvazinin güvenliğine, proleterin burjuvaya ve sisteme bağımlılığına vb. evrilmektedir. Sınıflar (ya da devlet) üstü bir hukuk anlayışı, bireylerin/sınıfların hukuk karşısında eşit olduğu masalıyla eşitsizliği kanıksatmaktadır. Engels de buraya işaret etmektedir.
“[Evlilik sözleşmesi gibi] iş sözleşmesi de taraflar arasında özgürce yapılmış sayılır. Ama bu özgürlük, taraflar arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kağıt üzerinde kurulmasına dayanır. Sınıfsal konumlar arasındaki farkın taraflardan birine verdiği güç, bu güçlü tarafın diğeri üzerindeki baskısı -iki tarafın gerçek iktisadi durumu- bütün bunlar yasayı hiç ilgilendirmez… Gerçek yaşamın oynandığı hukuk kulislerinin ardında olup bitenler ve bu özgür onamanın ne biçimde sağlandığı, yasayı da hukukçuyu da hiç ilgilendirmez.”18
Gerçekten de hukukçu gözünde, hukuksal durum ile maddi durum birbirine eşdeğerdir. Bürokratik ilişkiler bakımından devlete, diğer hizmet kurumlarındakinden (eğitim, sağlık vs.) daha fazla bağlı olan hakim ve savcılar, maddi yaşama, hukukun boyalı gözlüklerine ilave olarak, at gözlükleriyle bakmaktadırlar. Marx, Paris Komünü’ nü anlatırken adalet görevlilerine de değinmektedir:
“Adalet görevlileri, daha sonra bozmak üzere, sırayla bağlılık yemini etmiş bulundukları art arda gelen bütün hükümetlere aşağılık bağımlılıklarını gizlemekten başka bir işe yaramayan o yapmacık bağımsızlıktan yoksunlaştırıldılar.”19
Hukukun ve kadrolarının “bağımsızlık” ı, aslında “burjuvaziye saygıyla bağlılık” tan başka bir şey değildir. Hukukçular için hukuk, onların yaşam sularıdır ve bu suyu bulandırmak isteyenler, hukuk önündeki eşitlik gereği (kızışan rekabet nedeniyle birleşik büyük burjuvaların küçük burjuvaları yediği dönemler hariç tutularak) burjuvaziden olmamak şartıyla (!) hangi sınıftan olduğuna bakılmaksızın cezalandırılmalıdır! Böylece kızıl renk olmak şartıyla (!), “özgürce” istenilen renk cezalandırılabilecektir! Gerçek, yalnızca hukukçunun devekuşu misali kafasını gömdüğü kanunların içerisindedir!
“…işbölümü sonucunda o işin özerkliğe ulaşması [ile]; herkes kendi işine gerçek gözüyle bakar. Zanaatları ile gerçek arasındaki bağ konusunda, zorunlu olarak, zaten mesleğin kendi doğasının gerektirdiği kadar hayaller kurarlar. Hukukta, siyasette vb. bu ilişkiler bilinçte kavranırlar; bu kişiler, bu kavramların üstüne çıkamadıklarından, bu ilişkiler konusunda sahip oldukları kavramlar, onların kafalarında sabit kavramlardır: Sözgelimi yargıç, yasaları uygular ve bunun için de mevzuatı gerçek etkin devindirici olarak kabul eder.”20
Özgürlük kavramı da hukuk içerisinde eritilen kavramlardan bir diğerini oluşturmaktadır. Özgürlük, maddi varlığından koparılarak, burjuva özgürlüğünün hukuksal görünüşü sınırlarına indirgenmektedir. Buna göre herkes doğuştan özgürdür; ancak kamu güvenliği (ya da Marx’ ın çok güzel betimlediği gibi burjuva güvenliği) sınırlarını (aşmamak değil) zorlamamak koşuluyla! Bu özgürlük, “yasal” isimlendirmeyle “ikinci fıkra özgürlüğü” olarak da terimleştirilebilir. Tüm burjuva anayasaları ve yasaları (Fransız Anayasası’ ndan günümüz anayasa ve yasalarına, uluslararası sözleşmelere değin), birinci fıkrada verdikleri “sınırsız” özgürlüğe, ancak bir diğer fıkraya kadar tahammül edebilmektedir. Birinci fıkrada verilen “sınırsız” burjuva özgürlüğü, sınırlarını ikinci fıkrada çizmektedir. Marx, Brumaire’ de 1848 Fransız Anayasası’ nı ele alarak şunları söylemektedir:
“…bu temel yasalar, düzenin dostları tarafından pişirilip kotarılmış ve bütün bu özgürlükler, burjuvazinin, toplumun öteki sınıflarının eşit haklarına dokunmadan yararlanabileceği bir biçimde düzene konulmuştur. Bu temel yasalar, ne zaman bu özgürlükleri öteki sınıflara tümden yasaklasa ya da yalnız, polis tuzaklarından başka bir şey olmayan koşullar altında kullanılmalarına izin verse, bu daima anayasanın buyruklarına uygun olarak, yalnızca ‘kamu güvenliği’, başka bir deyişle burjuvazinin güvenliği yararına olmuştur. Bunun içindir ki sonradan, bütün bu özgürlükleri ortadan kaldıran düzenin dostları olsun, bu özgürlükleri eksiksiz isteyen demokratlar olsun, her iki taraf da haklı olarak iddialarını anayasaya dayandırmışlardır. Anayasanın her paragrafı gerçekten de kendi karşı savını, kendi lordlar kamarasını, kendi avam kamarasını içerir: Metinde özgürlük, sayfa kenarında bu özgürlüğün kaldırılması.”21
Bir yasanın birden fazla görüş tarafından kendi lehine yorumlanabilmesi mümkün olmasına rağmen, sonuç olarak yasanın gerçek yorumu, sınıfsal bir karşı koyuş olmadığı müddetçe, her zaman için egemen sınıfın yorumu olmaktadır. “Karşı yorumlar” her zaman sınıfsal aidiyet üzerinden de yapılmamaktadır. Yorum yapma, genel olarak mahkemelerin ve özel olarak yargıçların yetkileri dahilinde olduğundan, bazı durumlarda kendini proleter olarak görmeyen bir yargıcın, sadece yasayı/kuralı algılayışı üzerinden egemen sınıfça “kabul edilemeyecek” bir yorum yapması da mümkündür. Ancak bu bireysel yorumun önünün kesilmesini sağlayan bir can sibobu, üst mahkeme (temyiz mahkemesi), gerektiğinde yargıcın “aklını başına toplaması için” kararı geri gönderebilmekte ya da kendi yorumuyla kararı değiştirerek geçirebilmektedir. Bunun da işe yaramaması durumundaysa (ki bu durum zayıf halka kapitalist ülkelere mahsustur ve onlarda bile çok nadir görülür), “kolay yoldan”, yani yasal değişiklikler yerine kadrosal değişiklikler yapılarak, sorun “yasal” olarak çözülebilmektedir!
Yorum imkanı, katı bir hususun olmaması durumlarında kullanılan bir yoldur. Tabii ki, burjuvazinin aşırı gereksinmesi durumunda, katı hususlar üzerinde de “mucizevi” yorumlar yapılması, her nasılsa o güne kadar görülemeyen “gizli anlamlar” ın çıkartılması da mümkündür. Diğer yandan, bir hususun esnek hazırlanması üç nedenden kaynaklanabilir: 1. Nadiren görülen bir şekilde yasa/kural koyucunun gözünden kaçması 2. Konjonktürel nedenlerle her iki yoruma da ihtiyaç duyulabilmesi 3. Asıl haliyle çıkarılacak yasanın/kuralın sınıfsal kimliğini çok açık belli ederek, sınıflar üstü hukuk anlayışına zarar verebilecek olması. Her ne nedenle olursa olsun bunlar “hukuksal boşluklar” ı yaratmaktadır. Boşlukların doldurulması ise yine sınıf savaşımlarına bakmaktadır.
İdeolojik yanılsamalar sonucunda, salt hukuki mücadele yoluna başvuranlar, daha yasalar tarafından kendilerine verilen “özgürlüğü” okuyamadan, burjuvazi, o “özgürlüğü” bile çoktan demir parmaklıkların ardına tıkmıştır. Yok edilen gerçek özgürlük, yerini sınırları çizilmiş yasal burjuva özgürlüğüne bırakmıştır.
“Daha sonraları özgürlük sözüne saygı gösterildiği ama onun gerçek uygulaması kuşkusuz yasal yollarla yasaklandığı sürece her ne kadar gerçek varlığı tamamen yok edilmiş olsa da özgürlüğün anayasal varlığı tam ve dokunulmamış olarak kaldı.”22
Son olarak değinilmesi gereken diğer bir konu da “Burjuva hukukun iyisi kötüsü olur mu?” sorusudur. Engels bu konuda Prusya yasaları ile Fransız Medeni Yasası’ nı karşılaştırarak şu sonuca varmaktadır:
“…burjuva hukukunun hükümleri toplumun ekonomik varlık koşullarının hukuksal bir biçimde ifadesinden başka bir şey değilse de bu koşullara göre iyi ya da kötü bir şekilde yapılabilir.”23
Engels, Fransız hukukunu, Fransız devriminin toplumsal başarılarına dayandığı ve onları hukuk alanına aktardığı için tek modern burjuva hukuku saymaktadır. Tabii ki, buradan burjuva hukukunun proletarya açısından iyi sonuçlar doğuracağı kanısına kapılmamak gerekir. Burada anlatılan ve ülkelerin hukukları arasında fark yaratan sadece, devletin (hukukun) ne kadar baskıcı olduğudur. Burada bir kıstas ortaya çıkmaktadır: Hukuk devleti-polis devleti. Hakların/”özgürlüğün” kullanılması noktasında daha az baskı yapan devlet modeli, hukuk devleti adını alırken; kullanımda fazla sorun çıkaran ve gerektiğinde zor yoluyla baskı yapan devlet, polis devleti kapsamında yer almaktadır. Bu noktada hukuk devleti Fransa’ nın hukuku ile polis devleti Prusya’ nın hukukunu karşılaştıran Engels, aradaki açık farktan dolayı hukuksal hükümlerin iyi (kötü) ya da kötü (daha kötü) olabileceği sonucuna varmıştır.
Nasıl mücadele etmeli?
Marx ve Engels’ in bütün bu eleştirilerinden sonra akla şu soru gelecektir: Sosyalist iktidar hedefi doğrultusunda hukuksal mücadeleye yer yok mudur? Ve bu sorunun cevabına göre sorular çoğalacaktır: Yoksa neden? Varsa nasıl? vs…
Hukuksal mücadele, proletarya tarafından, iktidarın burjuva sınıfça ele geçirilmesinden sonraki dönemlerde burjuvaziye karşı kullanılmaya başlandı. Proletarya tarafından, burjuvazinin feodaliteye karşı attığı “hukuksal eşitlik” nidaları daha da yüksek seslendirilmeye başlandı.
“Nasıl ki eskiden burjuvazi, soyluluğa karşı savaşımında geleneğe uygun olarak tanrıbilimci dünya anlayışını belli bir süre daha beraberinde sürüklediyse, başlangıçta proletarya da hasmından hukuksal kavramları aldı ve oradan burjuvaziye karşı silahlar sağlamaya çalıştı. İlk proleter siyasal oluşumlar gibi bunların teorisyenleri de salt ‘hukuksal olan’ üzerinde durdular.”24
Sosyalizm mücadelesi içerisinde hukuksal mücadeleye de yer vardır; ancak bu hukuksal mücadele yalnız başına bir mücadele biçimi şeklinde, yani “salt hukuksal mücadele” olarak değil; siyasal mücadele içerisinde eriyen bir karakterde olmalıdır. Proletarya ve onun öncü partisi, hukuki taleplerinden/savaşımından feragat etmeyecektir. Ancak bu mücadele, sosyalist iktidar hedefinde sapmalara da neden olmamalıdır. Öncü parti, burjuvaziye karşı siyasal alandaki mücadelesine ek olarak, hukukun da alanlarından birini oluşturduğu ideolojik mücadeleye de yer verecektir. İdeolojik alanda ortaya çıkan ya da açılan boşluklar doldurulabildiği müddetçe, bu alandaki savaşım sonuç vermeye müsaittir.
Sonuç
Hukukun (sosyalizmi kapsam dışında bırakarak) siyasal sistemler içerisindeki görevi, özel mülkiyet ilişkilerini şematize etmek, bunlara yönelen ya da buna teşebbüs eden saldırıları yasaklamak; aksi davranışları “yasal sınırlar” içerisindeki yaptırımlarla cezalandırmak ve böylece de egemen sınıfın üretim araçları üzerindeki egemenliğini güvence altına almaktır. Burada “yasal sınırlar” teriminin kullanılmasının nedeni, hukukun cezalandırma yönteminin “yasal sınırlar” da kalmasına karşın, devletin cezalandırma yöntemlerinin bununla sınırlı olmamasıdır! Hukukun işlevi, egemen sınıfın ekonomik ve siyasal saldırıları altında sömürülen sınıfı, ideolojik olarak da sarmalamak, sömürüyü perdeleyerek sömürü ilişkilerinin dışına çıkılmasını önlemektir. Oluşturulan hukuk yasalarının/kurallarının, üretim ilişkilerinden değil; iradi ilişkilerden kaynaklandığı söylemine karşı söylenebilecek tek söz, eğer bir iradeden söz edilecekse, bunun da egemen sınıfın iradesi olduğudur. Marx, bunu Komünist Manifesto’ da şu şekilde özetlemektedir:
“Kendi düşünceleriniz, kendi burjuva üretim ve burjuva mülkiyetinizin koşullarının ürününden başka bir şey değildir; nasıl ki hukukunuz, sınıfınızın herkes için bir yasa haline getirilmiş istencinden, esas karakteri ve doğrultusu sınıfınızın varlığının iktisadi koşulları tarafından belirlenen bir istencinden başka bir şey değilse.”25
Hukuk, egemen sınıfın iradesini, yasa olarak kutsallaştırmasıdır. Ancak yine de eklemek gerekir ki hukuk, üretim ilişkilerinin tam bir yansıması değil; sınıf savaşımlarıyla harmanlanmış şeklidir.
Marx’ ın hukuk üzerine söyledikleri, sadece feodal hukuk ve özellikle de burjuva hukukunu ele aldığı için yapıcı olmaktan çok, eleştireldir. Burada yapıcı olmamakla kastedilen, kapitalizm sonrasında, sosyalizmde söz konusu olacak hukuk anlayışının “ön açıcı” taşlarını koymamasıdır. Sosyalizme geçiş sürecinde ve de geçiş sonrasında burjuva hukukundan ne kadar bağımsız sosyalist bir hukukun var olacağı, ne tür hukuksal kurumları kullanacağı ya da hangi genel ilkeleri benimseyeceği hakkında açıklamalar mevcut değildir.
Marx ve Engels tarafından genel bir hukuk teorisi yaratılmaması, daha sonraki dönemde sosyalizmin ete kemiğe büründüğü Sovyetler Birliği’ nde de büyük bir sorun olmuş; Marksizmin sosyalist hukuk başlığında ortaya koyduğu bir “ön açıcı” yargının da bulunmamasıyla birlikte, sosyalizmde hukukun sönümlenmesi gerekip gerekmediği konusu, özellikle Komünist Akademi içerisinde uzun süre tartışılmıştır. Üzerinde çokça durulan sosyalizm ve hukuk başlığı Sovyetler Birliği deneyimine rağmen hâlâ birçok soru işaretini içinde barındırmakta; özel olarak incelenmesi ve yeniden üretilmesi gereken önemli bir konuyu oluşturmaktadır.
Sosyalist hukuk, halkın iradesini, hem de sadece biçimsel olarak değil, içerik olarak da halkın iradesini temsil edecektir. Ancak yine de içerisinde burjuva hukukundan nüveler bulunduracak olması kaçınılmazdır. Tabii ki, yalnızca bayraklar göndere çekilene kadar…
“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne köleleştirici bağımlılıkları ve bu arada zihinsel emek ile bedensel emek arasındaki karşıtlık sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil ama kendisi yaşamsal gereksinim olduğu zaman; bireylerin çok yönlü gelişmeleri, üretken güçlerini de artırdığı ve kooperatif zenginliğin bütün kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılabilir ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!’ “26
Dipnotlar ve Kaynak
- Engels, Friedrich, “Conrad Schmidt’ e Mektup”, Din Üzerine, Sol Yayınları, 1995, s.260-261.
- Marx, Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 1993, Önsöz, s.22-23.
- Marx, a.g.y., s.225.
- Engels, Friedrich, “Hukukçular Sosyalizmi”, Din Üzerine, Sol Yayınları, 1995, s.253.
- Engels, a.g.y., s.253.
- Marx, Ekonomi Politiğin…, Önsöz, s.23.
- Engels, Friedrich, “Joseph Block’ a Mektup, Din Üzerine, Sol Yayınları, 1995, s.256-257.
- Engels, “Hukukçular Sosyalizmi, s.253.
- Engels, Friedrich, Anti-Dühring, Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Sol Yayınları, 1995, s.163.
- Engels, Friedrich, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, 1992, s.52.
- Marx, Karl, “J. B. Schwaitzer’ e Mektup”, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, Sol Yayınları, 1977, s.30.
- Engels, “Conrad Schmidt’ e Mektup”, s.265.
- Burada bir işbölümü söz konusudur. Yasama organı tarafından kabul edilen değişiklikler, yürütme organı tarafndan kanunlaştırılır. Yargı organına ise, bunları uygulama görevi biçilmiştir. Tabii ki, hukuksal boşluklar söz konusu olduğunda (ki bu duruma sıkça rastlanır), yargı erkinin içtihatlarıyla değişimi kısa yoldan yerleştirme imkanı da bulunmaktadır.
- Marx, Ekonomi Politiğin… , Önsöz, s.23.
- Marx, Karl, “Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi Davası”, www.marxist.org/archieve/marx/1849/02/07.htm, 09.08.2004.
- Engels, “Conrad Schmidt’ e Mektup, s.264.
- Marx, Karl-Engels, Friedrich, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 1999, s.116.
- Engels, Friedrich, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 1990, s.77.
- Marx, Karl, Fransa’ da İç Savaş, Sol Yayınları, 1991, s.58.
- Marx-Engels, Alman İdeolojisi, s.118-119.
- Marx, Karl, Louis Bonaparte’ ın 18 Brumaire’ i, Sol Yayınları, 1990, s.30.
- Marx, a.g.y., s.31.
- Engels, Ludwig Feuerbach…, s.52.
- Engels, “Hukukçular Sosyalizmi”, s.252.
- Marx, Karl-Engels, Friedrich, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, 1998, s.136.
- Marx, Karl-Engels, Friedrich, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, 2002, s.30.