Gündemde kriz tartışmaları var. Dünya piyasalarındaki dalgalanmalar, doların yükselişi, Türkiye’ye yansımaları… Ama güncel gelişmelere geçmeden önce, bunların arka planını ortaya koymak üzere, dünya kapitalizminin 1980’ler ya da 1970’ler sonrasındaki temel yönelimleri konusunda bir giriş yapabilir misiniz?
Çok basit olarak ifade edelim… İki dönemeç söz konusu. Dünya kapitalizminin özellikle emperyalist merkezlerde gözlenen dönüşümleri son çeyrek yüzyılda iki aşamadan geçti gibi geliyor bana…
Birincisi, İngiltere ve ABD’de başlayan, Reagan-Thatcher çizgisinin emeğe karşı açtığı büyük karşı saldırı. Şöyle bir belirsizlik var: Acaba, kapitalizmin Altın Çağı denen dönem bir istisnai dönem miydi, yoksa piyasaya teslim olan kapitalizm mi bir istisnai dönemdi? Burada bir tartışma olduğunu biliyoruz. Bazı düşünürler, örneğin Polanyi, piyasanın insanlığa düşman bir düzenleme biçimi olduğunu, dolayısıyla piyasaya teslimiyetin uygarlığın temellerini tahrip eden öğeler getirdiğini söylüyorlardı. Bu nedenle “serbest piyasa” ve “vahşi kapitalizm” denen olguların süregelmeyeceğini iddia ediyorlardı. Bir anlamda, Altın Çağ denen dönemin kapitalizmin işlerliğini sağlayacak bir büyük sınıflar arası uzlaşmayı temsil ettiğini ve sürdürülebileceğini ima etmiş oluyorlardı.
İkinci bir görüşü savunanlar ise kapitalizmin özünün emeğe verilen ödünlerle tahrip edileceğini ve dolayısıyla sistemin tehdit altına gireceğini düşünüyordu. İki ayrı uçtan iki ayrı kişi bu farklı görüşleri savundular. Sağdan yaklaşan Schumpeter, soldan ise Kalecki’ydi. Kalecki, savaş yıllarında yazdığı bir yazıda, tam çalışma koşullarında kapitalizmin sınıflar arası dengesinin sürekli olamayacağını; kapitalistlerin tam çalışmanın yol açacağı siyasi sonuçları sineye çekemeyeceklerini iddia etti. Schumpeter ise son yazdığı ve ölümünden sonra yayımlanan “Sosyalizme Geçiş” adlı makalesinde emeğe verilen ödünler nedeniyle kapitalizmin yaratıcı öğelerinin aşınmakta olduğunu, kapitalizmin fiilen sosyalizme dönüşmekte olduğunu iddia savundu. “Refah devleti” başlığı altında gerçekleşen düzenlemeler ve Keynes’çi politikalar Schumpeter’e göre, kapitalizmin özünü tahrip ediyordu.
Geçmişe bakınca, ben bu son iki yazarın da farklı mantıklarla doğru bir teşhiste bulunduğunu görüyorum. Kapitalizm, emeğe verilen ödünleri sürekli kılacak esneklikten yoksun olduğunu algıladı. Ve dolayısıyla 1979-80’den itibaren bu doğrultuda bir karşı saldırıya başladı. Bu karşı saldırıya direnen son kapitalist ülke, Mitterand yönetimindeki Fransa’dır. Mitterand, 1981’de, Reagan-Thatcher ikilisine göre tam zıt yönde hareket ederek, komünist partisiyle birlikte ve kamulaştırmaları da içeren sol Keynesçi bir programla iktidara geldi. İki yıl uygulamaya çalıştı, fakat ABD ile İngiltere’nin belirlediği model egemen çıktı. Sermaye kaçışı ve uluslararası sistemin baskılarıyla Mitterand da teslim oldu, kervana ayak uydurdu. Birinci dönüşüm buydu.
Burada bir ara not düşebilir miyiz? Kapitalizmin gelişmesini statik bir modelle değil, büyüme ve daralma dönemlerini içeren uzun dönemli dalgalanmalarla açıklayanlar da var. Diğer yandan Marx da kapitalizmin işçi sınıfının bazı taleplerini büyüme dönemlerinde karşılayabileceğini, ama bunalım dönemlerinde bunun olanaksız hale geleceğini söylüyor. Kapitalizmin farklı dönemlerine ilişkin değerlendirmeleri bu tür bir dalgalanmayla açıklamak mümkün değil mi sizce
Evet, bana göre Marx’ın bu yaklaşımı sözünü ettiğim olguyu da açıklıyor. Çünkü Marx, tam çalışmaya yönelen (tabii o bu terimlerle ifade etmiyor) işgücü piyasalarında, ücretlerin işgücünün değerini aşabileceğini, fakat bu koşulların krize yol açacak tahrip öğelerini de sisteme dahil ettiğini, kapitalistlerin sermayenin organik bileşimini artırarak, yedek işgücü ordusunu yeniden yaratarak problemi çözebileceğini, ama bu krizli gidişin son tahlilde uzun dönemde sistemin de sonunu getireceğini öngörüyor. Son tahlilde ne olacağı sorununu bir yana bırakalım; bu konudaki öngörülerin doğru veya yanlış çıkması Marksist yaklaşımı ne doğrular ne de yanlışlar. Ama metodolojik ve teorik perspektif olarak aynı şey Marx’ta da vardır.
Marx’ın tarif ettiği o dalgalı gelişim süreci, benim anlayışıma göre biraz daha kısa dönemlidir. Yani daha çok üç beş yıllık dalgalanmaları açıklar… 1980’de başlayan dönüşüm ise sistemik, daha kalıcı, uzun vadeli bir dönüşüm. Sistemi değiştiren değil ama yeni bir düzenleme biçimine geçiş kararlılığını gösteren bir dönüşüm. Bunu kalıcı hale getirmeye çalıştılar. Bu yöndeki çabalarının en kritik öğelerinden biri, her ülkede farklı biçimlerde temsil edilen işçi sınıfı hareketlerini de kendilerine ortak yapmalarıydı. Bana göre bu çok belirleyici oldu. Direnme noktalarını sosyal demokrasiden başlayarak teslim alabildiler. İdeolojik olarak ve tabii politikalar perspektifiyle teslim aldılar.
Burada şöyle bir mesele var: Kurumsal yapılar, ülkeler içindeki uyum mekanizmalarına farklılıklar taşıyor. Yani kıta Avrupası’nın bu olaya uyum gösterme biçimiyle Anglo-Sakson dünyasının uyum gösterme biçimi farklılık arz etti. Kıta Avrupası’na bir hayli yaklaşmış olan İngiliz sosyal demokrasisinin uyumu daha dramatik oldu. Çünkü İngiltere, bir modeli külliyen terk edip bir başkasına geçme kararlılığını gösterdi. Thatcher yönetimi ile onu izleyen Blair yönetimi arasındaki farkın ortadan kalkması böyledir. Kıta Avrupası’nda ise direnmeler biraz daha kalıcı oldu. Fransa’da görüyoruz bunu özellikle; kurumsal özellikleri koruma titizliğini sağ partiler de bir ölçüde gösterdiler bu ülkede. Daha fazla ayak sürüyerek teslim oldular. İskandinavlar eski kurumsal yapıları korumada biraz daha başarılı oldular. Almanlar ve Fransızlardaki direnme biraz daha farklı oldu ama farklı biçimlerde de olsa herkes aynı yola yöneldi. Dolayısıyla emperyalist sistemin metropollerinde sözünü ettiğim emeğe karşı saldırı esas olarak kalıcı özellikler taşıdı. Birinci dönüşüm bu…
İkinci dönüşüm ‘80’li yılların sonlarında meydana geldi. Finans kapitalin uluslararasılaşma özelliğinin ya da tutkularının önündeki engellerin kalkması söz konusu oldu. Burada finans kapitalin getirdiği birikim modeli, David Harvey gibi iktisatçıların vurguladığı gibi, sermayenin diğer öğelerini de kendisine katarak, sermaye birikimini derinleşerek değil yaygınlaşarak, yani edinimler yoluyla, dünyaya yayma modelidir. Sermaye böylece kendi ülkesinde tükettiği birikim alanlarını finans kapitalin öncülüğünde tüm dünyaya yaydı. Peşinden “üretken” denen sermaye katmanlarını da sürükleyerek… Finans kapitalin önündeki tüm engellerin aşılması istendi. Buna kapitalizmin yahut emperyalizmin üst organları diyebileceğimiz tüm öğeler, yani OECD, AB Komisyonu, Üçüncü Dünya ile ilişkilerde IMF, Dünya Bankası, daha sonraki dönemde Dünya Ticaret Örgütü aracılık etti. Böylece model saygınlık ve kaçınılmazlık söylemleriyle beslendi. “Küreselleşme” söyleminin üst kabuğunu soymaya başlarsanız, altında emperyalizmin bu yeni yayılma eğilimi yatar.
Ulus-devletler temel engel öğelerinden biri. Metropollerde de çevrede de… Avrupa Birliği projesi, Avrupa’da ulus-devletler engelini aşmanın ana formülüdür. Tabii çokuluslu şirketlerin ve finans kapitalin dünya çapındaki hareketleri karşısına çeşitli engeller getirebilen ulus-devletleri aşma çabasının arkasındaki kurumsal destekler, mesela Avrupa’da AB Komisyonu olmuştur; Üçüncü Dünyada, IMF ve Dünya Bankası ve keza arka planda ABD olmuştur…
Ulus-devletlerin ortadan kalkmasının iyi bir gelişme olduğunu düşünmüyorsunuz yani…
Yok, katiyen! Israrla savunduğum bir sav şudur: Sınıf mücadelesini ulus-devletler düzleminde sürdürmek işçi sınıfları için daha kolaydır. Sosyalistler, devrimciler bugünün koşullarında uluslararası düzlemde mücadeleyi sadece fikir planında sürdürebiliyorlar. Fikir planını aşan her adım ulus-devletler arası ittifaklarla olabiliyor. Yani anti-emperyalist odaklar arasında, devlet aygıtının katılmasıyla oluşabilecek ittifaklarla… Bunun çok basit, herkesin bildiği bir örneğini Latin Amerika’da Bolivya-Venezuela işbirliğinde görüyoruz. Belki, biraz hayırhah bir yorumla, Şanghay işbirliğinde de bir başka biçimini görüyor olabiliriz. Ama farklı direnme odaklarının ulus-devletlerden hareket etmezlerse çok büyük problemlerle karşılaşacağını görüyoruz. Öbür türlü iletişim önemsiz demiyorum. Çok önemli. Fikir planında çok önemli. Uluslararası fikir aleminde, direnme merkezleri arasındaki elektronik ortamdan başlayan haberleşmenin, çok öğretici bir işlev gördüğünü ve mesela küreselleşme karşıtı platformların bu yüzden büyük önem taşıdığını biliyorum. Bunlardan en azından birini, Mumbai’de yapılan Dünya Sosyal Forumu’nu, bizzat katılarak yakından gözleme fırsatı buldum. Orada farklı ülkelerden gelen ilerici hareketlerin büyük önemi vardı. Fakat asıl hızlandırıcı katkı, toplantının yapıldığı ülkenin ilerici hareketlerine, işçi sınıfı hareketlerine, sol hareketlerine getirdiği direnme ve mücadele ivmesi oluyor.
O yüzden, sermaye açısından, ulus-devletlerin fethedilmesi, teslim alınması lazım. Teslim almada da kritik öğe, elbette yerel sermaye gruplarını teslim alma. Biz bunu Türkiye’de ‘80’den itibaren adım adım yaşadık. İdeolojik teslimiyet fiili teslimiyete dönüştü. Özellikle büyük sermaye sınıfları ulusal iddialarını külliyen terk ettiler. Ve bu modelin ülke düzlemindeki temel taşıyıcısı oldular. O taşıyıcılık işlevini yürütmeselerdi direnme noktaları bugünkü kadar teslim olmazdı.
Bu da herhalde Türkiye’deki sermayenin uluslararası büyük sermayeyle işbirliğine dayalı bir birikim modeline sahip olmasının ürünü…
Tabii tabii… Çok basit. Eski bir soru yenilendi: Ulusal niteliği var mıdır Türkiye sermayesinin Burjuvazinin tüm egemen katmanları, bankacılar, rantiyeler, ihracatçısı, ithalatçısı, holding ve medya patronları, kozmopoliti, Müslümanı ağız birliği yaparak önce “paranın vatanı milliyeti yoktur” dediler; sonra da elbirliğiyle ve fiilen kendilerinin “vatansız” olduklarını ortaya koydular. Öte yandan ekonomik anlamda “ulusal” niteliği taşıyan sermaye grupları hâlâ var. Bunlar, dar iktisatçı mantığıyla analiz edecek olursak, sermayenin iç bölünmeleri açısından finans kapitalle çıkar karşıtlığı içinde olan, fiziki sermayelerini ülkeye bağlamış olan, bunu kaçırma esnekliğinden yoksun olan sermaye grupları. Tabii ilginç bir şekilde bu sermaye grupları, sermayenin ideolojik olarak en tutucu, örgütlü işçi hareketine karşı en hasmane tavırları taşıyan katmanları… Dolayısıyla, yurtseverce bir tepkinin içine alınıp alınmayacakları sorunu çok ciddi soru işaretleri barındırıyor. Ama nesnel koşulları itibarıyla bu dönüşümden şiddetle rahatsız olduklarını ve ağır kayıplara uğramakta olduklarını biliyoruz. Sermaye grupları içine girmeyen büyük bir emekçi kitlesinin, doğrudan doğruya işçi sınıfının da parçası olmayan büyük bir emekçi kitlesinin, yani köylülüğün problemi daha ciddidir. Köylülük, emekçi sınıflarla kader birliği içinde olan bir sınıf. Ayrıca, enteresan bir tespit yapabiliriz: 1960’lardan sonra kesinlikle, ama muhtemelen 1950’lerden sonra da belli ölçülerde, Türkiye’de işçi ve köylü sınıflarının kaderi, bölüşüm ilişkileri, hep paralel seyretmiştir. Bunlar beraber ihya oldular, beraber kazık yediler. Her büyük kriz bu iki sınıfı ciddi bir şekilde sarstı. 1930’lu yıllarda işçi ve köylü sınıfları arasında nesnel karşıtlık öğeleri var. Kemalist politikalar bu karşıtlıkları stratejik ve bana göre doğru tercihlerle belirli ölçülerde çözdü. Ama nesnel karşıtlık olgusunu yoksulluk koşullarında ortadan kaldırmak zordur. Üretim güçlerinin belli bir gelişkinlik düzeyine geldiği özellikle ‘60’lı yıllardan sonra bu iki sınıfın kaderi, hep paralel seyretti ve egemen sınıflarla birlikte karşıtlık ilişkileri içinde oldular. Bu da bana göre Türkiye’de sol hareketin önüne imkanlar açan bir olgudur.
Dünya kapitalizminin yönelimlerine dönersek… Son dönemde ABD’nin dış ticaret açıklarından, finans ve gayrimenkul piyasalarındaki aşırı şişkinleşmeden, ABD ekonomisinin krize girme olasılığından daha sık söz ediliyor. ABD ekonomisi bir yandan da yakın geçmişte dünya ölçeğindeki ekonomik büyümenin motoru olmuştu. ABD’nin krize girme olasılığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir kere, ABD ekonomisinin dünya ekonomisine getirdiği sorunların, düzeni temsil eden kurum ve iktisatçılar tarafından da “küresel dengesizlikler” adı altında vurgulanmakta olduğunu hatırlatmakta yarar var. Örneğin IMF yıllık raporlarında ısrarla küresel ekonomik dengesizliklerin ABD ekonomisinden kaynaklandığını ve düzeltilmesinin sancılı olacağını ifade ediyorlar. Getirdikleri çözüm, aslında yok. Yani arka kapıdan Çin’e bakıyorlar. Ve garip bir şekilde, Çinli Marksistlerin de belki savunabileceği bir çizgi savunuyorlar. Diyorlar ki, Çin döviz kurunu değerlendirsin ve iç pazara dönsün. İç pazara dönen büyüme Çin’in ticaret fazlasını eritir. Dünya ekonomisine böylece Çin’in ithalat talebinden gelen bir büyüme ivmesi gelir. ABD’nin durgunlaşmasına yol açan bir uyum sürecinin sorunlarını Çin telafi eder. Bunu tamamlayan bir diğer pozitif uyum senaryosu, ABD’nin ticaret dengesizliklerinin ihracat artışıyla telafi edilebileceği beklentisi var. Fakat bu beklenti gerçekçi değil. ABD ülke içinde rekabet gücünü yitirmiş durumda. Yani ABD artık Çin gibi bir üretim merkezi değil. ABD şirketlerini demiyorum onlar dünya çapında üretim merkezi olmaya devam ediyorlar. Çokuluslu şirketler, teknoloji üstünlüklerini ve sermaye avantajlarını kullanarak dünyanın dört bir yanına yayılabiliyor. Ama ABD bir ülke, bir ulus-devlet olarak bu ivmeyi sağlayacak gücü taşımıyor. Döviz kurundaki ayarlamalarla ABD’nin ihracat fazlası yaratması mümkün değil. Zaten, en iyi senaryolarda, cari işlem açığının ortadan kalkması değil, düşmesi öngörülüyor. Bu düşme, ihracattan kaynaklanan bir büyüme ivmesiyle veya ithalat ikamesinden kaynaklanan iç üretim odaklarını canlandırma ivmesiyle mi olacak, yoksa ABD’nin durgunlaşması veya küçülmesiyle mi olacak? ABD küçülürse, Çin veya Avrupa bu negatif etkeni telafi edecek bir büyüme ivmesine geçmezlerse her yer küçülecek… Avrupa’da ümit yok. Çünkü AB Komisyonu neoliberal, Avrupa Merkez Bankası da parasal saplantılara teslim oldukları için Avrupa büyümeci seçeneklerini kaybetmiş durumda. AB’nin sol iktisatçıları Avrupa’nın göreli durgunlaşmasının, Anglo Saksonların ve AB Komisyonu’nun iddia ettiği gibi emek piyasalarındaki esneklik yoksunluğundan değil, Avrupa Merkez Bankası’nın getirdiği deflasyonist saplantılardan kaynaklandığını savunuyorlar. Öte yandan ABD’nin küçülmesini Çin’deki kur ayarlaması ve iç pazara dönük bir ivmeyle telafi etmek de düşünülemez. Çünkü hızlı büyümesine rağmen Çin’in dünya ekonomisine getireceği büyüme ivmesinin katkısı, örneğin Çin’in ithalat talebindeki artışın ABD’deki küçülmenin yaratacağı daralmayı telafi edecek hacimde olamaz. Dolayısıyla balonun patlayacağı kesin.
Birkaç senaryo var. Ya ABD’nin içinden patlayacak; faizlerdeki yükselme şu anda en şişkin görünen gayrimenkul piyasalarında bir çöküntüye sebep olarak daralmaya yol açacak. Veyahut ABD’nin içinden değil de dıştan kaynaklanan bir dolardan kaçış süreci yaşanacak. Dolardan kaçmanın pratik anlamı şudur: Büyük rezerv biriktirmiş olan Çin ve Japonya gibi ülkelerin (tabii daha belirleyici olan Çin, çünkü agresif bir seçeneği izlemeye en yatkın ülke orası görünüyor), ellerindeki ABD hazine bonolarını dünya piyasalarına sürmeleri. Yani dolar yerine diyelim ki avroya kaymaları. Şimdi bu yavaş mı olur hızlı mı, ayrı mesele. Fakat bu olduğu takdirde, ABD hazine bonoları ile devlet tahvillerin fiyatı düşer, faizler yükselir. Bu da ABD’nin bünyesinde içsel olarak meydana gelecek bir faiz yükselmesiyle aynı sonuçları yaratır. Ayrıca kurdaki düşmeden yani doların değer yitirmesinden dolayı ABD’ye enflasyonist ivme taşınır. Bu da ABD Merkez Bankası’nın (Federal Reserve) anti-enflasyonist reflekslerini tetikler. Faizler bir de bu nedenle yükselir. Bir yerde, 1980’lerde başlayan sarmala dönüş gündeme gelir. Bunun bir büyük dünya krizine mi yol açacağı, yoksa ufak uyumlarla mı geçiştirileceği sorusu ortada duruyor. Yani, ABD öylesine esneklik imkanları taşıyan, öylesine güçlü bir ekonomidir ki, bu meseleyi ufak uyumlarla, diyelim iki üç yıllık bir durgunluk veya daralmayla atlatabilir ve her şey yeniden yerine oturabilir mi, sorusu var. Veyahut daha büyük çapta bir dünya krizi gündeme gelebilir mi?
Son yıllarda Çin’in büyümesinden çokça söz ediliyor. Ama geçmişte de Japonya’dan benzer şekillerde söz edilebiliyordu. Japonya da büyük dış ticaret fazlası veriyordu, bu ülkenin iç piyasasını açması isteniyordu vs. Sonrasında Güneydoğu Asya ülkelerindeki büyüme gelmişti gündeme. Her iki örnekte de, büyüme hızlarının korunacağı varsayımıyla, 50 yıl gibi süreler içinde bu ülkelerin dünyanın en güçlü ülkeleri haline gelecekleri iddia edilmişti. Sizce bu türden 50 yıllık projeksiyonlar ne kadar anlamlı ve Çin ekonomisinin geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz
Çin’in sistem olarak taşıdığı özellikler tartışması bir yana… Çin’in temel sorunu, dünya kapitalist sisteminde meydana gelecek bir durgunlaşmada, ihracata çok fazla bağımlı olması nedeniyle, talep düşmelerini telafi edecek esnekliğe sahip olmaması. Tüm dünyanın oyuncak tüketiminin yüzde 50’sini ya da yüzde 60’ını sağlayan bir ülkenin, oyuncak talebi düştüğü andan itibaren, iç piyasada oyuncak satarak nasıl yaşayacağı diye bir sorun var. Dolayısıyla Çin’in gidişatını eleştiren, Marksizme daha yakın Çinli iktisatçılar, daha önce IMF’cilerin getirdiklerine yakın öneriler oluşturuyorlar. İç talebin öncelik taşıdığı bir birikim biçimine geçişin, hem Çin’in sınıfsal dengeleri, yoksulluk ve emekçi sınıfların kaderi bakımından, hem de Çin ekonomisinin büyüme ivmesini sürdürebilmesi açısından taşıdığı önemi vurguluyorlar.
Çin dünya tarihinde benim tahminime göre uzunca bir süre boyunca en yüksek tasarruf ve yatırım oranlarına ulaşmış bir ülke. Ama aşırı yatırımın kriz yaratıcı özelliklerinin bulunduğunu da unutmayalım. Sovyetler’in hızlı gelişme döneminde planlamanın Sovyet ekonomisine getirdiği sanayileşme-büyüme dinamiğinin büyük ölçüde iç pazara dayalı bir ivme olduğunu hatırlayalım. Çin özelinde, yüksek yatırım temposunun dış talebin çökmesi koşullarında nasıl sürdürüleceği sorusu var. Aşırı yatırım krizi diye bir şey de vardır kapitalizmin tarihinde. Hatta pek çok krizin arkasında yatan şey budur. Sermayenin değersizleşmesi problemiyle karşı karşıya kalma riski vardır. Çinli liderlerin bunu ne kadar algıladıklarını bilemiyoruz. Büyük ihtimalle bu riskin farkındalar.
O yüzden bugünün koşullarında Çin adeta ABD’yle kader birliği yapan bir ülkedir. Çin’in ABD’ye hasım bir ayrı ekonomik kutup oluşturacağı öngörüsü fazla abartılı bir öngörüdür. Geçen Eylül’de yaptığımız bir sempozyuma Çinli bir iktisatçı geldi. Ona şunu sorduk: Çinli liderler zaman kazanarak ABD emperyalizmiyle ekonomik ve askeri anlamda başa baş gelmek gibi bir stratejik öngörüleri mi var O, “böyle bir perspektif var, ama zaman insanlara uyum da getirir” dedi. Şunu söylemek istedi: Zaman uzadıkça, kapitalist sistemle kader birliği öyle bir hal alır ki, göbek bağını kesmek imkansız hale gelebilir. Çin’de böyle bir risk var. Çin, ABD ekonomisini tehdit edecek bir güce sahip. Fakat bu tehdit aynı zamanda kendisini de tehdit eden bir olgu. O yüzden sizin vurguladığınız senaryo, yani bugünkü büyüme hızları süregelirse 2050 yılında ne olacak, öngörüsü bir yığın belirsizlikle iç içe.
ABD merkezli bir krizin dünyanın geri kalanına ve özellikle de Türkiye gibi ülkelere olası etkileri konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Diyelim ki ABD’nin bünyesinden kaynaklanan bir daralma söz konusu. Bu daralma, dolardan kaçış problemiyle bir arada olursa biraz daha ciddi olur.
Dünya ekonomisinde iki farklı grup var. Cari işlem fazlası ve açığı olan ülkeler…
ABD’nin olağanüstü cari işlem açığının yarattığı, adeta muhasebe özdeşliğinin mantıksal sonucu olan bir cari işlem fazlası var. ABD 800 milyar dolarlık bir açık veriyorsa, 500 milyar dolarlık fazlayı çevre ülkeleri, 300 milyar dolarlık fazlayı da merkez ülkelerden bazıları, örneğin Japonya, Almanya veriyor. Fazla veren azgelişmiş ülkeler de ikiye ayrılıyor. Bir kısmı, hızlı büyümeyle cari işlem fazlasını, özellikle ticaret fazlasını birlikte gerçekleştirebilen ülkeler. Bunlar sanıldığının aksine çok fazla değil. Mesela Çin bunların tipik örneği. Çin’in dışında son yıllarda Arjantin ve Doğu Asya’da bir iki ülke var, Güney Kore ve Tayland gibi… Hindistan henüz bunu sağlamış değil. Bu ülke iki üç yıl hızlı büyümeyle birlikte cari fazla verdi, bu yıl dış açığa geçti. Yani Hindistan henüz Çin’in sağladığı rahatlıkta değil. Cari fazlayla büyümeyi birlikte gerçekleştiren ülkeler en avantajlı durumda. Büyük bir olumsuz dönüşüm olduğu zaman onlar uluslararası sermaye girişlerine muhtaç değiller. Büyüme cari açıkla desteklenmiyor. Tam aksine ihracat fazlası verdikleri için büyümüş ülkeler. Bunların olumsuz koşullara uyumları daha kolay.
Cari fazla veren ülkelerin bir kısmı, büyümeyi aşağı çektikleri için ithalatlarını kıstılar; cari fazla verdiler. Bunların durumu zor.
Fakat en zor durumda olanlar, bu konjonktürde, sanki ABD’ymiş gibi cari işlem açığı vererek dünya kapitalizmiyle bütünleşmiş ülkeler. Türkiye bunların başında geliyor. Hatta listenin ilk sırasında Türkiye yer alıyor. Türkiye, 2005 yılında, altı batı ülkesinden sonra en büyük cari işlem açığını veren ülke. Türkiye bir ABD olmadığı için, istisnai durumu hiç sürdürülemez bir durum. Kendi parasıyla dış borç ödeyemez. Dolayısıyla döviz kazanarak dış borç ödemek zorunda. Ve dış borcu alabildiğine tırmanıyor. Hangi göstergeye bakarsanız bakın, dış borç göstergeleri bakımından mutlak değer olarak, ihracata, milli gelire oranla veya dış borç servis göstergeleri bakımından çevre ülkelerin en önünde gelen bir ülke… Dış açıklar bakımından, Türkiye’ye benzeyen birkaç örnek var, büyükçe ülkeler arasında. Bunların bir bölümü AB’ye yeni katılan Doğu Avrupa ülkeleri, yani Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya gibi ülkeler. Biri de Meksika. İlginç bir şekilde NAFTA’nın veya AB’nin kanatları altına girmiş ülkeler, bu konjonktürü daha da açılıp saçılarak geçiştirmişler. Bunlar ve en başta Türkiye, dünya sisteminde bir daralma çevrimine girilirse en fazla sarsılacak ülkeler. Çünkü Türkiye 2005 yılında 23 milyar dolar cari açık verdi, fakat cari açığın çok üstünde 40 milyar doların üzerinde yabancı kökenli sermaye girişi var… Artık Türkiye ekonomisinin konjonktürel, yani kısa dönemli büyüme ivmesini koruması, sermaye girişinin süregelmesine değil, artarak süregelmesine bağlı. Yalnızca hızlanarak gitmesi mümkün olan bir bisiklet gibi… Sermaye girişi sadece yavaşlarsa, pozitif kalsa bile, Türkiye ekonomisi önce durgunlaşacak sonra da daralacaktır. Bakın, 2006 yılının ilk dört ayında sermaye girişleri ve cari açık önceki yıla göre hızla arttı: Yabancı sermaye yüzde yüz, cari açık yüzde kırk üç arttı. Sadece bu rakamlar bile, bu tür bir artış temposunun sürdürülemeyeceğini gösteriyor. Mayıstaki çalkantılar başlamadan dahi, bu tempoda hızlanarak artan bir sermaye girişinin sürmesinin mümkün olmadığı ortadaydı. İşte Mayıs’ta bu durumu yaşıyoruz. Dünya konjonktüründeki likidite daralmasının boyutları henüz belli değil. Ama Türkiye şimdiden en fazla etkilenen ülke oldu. Demin değindiğim öngörüler Türkiye bakımından gerçekleşti. Faizlerin yükselme hızı, döviz kurundaki hareket ve borsadaki çöküş boyutları bakımından, her üç boyut bakımından Türkiye en fazla etkilenen ülke… Buna mukabil mesela Hindistan’ı dikkate alın. Hindistan, Türkiye’dekine benzer bir borsa çöküş döneminden geçti Mayıs ayı içinde. Fakat, borsadaki çökmeyle ilgili olarak Hindistan’da yapılan tartışmaları izledim ve ilginç bir şekilde, hiçbir analiz, döviz ve faiz üzerindeki yansımalar üzerinde durmuyor. Döviz kuru ve faizle ilgili yansımanın Türkiye’de büyük boyutlu olması, Türkiye’nin uluslararası sermaye hareketlerine tam teslim olduğunun göstergesidir. Yani Türkiye’nin borç senetlerinin ne kadar büyük bir bölümünün yabancıların elinde olduğunu gösteriyor. Borsadan çıkış Hindistan’da sadece hisse senetlerinden kaçış anlamına geliyor. Türkiye’de ise borç senetlerinden kaçış anlamına geldiği için faizlere yansıyor. Keza Hindistan’da merkez bankası döviz kurunu kontrol altında tutmayı başarıyor. Yani yine sermaye hareketlerine tam teslimiyet söz konusu olmadığı için döviz kuruna yansımaları yok. O yüzden iç piyasaya yani şirketlere yansıma boyutu Türkiye’ye göre daha sınırlı oluyor. Türkiye bütün bu boyutlar bakımından en kırılgan ülke. Zaten bunu geleneksel iktisatçılar inceledi. Goldstein diye bir adam, yükselen piyasaların bir dökümünü yapıp yeni bir finansal krizden en çok etkilenecekler listesini oluşturunca, beş tane ölçüt kullanıyor, bu beş ölçütten üçü bakımından Türkiye liste başında. Tümü dikkate alındığında Türkiye yine liste başında. Dolayısıyla bu öngörüler, özgün Marksist analize ihtiyaç duymayan olgular tarafından da destekleniyor.
Uluslararası mali sermaye hareketlerinin yarattığı tehlikelerden hareketle geliştirilen bir öneri, bu tür hareketlerin vergilendirilmesi. Tek başına bu tür bir vergi, borçlanma faizlerinin yükselmesi dışında bir sonuç doğurur mu? Bu öneriyi ne kadar anlamlı buluyorsunuz?
Tobin vergisi gibi öneriler gerçekçi değil çünkü kısmi olarak gerçekleşebilecek bir çözüm değildir. Sermaye hareketlerinin dünya çapında yarattığı dalgalanma ve istikrarsızlığı tüm kısa vadeli ve spekülatif özellik taşıyan sermaye hareketlerini vergilendirerek ılımlı bir boyuta getirmesi beklenen bir öneridir bu. Buna herkes katılırsa, ABD’si, İngiltere’si ve bütün finans kapital merkezleri katılırsa yürür.
Ulusal düzlemde vergilendirme mümkündür. Buradaki mesele şudur: Ulusal tasarruf ve yatırım oranlarını örneğin Çin’de gözlenen boyutlara yaklaştırmak sağlanırsa, sıcak para girişlerine gereksinime kalmaz. Ama bence daha önemlisi, dünya ekonomisiyle bütünleşme modelini baştan aşağı gözden geçirmek… Yani rekabet gücüne dayalı saplantı devam ettikçe, alternatif politikalardan bahsetmek çok zordur. Rekabet gücünü bir yana atıp dış ticareti sadece içsel büyüme hedeflerini gerçekleştirmeyi sağlayacak bir araç olarak telakki edecek, sosyalizme özgü değil, adeta geleneksel kalkınma planlaması perspektiflerine uyan; Türkiye gibi ülkeler dahil, Altın Çağda bazı ülkelerde başarılı bir şekilde izlenen planlama modellerine yönelme anlamına geliyor bu. Anca o zaman uluslararası kapitalizmle bütünleşme modellerinin gerçek anlamda yeniden sorgulanması mümkün olabilir. Aksi halde dış ticaret politikaları araçlarından yoksun kılındığı; sermaye hareketlerine teslim olunduğu koşullarda rekabet gücü saplantısı Türkiye’de emeğin üzerine dayanılmaz maliyetler getirecektir.
Bir de, kısa vadeli sermaye girişleri kötü, ama doğrudan yabancı yatırımlar iyi, onları teşvik etmek gerekiyor, diyenler var…
Çok kısaca görüşüm şu: Doğrudan yabancı yatırımların üretime ve sermaye birikimine katkı yaptığı koşullar bugünün Türkiyesi’nde istisnadır. Birincisi, doğrudan sermaye yatırımlarının büyük bölümü esas olarak edinimler ve birleşmeler, yani özelleştirmeler ve şirket satın almalar ve gayrimenkul satın almaları biçimlerinde gerçekleştiriliyor. İkincisi, ilk başta döviz girişi sağlasa da, daha sonra döviz kazancı veya döviz tasarrufları sağlayan sektörlere gitmediğini de biliyoruz. Mesela 2005’te doğrudan yabancı yatırım girişlerinin yüzde 93’ü hizmet sektöründe ve gayrimenkul alanında yoğunlaşıyor. Bunlar döviz üretmeyecek sektörlerdir. Büyük alışveriş mağazalarına, bankalara ve telekomünikasyona giren yabancı sermaye döviz üretmeyecek, ama dış dünyaya kâr transfer edecektir. Bunlar bir yana… Doğrudan üretime, yani net sermaye stokuna katkı yapacak doğrudan yatırımların dahi etkilerini irdelemek lazım. Yerli sermayeyi yok ederek mi giriyor? Yani Coca Cola bizim yerli gazoz üretimini yok ederek mi giriyor? Yerliyi kapatıp yabancıya dönüş anlamında mı giriyor? Yarattığı çevre etkileri ayrı değerlendirilmeli, uzun vadeli sanayileşme ve büyüme hedeflerine ne kadar hizmet ettiği ayrı… Her koşulu ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Dolayısıyla doğrudan yabancı yatırımlar, sosyalist bir perspektifle değil, sadece kalkınma perspektifiyle baktığınız zaman bile bir yığın sorun taşımaktadır.
Türkiye’ye dönmeden önce, Latin Amerika’daki deneyimler hakkında bir şey söylemek ister misiniz?
Latin Amerika’daki deneyimlerin hepsinin, en tutucu olanlarının bile, yani solda görünüp de uluslararası sermayeye ve düzeni temsil eden sınıflara teslim özelliği taşıyanların bile olumlu olduğunu düşünüyorum. Esas olarak ABD emperyalizminin Latin Amerika’daki gücü zayıflamaktadır. Lula’nın dönüşlerini herkes bildiği için tekrar bunların üzerinde tekrar durmayayım. Ama mesela Lula’nın ABD’ye karşı Dünya Ticaret Örgütü’nde ve başka platformlarda daha eleştirel ve “ulusal çıkar”ları gözeten bir tavır izlediğini dikkate alalım. Latin Amerika’da ABD geriliyor, emekçi sınıflar güçleniyor, Amerika’nın özgün halklarının kazanımları güçleniyor. Dolayısıyla genel gidişatı ben olumlu görüyorum.
Şimdiye kadar söylediklerinizden, Türkiye ekonomisinin mutlak bir yıkıma doğru ilerlediği sonucunu çıkarmak mümkün mü?
Mutlak bir yıkım öngörüsü yapmak mümkün değil… İki tane önemli mesele var burada. Birincisi, Türkiye’nin büyüme hızı düşüyor. Siz bakmayın 2002-2006 döneminin büyüme oranlarına… Karşılaştırmayı çevrimin başlangıcı ile bugünü arasında yaparsanız, büyüme hızı düşüyor. Türkiye’de uluslararası sermayeye teslimiyetin aşamalarını oluşturan her dönüşüm büyüme hızının düşmesi anlamına geliyor. Mesela 1980-89 dönemini ve bir de 1990-97 dönemini alın. İlk dönem Özal tipi bütünleşme, ikinci dönem sermaye hareketinin uluslararası giriş çıkışının serbestleştirilmesi dönemi. Birinci dönemde yüzde 4.8, ikinci dönemde yüzde 4.4’lük büyüme hızları gerçekleşiyor. 1998 ile 2005 arası dönemi, IMF’ye tam teslimiyet dönemini alın. Büyüme hızı yüzde 2.5’tir. Kısacası, emperyalist sisteme teslimiyet arttıkça büyüme hızı adım adım düşüyor.
Herhalde sadece büyüme hızına değil, sanayileşme benzeri dinamiklere de bakmak gerekiyor…
Gelelim ona… Dünya ile bütünleşen sanayi sermayesinin dış bağımlılığı artmış durumda. İthal etmeden ihraç edemez hale geliyor. Yeni bir durgunlaşma veya kriz çevrimine girdiğimiz durumda, iktidarın övündüğü dolarla ifade edilen büyüme hızları ve milli gelir düzeyleri çökecek. Ama bunlardan daha önemlisi, yine geleneksel iktisat analizlerinde “istihdam” denen olgunun yarattığı problemler. Türkiye, emekçi sınıflara hiçbir şey vermeyen bir büyüme çevriminden geçti kriz sonrasında. Hatta emekçi sınıfların en kalabalık öğesini oluşturan köylülüğün geleceği tamamen ipotek altına girdi. Dolayısıyla fitili ateşlenmiş bir dinamit lokumu var. Kısa dönemde Türkiye geçmişte olduğu gibi bir durgunluk/ küçülme konjonktüründen geçer. Ama emekçi sınıfların kaderinin belirsizleştiği bir orta vadeli döneme giriyoruz. Özellikle hububat üretiminden kopan kalabalık emekçilerin işsiz olduğu anlaşılıyor. İstihdam istatistiklerinde iş aramaktan vazgeçip iş bulduğu takdirde çalışmayı kabul edenler kategorisi var. Bu kategori en kalabalık grubu barındırıyor. Ve büyük ihtimalle büyük bölümü kırsal kesimde. Dolayısıyla Türkiye bana göre nesnel sınıf çelişkilerinin keskinleştiği bir dönemeçten geçiyor. Türkiye solunun karşı karşıya bulunduğu temel sorun şudur: Bu nesnel sınıf çelişkileri bir ideolojik dağılma ve çaresizlikle bir sonuçlanacak, yoksa yeni bir Latin Amerika modeliyle mi karşılaşacağız? Yani orta dönemde İslam dünyasındaki gibi teslimiyete ve karanlık ideolojilere, aşırı şoven, paranoyak milliyetçiliğe savrularak mı bu toplumsal kriz çözülecek; yoksa Latin Amerika’da olduğu gibi sınıf mücadelelerini farklı biçim ve platformlarda geleceğe taşıyarak mı? Bu tartışmaya fazla girmek istemiyorum ama önümüzdeki temel sorun budur…
Biz de Gelenek’te bir süredir sermaye düzeninin kurum ve mekanizmalarındaki çözülmeyle de bağlantılı bir “toplumsal çürüme” eğiliminden söz ediyoruz…
İşte, çürüme çare değildir, bütün mesele bu… Daha doğrusu çürüme, çareyi çok ileriye atar. Yani çalışan sınıfların yüksek bir konjonktürde kurulu düzene teslim olmaları farklı bir şeydir, çöken bir konjonktürde teslimiyet farklı bir şeydir. Onun için bunu vurgulamak lazım.
Türkiye için, iç tüketimi temel alan, büyümeye yönelik, daha çok kapitalizmin Altın Çağına özgü stratejik öğelere dayanan bir model önerisinde bulunmuştunuz. Bu modelin uygulanması açısından en kritik unsurun sınıfsal güçler dengesi olduğunu söyleyebiliriz herhalde. Buradan baktığımızda ve Türkiye’de sermayenin neredeyse tüm kesimlerinin uluslararası sermayeyle bütünleşmeden çıkar sağladığını ya da buna onay verdiğini veri aldığımızda, söz konusu modelin hayata geçirilmesi iyiden iyiye zorlaşmıyor mu?
Daha önce de bunu tartışmıştık; benim önerim, sınıf mücadelelerine nüfuz edebildiği koşullarda sol hareketlerin, geçmişin edinimlerini, kaybedilen mevzileri tekrar kazanma mücadelesine girmesi. Bu, geçmişte o mevzilerle uyum içinde yaşamış bulunan sermaye gruplarının razı olacağı bir öneri değil, sermaye gruplarıyla mücadele ederek uygulanacak bir programdır. Bu program aslında bir model önerisi değildir. “Geçmişe dönüş”ü savunmanın bugünün koşullarında ancak çetin sınıf mücadeleleriyle mümkün olabileceğini ortaya koymak istedim. Geçmiş edinimleri tek tek, adım adım tekrar hayata geçirmeyi savunarak başlayan bir mücadele kesinlikle Türkiye’nin egemen sınıflarıyla çalışan sınıflarını adeta ödünsüz karşı karşıya getirecektir. Bu mücadelenin sonunda ortaya çıkabilecek modelin özellikleri, bana göre ikinci planda yer alıyor. Mühim olan, bu programın dinamik bir sınıf bilinci yaratma imkanını taşımasıdır.
Türkiye’de sendikal hareket uzun süredir bunu yapmaya çalışıyor. Özelleştirmelere, sosyal güvenlik yasa tasarısına, sayısız reform girişimine karşı, bir anlamda geçmiş modelin belirli unsurlarını savunmaya, mevzileri kaybetmemeye yönelik bir çaba var. Bu çaba bile bir süre sonra umutsuzluk üretmeye başladı, çünkü sürekli bir şeyler elden gidiyor. Çok sayıda başlığı aynı anda gündeme alıp bunların her biriyle ayrı ayrı mücadele ederek sonuç alınabileceğine işçi sınıfını ve toplumun diğer kesimlerini ikna etmenin özel zorlukları yok mu sizce de? Daha siyasi, toplumun ve işçi sınıfının ortaklaşmasına daha fazla olanak sağlayan başlıklardan hareket etmek bunun bir alternatifi olamaz mı?
Bir kere kısmi mevzi savunmalar koordineli olmadığı için zayıf kaldı. Her sendika kendi sektörüne saldırı başladığında bir savunma mevzii oluşturdu, bunu yaygınlaştırmakta çok başarılı olmadı. Olsa olsa söylem olarak başarılı oldu. Ama stratejik olarak mesafe almadı. Tabii burada şu söylenebilir: Benim sözünü ettiğim türden bir karşı saldırının inandırıcı olması, siyasetin sorunudur. Bu da, bunun başını çekecek hareketlerin halk sınıflarında kök salmış olmasıyla ilgili. Tabii bir alternatif olarak doğrudan doğruya hepsini aşan bir hedef ortaya atılır. Mesela sosyalizm…
Ya da örneğin emperyalizme karşı mücadele…
Oradaki mesele şu: Bir şeye karşı olmak genellikle negatif mücadeledir, bir şeyden yana olmak pozitif bir mücadeledir. Emperyalizme karşı olmanın pozitif ifadesi bağımsızlıktır, yurtseverliktir, kendi kaderine hakim olma, o anlamda da demokrasidir… Bu, formel burjuva demokrasisini aşan bir demokrasi çağrısı anlamına gelecektir…
Halkın kendi kaderini eline alması…
Halk kendi kaderine hakim olacaktır… Biz Türkiye’den yönetilmek istiyoruz, Washington’dan değil… Bunlar pozitif hedeflerdir. Tabii pozitif bir hedef de sosyalizmdir. Fakat sosyalizmin ne anlama geldiğini açıklamak ve tanımlamak sadece halk kitleleri nezdinde değil, bugün sosyalizme gönül vermiş insanlar bakımından da tartışılması gereken bir konu. Ne kastettiğimizi, bir mülkiyet biçimi mi; bir iktidar modeli mi; bir geçmiş tarih mi, bunları yeniden tartışma, kavrama durumundayız. O bakımdan sosyalizm hedefinin pratikteki yorumu hususunda bir cevabım yok.
Gelenek dergisi aylık periyoda dönerken, ilk röportajımızı sizinle yapmış olduk. İlgiyle okunacağından şimdiden eminiz. Çok teşekkür ediyoruz.