Genel olarak bakıldığında günümüzde “Devlet tartışmaları” üç eksende yürümektedir. Bu eksenlerden ilki ve en geniş literatüre sahip olanı “Kapitalist Devlet”tir. İkinci ekseni, bir ölçüde geçmiş sosyalist deneyimlere atıfla, bir ölçüde de “geleceğin sosyalist toplumunda “Devlet” başlığı altında zaman zaman süren tartışmalar oluşturmaktadır. Üçüncü eksen ise görece daha yeni ve büyük ölçüde pratik zemindedir: Günümüzün uluslararasılaşma süreçlerinde Ulus Devleti nasıl bir geleceğin beklediği.
Gelenek’in önceki sayısında, Yurtsever’in ana metninden hareketle, tartışma boyutunu da içeren yazılar yayınlanmıştı. Benim buradaki amacım, bu tartışmaları sürdürmek veya aynı tartışmalara ilişkin kimi “yeni” açılımlar getirmek değil. Yapmaya çalışacağım yalnızca şu: Eksenlerden ilkini, “Kapitalist Devleti” ele alarak konunun nereye ve nasıl yerleştirilebileceğine ilişkin genel bir çerçeve sunmak, hemen ardından da günümüzdeki eğilimlerle ilgili kısa bir not eklemek.
Konuya girerken, daha önce birkaç kez denediğim bir işi ilgili vurgularıyla birlikte bir kez daha yapmaya çalışacağım. Bunun gerekçesi, belirli bir “sabit sermayeyi” her fırsatta kullanma merakı değil. Söz konusu olan, genel yaklaşımla, yöntemle, daha açığı soyutlamanın düzeyleri ile ilgilidir ve bütün bunlar “Kapitalist Devlet” başlığı gündeme geldiğinde daha da önem kazanmaktadır. Gerçekten de, tartışmaların çoğu zaman bir noktaya gelip tıkanmasında, belirli kısır döngüler içine girilmesinde bu konudaki duyarsızlıkların başlıca rolü oynadığını söylemek mümkündür.
Kuramsal plandaki açıklamalar
Duyarlı nokta, genellemelerin, soyutlamaların, çözümlemelerin ve saptamaların somut referans gerektirme derecesiyle ilgilidir. Örneğin, bir üretim tarzı olarak kapitalizmi ele aldığımızda, bu üretim tarzına ilişkin belirli kategorileri fazla somut referans gereği duymadan da açımlayabiliriz; deyim yerindeyse, paldır küldür yere düşmeden birtakım yararlı kuramsal cambazlıklara yönelebiliriz. Metalaşma, artı değer üretimi, emek gücünün yeniden üretimi, ücretli emek tanımı, basit ve genişletilmiş yeniden, üretim kâr oranları, kâr oranlarının azalma eğilimi, mutlak ve göreli artı değer, vb. vb. bu tür kategoriler arasındadır.
Söylediğim, hiç kuşkusuz, bu kategorilerin belirli bir toplumsal formasyonda somut karşılıkları olmadığı değil. Elbette vardır. Üstelik aynı kategorilerin verili toplumsal formasyon bazında “çek edilmesi” çok da aydınlatıcı olacaktır. Anlatmaya çalıştığım yalnızca şu: Bu tür kategoriler söz konusu olduğunda, somut referans olmadan da, kuram alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek mümkündür.
Aynı şey, başka başlıklarda ise söz konusu değildir. Daha açığı şöyle: Devlet, ideoloji siyaset, hukuk, kültür gibi “üstyapısal” alanlar söz konusu olduğunda, somut referans olmaksızın salt kuramsal planda sınır zorlamanın mutlak sınırları vardır. Bu tür başlıklardaki kuramsal çaba, bize en fazla içi doldurulacak alana ilişkin sınırları ve tanımları sunar. Gerisi, mutlaka ve mutlaka, somut referanslarla gelmek zorundadır.
Aradaki farklılık, belirli açıklamaları gerektiriyor. Gerek kuramsal bir kavram, gerekse pratik bir olgu olarak belirleme, kapitalist üretim tarzına özsel kategoriler söz konusu olduğunda içe doğrudur, yalındır (dolayımsızdır) ve kimi durumlarda matematiksel bir kesinlikle de ortaya konabilir. Örneğin, elimizde yeterli veri varsa, ücret payındaki artışın kâr oranını ne ölçüde etkileyeceğini bilebiliriz. Belirli bir ülkedeki işsiz sayısının ve işsizlik oranının, çalışanların ücret düzeyi üzerinde ne kadar etkili olduğuna ilişkin kestirimlerde bulunabiliriz, vb. Buna karşılık kapitalist üretim tarzının (yapı) üstyapısal alanlar üzerindeki belirleyiciliği dışa doğru ve dolayımlıdır. Dolayımın adı (içerdiği tarihsel, kültürel ve örgütsel boyutlarla birlikte) sınıf mücadeleleridir. O halde, sınıf mücadelelerine referansta bulunmadan belirli (üstyapısal) alanlarda kuramsal olanın ve soyut planda belirleme kavramının sınırlarını fazla zorlayamayız; sınıf mücadelelerine referans ise, doğrudan doğruya, somut toplumsal formasyonlara referans demektir.
Devlet için de böyledir.
Kuşkusuz, bu söylenenler Devlet söz konusu olduğunda kuramsal alandaki çaba ve çalışmaların asgari düzeyde tutulması gerektiği anlamına gelmiyor. Söylenen, yalnızca şudur: Kuramsal alan içinde yapılabilecekleri yapıp daha fazlasını zorlamamak. Ben de “daha fazlasını zorlamadan” bu alan içinde yapılabilecekleri yapmaya çalışacağım.
Yapısalcı ve tarihselci yaklaşımlar
Kapitalist Devlete ilişkin tartışmalarda belirli ekollerin varlığından söz edilir. Bu ekollerden kiminin “yapısalcı”, kiminin “işlevselci”, kiminin de “araçsalcı” olduğu söylenir. Tartışmalara bir genel başlık da konmuştur: “Devleti türetme tartışmaları”. Bundan kastedilen, Devletin, hangi temel dinamiklerden, süreçlerden ve olgulardan “çıkarsanıp” yerli yerine oturtulabileceğidir.
Bu kadar ayrıntıya inmeden ve çok genel olarak, kapitalist devlete yönelik yaklaşımları “yapısalcı” ve “tarihselci” olarak iki ana başlık altında toplamak mümkündür. Kapitalist Devlete yapısalcı yaklaşım, daha genel anlamdaki yapısalcı yaklaşımın bir uzantısı sayılabilir. Kısaca özetleyecek olursak yapısalcı yaklaşımda bütün, ayrı ayrı yapıların eklemlenmesiyle oluşur; yapıların her biri, öznel etkinliği mutlak anlamda belirler; yapıların kendi tarihselliklerinin ötesinde bütünün kendi ayrı tarihselliği yoktur ve nihayet yapıları eklemleyen ve eklemlenmenin belirli bir konjonktürdeki durumunu belirleyen de, ekonomidir.
Kapitalist Devlet tartışmalarında sıkça geçen “Devlet’in göreli özerkliği” kavramını burada devreye sokabiliriz. Yapısalcı yaklaşıma göre, devletin göreli özerkliği de yapısal olarak belirlenmiştir ve bunu belirleyen bir kez daha (son kertede) ekonomidir.
Amacım, ayrıntılı bir yapısalcılık eleştirisi değil. Bu nedenle, genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığım yaklaşımın Devlet’le ilgili uzantılarına işaret etmekle yetineceğim. Görebildiğim kadarıyla, “göreli özerklik” kavramı, Devlet’le ilgili tartışmalardaki hemen hemen bütün ekoller veya eğilimler tarafından az çok benimsenmiştir. Başka bir deyişle, tartışmanın bütün tarafları, çeşitli kolları ve kurumlarıyla Devlet’in, egemen sınıfın bire bir kontrol ettiği, her durumda ve koşulda yalnızca egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan bir aygıt olmadığını, olamayacağını kabul etmektedirler. Yapısalcı yaklaşımda sorunlu yan, bu “göreli özerliğin” de yapısal olarak (ve bir seferde) belirlendiği kurgusuna dayanmasıdır.
Yapısal belirlenme, tanım gereği, bir seferde oluşup sonra hep süreklilik kazanan bir durumu çağrıştırır. Böylece, “göreli özerlik” de sabit bir yapı haline gelir. Başka bir deyişle, göreli özerklik, içinde sağa sola gidişlerin de olabileceği, değişkenlikler içeren bir alan olarak görülmez. Böyle olunca da, Devlet’in, örneğin Bonapartizm’den burjuva demokrasisine, otarşik-otoriter rejimlerden faşizme, aşırı merkeziyetçi yapıdan federalizme kadar uzanan geniş bir alandaki değişkenlikleri açıklanamaz.
Burada hemen belirtmek gerekirse, düşünülmesi gereken, sabit bir zemin veya temel üzerinde değişkenlik gösteren Devlet ve onun “göreli özerkliği” değildir. Çünkü, ortada, en genel anlamda “üretim tarzı” soyutlamasının ötesinde hep yerinde duran, sabit bir kapitalizm veya kapitalizmin sabit bir biçimi yoktur. Kapitalist üretim tarzı, kurulu/bitmiş bir yapı değil, değişkenlikleri olan bir süreçtir. Yapısalcı analizin ve “yapısal belirlenme” yaklaşımının, bu değişkenlikleri tutarlı bir çerçeveye oturtup açıklaması mümkün değildir. Daha önemlisi, kapitalist Devlet’e yapısal belirlenmeci yaklaşımda, Devlet’i, hem sınıf mücadelelerinden etkilenen, hem de bu mücadeleleri yansıtan bir aygıt olarak kurgulamak da olanaksızdır.
Kanımca, yapısalcı yaklaşımın asıl zayıf noktası da buradadır: Bu yaklaşım, üretim tarzı ile üstyapısal alanlar arasındaki sınıf mücadeleleri dolayımını ortadan kaldırmakta, bu alanları, örneğin bunlardan biri olan Devlet’i, üretim tarzı ile baş başa bırakmaktadır. Böyle dolayımsız bir ilişkilenmenin getirebileceği “indirgemecilik” çağrışımları ise, salt kavramsal düzeyde (üst belirleme) savuşturulmaya çalışılmaktadır.
Son olarak, yapısalcı yaklaşımın üç içsel zaafına daha değinelim. Birincisi: “Göreli özerk” bir aygıt olarak Devlet’in bu göreli özerkliğinin bir seferde yapısal olarak belirlendiği görüşü, süreçler, değişkenlikler ve “konjonktürler” göz önüne alınarak esnetilirse, bu kez yapısalcı yaklaşımın hiçbir anlamı kalmayacak, bu yaklaşım kendi kendini reddetmiş olacaktır. İkincisi: Yapısal belirlenmeci zeminden kalkarak somut toplumsal formasyon düzeyine yönelen bir analiz de, bu kez karşısında “yeniden üretim”, “birikim” ve “sınıf mücadeleleri” gibi somut biçimlenişleri ihmal edilemeyecek süreçler bulacaktır. Bu durumda, ya bu süreçleri ve sonuçları Devlet alanına yansıtarak yapısal belirlenme dayanağından fiilen vazgeçecek ya da “yapısal olarak belirlenmiş” Devlet ile az önce sözü edilen süreçler arasında geçirimsiz bir boşluk bırakarak düalist (bu kez bütünlükten vazgeçen) bir kurguya fit olmak zorunda kalacaktır. Üçüncüsü: Yapısalcı yaklaşımda görece özerk olanın aynı zamanda sınıf devleti olmasını sağlayan, ekonomidir. Bu da, kendi göreli özerklik alanı içinde Devletin egemen sınıfa görece yaklaşan ve uzaklaşan hareketini ciddi düzeylerde etkileyen ideolojik ve siyasal süreçlerin boşlanması anlamına gelmektedir.
“Kuramsal cephe” için bu kadar. Bir de bunun ötesini düşünelim. Yapısalcı yaklaşımın, örneğin Türkiye’de 1960’ların başında gerçekleştirilen bir adım olarak “sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine” kendi kurgusuyla tutarlı ve doyurucu bir açıklama getirmesi mümkün değildir. Daha genel olarak bakarsak, aynı yaklaşım, kapitalizmin “refah devleti” döneminden günümüzdeki “yönetişim” histerisine geçiş sürecini de açıklayamaz. Açıklamaya çalışırsa, “ekonomi kertesindeki” değişimleri her yere yansıtmak zorunda kalacak, ancak bu kez “ekonomi kertesindeki” değişimlere neyin yol açtığını açıklayamayacaktır.
Yapısalcılık için yapılan kısa özeti, tarihselci yaklaşım için de yapabiliriz. Bir kere, tarihselci yaklaşımda yapı, “ekonomi” değil, birikim ve yeniden üretim boyutlarıyla kapitalist üretim tarzıdır. Birikim, artı değer sömürüsü ile doğrudan ilişkilidir. Yeniden üretim (bir toplumsal formasyonun yeniden üretimi) ise, ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel boyutları/alanları olan bir süreçtir. Sınıf ilişkileri ve çelişkileri her iki boyutta da (birikim ve yeniden üretim) görülür. Nihayet, sınıf ilişkileri ve çelişkileri, sınıf mücadeleleri aracılığıyla Devlet’i, onun göreli özerklik alanını belirler, bu alanın içini doldurur.
Tarihselci yaklaşımın yapısalcı yaklaşıma bir üstünlüğü, Devlet’in, en azından tarihsel olarak, salt işçi sınıfı-burjuvazi çelişkisinin ötesinde başka sınıfların ve tabakaların mücadeleleri bağlamında da kurgulanmasına olanak vermesidir. Gerçekten de, Devlet’in tarihsel yapılanmasında sınıf mücadeleleri spektrumunun tümünün rol oynadığını, dahası çok dillendirilen “göreli özerkliğin” de en azından somut bürünümlerinde salt iki kutuplu olmayan bu sınıf ilişkileri/mücadeleleri tarihiyle doğrudan ilişkili olduğunu hiç unutmamak gerekir.
Özetliyorum: Yapısalcı yaklaşım, soyutlamanın üst düzeyinde genel ve yerleşik bir Devlet kuramı getirir. Ama bu kuram, toplumsal formasyon düzeyine inildiğinde açıklayıcılığını yitirir ve dağılır. Buna karşılık tarihselci/sınıfsal yaklaşım, birikim ve yeniden üretim çerçevesindeki sınıf mücadeleleri dolayımıyla, değişkenlikler içeren, ama toplumsal formasyon düzeyinde de anlamlı bir Devlet kuramının yollarını açar.
Mutlak eşleştirmelerden kaçınmak
Kapitalist Devlet’e ilişkin saptama ve tartışmalarda, bir dönem Türkiye’de de sıkça rastlanan kimi mutlak eşleştirmelerden kaçınmak gerekir. Bu mutlak eşleştirmelerin kökeninde, baştan bu yana işaret etmeye çalıştığım bir kuramsal yanlış yatmaktadır: Kapitalist Devlet’in yerli yerine oturtulmasında sınıf mücadeleleri dolayımının (hem tarihsel birikim hem de güncel süreçler olarak) es geçilmesi.
Mutlak eşleştirmelerden kastettiğim ise, örneğin temsili burjuva demokrasisinin, Devlet’in göreli özerklik alanının en geniş olduğu durumla özdeşleştirilmesi veya tam tersine bu tür demokrasilerin Devlet ile sermaye arasındaki mesafeyi en aza indireceğinin varsayılmasıdır. Aynı şey, ters uçtaki otoriter rejimler için de düşünülebilmektedir. Örneğin otoriter-faşizan Devlet’in aynı zamanda sermaye sınıfını da bütünüyle zapturapt altına alan bir dışsallıkta görülmesi veya tersine sermaye sınıfının en doğrudan temsilcisi sayılması gibi.
Anlatmak istediğim, böyle durumların hiç olamayacağı değil, olmasının bir kural olmadığıdır. Genel olarak bakıldığında, örneğin temsili burjuva demokrasisi, belirli bir ülkedeki sınıf mücadelelerinin, bu arada ideoloji ve siyaset alanındaki kazanımların ulaştığı düzey açısından Devlet’i sermaye sınıfından görece daha uzak bir konuma zorlayabilir. Tersi de geçerlidir: Sınıf hareketinin gerilediği, siyasal ve ideolojik mücadelede mevzi yitirildiği durumlarda temsili burjuva demokrasisi bu kez tam tersine sermaye sınıfının kapalı av alanı haline gelebilir. Faşizme gelince: Bu tür rejimlerde Devlet, belirli sermaye kesimlerinin doğrudan aracı olarak işlev görürken, kendini egemen sınıfların kimi kesimlerinden daha da “özerkleştirebilir.”
Baştan bu yana sözü edilen “sınıf mücadeleleri” dolayımı, kuşkusuz her kapıyı açan, her durumu açıklayan sihirli bir kavram değildir. Sınıf mücadelelerinin etkisi, soyut bir “Devlet” figürü üzerinde değil, yasal düzenlemeleri, yönetmelikleri, elitleri, bürokrasisi, çeşitli kurumlardaki (eğitim, sağlık, sosyal hizmetler vb.) kadrolarıyla somut bir kurum üzerindedir. Sağlıklı bir yaklaşım, sınıf egemenliğine dayanan bir toplumda Devlet’in de tanım gereği egemen sınıf tarafından belirleneceğini, yapılanacağını ve şekilleneceğini söyler. Buraya kadar tamam (yapısal belirlemede sınırın çizilmesi gereken yer); ancak bu belirleme, yapılanma ve şekillenme hiçbir zaman eksiksiz, tamamlanmış ve bitmiş değildir. Belirlenmişliğin ötesinde, sınıf mücadelelerinin etkisine görece açık, daha belirsiz bir alan yer alır. Göreli özerklik alanının genişlemesi de, daralması da, işte bu belirsizlik alanında ortaya çıkar.
Son çeyrek yüzyılın gelişmeleri
Çok kısa verilen bu özet, kapitalist Devlet tartışmalarının yaklaşık 70 yılına damga vuran ana çizgiler ve ekollerle ilgiliydi. Kapitalist Devlet tartışmaları, batı solunda özellikle 70’li yıllarda ivme kazanmıştı. Tartışmanın katılımcıları (başta Poulantzas ve Miliband) bu ivmeyi en başta dönemin geleneksel solunca benimsenen “anti-tekelci mücadele ve iktidar” stratejisine bağlamışlardı.
Devlet tartışmaları eski hızıyla olmasa bile gene sürmektedir. Ancak, son 20-25 yıl içinde bu tür tartışmaların ortamını ve zeminini derinden etkileyecek bir takım gelişmeler de yaşanmıştır. Neo-liberalizmin son hamlesiyle birlikte, Devlet tartışmalarının da berisinde Devlet’in kendisine (çoğu retorik düzeyinde olmakla birlikte) görece farklı bir konum ve misyon biçilmiştir.
İlginç olan nokta, neo-liberal yaklaşımın, en azından genel kurgusu açısından yapısalcı modelle benzerlikler taşımasıdır. Neo-liberal yaklaşımda kuşkusuz “belirlenme” sorunu çok farklı biçimde ele alınmaktadır; ancak ortada gene ayrı bölmelerden oluşan bir yapı ve deyim yerindeyse bu yapının bir “üst belirleyeni” vardır.
Neo-liberal yaklaşımın “yönetişim” kavramı aracılığıyla geliştirdiği bu yaklaşımda yapı üç bölmeden oluşmaktadır: Devlet, özel sektör ve “sivil toplum.” Bu modelin daha solumsu renkler taşıyan ilk versiyonunda (örneğin Habermas) en uçtaki bölme olan “sivil” toplumun güç ve etki alanını artırarak diğer bölmelere, Devlet’e ve özel sektöre daha fazla nüfuz etmesi bekleniyordu. Tam tersi olmuştur: Özel sektör güç ve etki alanını genişleterek hem Devlet’e hem de “sivil topluma” doğru yayılmıştır. Yapıyı üst belirleyen ise, söylendiğine göre, “küreselleşme” süreci ve bu sürecin “karşı konulmaz” gereklilikleridir.
İşin retorik kısmında “Devlet’in küçülmesi” söylemleri vardır. Aslında Devlet küçülüyor filan değildir; ama özel sektörün (piyasanın da denebilir) iki yana doğru açılmasıyla Devlet’in göreli özerklik alanının burjuvazinin lehine ve emekçi sınıfların aleyhine daraldığı kesindir. Özel sektör aynı yayılmayı ve nüfuz artışını diğer yandaki sivil toplum, daha doğrusu bu bölmenin anlı şanlı “sivil toplum kuruluşları” üzerinde de sergilemektedir.
Bu yeni modelde Devlet’in göreli özerklik alanı daralmakla birlikte tarihsel işlevi aynen sürmektedir: Sermaye birikiminin gerekli koşullarını oluşturma. İşin ilginç yanı, göreli özerklik alanı daralan Devlet’in sermaye adına üstlendiği işlevlerin artması, Devlet’in bu anlamda “büyümesidir”. Gerçekten de, Devlet’in, sermayenin kendi bulunduğu yerden, kendi güncelci ve dar bakış açısından göremeyeceği uzun dönemli/anonim çıkarları kollama, bununla ilgili politikalar üretme işlevi eskisine göre gündemin gerilerine düşmüştür. Sonuçta, Devlet’in göreli özerklik alanı bu anlamda da daralmıştır. Ne var ki, aynı Devlet, kendi egemenlik alanını uluslararası rekabette güçlendirme, kendi “piyasalarının” uluslararası piyasalarla entegrasyonunu sağlama vb. açısından eskisine göre daha ağır görevler yüklenmiştir. Özetle, üslendiği yeni görevler nedeniyle Devlet’in küçülmediği, ancak üstlenilen yeni görevler sermayenin çıkarlarını daha doğrudan yansıttığı için aynı Devlet’in göreli özerklik alanının daraldığı yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Öngörülen yeni modelin önemli başka özellikleri de vardır. Bunların en başında, sınıf mücadelelerinin, formasyonun bütününe uzanımı olan, bütün alanları kapsayan ve her bölmede hedefi olan bir süreç olmaktan çıkartılarak üçüncü bölmeye, yani “sivil toplum” alanına hapsedilmek istenmesi gelmektedir. Bunu, Devlet’in kendini sınıf mücadeleleri alanından daha çok yalıttığı, ikinci bölmeyi (özel sektör-piyasa) ise üçüncü bölmenin (“sivil toplum”) üzerine saldığı bir tablo olarak da düşünebiliriz.
Neo-liberal modelin öngördüğü depolitizasyonun özü tam da buradadır. Başka bir deyişle, depolitizasyonun adı, insanların hoşnutsuzluklarının ve mücadele potansiyellerinin genel siyaset alanının dışına iteklenmesi, ayrıca bu hoşnutsuzluk ve potansiyelin siyasal iktidar gibi hedeflerden uzaklaştırılmasıdır.
Bu modelin veya kurgunun şimdilik başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, bu başarıyı sağlayan, modelin mükemmelliği ve her tür alternatifi peşinen dıştalayan gücü değil, sınıf mücadeleri ivmesinin düşük olmasıdır. Model, en büyük sınavını sınıf mücadeleleri yeniden ivme kazandığında verecektir ve büyük bir olasılıkla bu sınavdan geçemeyecektir.