Haluk Yurtsever’in hem toparlayıcılık özelliğini taşıyan hem de kışkırtıcı tezler içeren çerçeve yazısı, serbest bir tartışmaya olanak sağlıyor. Bu olanaktan yararlanarak, marksizmin devletle ilgili tüm temel yaklaşımlarını yeniden aktarma/hatırlatma gereğini duymadan, konuya ilişkin kimi açılımlar geliştirmeye çalışacağım.
Ama öncelikle birkaç hatırlatma notu…
Devlet, bir baskı aygıtıdır…
Devletin ortaya çıkışı, toplumun sınıflara bölünmesinin bir ürünüdür.
Sınıfsal ayrışmaların ortaya çıkabilmesi için, bazılarının çalışmadan yaşamasını sağlayabilecek miktarda “artı ürün”ün üretilebilir olması gerekir. Kuşkusuz, artı ürün elde etme olanağının ortaya çıkması, doğrudan doğruya sınıfsal ayrışmalara yol açmak zorunda değildir. Bir başka olasılık, insan topluluklarını oluşturan bireylerin eşit oranda daha az çalışmalarıdır. Ama sınıfsal ayrışma yoluna giden topluluklar, daha karmaşık ve gelişkin toplumsal örgütlenme biçimleri geliştirerek, diğerlerine üstünlük kurma şansına sahip olurlar. Hele savaşmak konusunda uzmanlaşmış askerleri de varsa…
Sınıfsal ayrışmalara dayanan toplumsal örgütlenme biçimleri, en ilkelinden en gelişkinine “devlet” başlığı altında ele alınabilir.
Devlet, her şeyden önce, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenlik kurma aracıdır. Aynı anlama gelmek üzere, devlet, her şeyden önce bir baskı aygıtıdır…
Ama…
Devlet, aynı zamanda, temsil ettiği toplumsal düzene, yani sınıfsal egemenlik ilişkilerine meşruiyet kazandıran araçtır.
Baskı, meşruiyet yaratmanın temel araçlarından biri olsa da, kendi başına yetersiz kalır. Devlet, egemen sınıfın üyesi olmayan yurttaşlarına da, başta “güvenlik” olmak üzere kimi olanaklar sağlamak durumundadır. Yurttaşlarını başka devletlerin istilasına karşı koruyamayan, hırsızlığı ve çapulculuğu sınırlandıramayan bir devletin ayakta kalması kolay değildir. Asıl önemlisi, bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak devlet, toplumsal gelişmenin hızlanmasını sağlar. Devletin en önemli meşruiyet kaynağı da budur.
Tarihsel açıdan bakıldığında, sınıfların ve onlarla birlikte devletin ortaya çıkması, bir ilerlemedir. Benzer şekilde, kapitalist devlet de, feodal devlete göre, tarihsel bir ilerlemeyi temsil eder.
Kapitalist devlet, kölelik ve serflik türü ilişkileri tasfiye ederek, yurttaşlarına eşit biçimsel haklar tanıyarak, tüm çocukların temel bir eğitim almasını sağlayarak, kapitalistler arası rekabetin toplumun sağlık ve güvenliğini belirli bir düzeyin ötesinde tehlikeye atmasını engelleyerek, tek tek kapitalistlerin altından kalkamayacakları toplumsal işlevler üstlenir.
Aslında, kapitalist devlet, çok daha fazlasını yapar: Devletin iktisat politikaları, kapitalist gelişmenin doğrultusu üzerinde, belirli dönemlerde belirleyicilik kazanacak ölçüde etkide bulunur. Örneğin, Prusya ya da Türkiye gibi kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerin görece yüksek sanayileşme hızlarını yakaladıkları belirli dönemlerde, devletin ekonomiye müdahaleleri kritik önem taşımıştır. Yine örneğin, ABD şirketleri, bilişim teknolojileri alanındaki üstünlüklerini, devletin bu alana büyük miktarlarda kaynak aktarmasına borçlu. Diğer yandan, kapitalistler, uluslararası rekabette de, kendi devletlerinin gücüne ve öncülüğüne ihtiyaç duyarlar.
Liberalizmin devlet karşıtlığı, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Ama bu durum, bir taşla pek çok kuş vurmalarını önlemiyor. Birincisi, kapitalist devletin baskıcı yüzüne yönelik tepkileri düzen içine çekiyorlar. İkincisi, “devleti küçültme” adı altında, devletin toplumsal işlevlerinin sınırlandırılmasına ve kâr oranlarının azalmasına yol açan kamu harcamalarının kısılmasına yardımcı oluyorlar. Üçüncüsü, yine devletin baskıcı yüzüne yönelik tepkilerden yararlanarak “devlet dışı” olan her şeyi yüceltirken, ezilen sınıfların devlet iktidarını hedef alan bir mücadeleye girmesini zorlaştırmaya çalışıyorlar.
“Aman devlet karışmasın” söylemi, solu da etkisi altına alan güçlü bir ideolojik saldırının parçasıdır.
Oysa devletin hiçbir şeye karışmadığı bir toplumda, gerçekten de “anarşi” egemen olacaktır. Böylesi bir toplumda, sigortalı işçi çalıştırma neredeyse tümüyle son bulacak, her türden zehirli madde ilaç adı altında piyasaya sürülecek, gıda maddeleri insan sağlığı hiçe sayılarak üretilecek, çocukları hedef alan sigara, içki ve uyuşturucu reklamları ilkokullara kadar girecek, her köşe başında kumarhaneler ve bahis şirketleri açılacak, tüm yeşil alanlar en çirkin ve en yüksek binalarla doldurulacak, halkın denize girebileceği bütün noktalar villalarla ve turistik tesislerle işgal edilecektir. Tabii bu arada, kimse vergi falan ödemeyeceğinden, tüm kamusal hizmetler son bulacaktır.
Bir kez daha hatırlatmak gerekirse: Kapitalizm koşullarında devletin ve dolayısıyla bürokrasinin temel görevinin sermaye sınıfının çıkarlarını korumak olduğu açık.
Ama aynı devlet, aslında tam da sermaye sınıfının bütünsel çıkarlarını koruyabilmek için, toplumsal çıkarları da bir dereceye kadar gözetmek zorundadır. Her tür toplumsal çıkarın yerini bireysel çıkarların alması, toplumsal kargaşadan başka bir sonuç doğurmaz. Mutlak düzensizliğin egemen olduğu bir ortamda da, sermaye ilişkilerinin yerini, daha eski toplum biçimlerine ait güç ilişkileri alır.
Buradan çıkarılabilecek bir başka sonuç daha var: Sermaye düşmanlığının önüne geçen her tür devlet düşmanlığı, toplumsal çıkarların yerine bireylerin ve dar grupların çıkarlarının konması anlamına gelir.
Sermaye sınıfının ve temsilcilerinin 1970’li yıllardan bu yana devlet ve bürokrasi düşmanlığının öncülüğünü yapmaları boşuna mı?
Marx ve Engels’in “devletçi” vurguları
Marksizmin kurucuları, yaşamları boyunca, devlet ile ilgili değerlendirmelerini kaleme alırken, fazlasıyla ihtiyatlı olmak zorunda kaldılar. Bir yandan çözülme sürecindeki feodal devletlerin baskıcı niteliklerinin fazlasıyla ön plana çıktığı Prusya ve Rusya örneklerinin ağırlığı, diğer yandan da başta anarşizm olmak üzere dönemin sol akımlarının devlet düşmanlığı ve Marx ile Engels’i sürekli “devletçi”likle suçlamaları nedeniyle…
Buna karşın, Marx ile Engels, bir konudaki netliklerini hep korudular: Proletaryanın ilk görevi, siyasal iktidarı ele geçirerek devletin yönetimini ele almaktır.
Komünist Parti Manifestosu’nda şöyle söylüyorlardı:
“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, tüm üretim aletlerini devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler kitlesini olabildiğince hızlı bir şekilde çoğaltmak için kullanacaktır.”1
Yine Manifesto’da, devletin geleceği şu şekilde tarif edilir:
“Gelişimin akışı içinde sınıf farklılıkları ortadan kalktığında ve üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirir. Asıl anlamıyla siyasal güç, bir sınıfın bir diğerini ezmeye dönük örgütlü gücüdür. Eğer proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde kendisini mecburen bir sınıf olarak birleştirirse, bir devrim yoluyla kendisini egemen sınıf haline getirirse ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zorla ortadan kaldırırsa, bu üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarının varoluş koşullarını, genel olarak sınıfları ve böylelikle bir sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırır.”2
Dikkat edilirse, burada, “kamu gücü”nün ortadan kalkmasından (ya da kaldırılmasından) değil, “siyasal niteliğini” yitirmesinden söz ediliyor. Siyasal nitelik de, bir sınıfın bir diğeri üzerindeki egemenliğini anlatıyor.
Marx tarafından Manifesto’dan iki yıl sonra kaleme alınan bir başka metin, çok daha net vurgular içeriyor:
“(…) demokratlar, ya doğrudan doğruya federatif bir cumhuriyet için çalışacaklar, ya da eğer tek ve bölünmez bir cumhuriyetten kaçınamayacak olurlarsa, belediyelere ve eyaletlere mümkün olan en geniş özerkliği ve bağımsızlığı vererek en azından merkezi hükümeti sakatlama girişiminde bulunacaklardır. İşçiler, bu plana karşı, yalnızca tek ve bölünmez bir Alman cumhuriyeti için değil, ama aynı zamanda bu cumhuriyet içinde yönetme yetkisinin kesin olarak devlet iktidarının ellerinde toplanması için de çalışmalıdırlar. Yerel topluluklara özgürlük, özyönetim vb. demokratik gevezeliklerin kendilerini yanıltmalarına izin vermemelidirler.”3
1850 yılının Almanya’sına ilişkin bu değerlendirmelerin döneme özgü olduğunu ihmal etmemek gerekiyor. Ama Marx’ta hiç değişmeyen, merkeziyetçilik vurgusudur. “Yerel toplulukların özyönetimi”, Marx için ,“demokratik gevezelik”tir…
Komünizme ulaşmadan önce, tek bir merkezi toplumsal örgütlülük biçimi olabilir, o da devlettir.
Manifesto’dan sonra, siyasal devrim ve devlet sorunlarına ilişkin iki kritik adım atıldı: “Proletarya diktatörlüğü” kavramı geliştirildi ve proletarya tarafından olduğu gibi devralınamayacağı saptanan mevcut (kapitalist) devlet aygıtının “parçalanması” gerektiği saptandı…
Buradaki “parçalama” fiili, bir bütün olarak devletin yok edilmesini değil, burjuvazinin siyasal egemenliğini sağlayan kurum ve ilişkilerin tasfiyesini anlatır. Marx’ın devlet konusundaki en olgun çözümlemeleri içeren Fransa’da İç Savaş’ta vurgulandığı gibi:
“Ulusun birliği bozulmayacak, tam tersine Komün Anayasası tarafından örgütlenecekti (…). Eski devlet iktidarının yalnızca baskıcı nitelik taşıyan organları kesilip atılacak, ama bunların haklı işlevleri, toplumun üzerinde olduğunu iddia eden bir otoriteden koparılarak toplumun sorumlu hizmetkarlarına geri verilecekti.”4
Bu bölümde son olarak Engels’in 1883 yılında, Marx’ın ölümü üzerine yazdığı makaleden bir alıntı:
“Anarşistler sorunu baş aşağı koyuyorlar. Proleter devrimin, devletin siyasal örgütlülüğünü ortadan kaldırarak başlaması gerektiğini açıklıyorlar. Ama devlet, proletaryanın zafer kazandıktan sonra hazır bulduğu tek örgüttür. Bu devlet, yeni işlevlerini yerine getirebilmek için, çok köklü değişikliklere ihtiyaç duyuyor olabilir. Ama onu tam da böylesi bir dönemde tahrip etmek, zafer kazanmış olan proletaryanın yeni ele geçirmiş olduğu iktidarı kalıcılaştırmak, kapitalist düşmanlarını bastırmak ve toplumun iktisadi devrimini hayata geçirmek için kullanabileceği, yokluğu ise, Paris Komünü’nden sonra yaşandığı gibi, zaferin, yeni bir yenilgi ve işçilerin toplu bir kıyıma uğramasıyla son bulmasına yol açacak olan tek örgütün tahrip edilmesi anlamına gelir.”5
Proletarya diktatörlüğü, sosyalizm, komünizm…
Kavramsal titizlik kadar, kavramlara aşırı anlamlar yüklememek de önemlidir.
Troçkistler, ısrarlı bir şekilde, başta Sovyetler Birliği olmak üzere eski sosyalist ülkelerin “sosyalist” olmadıklarını savunuyorlardı. “Bürokratik yozlaşma”ya uğramamış “işçi devletleri” ise, olsa olsa, birer “geçiş toplumu” olarak anılabilirdi… “Sosyalizm” kavramı, sadece ve sadece, “dünya devrimi”nin ardından “komünizmin ilk aşaması”na ulaşmış toplumlar için kullanılabilirdi…
Açıkçası, bu tartışmanın, bu basit haliyle, hiçbir önem ve değerinin olmadığını düşünüyorum.
Troçkistlerin kavramlarının olduğu gibi kabul edilip kullanılması, meselelerin özünde en küçük bir değişiklik yaratmaz.
Komünistlerin nihai hedefi, her türden sınıfsal ayrımın ve bu arada kafa emeği-kol emeği, kır-kent vb. ayrımlarının ortadan kalktığı komünist topluma ulaşılmasıdır. Bu hedefe de, ancak dünya ölçeğinde ulaşılabilir.
İşçi sınıfının belirli bir ülkede ya da birden fazla ülkede iktidarı alması ile komünizme ulaşılması arasındaki dönem, ne tür alt dönemlere ayrılırsa ayrılsın, bir “geçiş dönemi”dir. Bu dönem boyunca öncelikli hedef, işçi sınıfının tüm ülkelerde iktidara gelmesi anlamına gelen dünya devrimidir. Yine ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın ve ne tür alt dönemlere ayrılırsa ayrılsın, söz konusu geçiş döneminde, kapitalizm ve komünizm ile benzer şekilde “kendi ayakları üzerinde duran” bir toplumsal formasyon çıkmaz ortaya. Bu dönem boyunca, siyasal öncülüğün sürekliliği esastır.
Ama önemsiz ve değersiz de bulsam, buradaki biçimsel tartışmaya ilişkin bazı ekler yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Marx, “komünizmin ilk aşaması” olarak andığı “sosyalizm”in uzun bir sürece yayılabileceğini düşünmüyordu, çünkü sosyalist devrimleri en ileri kapitalist ülkelerde bekliyordu. Kesin olan, Marx’ın deyimiyle “komünizmin ilk aşaması”nın, “kendi temelleri üzerinde gelişmiş bir komünist toplum” olmadığı, “aksine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplum” olduğudur. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde açıklandığı üzere, bu aşamada henüz “herkese emeğine göre” ilkesi geçerlidir. Komünizmin ileri aşamasında ise, “herkese ihtiyacına göre” ilkesi geçerli olacaktır…
Kesin olan bir diğer nokta, Marx’ın, “komünizmin ilk aşamasından önce bir de ‘proletarya diktatörlüğü’ aşaması vardır” diye bir şey yazmamış olmasıdır. “Yoktur” diye de açıkça yazmamıştır. Ama ilk aşamanın “kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle” bir komünist topluma karşılık düştüğünü söylemesinden ne tür bir sonuç çıkarılabilir? En azından Lenin’in çıkardığı sonuç, “proletarya diktatörlüğü” kavramı ile “komünizmin ilk aşaması”, yani “sosyalizm” kavramlarının aynı aşamayı anlattığıdır. Devlet ve Devrim’de “komünizmin ilk aşaması”, “silahlı işçilerin” devleti olarak anılır.
Devlet ve Devrim’den uzunca bir alıntı yapmakta yarar var:
“Aslına bakarsak, kelli felli bir profesör, (…) sosyalizmi ‘getirmenin’ olanaksızlığını anlatıyorsa, onun aklında olan komünizmin üst aşaması ya da evresidir. Oysa, ortada bunu vaat eden, dahası ‘getirmeyi’ düşünen kimse yoktur. Çünkü doğrusunu söylersek, böyle bir toplum ‘getirilemez’.”
“Bu bizi (…) bir soruna götürür: Sosyalizm ile komünizm arasındaki bilimsel farklılık. Politik açıdan, komünizmin bu ilk ya da alt evresi ile üst evresi arasındaki fark, zaman içerisinde muhtemelen çok büyüyecektir. Ancak, daha bugün, ortada kapitalizm varken, bu tür bir ayırımı dört dörtlük yerine oturtmaya çalışmak gülünçtür. Ve olsa olsa tek tük bazı anarşistler böyle bir ayrıma en büyük önemi verebilirler. (…)”
“Hepsi bir yana, sosyalizmle komünizm arasındaki bilimsel ayrım açıktır. Genellikle sosyalizm adı verilen evre, Marx tarafından komünist toplumun ‘ilk’ ya da alt evresi olarak adlandırılmıştı. Eğer üretim araçları ortak mülkiyet altına sokulmuşsa, ‘komünizm’ kelimesini bu toplum için de kullanabiliriz; ama tabii bunun henüz tam olgunlaşmış komünizm olmadığını unutmamak koşuluyla. Marx’ın çözümlemelerinin en anlamlı yanı, burada da diyalektik materyalizmi ve gelişim teorisini tutarlı bir biçimde uygulaması ve komünizme, kapitalizmin bünyesinden çıkan bir olgu olarak bakmasıdır. Skolastik kafaların ürünü, ‘uydurma’ tanımlamaların ve kelimeler üzerindeki yararsız tartışmaların yerine (örneğin sosyalizm nedir, komünizm nedir, gibi) Marx bize komünizmin ekonomik olgunluğundaki aşamalar adını verebileceğimiz bir çözümleme sunmaktadır.”
“İlk evrede ya da aşamada, komünizm henüz tam ekonomik olgunluğuna erişememiş, kapitalizmin gelenek ve izlerinden henüz bütünü ile arınamamıştır. İşte, komünizmin ilk evresinde ‘burjuva yasalarının dar ufkunun’ henüz varlığını koruması dediğimiz ilginç olgu da buradan kaynaklanır. Kuşkusuz, tüketim mallarının dağıtımına ilişkin burjuva yasası, kaçınılmaz olarak burjuva devletinin varlığını da öngörür. Çünkü, yaptırım ve kurallarına uyumu sağlayan, bunları fiilen uygulatan bir aygıt olmaksızın, yasaların hiçbir önemi kalmaz.”
“O halde bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Komünizmde, belirli bir süre için yalnızca burjuva yasaları değil, burjuvasız bir burjuva devleti de varlığını sürdürecektir!”6
Toparlarsak: İşçi sınıfı, siyasal iktidarı ele geçirerek, mevcut devlet aygıtının baskıcı unsurlarını parçalar ve kendi devletini (“proletarya diktatörlüğü”) kurar. Proletarya diktatörlüğünün öncelikli hedefi, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermektir. Bu amaca ulaşıldığında ve “herkese emeğine göre” ilkesi uygulanmaya başladığında, “sosyalizm”den söz edilebilir. Ama sosyalizm, henüz kapitalizme özgü ilişkilerin tümüyle aşılmadığı bir toplumdur.
Bu bölümü iki notla tamamlamak istiyorum. Birincisi, burjuva diktatörlüğünün yönetim biçimi burjuva demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün yönetim biçimi ise sosyalist demokrasidir. Sosyalist demokrasi, yalnızca işçilerin değil, burjuvazi dışındaki tüm toplum kesimlerinin devlet yönetimine katılımını ifade eder. Ama başına hangi sıfat gelirse gelsin, “demokrasi”, komünistler için bir nihai hedef olamaz. Bir yönetim biçimi olarak “demokrasi”, sınıfsal farklılaşmaları ve toplumsal eşitsizlikleri veri alır ve bunlara dayanır… Dolayısıyla, “sosyalist demokrasi”, “proletarya diktatörlüğü” gibi, aşılması gereken bir kategoridir. Bir başka şekilde ifade edersek: Burjuva demokrasisi, gerçekte bir diktatörlüktür, ama bunu gizlemeye çalışır… Buna karşın, proletarya diktatörlüğü, gerçekte sosyalist demokrasidir ama bunu aşmaya çalışır…
İkincisi, proletarya diktatörlüğünün kuruluş dönemindeki baskıcı niteliğinin burjuvazinin tasfiyesiyle birlikte zayıflaması ve sosyalist devletin “tüm halkın devleti”ne (bir başka deyişle “emeğiyle geçinen herkesin devletine”) dönüşmesi doğal ve gereklidir. İktidar mücadelesi yürütürken bile toplumun tüm ezilen kesimlerine öncülük eden proletaryanın kuracağı bir devletten söz ediyoruz! Sosyalist toplumun en büyük örgütlü gücü olarak proletaryanın öncülüğüne ve onun öncü partisine duyulan ihtiyaçsa komünizme kadar sürecektir.
Sovyet deneyiminin teorik boyutu
70 günlük Paris Komünü deneyimi, marksist devlet teorisine önemli katkıların yapılmasını sağlamıştı. 70 yıllık Sovyetler Birliği deneyimi ve diğer sosyalist ülkelerin deneyimleri, hiç kuşku yok ki, teori açısından da, Paris Komünü ile karşılaştırılamayacak bir zenginlik barındırıyor.
“Nerede hata yapıldı” sorusu, Sovyet deneyimini aşan yeni deneyimler yaşamamıza, belki de dünya devrimine kadar gündemimizden düşmeyecek. Düşmesin de… Sosyalizmin geri dönüş yollarını kendi kendine kapatan bir toplumsal formasyon olmadığını sürekli akılda tutmakta yarar var…
Ama bütün bir Sovyetler Birliği tarihini 1989’a (ya da Gorbaçov dönemine) indirgeyen yaklaşımlar, bizi dünya devrimine yaklaştırmak bir yana, sosyalizmi ütopyaya dönüştürür.
Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalist ülkelerin deneyimleri, örneğin, marksist devlet teorisi açısından da yaşamsal önem taşıyan şu noktalara açıklık kazandırdı:
1) İşçi sınıfının siyasal iktidarı alması ve proletarya diktatörlüğünü kurması mümkündür.
2) Üretim araçlarının kamulaştırılması ve üretimin merkezi olarak planlanması, toplumsal gelişmeyi hızlandırırken, toplumsal eşitsizliklerin azaltılmasını mümkün kılar.
3) Ücretli emek sömürüsünün son bulacağı sosyalizm döneminde, “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesini tümüyle olmasa da aşmak mümkün ve gereklidir: Harcadıkları emekten bağımsız olarak tüm yurttaşlara sunulan kamu hizmetlerinin giderek artırılması ve kamusal tüketim fonlarının büyütülmesi, sosyalizm döneminin temel hedeflerinden biridir.
4) Sosyalizm, tüm yurttaşlarına, toplumsal örgütlenmeler aracılığıyla devlet yönetimine katılma olanağını sağlar. Buna karşın, sosyalizm döneminde, halkın devlet yönetimine fiilen katılması, bir hukuksal düzenleme sorunu değil, siyasal öncülük sorunudur.
5) Dünya devrimi öncesinde, sosyalist ülkeler, toplumsal işlevleri yerine getirmekle kalmayan, aynı zamanda emperyalist-kapitalist ülkelerin potansiyel ve fiili saldırılarına karşı sosyalizmin kazanımlarını koruyabilen bir devlet örgütlenmesine ihtiyaç duyarlar. Sosyalist toplumların içindeki sınıfsal ayrımlar ne ölçüde zayıflatılırsa zayıflatılsın, “siyasal” devlet örgütlenmesine duyulan ihtiyaç sürer.
Bu listeye eklenebilecek çok fazla şey var. Yine sadece örnek olsun, proletarya diktatörlüğü, kapitalizme özgü “güçler ayrılığı” ilkesine son vererek, yasama, yürütme ve yargı organlarını halkın denetimi altına sokar. Sosyalist ülkelerde, tüm yurttaşların doğrudan oylarıyla seçilen en yüksek meclisler, sadece devlet yöneticilerini ve yürütme organlarını değil, aynı zamanda en yüksek mahkemenin üyelerini ve en yüksek savcıyı da seçerler. Diğer yandan, yürütme ve yargı organları meclise karşı sorumludur.
Burada tartışmak istediğim asıl nokta başka…
Proletarya diktatörlüğünün ya da sosyalizmin geçici niteliğini vurgulamak önemlidir. Ama bu vurgu, sosyalist devletin başlı başına bir kazanım olduğu ve tarihsel bir ilerlemeyi temsil ettiği gerçeğini unutturmamalıdır.
Sosyalist devlet, istisnasız olarak tüm yurttaşlarının çalışma, dinlenme ve tatil yapma, yaşamın tüm dönemlerinde eğitim alma, sağlık hizmetlerinden yararlanma, barınma, kültürel birikimden yararlanma ve bu birikime katkıda bulunma, bilimsel, teknik, sanatsal ve sportif faaliyetlerde bulunma ve bu arada devlet yönetimine katılma haklarını güvence altına alır. Bakıma muhtaç çocukların ve hastalık, kaza, yaşlılık ya da başka bir nedenle çalışamaz duruma gelmiş insanların insanca bir yaşam sürmeleri de sosyalist devletin güvencesi altındadır. Bunlar, sosyalist ülkelerin anayasalarına girmiş olan en temel haklardır. Asıl önemlisi, tüm bu haklar, başta Sovyetler Birliği olmak üzere eski sosyalist ülkelerin tümünde fiilen kullanılmıştır.
İnsanlık tarihi açısından büyük önem taşıyan ve zamanında kapitalist ülkeleri de kendi yurttaşlarına daha fazla “sosyal hak” tanımaya zorlayan bu başarı, hem son derece ileri bir toplumsal örgütlülük düzeyini anlatıyor, hem de sosyalizmin aşılması doğrultusunda önemli olanaklar barındırıyordu. Sosyalist ülkeler, kaynaklarının hatırı sayılır bir bölümünü emperyalist-kapitalist dünyayla mücadeleye ayırmak ve bu arada “düzenli ordu” ve “gizli istihbarat örgütü” gibi sosyalizmin ruhuna çok da uygun düşmeyen kurumlaşmalara gitmek zorunda kalmalarına rağmen, devlet ile toplum arasındaki çıkar farklılaşmasını azımsanamayacak ölçüde azaltmayı başardılar.
Devlet yöneticilerinin sosyalist ülkelerde de bazı ayrıcalıklarını koruyabilmiş olmaları çok sözü edilen, doğruluk payı kesinlikle bulunan, ama tablonun bütününü tarif etmek açısından hiç de o kadar önemli olmayan bir sorundu. Kapitalist toplumda, bürokrasinin güçlenip palazlanmasını sağlayan, sermaye sahiplerinin çıkarlarını temsil etmesidir. Buna karşın, sosyalist toplumda, benzer bir sınıfsal bir temelden yoksun olan bürokrasi, toplumsal işlevleriyle belirlenir. Bu işlevler de, bürokrasinin bir sınıf gibi ya da bir sınıf adına hareket etmesini sağlamaz.
Aslına bakılırsa, bürokrasinin değil bir sınıf, güçlü bir “kast” bile oluşturmadığını, sosyalizmin çözülüş sürecinde somut olarak gördük: Çıkarlarının mevcut (sosyalist) düzenle örtüştüğü düşünülebilecek olan bürokrasinin içinden, çözülüşe ciddi olarak direnen herhangi bir kesim çıkmadı. Buna ordu ve KGB gibi kurumlar da dahil…
Eski sosyalist ülkelerin sorunu, aşırı güçlü ve gelişmenin önünde engel oluşturan bir bürokrasinin varlığı değil, devlet yönetimindeki (ve partideki) her türden bürokratlaşma eğilimini de zayıflatacak bir toplumsal dinamizmin korunamamış olmasıydı.
Devletin ya da bürokrasinin toplum (ya da işçiler) tarafından “denetlenmesi”, ne kadar gerekli ve yararlı olursa olsun, tarif edilen sorunun çözümüne çok fazla katkıda bulunmaz. Daha doğrusu, toplumsal denetim mekanizmalarının kağıt üzerindeki varlığı, bunların fiilen kullanılmasını güvence altına almaz.
Sosyalizmin gerçek ihtiyacı, kitlelerin, devleti “denetleme”nin ötesine geçerek yönetmesidir. İşyerlerinden başlayarak toplumsal örgütleri aracılığıyla halkın devlet yönetimine katılması, kapitalizmden çıkıp geldiği şekliyle devletin ortadan kaldırılmasının da yoludur.
Ama devlet yönetimine katılım, halkın doğal bir istek ya da eğilimi değildir.
Sosyalist toplumda öncü partinin en önemli görevi, halkın devlet yönetimine katılımını örgütlemektir. Bunun somut biçimi ise, toplumsal örgütlerin devlet yönetiminde giderek daha fazla rol üstlenmesidir. Yalnızca “örgütlü” bir halk, devlet yönetimini kendi eline alabilir.
Öncü parti, halkın devlet yönetimini alacak şekilde örgütlenmesi görevini yerine getirebilmek için, devlet ile arasında bir mesafe bırakmak zorundadır. Toplumsal örgütlerin devletten bağımsız olmasını istemekse, devletin halktan uzaklaşmasını ve halk üzerindeki bir egemenlik aygıtı olarak kalmasını istemekle aynı anlama gelir.
Sosyalist devlet ile toplumsal örgütlerin karşı karşıya getirilmesi, toplumun ortak çıkarlarının karşısına yerel ve grupsal çıkarların konmasına yol açar.
Burjuva ideolojisi, toplumu devlet iktidarından uzak tutabilmek için, “sivil” olan her şeyi kutsar. Sosyalizm döneminde ise, temel hedef, toplumdan bağımsız tek bir devlet işlevinin kalmamasıdır.
Ama bu da, biçimsel bir sorun değil, her şeyden önce bir hedef ve doğrultu sorunudur. Öncü parti, toplumu harekete geçirebilecek, işyeri örgütlenmeleri, sendikalar, gençlik örgütleri, kadın örgütleri, meslek örgütleri, vb. toplumsal örgütler tarafından yeniden üretilebilecek, her türden durağanlaşma eğilimini kırabilecek hedefler gösterebilmek ve bu hedeflere ulaşılmasını sağlamak zorundadır.
Bu söylenen de, yalnızca doğru hedef ve sloganları belirleyerek yapılamaz. Toplumdaki her türden kuşkuculuk, kanıksama, bekleyip görme ve depolitizasyon eğilimine karşı, süreklileşmiş bir mücadele yürüten kadrolar olmaksızın, yani öncü partinin üyeleri toplumun her kademesinde öncülük görevinin hakkını yerine getirmeksizin, hiçbir hedefe ulaşılamaz.
Bu noktada, Sovyetler Birliği’ni çözülüşe sürükleyen süreçte yaşananları hatırlayarak geriye dönmenin yararlı olacağını düşünüyorum.
Garbaçov reformları
Garbaçov ve ekibi, sosyalist devleti yıkıma sürükleyen “reform”ları gerçekleştirirken, ülkenin gerçek, çok uzun süredir tartışılan, ama bir türlü çözüme bağlanamamış olan sorunlarını dayanak almıştı. Söz konusu “reform”ları Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne (SBKP) kabul ettirmelerini sağlayan da buydu.
Çok kabalaştırırsak: Halkın devlet yönetimine ilgisi azalmış, partinin gösterdiği hedefler heyecan yaratamaz hale gelmiş, iktisadi kuruluşlardaki iş disiplini ve çalışma verimliliği azalmış ve tüm bunların ürünü olarak Sovyetler Birliği’nin iktisadi ve toplumsal gelişmesi yavaşlamaya başlamıştı.
Hatırlatmakta yarar var: Sözünü ettiğimiz, tüm sorunlarına karşın, iktisadi, bilimsel, teknolojik ve askeri açılardan dünyanın ikinci (hatta bazı alanlarda birinci) büyük gücüdür. Sovyet halkının yaşam standartları ve kültürel düzeyi, en gelişkini de dahil olmak üzere kapitalist ülkelerde yaşayan halkların büyük çoğunluğuna oranla çok daha yüksektir. Evet, tek tek işletmelerde verimlilik sorunları yaşanmaktadır; ama kapitalist ülkelerdeki iktisadi krizlerin ve piyasa anarşisinin yol açtığı yıkımlar ve kaynak israfı Sovyetler Birliği’nde yoktur. Halkın siyasallık ve devlet yönetimine katılım düzeyi geri bulunsa bile, Sovyet toplumu kapitalist toplumlarla karşılaştırılamayacak bir örgütlülük düzeyine sahiptir ve sovyetlere seçilen milyonlarca SSCB yurttaşı devlet yönetimine fiilen katılmaktadır. Kısacası, ortada düzeltilebilmesi için öncelikle yıkılması gereken bir düzen yoktur. Tam tersine dünya işçi sınıfının tarihteki en büyük kazanımı vardır…
Sovyetler Birliği’nin enternasyonalist karakteri konusunda da bir ek yapmak gerekiyor: Kardeş sosyalist ülkelerle ilişkilerinde, Sovyetler Birliği, sömürücü değil, kaynak aktaran bir ülkedir. Bu durum hiçbir zaman tartışma konusu olmamış, diğer sosyalist ülkeleri birer yük olarak görme yaklaşımı (Garbaçov ve ekibi başa geçene kadar) ortaya çıkmamıştır.
Ama tüm bunlar Sovyet komünistleri için yeterli değildir. İktisadi ve toplumsal gelişme hızındaki yavaşlama, onlar için kabul edilemez bir sorundur. Çünkü toplumsal gelişmeyi hızlandırmak, SBKP’nin ve Sovyet devletinin varlık nedenidir. En “statükocu” SBKP yöneticileri için bile, “treni sallama” görüntüsü, ciddi bir rahatsızlık kaynağıdır. Garbaçov ve ekibinin önünü açan da, birikmiş sorunların ancak “radikal” önlemlerle çözülebileceği inancının SBKP yöneticileri arasında güç kazanmış olmasıdır.
Garbaçov ve ekibi, bu koşullar altında, Sovyetler Birliği’ni yıkmak için ne gerekiyorsa yaptılar.
Herhalde en yıkıcı girişimleri, partiyi ve halkı hedefsiz tartışmaların içine sokmak oldu.
Konusu ve hedefi olmayan bir tartışmadan daha yıkıcı bir şey olamaz.
Her tür toplumsal örgütlenmede bir yığın sorun, aksaklık ve eksikliğin bulunması kaçınılmazdır. Komünist öncünün görevi, tek tek sorunların çözülmesinden çok bunların aşılmasını (ve ortaya yeni sorunların çıkmasını!) sağlayacak olan çıkış yollarını tarif etmektir. Ana çizgileri belirlenmemiş, programatik hedeflere kilitlenmemiş bir tartışma ise, herkesin (özellikle de kendini gösterme meraklılarının ve boş konuşmaktan hoşlananların) eteklerindeki taşları dökmesini sağlasa bile, herhangi bir sonuç üretmez. Daha doğrusu, tek sonuç, mevcut örgütlenmenin de işlemez hale getirilmesi olur.
Garbaçov ve ekibi, tam da bunu yaptılar. Partiye ve halka, “her şeyi tartışın” dediler. Bunun da “yenilenme” ile sonuçlanacağını söylediler. “Yenilenme”nin tam olarak ne anlama geleceğini ise kimse bilmiyordu, çünkü kimse tarif etmemişti…
“Yenilenme” sloganıyla yürütülen siyasal reform girişimlerinin iki ana amacı vardı: Yerlerine bir şey koymadan, devleti ve partiyi etkisizleştirme…
Garbaçov, SBKP’nin 1988 yılında düzenlenen 19. konferansında, siyasal “reform”un ana hatlarını tarif ederken, “milyonlarca ve milyonlarca emekçinin sözde değil, eylemde ülkemizin yönetimine çekilmesi için her şey yapılmalıdır” diyor ve devam ediyordu:
“Toplumun kendini düzenlemesi ve özyönetimi süreçlerine kapılar açılmalı; ve yurttaşların temsili erk organlarının, parti örgütlerinin ve toplumsal örgütlerin ve emekçi kolektiflerinin girişimlerinin tümüyle gelişebilmesi için koşullar yaratılmalıdır.”7
Bunlarla bağlantılı hedef, sovyetlerin yetkileri genişletilirken, partinin sovyetler üzerindeki etkisinin sınırlandırılmasıydı:
“(…) tüm yetkinin Halkvekilleri Sovyetlerine verilmesi gibi büyük bir görevle karşı karşıyayız ki, bu yarım yamalak önlemlerle olacak iş değildir. Sorunu bütünsel bir biçimde ele almak ve köklü bir çözüm bulmak zorundayız.”8
Ülke ölçeğinde ve tüm halkı birleştirecek hedefler belirlemekten vazgeçen bir iktidarın sovyetleri daha etkili kılmak için başvurabileceği tek araç, topluluk çıkarlarını ve yerel çıkarları temel almaktır. Garbaçov da bunu önermişti:
“Yerel işlerin yönetiminin özyönetim, öz-finansman ve kendi kendine yeterlilik doğrultusunda yeniden örgütlenmesine yönelik gereksinim artık iyice olgunlaşmıştır.”
“Bu yeniden örgütlenme, mantıken ekonomik reformumuzu izleyecek; tüm toplumun çıkarlarını tek tek her bölgesel birimin, her emekçi kolektifinin gereksinimiyle uyumlulaştıracak ve birleştirecek; yerel ekonomik yapıların bütünden yalıtlanmasına ve kopmasına son verecektir. Kendi bölgelerindeki gelişmeyi yönlendirebilmeleri için sovyetlere tam ve bağımsız yetki tanımalıyız ve ekonomik işletmeler, nereye bağlı olduklarına bakılmaksızın kârlarının daha büyük bir bölümünü sovyetlerin bütçesine katmalıdırlar.”9
Nitekim ana görevlerden biri şu şekilde tarif edilmişti:
“Her şey, tüm sınıfların ve toplumsal grupların çıkarlarının engelsiz oluşması ve gelişmesi bunların uyumlulaştırılması ve Sovyet devletinin iç ve dış politikasında dikkate alınması mekanizmasının harekete geçirilmesine bağlıdır.”10
Buradaki temel yaklaşım, farklı “çıkar gruplarının” kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirilmesi ve sonucun herkesin yararına olmasının umulmasıdır.
Bu yaklaşımla serbest piyasacılık arasındaki mesafe hayli kısadır. Oysa sosyalizm, her türden sınıfsal ayrımın yanı sıra bölgesel eşitsizlikleri ve kafa-kol emeği, kır-kent ayrımını ortadan kaldırmak için, toplumun önüne bütünsel (merkezi) hedefler koymak zorundadır. Yerelliklerin ve farklı toplumsal grupların bu hedefler doğrultusunda inisiyatif sahibi olmalarını sağlamak, mutlaka gerekli olan ama “farklı çıkarların uzlaştırılması”ndan bambaşka bir şeydir.
Garbaçov’un raporundan hareketle hazırlanan konferans kararları, bu açıdan bakıldığında daha da vahim:
“3. Konferans, yönetimin merkezî olmaktan kurtarılması, işlev ve yetkilerin dağıtılması yoluyla, tabanın girişimcilik ve kendi kendine hareket yeteneğine en yüksek oranda sahip olmasının güvence altına alınmasını, politik sistemdeki reformun en önemli bir yönü olarak görür.”11
Reformun tamamlayıcı unsurları, “sosyalist hukuk devletinin oluşturulması”, “toplumsal örgütlerin bağımsızlıklarının geliştirilmesi”, “parti organları ile devlet organlarının işlevlerinin ayrıştırılması”, “bürokrasiyle mücadele” ve “parti içi demokrasi”…
Tüm bunlarda ortak olan, sosyalist devlet ile toplum arasındaki mesafenin açılması, sosyalizmin sorunlarını çözme görevinin bu işin altından kalkamayacak olan yerelliklere ve toplumsal gruplara devredilmesi ve partinin etkisizleştirilmesi.
Dikkat edilirse, reformların tümü, marksizm içinde de çok sayıda taraftarı olan hedeflere yönelik. “Ama Garbaçov ve ekibinin söyledikleri ile gerçek niyetleri ve yaptıkları aynı değildi” demenin çok fazla anlamı olmayacaktır. Garbaçov bir hain olsa da, bundan daha önemlisi, SBKP’nin Garbaçov reformlarına yeterli direnci gösterememiş olmasıdır. Söz konusu reformları şu ya da bu ölçüde benimseyip uygulamaya çalışanlar, Garbaçov’un tetikçileri değil, SBKP’nin neredeyse tümüydü.
Garbaçov ve ekibinin reformları da, geçmişteki reform girişimlerinde olduğu gibi, halkı harekete geçirmeyi hedefliyordu.Yanlışlık, meseleye tersinden yaklaşılmış olmasındaydı. Halkın hareket etmesinin önündeki engelleri bulup bertaraf etme çabası, toplumu oluşturan farklı kesimlerin kendi dar ve güncel çıkarları için mücadeleye çağrılmasıyla sonuçlandı. Sosyalizmde bu da vardır ve olmalıdır. Ama sadece, halkın ortak tarihsel çıkarlar doğrultusunda harekete geçirilmesi hedefinin tamamlayıcı bir unsuru olarak… Öncü partinin görevi, toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasına özgü kendiliğinden mücadele dinamiklerini serbest bırakmak değil, halkı toplumsal ilerleme mücadelesinin öznesi haline getirerek dönüştürmektir.
Hedef gösterme ihtiyacı…
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin üst düzey yöneticilerine yöneltilebilecek en haksız eleştirilerden biri, ülkenin gerçek sorunlarına gözlerini kapayıp durumu idare etmeye çalışmış olduklarıdır.
Tam tersine, merkezi planlamada kullanılacak araçlar, yanıltıcı bilgilerin önüne nasıl geçileceği, tarım kesiminde verimliliğin nasıl artırılacağı ve kamu mülkiyeti dışındaki mülkiyet biçimlerinin nasıl tasfiye edileceği, işletme yönetimlerine ve yerel yönetimlere ne oranda yetki devredileceği vb., sürekli bir şekilde tartışma konusudur. Bu tartışmaların merkezinde de, bireysel çıkarlar değil, emek üretkenliğiyle birlikte toplumsal üretimi artırma, halkın yaşam standartlarını yükseltme ve sınıfsız topluma yaklaşma hedefi vardır.
1961 yılında kabul edilen SBKP Programı’nın “komünist toplumun kuruluşunu” öngörmesi bu kaygının bir ürünüydü.
Tek ülkede komünizmin kurulup kurulamayacağına (kurulamaz tabii ki!) ilişkin teorik tartışmanın konuyla ilgisi yok. SBKP’nin bu açılımı, “teorik” olmaktan çok, somut hedeflere yönelikti. Amaçlanan, “komünizmin maddi ve teknik temelini” yaratmaktı. İlk on yıl içinde halkın yaşam standartlarının elle tutulur şekilde yükseltilmiş, “iyi döşeli” konut talebinin karşılanmış, ağır bedensel çalışmanın ortadan kaldırılmış ve SSCB’nin en kısa iş gününe sahip ülke haline getirilmiş olması hedefleniyordu. İkinci on yılın sonunda ise, “Sovyet toplumu ihtiyaçlara göre dağıtım ilkesini getirebileceği bir aşamaya çok yaklaşacak ve tek bir mülkiyet biçimine -kamu mülkiyetine- tedrici bir geçiş olacaktır.”12
Program hedefleri arasında, harcadıkları emekten bağımsız olarak tüm yurttaşların eşit olarak yararlanacakları toplumsal tüketim fonlarının büyütülmesi, ücretli devlet (ve parti) görevlilerinin azaltılması ve toplumsal örgütlerin devlet yönetiminde giderek daha fazla sorumluluk üstlenmesi de vardı.
Diğer taraftan tek ülkede yapılabileceklerin sınırı biliniyordu:
“Tarihi gelişme, kaçınılmaz olarak devleti yok oluşuna götürmektedir. Devletin yok olmasını sağlamak için hem iç şartları -gelişmiş bir komünist toplumun kurulması-, hem de dış şartları -sosyalizmin dünya arenasında zaferi ve pekişmesi- temin etmek zorunludur.”13
Açıkçası, Sovyet komünistlerinin komünizmi hayal etmeye başlamalarında ve komünist topluma ulaşılmasını hızlandırmak için kendilerine görev tayin etmelerinde herhangi bir sorunun bulunduğunu düşünmüyorum. Bunu yapmamaları bir soruna işaret ederdi…
SBKP, komünizmin altyapısını oluşturma mücadelesini gerçek bir toplumsal seferberliğe dönüştüremediği için başarısız oldu. Programın belki de en kritik bileşeni, altı ısrarla çizilen “halkın devlet yönetimine katılımı”ydı. Ama bu yazıda ısrarla vurgulandığı üzere, bunun için hedef göstermek yetmez; halkın katılımını bizzat örgütlemek gerekir.
Dahası, halkın örgütlü katılımı yetersiz kaldığında, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve emek-değer yasasının geçerlilik alanının daraltılması, istenen etkiyi yaratamaz. Çalışmayı bir ihtiyaç haline getirmeden, çalışma zorunluluğunu ortadan kaldırmak yıkıcı sonuçlar doğurur.
Nitekim, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, Sovyet halkının yaşam standartları hızlı bir şekilde yükseltilirken ücret eşitsizlikleri azaltıldı ve toplumsal tüketim fonları büyütüldü. Ama toplumda bu gelişmelere karşılık düşmesi gereken bir siyasal bilinç yükselişinin yaşandığından söz etmek kolay değil…
Burada da en kritik sorunlardan birine dönüyoruz:
Kadro sorunu…
Leninist bir partinin kadrolarından beklenen en önemli nitelik, ölümü göze alabilmeleri değildir… Leninist kadro, bazen ölmekten çok daha öldürücü olabilen bir işin hakkını vermek zorundadır: İnsanlara öncülük etmek…
“Öncülük”, “yöneticilik”e göre çok farklı nitelikleri gerektirir. Kapitalist işletme yöneticilerinin elinde çok güçlü bir silah vardır: İşten atma olanağı… Öncülük ise, insanların belirli hedefler doğrultusunda “gönüllü” olarak harekete geçmesini sağlamaktır. “Emir vererek” değil, ikna ederek, istek ve heyecan yaratarak… Bu da, üst düzey bir siyasal bilinç ve yaratıcılık olmadan başarılamaz.
SBKP’nin üye ve aday üyelerinin toplam sayısı, 1939 yılındaki 18. Kongre ile 1952 yılındaki 19. Kongre arasında, 2 milyon 477 bin 677’den 6 milyon 882 bin 145’e yükselmiş. İkinci Dünya Savaşı’na rağmen, parti üyelerinin sayısı neredeyse üç katına çıkmış.
19. Kongre’ye Malenkov tarafından sunulan raporda, hızlı nicel büyümenin nitel bir gerilemeye yol açtığı ve üye alımı sınırlandırılırken siyasi eğitime önem verilmesi gerektiği vurgulanıyor. Ama izleyen dönemde bu saptamanın hakkının verildiğini söylemek zor.
1971 yılına gelindiğinde, parti üyelerinin sayısı 14 milyon 455 bin 321’e ulaşmış. 24. Kongre Raporu’nda, ülke yetişkin nüfusunun yüzde 9’unun komünist olduğu vurgulanıyor…
Üyelerin sayıca artmasının bir mantığı var tabii ki: Parti insanları siyasal açıdan bilinçlendirmenin ve devlet yönetimine katmanın en etkili aracıdır.
Ama partililerin topluma öncülük edebilmesi için de, parti üyeliğinin saygınlığı korunmak zorundadır.
1952 yılındaki 19. Kongre’de, parti içindeki sorunlar büyük bir açıklıkla ortaya konuyor.
SBKP’nin Garbaçov ve ekibi gelinceye kadar hiçbir şeyi tartışmadığını ve sorunları(nı) gizlemeye çalıştığını düşünenlerin sayısı az olmadığı için, alıntı miktarını bir miktar yüksek tutmakta sakınca yok:
“Partiye sadakatlerine toz kondurmayan, ama gerçeklikte aşağıdan gelen eleştiriye katlanmayan, eleştiriyi boğan ve eleştiriciden öç alan fonksiyonerlere rastlamak az değildir.”
“Parti, Sovyet ve iktisat örgütleri yöneticilerinin; toplantıları, aktif oturumları, genel kurul ve konferansları kendilerini tanrılaştırdıkları kutlama gösterilerine çevirdikleri nadir değildir, bu yüzden çalışmadaki hata ve eksiklikler, hastalık ve zaaflar örtülü kalmakta, eleştirilmemekte, bu da kendini beğenmişlik ve safdilliği güçlendirmektedir. Parti örgütlerinde kaygısızlık ortaya çıktı.”
“Kadrolarımız arasında parti ve hükümet kararlarına karşı biçimsel bir tavır takınan, bunların gerçekleşmesi için savaşımda etkinlik ve sebat göstermeyen, durumlarının kötü olmasından ve ülkenin çıkarlarına zarar verilmesinden endişelenmeyen fonksiyonerlerin sayısı az değildir.”
“Örgüt ve kuruluşlarımız gereğinden çok karar, yönerge ve kararnameler yayınlamakta ama bunların uygulanıp uygulanmadığıyla ve nasıl uygulandığıyla pek ilgilenmemektedir.”
“(…) bazı örgütlerde danışıklı dövüşlü ve grup çıkarlarını parti ve devlet çıkarlarının üstüne geçiren bir avane oluşmaktadır.”
“Bazı parti örgütlerimizin aklında salt iktisat var ve ideolojik sorunları unutuyorlar, bunları atlıyorlar. Örneğin Moskova parti örgütü gibi, böyle önde gelen parti örgütlerinde bile ideolojik mücadeleye yeterli dikkat harcanmıyor.”
“İdeolojik çalışmanın küçümsenmesi, büyük ölçüde, yönetici kadrolarımızın belli bir bölümünün kendi bilinçlerini geliştirmek için uğraşmamalarına, marksizm-leninizm alanındaki bilgilerini zenginleştirmemelerine, partinin tarihi deneyimlerini kendi malı edinmemelerine dayanmaktadır.”
“(…) parti örgütleri, parti üye ve aday üyelerinin ideolojik-siyasi düzeyinin yükseltilmesi için çok az çalışma yapıyor; marksizm-leninizm teorisinin incelenmesi çalışması kötü bir şekilde örgütleniyor ve denetleniyor, ve bu yüzden birçok komünistin marksizm-leninizm alanında gerekli bilgisi yok.”14
Burada tarif edilen türdeki sorunların kestirme çözümleri olamaz. Sosyalizm, kapitalizmden çıkıp gelen insanlar tarafından kurulan bir düzendir. Sosyalizmi kurma mücadelesinin bir ayağını, sınıflı toplumlara özgü hastalıklarla mücadele oluşturur. Parti de bu hastalıklardan muaf değildir. Parti içi sorunların kontrol altında tutulmasının ve aşılmasının tek yolu, parti içi öncülüğün sürekliliğidir.
Bu konuyu derinleştirmenin yeri burası değil…
Konumuzla ilgili olarak söylenebilecek olan şey şu: Devletle ilgili olanları da dahil olmak üzere sosyalizmin sorunlarının çözümü adına ortaya atılan hiçbir formül ya da düzenleme, partinin ve kadrolarının öncülük niteliğini güçlendirecek adımlardan daha anlamlı ya da sonuç alıcı olamaz.
Komünizm her şeyin sonu mu?
Marx, Engels, ve Lenin, komünizm hakkında pek fazla kehanette bulunmadılar. Komünist toplumda üretimin ne şekilde örgütleneceğini, toplumsal yaşamın ne şekilde düzenleneceğini tartışmadılar. Yalnızca, sınıfların, sömürünün, sınıf mücadelelerinin ürünü olarak devletin, toplumsal işbölümünün vb. olmayacağını vurguladılar.
Benzer bir ihtiyatlılığı bugün de korumak gerekiyor. Günümüzün acil görevi, insanlığı kapitalizm belasından kurtarmak. Sınıflı bir toplumun biçimlendirdiği insanlar olarak, sınıfsız toplumda neyin nasıl düzenleneceğini öngörmemiz ne kolay, ne de çok gerekli…
Ama insanlığın bugünkü bilimsel, teknolojik ve kültürel birikimi komünist topluma ilişkin kimi “tahmin”ler yapmamızı mümkün kılıyor. Ne de olsa, komünizm gökten inmeyecek ve tüm bir insanlık tarihinin, bu arada tabii ki sosyalizm döneminde elde edilen kazanımların bir ürünü olacak.
Kanımca, özellikle komünizmde nelerin olmayacağını tartışırken, en azından pek çok örnekte, “bugünkü biçimiyle” ekini yapmak gerekiyor.
Örneğin, toplumsal işbölümünün ortadan kalkması, herkesin aynı uzmanlık düzeyinde bilgisayar mühendisliği, biyoloji, kuantum fiziği, cerrahlık, topoloji, coğrafya, arkeoloji, tarih ve dilbilim bilgisine sahip olacağı anlamına gelmez. İşbölümünün ortadan kalkması, her tür yönetsel işlevin son bulacağı anlamına da gelmez. Yönetsel işlevlerin sınıfsal (siyasal) nitelikleri ortadan kalkar.
Komünist toplum da, pek doğal olarak üretimini planlamak zorundadır. Komünist toplumda da, eldeki kaynakların nerelere yönlendirileceği tartışma, hatta gerilim konusu olacaktır. Mars’ta yerleşim birimi kurulup kurulmayacağına ya da insanların genlerine ne oranda müdahale edileceğine karar vermek için bir “mekanizma”ya ihtiyaç duyulacaktır.
Bir başka deyişle, Komünist Manifesto’da kullanılan deyimle “siyasal niteliğini yitiren” bir “kamu gücü” ya da Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde kullanılan deyimle “devletin bugünkü görevlerine benzer toplumsal görevler” komünist toplumda da bulunacak, ama, 1872 tarihli “Toprağın Ulusallaştırılması” makalesinde kullanılan deyimle, “toplumun kendisinden ayrı bir hükümet ya da devlet iktidarı” kalmayacaktır…
Ya da, SBKP’nin 1961 tarihli programında belirtildiği gibi:
“Ekonomik ve kültürel yönetim alanında, bugün devlet tarafından yürütülen kamu işlevleri komünizm altında da sürdürülecek ve toplum geliştikçe onlar da geliştirilerek mükemmelleştirileceklerdir. Ancak, işlevlerin niteliği ve uygulama yolları sosyalizmde olduğundan farklı olacaktır. Şimdi hükümet bünyeleri olan, planlama, muhasebe, ekonomik yönetim ve kültürel ilerlemeden sorumlu bünyeler, politik niteliklerini kaybederek, kamunun kendi kendini yönetim organları haline geleceklerdir. Komünist toplum, emekçilerin yüksek (düzeyde) örgütlü bir topluluğu olacaktır. Komünist hayat tarzının evrensel olarak benimsenen kuralları yerleşecek ve bunlara uymak herkes için organik bir ihtiyaç ve alışkanlık halini alacaktır.”15
Dipnotlar ve Kaynak
- K. Marx-F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev: Erkin Özalp, NK Yay., Dördüncü Baskı, Ocak 2005, İstanbul, s. 29
- a.g.y., s. 30.
- K. Marx-F. Engels, “Ansprache der Zentralbehörde an den Bund vom Maerz” (Merkez Komitesi’nin [Komünist] Birlik’e Mart Ayındaki Hitabı), 1850, http://www.mlwerke.de/me/me07/me07_244.htm (30.07.2005).
- Karl Marx, Der Bürgerkrieg in Frankreich (Fransa’da İç Savaş), http://www.mlwerke.de/me/me17/me17_319.htm (22.07.2005).
- Friedrich Engels, “Zum Tode von Karl Marx” (Marx’ın Ölümü Üzerine), Der Sozialdemokrat, 19, 3 Mai 1883, http://www.mlwerke.de/me/me19/me19_340.htm (30.07.2005).
- V. İ. Lenin, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, çev: Metin Çulhaoğlu, NK Yay., Nisan 2003, İstanbul, s. 28-30.
- SBKP 19. Konferans Belgeleri, çev: M. Coşkun, Amaç Yay., Kasım 1988, İstanbul, s. 101.
- a.g.y., s. 109.
- a.g.y., s. 109.
- a.g.y., s. 101.
- a.g.y., s. 192.
- SBKP 24. ve 25. Kongre Raporları ile Parti Programı, çev: Tuncer Tuğcu, Kızılırmak Yay., 1976, Ankara, s. 322.
- a.g.y., s. 365.
- SBKP (B) XIX. (1952) SBKP XX. (1956) Parti Kongre Raporları, çev: İ. H. Yarkın, İnter Yay., Şubat 1989, İstanbul, s. 89-99.
- SBKP 24. ve 25. Kongre…, a.g.y,. s. 365.