Bir çerçeve yazısı1 üzerinden teorik tartışmaya katılmanın birden çok yolu olabilir.
Daha doğrusu seçilen yol bir yana, bir çerçeve yazısı teorik tartışmanın sürdürülmesinde çeşitli şekillerde değerlendirilebilir.
Çerçeve yazısının oluşturduğu zemin üzerinden bazı özel kavramlar üzerinde yoğunlaşıp, sözkonusu çerçevenin bu özel kavramlar üzerinden derinleştirilmesi bir yoldur. Bu yol seçildiğinde, çerçeve yazısının genişlemesine yayıldığı teorik alanda bir nokta seçilerek bu nokta üzerinde sondaj yapılacak ve bir bakıma sağlanan teorik platformun varlığının sağladığı rahatlıkla seçilen nokta üzerinde bu platform zenginleştirilecektir.
Bir diğer yol (ve belki daha kolay olanı), çerçeve yazısının sunduğu bazı zenginliklere dikkat çekmek ve bu zenginliklerin sağlamlaştırılmasına dönük katkılarda bulunmaktır. Bir tür alt çizmeden kenar notları oluşturmaktan söz ediyorum. Bunun bir açıdan kolaycılık sayılabileceğini söylemiş oldum. Öte yandan, özellikle çerçeve yazısının oluşturduğu teorik platformla tam bir uyuşma olduğunda, pekala bu yol seçilebilir. Bu ne bir kişiliksizlik göstergesidir. Ne de “ikinci yazar”ın tembelliğine, şakşakçılığına yorulmalıdır.
Son olarak elbette, çerçeve yazısının kendisindeki bazı keskinlikleri, deyim yerindeyse riskli bulunan yönleri törpülemek ya da belki bu keskinliklerin bazı uç sonuçlarının yaratacağı olumsuzluklara dikkat çekerek bunlara karşı önlemler almak yolu vardır. Çerçeve yazısıyla oluşturulan platformun da korunmasına dönüktür bu yaklaşım. (Aslında diye başlamak gerekir belki.) “İkinci yazar”, bir bakıma çerçevenin genel yararlılığını korumak adına, olası yaş tahtaları ayak altından kaldırır. Söylenenler iyidir, hoştur ama şu türden yorumlara da kapıyı kapatmak gerekir. Ya da genel hatlarıyla oluşturulan çerçeve çok önemli bir doğrultuyu göstermektedir, ama şu şu eksiklerinin giderilmesi, şu şu kör noktaların açılması gerekir.
Bu satırların yazarı, “ikinci yazar” olarak bu yollardan birini seçmemeyi uygun görüyor.
Açıkçası ben, Haluk Yurtsever’in çerçeve yazısının oluşturduğu teorik platformun köklü bir eleştiriye ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kenar notları yazmak, “zemin güzel, ben biraz oynayayım” demek, ya da “ama şunlara da dikkat etmek gerekir” türü törpülemelerle yetinmek benim seçtiğim yol olmayacak. Ben Yurtsever’in yazısında katılmadığım bazı noktalara karşı çıkmak ve bazı itirazlarımın karşılığı olarak, itirazıma konu olan meselenin, elbette bana göre, doğrusunu ortaya koymak yolunu seçeceğim.
İlk cümle ile başlayabilirim. Devam ile görüleceği üzere, aslında Haluk yoldaşın yazısının başlığıyla da başlayabilirdim.
“Marksistler açısından devlet sorunsalı, devletin hangi gelişme ve nedenlerin sonucu olarak ortaya çıktığı, modern toplumda hangi ihtiyaç ve işlevleri karşıladığı, hangi koşul ve ilerlemelerle sönebileceği ve siyasal devrim ve toplumsal kurtuluş hedefleri bağlamında devlete nasıl yaklaşılacağı sorularında odaklaşmaktadır.” 2
İki itirazım, daha doğrusu, bir düzeltme ve bir itirazım var.
Düzeltmem şu: Marksizmin “devlet” üzerine eğilmesi, bu kavramı (daha doğrusu, bu kavramla karşılanan tarihsel yapılanmayı) özgül bir alan olarak ele alıp, açıklamaya çalışma ihtiyacından kaynaklanmamaktadır. Açıkçası, örneğin anarşizmden farklı olarak, devleti toplumsal eşitsizliklerin ve zulmün başı ve sonu olarak görmeyen bir düşüncenin, devlet üzerine Yurtsever’in sıraladığı sorularda odaklandığını söylemek, bence çok yerinde değildir. Devletin, marksist çözümleme içinde (bir üstyapı kurumu olarak) bulduğu ağırlıklı yer, bir sosyal olgu olarak devleti açıklama ihtiyacı ile de tam olarak açıklanmamalıdır. Zira bir “sosyoloji” yöntemi olarak ortaya çıktığını söyleyemeyeceğimiz marksizm, “sosyal olguları” açıklama kaygısından da hareket etmemektedir.
Bir bakıma, devletin kazandığı ağırlığın önemli nedeni, marksizmin sınıf merkezli olarak oluşturduğu “üreten toplulukların gelişimi” olarak tarih anlayışında, sınıfların gelişiminin bir dolayımı olarak ortaya çıkan devletin, sınıfların mücadelesinde özellikli bir yer tutmuş olmasıdır.
Elbette okur, haklı olarak “devleti sınıf merkezli bir tarihselciliğin üzerine oturttuktan sonra anılan sorularda odaklanmak mümkün değil midir?” diyecektir. Haklıdır.
İtirazım da zaten bu noktada geliyor. Bu şekilde oluşan marksist devlet kuramında, “devletin hangi koşul ve ilerlemelerle sönebileceği” sorusu odakta durmamaktadır. Hatta bu soru, kendi başına bir “spekülasyon”dan öteye gidemez marksistler için.
Marksizm, devletin sınıf egemenliğinin bir ürünü olarak ortaya çıktığını ve sonrasında da sınıf egemenliğinin araçlarından/alanlarından birisi olarak özgül bir varlık olarak değerlendirilip, analiz edilmeyi hak ettiğini öne sürmektedir. Buradan hareketle, sınıfların oluştuğu üretim ilişkilerinin tasfiyesinden bağımsız olarak devletin ortadan kaldırılamayacağını; devletin, yani sınıf egemenliğinin bir boyutu/parçası/aracı olarak örgütlü zorun ortadan kalkmasının, sınıfları oluşturan üretim ilişkilerinin ortadan kalkmasıyla mümkün olduğunu söyleriz.
Öte yandan, çıkış noktası “devleti nasıl ve hangi koşullarda ortadan kaldırabiliriz” değildir.
Öklidyen uzayda, “üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir” cümlesi, “180 derece nedir” sorusunun yanıtı değildir. Onun gibi.
Bu nokta o kadar önemli mi? Ya da bu söylediklerimin bir söz ya da mantık oyunu, hatta bir demagoji olmadığından emin miyim?
Bana kalırsa, üzerinde durduğum yanlış kavrayış, Haluk Yurtsever’in yazısında bir dizi sorunun da başlangıç noktasını oluşturuyor. Bu yanlış odaklanma yüzünden “sosyalizm”, “proletarya diktatörlüğü”, “komünizmin evreleri” gibi bir dizi konuda belirgin tutarsızlıklar, çelişkiler ortaya çıkıyor.
Açıkçası, proletarya diktatörlüğü ile “devletsizliğe geçiş problemi”ni yan yana koyarak (Yurtsever’in yazısının başlığı bu), “devlet ve devrim” alanında tutarlı bir yol bulmanın kolay olmadığını sanıyorum. Lenin’in Devlet ve Devrim çalışmasında, ilerde ele alacağım kasıtlarla, “devletsizlik” kavramını fazlaca vurgulamış olması, bir gerekçe oluşturuyor belki, ama yeterli ve haklı bir gerekçe değil.
Sosyalizm, geçiş toplumu, proletarya diktatörlüğü
Yurtsever’in yazısında sözünü ettiğim yanlıştan kaynaklanan tutarsızlıkların ilki, bu kavramlar etrafında yürüttüğü tartışmada karşımıza çıkıyor.
“Özetle, proletarya diktatörlüğü kapitalizmden komünizme siyasal geçiş döneminin biçimidir; proletarya diktatörlüğü devletsizliğe geçiş misyonuyla yüklü, “devletli” bir toplumdur; “sosyalizm” diye kendi başına bir toplumsal ekonomik formasyon yoktur; geçiş sosyalizme değil, komünizmedir; sosyalizm ancak komünizme referansla anlam ifade eden bir kategoridir: Komünizmin alt evresi. Komünizmin alt evresi sosyalizm, sınıfsız toplumdur. Devlet, ancak kalıntı biçiminde vardır. Dünya çapında bütün sınıflar ortadan kalkmadığı, kafa ile kol emeği, kır ile kent, kadın ile erkek arasındaki işbölümü yok olmadığı, kendi kendini yönetim bir alışkanlık haline gelmediği sürece bu kalıntı var olmaya devam edecektir, vb… Toplumsal işbölümünün, dolayısıyla hükmetme ilişkisinin ortadan kalktığı aşama ise komünizmin üst evresidir. Geçiş döneminin devleti olan proletarya diktatörlüğü dönemi ise henüz sınıflı toplumdur; komünizmin alt evresi anlamında sosyalizm değildir.” 3
Buradaki tanımı bir miktar süzebilirim sanıyorum:
Sosyalizm, komünizmin alt evresidir.
Sosyalizm, ayrı, kendi başına bir toplumsal-ekonomik formasyon değildir.
Sosyalizmde devlet, ancak kalıntı biçiminde vardır, çeşitli türleriyle işbölümü yok olmadığı ve kendi kendini yönetim bir alışkanlık haline gelmediği için bu böyledir.
Toplumsal işbölümü, dolayısıyla hükmetme ilişkisinin4 ortadan kalktığı aşama, komünizmin üst evresidir.
Proletarya diktatörlüğü, komünizmin ne alt, ne de üst evresiyle ilişkilendirilemez. Proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden çıkışın siyasal biçimidir ve komünizmin alt evresinde (devletin, dolayısıyla her türlü sınıf diktatörlüğünün ancak kalıntı halinde bulunabileceği bu evrede) de, üst evresinde de yeri yoktur.
Öncelikle, komünizmin alt evresi ile üst evresini nasıl ayırıyoruz? Skolastik bir “kavram” tartışmasından söz etmiyoruz burada. Bilindiği gibi bu ayrım, büyük ölçüde, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi metnine referansla yapılmakta. Bir yönüyle oldukça somut ve pratik bir çözümlemenin ürünü. Ve bir yönüyle de Marx’ın müthiş soyutlama gücünü gösterdiği bir ayrım bu.
Bu iki vurguyu şu nedenle yapıyorum: Ünlü metinde, Marx’ın komünist toplumu, “kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş olan” bir toplumsal formasyon olarak tanımlama konusundaki en açık ifadeleri yer alır. Öte yandan, yine Marx, burada belirli soyutlamalar ve ilkelerin ötesine geçerek tasvir etmeye kalkışmaz komünizmi.
Konumuza dönelim.
Bana kalırsa, Gotha Programının Eleştirisi‘ndeki ayrımın özü, devletle ve toplumsal işbölümü ile ilgili değildir. Haluk yoldaşın sosyalizme “devletin kalıntıları”nı bırakması bir yana, komünizmin ileri evresi ile bu alt evresi arasındaki fark da, devletin ve işbölümünün varlığı ile ilgili değildir.
Temel fark, alt evrede toplumsal ürünün paylaşımında halen burjuva ilkenin geçerli olmasıdır: Herkese emeğine göre. Bireysel emekçi, toplumsal üretimden payını topluma sunduğu emek miktarının karşılığı olarak almaktadır.
“Örneğin sosyal işgünü, bireysel iş saatleri toplamını temsil eder; her üreticinin birey olarak iş zamanı, sosyal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan şu kadar emek verdiğini tespit eden bir bono alır (bunda kolektif fonlar için sarfetmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve bu bono ile, toplumun üretim maddeleri stoklarından emeğinin eşit bir miktarının maliyeti kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu emek miktarını, ondan başka bir biçimde geri alır.” 5
“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre!” 6
Burada, kapitalizmden kendi özgün temelleri üzerinde komünizme geçiş, bir süreç olarak tanımlanmakta ve bu sürecin alt evresinde “emeğin karşılığı ücret” burjuva ilkesinin varlığına işaret edilmektedir. Elbette kademe kademe ortadan kalkan bir ilke.
Söylenen basitçe şudur: Toplumsal üretimin, yeniden üretim için gerekli olan kısmı (makinelerin amortismanı, hammadde vs.) ayrıldıktan sonra kalan bölüm ikiye ayrılır. Birinci bölüm, toplumsal fonlar olarak toplumun tüm bireylerine eşit olarak pay edilir (Buradaki paylaşmayı ve eşitliği sağlayan, bu fonlarla karşılanan ihtiyaçların toplumsallığı ve herkes için eşit dağılmış olmasıdır. Yani herkese eşit miktarda verilen “para”dan değil, herkesin eşit haklarla kullandığı toplumsal olanaklardan söz ediyoruz) ve ikinci bölüm herkese emeğine7 göre dağıtılır.
Kapitalizmden geldiği haliyle alt evrede, bireysel emekçinin ücreti içinde birinci bölümün (toplumsal fonlardan yararlanma) payı daha düşükken, komünizmin ileri evresinde baskın çıkacak olan tüm topluma eşit dağılan (daha doğrusu ihtiyaçları ölçüsünde dağılan) genel fonlardır.
Bana kalırsa, sosyalizm – komünizm ayrımının ve bu ayrım üzerine yürütülen tartışmanın devlet terimleriyle tanımlanması yersizdir.
Hatta skolastik bir tartışmanın kapısını aralamak istersek, diyebiliriz ki, burjuva ilkenin, yani toplumsal üretimin “aslında” eşit olmayan dağıtımının geçerli olduğu yerde, devlet de olacaktır. Bunun gerçekten bir devlet mi, yoksa “devletin kalıntısı mı” olduğu tartışması skolastiğin ta kendisi olur.
Skolastik olmayacak bir tartışma, komünizmin alt evresi denilen ve henüz yaratılan değerin toplumsal paylaşımında burjuva ilkenin geçerli olduğu dönemde8 , eşitliği değilse bile adaleti ve mutlak eşitliğin henüz sağlanamadığı yerde toplumsal birlik ve dayanışmayı sağlayacak olan aracın ne olduğudur. Kanımca bu açıkça devlettir. İlerde açmaya çalışacağım. Herkese emeğine göre ilkesinin varlığı, işçi sınıfının ve daha geniş olarak emekçi sınıfların bütünlüğü için de bir siyasi risk oluşturur. Bu ilkenin varlığı, örneğin daha ileri teknoloji kullanan bir fabrikanın, daha kalifiye işçileri ile daha geri teknoloji kullanan ve bu nedenle üretkenliği daha düşük olan fabrikanın işçileri arasında belirgin bir eşitsizlik yaratır.9 Bu eşitsizliğin ortadan kaldırılması eğilimini var edecek olan, Yurtsever’in yazısında tarif ettiği türden bir “doğrudan işçi demokrasisi” modeli olamaz. Bence, Yurtsever’in yazısında “proletarya diktatörlüğünün sınıfın kendisine yönelmesi” olarak belirlenen ve olumsuzlanan olguyu, bir de bu bağlamda düşünmekte yarar vardır.10
İşbölümü bahsine de girmek istiyorum.
Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi‘nden yaptığım alıntıda da geçiyor; “bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman” komünizmin üst evresine geçişten söz edilebileceğini söylüyor Marx. Ve asıl tanımlamayı da şu sözlerle yapıyor: “Emek, sadece bir geçim aracı değil ,ama kendisi birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman.”
Toplumsal işbölümünün11 varlığının komünizm için bir engel olduğu ve komünizmin, toplumsal işbölümünün kaldırılmasıyla mümkün hale geldiği saptamasına katılmak mümkün değil. Komünizmin, yani bireysel emekçinin gerçek özgürlüğünün ve toplumsal yaşama gönüllü-özgür bireysel katılımının önündeki engel, Marx tarafından “zorunlu emek” olarak konulmuştur. Emeğin, ancak bireyin kölece bağlandığı bir toplumsal işbölümü içinde mümkün olduğu ve emekçinin yaşamı için emeğin zorunlu olduğu koşullarda, emekçinin özgürlüğünden ve dolayısıyla komünizmden söz etmek mümkün değildir.
Yine terimler etrafında ve mantık oyunlarıyla tartıştığımı düşünen olursa, hatırlatmak durumundayım. Marx’ın hep kullandığı bir deyişle, nedenleri ve sonuçları birbirinden ayırmak, bir yerde neden olanın başka bir yerde sonuç olduğunu görmek bizler için çok önemli.
Ben diyorum ki, burada emekçinin tutsaklığının nedeni işbölümü değil, emeğin onun için bir zorunluluk olmasıdır. En azından Marx’ın sözleri böyle anlaşılmaktadır.
Buraya kadar yürüttüğüm tartışmanın özü şudur: Sosyalizm ve Komünizmi, yani komünizmin alt evresi ile üst evresini ayırdeden, devletin ve toplumsal işbölümünün varlık düzeyi değildir. Marksizmin komünist topluma ilişkin beklentisinin, “devletsizlik” olmadığını da ekleyebilirim. Devletsizlik, daha doğrusu sınıf egemenliğinin bir aracı olarak siyasetin tasfiyesi, komünist toplumun “sonuç olarak” vardığı bir yerdir. Hatta Marx “komünist toplumda devlet” lafzını etmekten gocunmamıştır.
“Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz: Komünist bir toplumda devlet hangi şekli alacaktır? Başka bir deyişle: Böyle bir toplumda devletin bugünkü fonksiyonlarına benzer hangi sosyal fonksiyonlar bulunacaktır? Bu soruya ancak bilim cevap verebilir ve Halk kelimesini Devlet kelimesiyle binbir şekilde çiftleştirerek bu mesele bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.”
“Kapitalist toplumla komünist toplum arasına, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi girer. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey olamaz.”
“Programın şimdilik, ne bu iktidarla, ne de komünist toplumdaki geleceğin devletiyle ilgilenmesinin gereği yoktur.12 ” 13
Komünist toplumda devletten söz edilebilir mi? Böyle bir devlet nasıl tarif edilebilir?
Açıkçası, bu sorulara kesin ve detaylı yanıtlar vermekten kaçınmak gerekir. Öte yandan, belirli ilkeselliklerden, yasallıklardan söz edilebilir: Komünist toplumda, artık ürünün belirli sınıflarca mülk edinilmesinden söz edilmeyeceğine göre, bu sınıfların egemenliğini ve “mülk edinme” hakkını diğer sınıflara karşı korumak için ya da en genel olarak, artık ürünün değerlendirilmesi konusundaki sınıflararası eğilim farklarını yönetmek için bir “siyaset alanına” ve bu siyaset alanı ile bağlantılandırılmış “örgütlü zora” ihtiyaç olmayacaktır.
Belli ki Marx, komünist toplumda devlet lafzını açarken, bunların dışında bir devlet fonksiyonunun da olabilirliğini saptamaktadır. Kritik nokta, böyle bir fonksiyonla çağdaş devletin (burjuva devletinin) tanımlanması eğilimlerine karşı koymaktır.14 Gotha Programının Eleştirisi‘nde “devletçiliğe” karşı konulan argümanlar bütünüyle buna dönüktür. Bunun ötesinde tarihdışı bir “devlet düşmanlığı” değildir söz konusu olan.
Devlet
Devlet, sınıf egemenliğinin aracıdır. Sınıflı toplumda devlet, örgütlü zoru ve siyaset alanını egemen sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda oluşturur.15
Devlet, egemen sınıfın hükmetmesidir. Daha doğrusu, sınıf egemenliği ekonomik ilişkiler içinde ortaya çıkıp belirleyicilik kazanırken, sınıfların hükmetmesi devlet ile mümkün olur.
Üstelik devlet ,doğrudan sınıf hakimiyetine ilişkin olduğu halde, sınıflar arasında ortaya çıkan çatışmaları da dengeleyen frenleyen bir yapıdır. Bu da elbette, “sınıf hakimiyetini” perdelemeye ve böylece korumaya dönüktür.
Bunlar, sanıyorum ki, herkesin katılacağı şekilde marksist devlet teorisinin temel önermeleridir.
Bu önermelerin çerçevelediği bir özel alan, devletin egemen sınıf ile (az ya da çok vurgu ile: yöneten sınıf) ilişkileridir. Yani “hakim sınıf hakimiyetini devlet aracılığıyla gerçekleştirirken, devletle nasıl bir ilişki kurar?” sorusu ile tanımlayabileceğimiz alandan söz ediyoruz. Hatta bir soru daha ileri gidip, “hakim sınıfın üyeleri sınıfın siyasal hakimiyeti içinde nasıl yer alırlar?” sorusunu da ekleyebiliriz.
Bu sorularla ortaya çıkan alan ya da teorik sorunsal, Metin Çulhaoğlu’nun Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu adlı çalışmasında, “Sermaye sınıfı ve devlet” bölümünde önemli tartışmalar da sahneye taşınarak irdeleniyor.16
Çulhaoğlu’nun da vurguladığı gibi, aslında sözkonusu alan “üstyapının, daha doğrusu özgül bir üstyapı olarak devletin göreli özerkliği” tartışmasının da önemli bir ağırlık noktasını oluşturuyor.
Bu konuya genişliğince girmeye niyetli değilim. Sadece Haluk Yurtsever’in yazısına konu olan “devlet”e ilişkin bazı vurguları buradan hareketle yapmak istiyorum.
Devletin sınıf egemenliğinin aracı olması ile devlet içinde egemen sınıfın “temsil” edilmesi birbiriyle çok ilişkili olmakla birlikte, birbirinden ayırdedilmesi gereken iki düzlemi oluşturuyor.
Sınıf temsiliyetinin doğrudanlığı, devletin egemen sınıfın çıkarlarını temsil etmede yetkinleşmesi anlamına gelmiyor. Tersine, egemen sınıfın toplumsal ilişkiler içinde yeri ve “egemenliği” güçlendikçe, devlet belirli bir anda sınıfın temsilcilerini barındırıyor olması ile değil, bizzat kendi “göreli özerk” yapısı ile görevini yerine getiriyor.
Burjuva devletten ve onun her bir somutluk içinde somut olarak çözümlenmesi gereken nitelikleri dışındaki genel niteliklerinden söz ediyoruz. Devlet, zaman zaman egemen sınıfın bir fonksiyonu olmanın çok ötesine geçip, bizzat egemenliği oluşturan, yaratan ayrı bir entite olarak da zuhur edebiliyor. Bunun yalnızca, “çağdaş devlet”in belirli somutlanışlarında ortaya çıkan özel durumlara ait bir özellik olmadığını, burjuva devletin tarihsel olarak bu işlevselliği barındırdığını düşünüyorum.
Sınıflı toplumlarda, devletin “objektif çıkarın sağlayıcısı” görünümüne bürünerek gerçekleştirdiği işlev, doğrudan egemen sınıfa hizmet ediyor.
Devlet, zaman zaman tek tek egemen sınıfın bireylerinin toplamının oluşturduğu sınıfı aşan bir sınıf kimliğinin oluşturulmasında özel işlevler üstleniyor.17
Bu saptamaların, marksist devlet kuramı içinde belirli bir yer tuttuğunu, ancak bu yerin, örneğin Marx ve Engels’in çalışmalarında sağlam ve belirleyici olmadığını söyleyebiliriz sanırım.
Vurgulamak istediğim şu, eşitsiz gelişmenin bir olgu olarak yer yer gözlenip saptandığı, ancak diyalektiğin bir parçası haline getirilmemiş olduğu 19. yüzyıl marksizminde, yukarıda maddelediğim yasallıklara ilişkin gözlemler yapılmış, ancak bunlar devlet kuramı içinde gereken belirleyiciliğe yerleştirilmemişlerdir.
“Merkezileşmiş devlet iktidarının kökeni, mutlak monarşi dönemine dayanır. Bu dönemde merkezileşmiş devlet iktidarı, yeni yeni gelişen orta sınıf toplumunun feodalizme karşı mücadelesinde ona güçlü bir silah sağlıyordu.” 18
Bana kalırsa, 20. yüzyıl pratiklerinin ve bunun başlangıcında Lenin’in teorik katkılarının marksizme eklediği şeylerin önemlice bir kısmı, bununla bağlantılıdır: Eşitsiz gelişme.
Haluk’un, Lenin’in katkısı için kullandığı “devrim ve devletsizliğe geçiş sorunlarındaki siyasal içerikli katkılar” tanımlaması, bu noktayı vurgulamıyor diye düşünüyorum. “Devletsizliğe geçiş sorunu” gibi bir tanımlamaya katılmadığımı söylemiştim.
Öte yandan, 20. yüzyıl marksizminin temel açılım alanı, Marx ve Engels’deki eşitleyici beklentilerin yerini, eşitsiz gelişmenin doğrudan bir yasallık olarak görülmesinin almasıdır.
Bunun da iki ayrı düzlemi vardır.
Bir düzlem, daha önce Marx ve Engels’in de somut gözlemlerle girdikleri burjuva devletin konumuna ilişkin olan düzlemdir. Emperyalist devlet, burjuva sınıfının geleneksel temsil mekanizmalarının gelişkin bir ifadesi olmaktan çok öteye geçmiştir. Burjuvazinin bir sınıf olarak yönetmesinde sınıf içi bir hiyerarşi oluşmuş (daha doğrusu kesin bir yapısallık kazanmış), sınıf içi eşitsizlikler tekelci devletin üstlendiği özel işlevlerle ele alınmış, devlet aygıtının kendisi sınıfın fiziksel koşullarını aşan şekilde yetkinleşerek, daha fazla “bağımsızlaşmıştır.” Gerçekten vurgulanması gereken bir nokta, sözü edilen “bağımsızlaşmanın” sadece sonuç olarak değil (yani sonuçta devletin bu şekliyle egemen sınıf için daha iyi iş görmesi), biçim olarak da devleti burjuvaziye daha sıkı bağlamış olmasıdır. Çağdaş devlet, bütün o kasvetine, yetkinleşmiş bürokrasisine, ağır top yetiştiren okullarına, gelenek ve teamüllerine rağmen, burjuvazi ile organik ilişkileri çok daha sıkı kurulmuş bir insan örgüsü oluşturmuştur.19
Diğer düzlem, proletarya diktatörlüğüne ilişkindir.
Eşitsiz gelişme, burada da, 19. yüzyıl marksizmini ciddi biçimde zorlamaktadır. Evet, Marx ve Engels için komünist topluma geçiş süreci, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın kendi devlet aygıtını işletmesi ile başlar. Proletarya diktatörlüğünün bu ilk ve mükemmel tanımı bugüne kadar değişmemiştir.
Öte yandan, ilk marksistlerin öngörüsü, kapitalist gelişmenin büyük ölçüde homojenleştirdiği ve yaygın kıldığı bir işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesidir.
20. yüzyılın önemli deneyimlerinde durum bu değildir. Ve durumun bu olmaması bir arıza değil, bir yasallıktır. Bu da, proletarya diktatörlüğünden söz ettiğimizde atlamamamız gereken sonuçlar doğurmaktadır. Doğurmuştur ve doğuracaktır.
Proletarya diktatörlüğü, egemen sınıf olarak örgütlenmiş devrimci proletaryanın, artık sınıfsız topluma geçiş sürecini örgütleyecek siyasal yapılanmasıdır. Bu geçişin karmaşık görevleri ve farklı boyutları vardır.
Sınıfsız topluma geçiş için, kendisi de dahil tüm sınıfları ortadan kaldıracak bir süreci örgütleyeceği öngörülmüş olan proletarya, çoğu durumda kendi toplumsal varlığını yeniden şekillendirme görevi ile karşılaşır. Proletarya diktatörlüğü, “artık ermiş” olan proletaryanın sınıfsız toplumu kurmak için işi ele aldığı bir geçiş döneminden önce, proletaryanın toplumsal hakimiyetini derinleştirmek, onun iç kuruluşunu tamamlamak gibi bir görevle de karşı karşıyadır.20
Proletarya diktatörlüğünün, sınıfın bir bütün olarak (hep birlikte) yönetmesi olacağı fikrini oldukça zorlayan gerçekler vardır. Sınıf içi eşitsizlikler ve genel nüfusun şekillenmesindeki kültürel farklar, proletarya diktatörlüğünün sınıf bütünlüğü adına sınıfın karşısına çıktığı durumları yaratır.
Proletarya diktatörlüğünün enternasyonalist görevlerinden söz ettiğimiz anda, Yurtsever’in yazısında belirlenen bir gerilime bir kutup daha eklenir: Merkez – yerel komün gerilimi, bir de uluslararası işçi sınıfı ile zenginleşir.
Bu şekliyle proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının siyasal örgütlülüğünü özel ve yoğun bir görevle başbaşa bırakır.
Bu söylediklerim ışığında ve bunları açımlamak üzere Haluk yoldaşın yazısına bazı eleştirel notlar düşeceğim.
“Tek ülkede sosyalizm pratiklerinin yol açtığı sonuç ve uygulamalar, marksist devlet, proletarya diktatörlüğü ve komünizme geçiş teorisi açısından ancak bir tarihsel parantez olarak ele alınabilir, ancak asla teorikleştirilemezler.”21
Burada, Yurtsever kastını aşmış mıdır bilemiyorum. Öte yandan bu söylenen doğruysa, marksizm bir anda 100 yıl geriye gidecektir. Sovyet devriminden geriye elimizde, “yozlaşmaktan ve çürüyerek çözülmekten kurtulamamış”22 sovyet örgütlerinden başka hiçbir şey kalmamış demektir.23
Ben, bağlantılı koca bir tarih ve deneyimden öte, yukarıda sıraladığım teorik kazanımların, Sovyet deneyiminden bize devrolduğunu düşünüyorum.
Marx, Komün’den sonra işçi iktidarını bir hayal olarak görenlere “proletarya diktatörlüğünü mü görmek istiyorsunuz, Komün’e bakın” demişti.
130 yıl sonra “Komün’e bakın”la yetinmenin bence hiçbir anlamı yok.
Görüldüğü kadarıyla, Yurtsever’in “bir tarihsel parantez” olarak ele aldığı “Tek Ülkede Sosyalizm” ve sonrasına ilişkin temel bir eleştirisi, “proletarya diktatörlüğünün ilk andan itibaren hedeflemesi gereken sönümlenmeye” çok uzak kalmış olması.
Bu eleştiriye, başka her şey bir yana, “sönümlenmeye kurulu proletarya diktatörlüğü” kavramına katılmadığım için karşıyım. Bunu yukarıda yeterince açıkladım.
Bunun ötesinde şunu vurgulayacağım: Sovyet deneyiminde devlet, egemen devrimci işçi sınıfının ulusal ve uluslararası görevlerini yerine getirmesinde çok büyük bir işlev üstlenmiştir. İşçi sınıfının devrimci kararlılığını örgütleyen komünist parti, beklenmedik ve bence kesinlikle zorunlu görülmesi gerekmeyen bir çözülmeyle çekilene dek, proletarya diktatörlüğünü sürüklemeyi başarmıştır.
Başarılamayan ve gözden çıkarılan şeyin, devletin sönümlendirilmesi olduğu görüşüne hiçbir biçimde katılamam. Tersine Sovyet deneyiminde devletin yetkinleştirilmesi sadece ulusal değil, uluslararası bir zorunluluktur.
Sovyet deneyimini tartışmak bu yazının (ve tabii konu edindiğim Yurtsever’in yazısının) amacı değil.
Ancak bu noktada söylemem gereken bir şey var: “Neden çöktü” sorusu tüm komünistler üzerinde büyük bir manevi basınç yaratıyor. Hiçbirimiz kendimizi bu manevi basınçtan azade göremiyoruz. Öte yandan, bu soruya belirli bir yanıt vermeye çalışmak, hele hele bu yanıtı Çulhaoğlu’nun güzel deyişiyle bir “grand teori”ye taşımak mümkün ve anlamlı değildir.
Yurtsever’in bu soruya verdiği bazı yanıtların, proletarya diktatörlüğü tartışmamızda zemine bazı çürük tahtalar sermekten başka bir sonucu olmayacağını düşünüyorum.
“Paris Komünü, işçi sınıfı egemenliğinin somutlanmasıydı, ama iktidarda tutunmayı başaramadı; Rusya’daki İşçi Köylü ve Asker Sovyetleri, Paris Komünü tipinde bir örgütlenme olarak doğdu; daha uzun, daha direngen ve zengin bir deneyim oldu; ama yozlaşmaktan çürüyerek çözülmekten kurtulamadı.” 24
Bununla ilgili iki şey söyleyeceğim: Sovyetleri, sınıf mücadelesinin genel akışından ve ülkedeki devrimci dinamizmden bağımsız olarak, proletarya diktatörlüğünün ta kendisi olarak adlandırmak doğru değildir. Sovyetleri, proletarya diktatörlüğünün bir aracı, hatta kendisi haline getiren, sovyetlerde örgütlenmiş işçilerin devrimci kararlılığı ve bizzat devrim koşullarıdır. Soyut ve bir yerden sonra biçimsel (hukuki) bir sovyet demokrasisi tanımı, sovyetlerin proletarya diktatörlüğü kavramı içinde ifade ettiği yeri anlatamaz.
Üstelik bunun ötesinde, devrim Rusya’sında işçilerin ve köylülerin yeni ellerine geçirdikleri bu aygıtla birlikte dünyalarının değiştiğini, tüm Rusya’da yönetime katılmanın yerel aygıtlarının bu şekilde birden örgütlenmeye başladığını düşünmek için de hiçbir neden yoktur.25 Kuşkusuz sovyetler, geniş kitleleri devrime katmak için çok önemli ve etkili bir araç olmuştur ve kanımca, bir özyönetim aygıtı olarak değil, bir devrimci mobilizasyon olarak.
İkincisi, sovyetlerin çözüldüğüne, etkisizleştiğine, çürüdüğüne inanılan bir dönemde, 1930’larda, Sovyet toplumu ve işçi sınıfı büyük bir dinamizm içinde, gerçek ve ölçüsü olmayan bir katılımla sosyalist kuruluşta yerini almıştır. Proletarya diktatörlüğü bu değilse nedir?
Nazizmi tarihin çöplüğüne yollayan, tastamam proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının ve Yurtsever’in yazısında gerçekten yerinde bir vurguyla anılan emekçi sınıfların aktif katılımı ile kapitalizmin ve kapitalist sınıfın tasfiye edilmesidir. Hiçbir şekilsel kriter bu tanımı geriye itemez.
Buradan yine bağlantılı bir başka noktaya geçeceğim. Yurtsever’in proletarya diktatörlüğü üzerine yazdıklarına bir bakıma felsefi bir derinlik kazandırma yoluna gittiği bir nokta.
“Proletarya diktatörlüğünün önündeki tek yol, katılımcı, giderek özyönetimsel bir örgütlenmeyi gerçekleştirmektir. Bunun alternatifi, doğrudan ve ilk adımda çözülme değildir; çözülmenin de yollarını döşeyecek olan başka ve dramatik bir eğilim kapıda beklemektedir. Bu, Lukacs’ın belirttiği gibi proletarya diktatörlüğünün proletaryaya, kendisine yönelmesidir. Tam bu noktada, sınıf olarak proletarya ile birey olarak proleterlik durumları, proletarya diktatörlüğü koşullarında yeni çelişkilere yol açmaktadır. Kapitalizm altında bu çelişki, proleterin kendi özel kişiliği ile kendisine zorla kabul ettirilmiş koşullar arasındadır. Sınıf savaşımı paradoksal biçimde ve sürekli olarak bu çelişkiyi beslemektedir. Sınıf, başka bir sınıfa karşı savaştığı kadar sınıftır ve sınıf bireylerinin sınıflara tabi oluşu sınıf varoluşunun zorunlu koşuludur. Sorun da budur. Örgütlü olduğu ve savaşım yürüttüğü, yani oluştuğu ölçüde, aslında soyut bir kavram olan proletarya düşüncesi, tek tek proleter bireyler üzerinde bir egemenlik oluşturmaktadır. Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde bu ilişkiyi şöyle formüle ettiler:
‘…Sınıf, bireylere karşı bağımsız bir varlık edinmeyi başarmıştır; bu yüzden bireyler yaşam koşullarını önceden belirlenmiş olarak bulurlar ve yaşamdaki konumları, kişisel gelişmeleri kendilerine sınıfları tarafından verilir; ona bağlı olurlar. Bu, tek tek bireylerin işbölümüne bağımlı oluşlarıyla aynı şeydir ve ancak özel mülkiyetin ve emeğin kendisinin yıkılmasıyla ortadan kaldırılabilir.’” 26
Yurtsever’in, Alman İdeolojisi‘nde başvurduğu bölüme ilişkin açıklamasının doğru olmadığını düşünüyorum. Burada tartışılan, bir topluluk olarak sınıf ile onun bireyleri arasındaki çelişki değildir. Bireyin “bir sınıfın üyesi” olma durumu ile, yani bir soyutlama olarak sınıf(sal konum) ile sınıfın üyesi bir birey olma durumu arasındaki çelişkidir söz edilen. Ve yine daha önce değindiğim üzere, çelişkinin kaynağı, doğrudan “zorunlu emeğin” varlığıdır.
Zorunlu emek, işçi sınıfını, mensup bireylerin irade ve tercihlerinin ötesinde ve bir zorunluluk olarak oluşturan şeydir. Bu şekilde işçi sınıfının “zorunlu” üyeleri olarak doğan bireylerin özgürlüğünden söz edilemez. Özgürlük eğer zorunluluğun inkarıysa, yani bireylerin zorlandıkları, zorla yaptıkları şeylerden kurtarılmasıysa, zorunlu emeğin yıkılması ve onun ön koşulu olarak özel mülkiyetin tasfiyesi proleter bireyin özgürlüğünün ön koşuludur.
Yurtsever alıntıladığım bölümü şöyle sürdürüyor:
“Burjuva egemenliği ve sınıf mücadelesi koşullarında sorun böyle konulabilir. Proletarya diktatörlüğünün, işçi sınıfı egemenliği adına bu ilişkiyi yeniden üretmesi ise onun temellerini tahribedecek çok büyük bir problem oluşturur.
Marx bu sorunu görmüş ve proleter bireylerin özgürleşmesini devlet sorunuyla bağlamıştır:
‘Proleterler, eğer kendilerini bireyler olarak ortaya koymak istiyorlarsa, bugüne kadarki varlık koşullarının kendisini, yani emeği yok etmelidirler. Böylece onlar toplumu oluşturan bireylere, kolektifin ifadesi olarak verilen biçim ile kendilerini karşıtlık içinde bulurlar; bu biçim devlettir! Bu nedenle, kendilerini bireyler olarak gerçekleştirmek için devleti yıkmak zorundadırlar.’” 27
Yurtsever’in daha önce değerlendirdiğim sosyalizm tanımına ilişkin tartışmadaki yanlışını buraya taşıdığı görülüyor. Özgürlüğün koşulunu, “zorunlu emeğin” yıkılması olarak gören Marx’a başka bir değerlendirmeyi yakıştırıyor: Özgürlüğün koşulu devletin yıkılmasıdır.
Öncelikle, ben elimdeki başka bir çeviriden aynı pasajı aktaracağım:
“Bu bakımdan, proleterler, toplum bireylerinin şimdiye kadar topluluğun tümünün ifadesi olarak seçmiş oldukları biçim ile doğrudan bir karşıtlık halinde, yani devlet ile karşıtlık haline bulunmaktadırlar, ve kendi kişiliklerini gerçekleştirmeleri için bu devleti devirmeleri gerekir.” 28
Metnin İngilizce çevirilerine bakıldığında, Yurtsever’in başvurduğu Seçme Yapıtlar’da “yıkma” olarak çevrilmiş olan kelimenin, “overthrow” olarak geçtiğini görüyoruz. Gerçekten de devirme kelimesi daha uygun.
Bana kalırsa, bu pasajda da Marx, bilinen belirlemesini dışavurmuş: Ücretli emek sömürüsüne son vermek için işçiler, onun üzerine oturan, “toplum bireylerinin bu ilişkilerin biçimi ifadesi olarak seçmiş olduğu” devleti devirmelidirler.
Burada Marx’ın, somut tarihsel bir kategori olarak burjuva devletini değil de, genel bir soyutlama olarak (daha sonraları proletarya diktatörlüğü ile özdeşleştirilen geçiş döneminin devletini de kapsayan) devleti kastettiğini düşünmek için bir neden göremiyorum. Her şey bir yana Marx’ın konumunu böyle değerlendirmiyorum.29
Devamla,
“Proletaryanın varlık koşullarının, emeğin, yani emek-değer yasasının yok edilmesi, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin kritik görevidir. Proleter devrim ve iktidarla birlikte, emeğin değişim değeri ve meta olma durumu sona ermekte, kâr güdüsü üretimin temel düzenleyicisi olmaktan çıkmakta, artı-değerin kapitalist sınıfın üyeleri tarafından mülk edinilmesi ortadan kalkmaktadır.30
Artı ürüne tasarruf ise, ekonomik değil, toplumsal ve siyasal yöntemlerle düzenlenmiş ve biçim değiştirmiş olarak sürmektedir. Ancak içeriğe ilişkin ve bir ölçüde teorik karakterde31 olan bu fark, proleterin çalışma ve yaşam koşullarında karşılığını bulmadığı zaman, “toplumun genel çıkarı”, “nihai kurtuluş için özveri” türünden belgiler sıradan işçi için fazla bir şey ifade etmeyecektir.
Daha yoğun ve uzun çalışan, ya da giderek daha az ve kısa çalışmayan, üretim ve bölüşümle ilgili karar süreçlerinde söz sahibi olmayan bir işçi, yaptığı işe de, toplumsal-siyasal süreçlere de kayıtsız ve yabancı kalacaktır.
Öte yandan, nesnel koşullar gerçekten de üretim artışını, verimliliği, iş disiplinini dayattığı zaman sorun daha da kritikleşecektir.” 32
Bence, özellikle de üzerinde konuştuğumuz proletarya diktatörlüğü ise bu söylenenler gereksiz genellemeler olarak kalacaktır.
Belirli bir toplumsal hareketin içinde yer alan ve politik süreçlerin belirleyici olduğu bir mücadeleye katılan kişiler, o mücadelenin vaatleri ile tutarlı sonuçlar beklerler. Öte yandan bu sonuçların doğrudan kendi bireysel yaşantılarında karşılık bulması da gerekmez.
Dolayısıyla, somut olarak “iktidardaki sınıf proletarya adına ürettiğin artık ürüne el koyuyor ve onu toplum yararına sunuyoruz. Ama çeşitli nedenlerle bu genel toplum yararından henüz sana pek bir şey düşmüyor. Gerisini sen düşün bakalım” kurgusu, geçiş toplumunun sorunlarını anlamak açısından çok yetersiz kalacaktır.
Bir de şu var. Sanırım bu vurgular, özellikle Yurtsever’in Sovyet deneyiminden çıkardığını söylediği derslerin ürünü.
Sovyet işçi sınıfını “uzun süre Lenin deyip, Marx deyip çalışmış ve fakat bir türlü özlenen dünyada cennete ulaşamamış ve bu yüzden sosyalizme, proletarya diktatörlüğüne yabancılaşmış” bir sınıf olarak görmenin maliyetleri çok büyük olmuştur. Bana kalırsa Sovyet deneyiminden bir ders çıkmışsa budur.
“Daha yoğun ve uzun çalışan, ya da giderek daha az ve kısa çalışmayan, üretim ve bölüşümle ilgili karar süreçlerinde söz sahibi olmayan bir işçi, yaptığı işe de, toplumsal-siyasal süreçlere de kayıtsız ve yabancı kalacaktır.”
Yurtsever’den aktardığım pasajın özü, bu cümledeki karar süreçlerinde söz sahibi olmama bölümü ise, itirazımın bir bölümü gereksizleşir. Yine de “ikisini birbirine karıştırmak da yanlıştır” demeyi seçerim. Sovyet deneyiminde, siyasete ve enternasyonalist bir karakter de taşıyan mücadeleye geniş kitlelerin katılımındaki zayıflamanın önemine hiçbir biçimde itiraz edemem. Ancak bunu “vaadedilen dünyada cennetin gerçekleşmemesi” ile karıştırmanın, Gorbaçov döneminin ölümcül hatası olduğunu hatırlatırım.
Son olarak proletarya diktatörlüğünden söz ediyorsak, üretim ve bölüşümle ilgili karar süreçlerinde söz sahibi olan bir işçiden çok farklı şeyler anlaşılabilir.
Özellikle, özyönetime proletarya diktatörlüğü içinde belirleyici bir yer tanıyorsanız, üretim ve bölüşümle ilgili karar süreçlerinde söz sahibi olan “işçiler”den oluşan bir yapının kolayca çözüleceğini, en azından yozlaşacağını söyleyebiliriz.
Başta bir kısa işaret sunduğum konuya geliyorum. Proletarya diktatörlüğünü özyönetim ile tanımlamak çok tehlikelidir. Zira işçi sınıfının iktidarı aldığı, kendini egemen sınıf olarak örgütlediği, bunun aracı ve ifadesi olarak kendi devlet örgütlenmesini (devraldığı kapitalist devleti yıkarak) kurduğu noktada, önemli iç eşitsizlikleri de barındırır durumda olacaktır. Bunların sınıf iktidarında bir çözülme unsuru haline gelmesini önleyecek olan, sınıf iktidarının merkezi yapısıdır.33
Yurtsever’in sınıfın “yönetmesinin” araçları olarak gördüğü yerel birimleri, sınıf dinamizminin taşıyıcısı politik kitle örgütleri olarak görmeyi uygun görüyorum. Bunun ötesinde proletarya diktatörlüğü yol aldıkça, sosyalist kuruluşun kazanımları ortaya çıktıkça, “yerinden yönetim”in olanakları da artacaktır.
Öte yandan bu, proletarya diktatörlüğünün devamlılığının güvencesi değil, olsa olsa, onun mutlaka çeşitli araçlarla denetlemesi gereken bir risktir.34
“Devlet ve Devrim” parantezi
Bitirirken, daha doğrusu tam da bitirmişken, Lenin’in 1917 yazı ve 1918 yıllarında devlet üzerine yazdıklarına ilişkin bir parantez açmak istiyorum.
Devlet ve Devrim, proletarya diktatörlüğü ve devletsizliğe geçiş sorunu başlığı altında okunabilir. Lenin bunun için yeterince gerekçe oluşturmaktadır. Öte yandan, hem Devlet ve Devrim‘in, hem de örneğin Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky makalesinin uluslararası hareket içinde, yani dünya proletaryası bünyesinde patlak veren ayrışma bağlamında kavranması gerekir.
Bu ayrışmada “bizim” tarafta kalanlara devrimci marksistler denilmesi uygun görülmüştür.
Ayrışmanın özü, Alman sosyal demokrasisinin daha Gotha programının yazılması döneminde içine girdiği eğik düzlemle ilgilidir. Karşı taraf, burjuva devletini ve onun parlamenter yönetim aygıtını işçi sınıfının kullanabileceğini ve bunun ötesinde bu kullanımın komünizme geçiş sürecinin yapılanmasını oluşturmak için yeterli olduğunu savunmuştur.
Emperyalist paylaşım savaşı içindeki tavırların da çok iyi kanıtladığı üzere, bu yaklaşım, yani burjuva devletle işçi sınıfının tarihsel amaçlarını uzlaştırma arayışı, aslında işçi partilerinin kendi burjuvazilerine yapışmalarının ürünüdür.
Rus devriminde, geçici hükümete ve buna bağlı olarak verili burjuva devlet aygıtına bağlanan menşevikler, tam olarak bu eğilimin Rusya’daki temsilcisidir.
Lenin ve bolşevikler, devrimci proletaryanın burjuva demokrasisi ve onun temsil ettiği burjuva devlet aygıtı ile bütünleşmesinin, devrimden ve sınıf iktidarından vazgeçmek anlamına geldiğini görmüşler ve Marx’a bir kez daha devrimci konumlarını güçlendirmek için dönmüşlerdir.35
Bolşevik devrimi, tam da bu yaklaşımı sayesinde gerçek bir devrim, devrimlerin devrimi olmayı başarmıştır.
Eski düzeni tüm kurumlarıyla yıkmak için de, yeni bir iktidar aygıtı ile “yeni bir devlet” ile ortaya çıkmak gerekli görünmektedir. Bolşeviklerin tercihi bu olmuştur.
Kanımca Lenin’in Devlet ve Devrim‘deki “komün, artık devlet olmayan bir devlettir” vurgusu, bu nedenle bir teorik sorun olarak önümüze “devletsizliğe geçişi” değil, geçiş sürecinin devletini koymaktadır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Haluk Yurtsever’in elinizdeki Gelenek kitabında bulunan “Proletarya iktidarı ve devletsizliğe geçiş problemi“ başlıklı yazısı, benim “ikinci yazar”lardan birisi olarak katıldığım bir tartışmanın çerçeve yazısı olarak hazırlanmıştı. “Çerçeve yazısı” derken atıfta bulunduğum odur. Girizgahımın fazla kriptik olmaması için bu notu düşüyorum.
- Haluk Yurtsever, “Proleterya İktidarı ve Devletsizliğe Geçiş Problemi”
- Haluk Yurtsever, “Proleterya İktidarı ve Devletsizliğe Geçiş Problemi”
- Bir sonraki dipnotta tartışacağım: Toplumsal işbölümü ile hükmetme ilişkisi arasında kurulan bu bağ benimsediğim bir açıklama değil.
- K. Marx F. Engels; Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, “ Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları” – K. Marx; Sol Yayınları, 1969; s. 31
- a.g.y., s. 33
- İleride üzerinde durulacak. Burada “herkese emeğine göre” denildiğinde kastedilen, değerde cisimleşen nitelikli, özgül emektir. Yani emek gücü değildir. Dolayısıyla, örneğin herkesin çalıştığı saate göre değil, ürettiği üründe cisimleşen belirli emeğine göre.
- Aslında belirli ölçüler içinde – bir toplumsal fondan söz ettiğimiz sürece “herkese emeğine göre ilkesi”nin hakimiyeti mutlak değil, görelidir. Toplam toplumsal üretimin “herkese ihtiyacına göre” dağıtılan bir bölümü, bu alt evrede de (ve aslında çok önemli: Proletarya diktatörlüğünden söz etmeye başladığımız andan itibaren!) mevcuttur ve bu diğer ilkenin -burjuva ilkenin- bir bakıma altını da oymaktadır.
- Yurtsever’in yazısında da bir kavram olarak geçen özyönetimin bir model olarak esas alındığı Yugoslavya deneyiminde, özyönetim bu nedenle proleter demokrasinin temeli ve garantisi olmak bir yana, açıkça onun altını oyan şey olarak görülmelidir. Bölgesel eşitsizlikler, sınıf içi rekabet ve kamplaşmalar vb., proleter demokrasinin özyönetime ilişkin açıklarından değil, bizzat bu konudaki sivriltmelerden kaynaklanmıştır.
- Okur, Yurtsever’in yazısında yer alan başka bazı başlıklarla da buradaki bağlantıyı kurmuş olmalı: Grev hakkı, yerel sorun ve taleplerin takipçisi olan sivil kurumlaşma ile merkezi devletin (proletarya diktatörlüğünün bu şekilde sıfatlandırılması -Yurtsever’in yazısından-) ilişkileri gibi başlıklar, yine sınıf içi eşitsizlikler bağlamında da tartışılmayı hak eder. İleride bunlara da gireceğim.
- İşbölümünün, dolayısıyla hükmetme ilişkisinin, diyor Yurtsever, bence yanlış bir neden-sonuç ilişkisi kuruyor. Toplumların tarihinde somut olarak görülen ve Marx’ın saptadığı yasallık, işbölümünün, hükmetme ilişkisini doğurduğu şeklinde değildir. İşbölümü ile başlayan süreç, iş araç gereçlerinin özel mülkiyeti ile birlikte toplumsal sınıfları ve hükmetme ilişkisini yaratmıştır. İşbölümü kendi içinde ve ilkel haliyle komünal topluluklarda da vardır. Tabii Yurtsever’in “hükmetme” yerine “yönetme” terimini kullanması durumunda, sorunun farklı şekilde ele alınması gerekir.
- Burada bir not düşmek zorundayım. “Almanya’da işçi partisi programının, proletarya diktatörlüğü ile ve komünist toplumdaki geleceğin devletiyle ilgilenmesinin gereği yoktur!”Bu cümle, geleneksel asgari program – azami program ayrımını çağrıştırabilir. Marx’ın kastı hiçbir biçimde bu değildir. Yani “bununla şu anda ilgilenmenin gereği yoktur” derken, uzak vadenin sorunları ve yakın vadenin sorunları ayrımına gidilmesi sözkonusu değildir.Tersine Marx, burada belirli “toplumsal hedefler”i gündemine alması gereken programın, bu hedefleri yerine getirecek, daha doğrusu o dönemin bakışıyla bu hedeflerin yerine getirilmesi sırasında ortaya çıkacak siyasal yapılanmayı tartışmasına karşı çıkmaktadır.Yani proletarya diktatörlüğünün “mucidi” olduğundan kuşku duyamayacağımız Marx, proletarya diktatörlüğünün somut biçimlenişlerini ve hatta daha sonra sınıfsız toplumda siyasetin somut biçimlenişlerini tartışmayı doğru bulmamaktadır. Spekülasyondan ve metafizikten uzak durmak üstadımızın bilinen özelliğidir!
- a.g.y., s. 44
- Gotha Programının Eleştirisi içinde önemli bir bölüm Lasalle devletçiliği ile mücadeleye ayrılmıştır. “Bugünkü devletten” sosyalizmin taleplerinin karşılanmasını bekleyen Lasalle devletçiliğine karşı çıkar Marx. Burada, devletin “objektif çıkarın rasyonel uygulayıcısı” olarak görülmesine olanak veren yanılsamalar da hedef alınır.“Zaten bütün program, bütün demokratik lafazanlığına rağmen, bir uçtan bir uca Lasalle’cılar mezhebinin devlete kölece inanma mikrobuna bulaşmıştır, ya da bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine inançla doludur; daha doğrusu program, ikisi de eşit olarak sosyalizmden uzak olan bu iki cins mucizeye inanma arasında bir uzlaşma teşkil etmektedir.” [a.g.y., s. 48]Marx’ın bu eleştirisi özellikle şu cümleleri hedef alıyor: “Sosyal meselelerin çözüme bağlanması yollarının hazırlanması babında, Alman İşçi Partisi, Devletin yardımı ile, emekçi halkın demokratik denetimi altında üretim şirketlerinin kurulmasını talep eder. Üretim şirketleri sanayide ve tarımda öyle geniş ölçüde kurulmalıdır ki, bütün çalışmanın sosyalist örgütlenmesi bundan doğabilsin.” [a.g.y., s. 41]
- Devletin bizzat siyaset alanında oluştuğu doğrusu varken, devletin siyaset alanını oluşturmasından nasıl söz edebiliyoruz? Devlet ve üstyapı çözümlemelerinde üzerinde durulması gereken (ve zaten durulan) bir nokta budur. Siyasetin konusu devlettir ve siyasal etkinlik devlet iktidarı ve devletin nasıl çalıştırılacağına yöneliktir. Öte yandan, devlet güncel siyasal etkinliğin sürekli olarak içini yeniden ve yeniden doldurduğu bir kabuk, bir şekil değildir. Devlet, bir kurum, bir tarihsel yapı olarak siyasal etkinliğin ürünü olduğu kadar, siyasal etkinliğin çerçevesini de oluşturandır.
- Bkz: Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Sarmal Yayınevi, Eylül 1997
- Bunun bir tarafı resmi ideoloji tartışmalarına açılıyor. Elbette sadece ona değil.“Resmi ideoloji” kavramı, ideoloji alanında kolay gözden çıkarılamayacak araçlardan birisi. Öte yandan, bu kavrama yüklenen büsbütün pejoratif ve sınıf dışı anlam da can sıkıcı. Resmi ideolojiye çoğu durumda toplumsal dinamizmin ve değişimin dışında kalmış, katı ve sivil topluma “yabancı” dogmalar anlamı yüklemek çok yanlış. “Resmi ideoloji” olarak tanımlanıp, toplum dışı ilan edilen yapılanmaların, egemen sınıfı bütün bireyleriyle belirli bir “çizgide tuttuğunu” ve bunun egemenliğin devamı için oldukça hayati olduğunu vurgulamak istiyorum.12 Eylül dönemi, burjuvazinin bir ideolojik zaferi ile tanımlanabilir ve bu zaferde eldeki malzemenin çok büyük ölçüde “resmi ideoloji” tanımı içinde yer alan bir yapıdan devşirildiğini unutmamak gerekir.
- K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yayınları
- ABD yönetimi, Britanya İmparatorluğunu aratan bir yöneten sınıf kültürü oluşturdu. Yale, soyluların ülkeyi yönetecek evlatlarını yolladıkları bir aristokrat yapıdır aynı zamanda. Ve kesinlikle özgün bir kültürü vardır.Sözünü ettiğimiz özgünlük, kaba olmasını engellemiyor. Dışişleri ve istihbarat gibi birimlerde görev alan Yale mezunlarının Özal’la Singapur’a uçan yoz patron takımından daha gelişkin kişilikler olmadığını, yazdıkları anılardan anlayabiliyoruz.
- Sovyet devrimi, geri bir kapitalist ülkede gerçekleşti. Büyük bir tarım toplumunun ortasında, büyük ölçekli işletmelerde biraraya gelmiş ,gelişkin ve bilinçli bir çekirdek olarak proletaryanın iktidarı aldıktan sonra ilk işi, kendisini büyütecek ve yayacak bir süreci örgütlemek oldu!Sosyalist sanayileşmenin bir boyutu “üretici güçlerin” geliştirilmesi ise, diğer bir boyutu işçi sınıfı iktidarının gele-ceğini garanti edecek bir genişletilmiş işçi nüfusu yaratmaktı.Bu, yukarda belirttiğim nokta için basit bir örnektir.
- a.g.y., H. Yurtsever
- Haluk Yurtsever’e ait.
- Yurtsever’in aynı başlıkta “kastını aştığını” sandığım bir saptaması da şu: “Sorun, sıkıntı ve başarısızlıklar, teorik ilkelerin yaşama uygulanması noktasındaki çelişki ve uyumsuzluklardan çıkmakta, hem nesnel hem de öznel nedenlere dayanmaktadır. Bu sorunun temelinde ise, proletaryanın, işçi sınıfının egemenliği açısından koşulların yeterince olgunlaşmadığı bir dönemde yönetimi alması yatmaktadır.”Proletarya diktatörlüğüne 20. yüzyılın katkısı bu değil midir?: “İşçi sınıfının egemenliği açısından koşulların yeterince olgunlaşması” mitini geride bırakmak.
- a.g.y., H. Yurtsever
- Yaroslav Haşek’in “Kızıl Komiser” öyküleri, devrim Rusyası’nın insanlarına dönük acımasız, ama oldukça haklı gözlemler barındırıyor. Sovyetleri bir somut toplumsal olgu olmanın ötesinde bir mit haline getirmemek için sadece bu gözlemler yeterlidir.
- a.g.y., H. Yurtsever
- a.g.y., H. Yurtsever
- K. Marks, F. Engels, Alman İdeolojisi (Feurbach), Sol Yayınları, Temmuz 1992
- Yurtsever’in aktardığı pasajdan hareketle marksizmin kurucu babalarına ilişkin anlamlı bazı saptamalar yapabiliriz. Burada Marx, açıkça, üretim ilişkileri ve dolayısıyla üretici topluluk içinde oluştuğunu öne sürdüğü sınıf egemenliğinin kendine, özgül, belirleyici bir siyasal biçim bulduğunu ve bunun devlet olduğunu görmüştür.Genel olarak üstyapı çözümlemelerinde, ideoloji tanımlamalarında olmayan bir kesinlik ve yoğunlaşma devlet için sözkonusudur.
- Burada küçük bir düzeltme yapmalıyım. Proleter devrim ve iktidarla birlikte ortadan kalkan, emek (daha doğrusu emek gücü) pazarıdır. Emek, belirli bir değer ürettiği ve bir biçimde bu değere eşitlenebildiği ölçüde (Gotha programındaki sosyalizmde burjuva hak meselesi) belirli bir değişim değerini korumaktadır. Değişim değeri (daha doğrusu pazarı) ortadan kalkan emek gücüdür. Bilindiği gibi kapitalist sömürü emek gücünün metalaşması ile tanımlanır. Emek gücünü satın alan kapitalist, onun ürünü (ve aslında eşdeğeri) olan emeğe el koyar. Böylece emek piyasası diğer metalardan farklı olarak sömürünün ortaya çıktığı yer haline gelir.
- Toplumsal fonlarla yükselen fabrikalar, herkese açık hastaneler, 1 Mayıs’larda boy gösteren ve emperyalist dünyaya meydan okuyan nükleer başlıklı roketler. Bunlar teorik midir?
- a.g.y., H. Yurtsever
- Kanımca Yurtsever, örneğin grev hakkından söz ederken de fazla toptancı ve kaygısız davranıyor. Sosyalizm koşullarında bir fabrikanın işçilerinin belirli bir konuda tepki göstermeleri, merkezi ya da yerel yönetimden belirli taleplerde bulunmaları için mekanizmaların olması gerektiği doğrudur.Öte yandan, bu hakkın kullanımının sınıf bütünlüğünü zayıflatan, sınıf içi eşitsizlikleri bir bölümün lehine zorlayan bir biçimde gerçekleşmesi karşısında da yine proleteryanınbir “çalışma hukuku” olmalıdır.”Eskiden grev, fabrikaların sahibi olan kapitalistlere karşı yapılırdı. şimdi fabrikalar devletin, devlet işçilerin. İşçiler kendilerine karşı grav yapıyor!” alaylı ifadesi bir dönem sıkça kullanıldı.”İşçiler devlete karşı grev yapıyorsa, bir nedeni vardır, ve bu hak işçi denetiminin de ön koşuludur” denilebileceğini sanmıyorum.
- Özyönetim tartışmaları ile ilgili olarak elinizdeki derginin 82. sayısında Erkin Özalp’ın bir yazısı yayınlandı. Okur, özyönetim tartışmalarıyla ilgilenirse yakın zamanda yazılmış bu yazıya bir göz atabilir. (“Öz örgütlenme ve özyönetim”, Gelenek 82 içinde, Ekim 2004, s. 77-91)
- Özellikle bakınız: Vandervelde’in “Devlet Üzerine Yeni Bir Kitabı” adlı makale. Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları içinde.