“Komünizm amacı, kapitalizmin doğasından ve gelişmesinden değil, insanın doğası ve geleceği ile ilgili felsefi-ideolojik argümanlardan kaynaklanır.”
(Eric Hobsbawm)
Gelenek’in bundan önceki son iki sayısında, bir “çerçeve” yazısı temelinde eleştiri/tartışma yazıları yayımlandı.
Gelenek Yayın Kurulu TKP’nin siyasi büro üyelerinden oluşuyor. 2005 başında kurula Gelenek dergisi için bir “taslak plan” sunuldu. Buna göre, derginin Temmuz’da çıkması öngörülen 85. sayısındaki dosya konusu “Marksizm ‘devlet’i nasıl sönümlendirecek?” olacak, “Komünizme geçişte devlet” başlıklı çerçeve yazısı Haluk Yurtsever tarafından yazılacak, Erkin Özalp ile Mehmet Kuzulugil de bu metin üzerine kendi yazılarını yazacaklardı. Bildiğiniz gibi, dosya “Sosyalizm ve devlet” başlığıyla Eylül’de çıkan 85. sayıda yayımlandı. “Proletarya iktidarı ve devletsizliğe geçiş problemi” başlıklı yazım bu sayıda çerçeve metin olarak yer aldı. Aynı sayıda yayımlanan eleştiri/tartışma yazılarının birincisini “Sosyalizm ve devlet” başlığıyla Erkin Özalp, ikincisini “Haluk Yurtsever’in yazısı üzerine/Proletarya diktatörlüğü ve devlet” başlığıyla Mehmet Kuzulugil yazdılar. Metin Çulhaoğlu da, “Sosyalizmde devlet: Farklı bir yaklaşım denemesi” başlıklı yazısıyla tartışmaya katıldı.
Tartışılan konu son derece önemli, aynı zamanda problemli. “Devlet” konusu, hele de “devletin sönümlenmesi”, ya da benim yazıda kullandığım anlatımla “devletsizliğe geçiş”, hem konunun teorik/soyut karakteri, hem de bugüne dek yürütülen tartışmaların oluşturduğu zemin nedeniyle savrulma ve kaymalara açık.
Öte yandan, konu son derece politik. Çünkü, devlet, sınıf mücadelesinin, siyasetin, devrimin, komünizme yürüyüşün en önemli, en merkezi konusu… Merkezine devleti alan bir tartışmanın, geniş bir alana yayılması, öteki kavramlarla ve süreçlerle ilişkilenmesi kaçınılmaz. Daha açığı, geçiş dönemi ve toplumu, proletarya diktatörlüğü, komünizmin aşamaları vb. “devlet”siz çözümlenmesi olanaksız kavramlar. Dolayısıyla, geçen sayıdan bu yana bu sayfalarda yapıldığı gibi birbiriyle ilişkisi içinde söz konusu kavramları ve süreçleri tartışmak son derece yerindedir.
Komünistler açısından, nihai amaç daha mücadelenin başında belli: Sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz özgür/komünist toplum. Sürecin başı da belli: Siyasal devrim, işçi sınıfı iktidarı, proletarya devletinin, proletarya diktatörlüğünün kurulması… İşçi sınıfının iktidarı almasıyla başlayıp komünist toplumun kurulmasına ilerleyecek dönemin, hangi somut toplumlarda hangi biçimler alacağını, ne kadar süreceğini, hangi aşamalardan geçeceğini, dönüş ve dönüşüm noktalarını, uğraklarını önceden ve şaşmaz biçimde tanımlamak, dünya devriminin yolunu çizmek, somut gerçekliğin soyut teorik modelden farklılaşacağı noktaları önceden bilmek ise olanaksız.
Tartışmanın soruları şunlardır: Teorik çerçevemiz, referanslarımız nelerdir? Yukarıda tanımlamaya çalıştığım sürecin başlangıç ve bitiş uçları arasında, konuyu bir kısır döngüden kurtarıp bilimsel ve siyasal bir yola sokacak, iki uç arasındaki neden-sonuç bağlarını kuracak olan düşünsel/siyasal halkalar neler olabilir? Bugünün somut, maddi siyasal gerçekliğine devrimci bir müdahale olarak tanımlanacak iktidar hedefli sınıf mücadelesiyle sonul hedef arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir? Ya da, belki kimileri için ek bir soru: Böyle bir ilişki var mıdır? Tarihsel somut deneyimin, marksizmin klasiklerinde kurulan teorik modelle oluşturduğu açıyı ve daha önemlisi, bu tarihsel deneyimlerin ürünü olan kavramlar kataloğunun komünist hareketin bugünkü gereksinmeleri karşısındaki durumunu nasıl değerlendireceğiz? Ve belki de, bütün bu soruların bağlanacağı bir ana soru olarak, bugün yürütülen mücadele açısından bu tartışmanın anlamı, önemi nerededir?
Bu yazıda, bu soruların tümüne, tam ve kapsamlı yanıtlar verme, tartışmaya son noktayı koyma iddiası taşımadan, ilk yazımdaki tezleri tamamlayan, billurlaştıran, geliştiren notlar yazmayı amaçlıyorum. Bunu, üç yoldaşımın yazılarıyla söyleşip tartışarak yapmaya çalışacağım.
Geçiş dönemi, komünizm ve aşamaları
Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarından çıkarılacak ortak ve kimi zaman farklı teorik referans noktaları iki başlıkta toplanmaktadır: Geçiş dönemi ve komünist toplumun aşamaları.
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinin ötekine devrimci dönüşüm dönemi yatar. Bunun karşılığı ise, devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir geçiş dönemidir.” 1
Kapitalizmle komünizm arasında bir devrimci dönüşüm dönemi zorunludur; dönüşüm ve geçiş dönemine tanımını veren en önemli öğelerden biri devletin karakteridir. Söz konusu olan son derece siyasal bir süreçtir.
Peki, geçiş döneminin toplumsal/ekonomik karakteri nedir?
“Teorik olarak, kuşkusuz kapitalizm ile komünizm arasında, toplumsal ekonominin bu her iki biçiminin özelliklerini ve öğelerini barındırmak zorunda olan belirli bir geçiş dönemi yatar. Bu geçiş dönemi, ölmekte olan kapitalizmle doğan komünizm arasında – ya da bir başka deyişle, yenilmiş fakat yok edilmemiş kapitalizmle doğmuş ama henüz çok güçsüz komünizm arasında – mücadele dönemi olmak zorundadır.” 2
Lenin, aynı yazıda, proletarya diktatörlüğü döneminde “toplumsal ekonominin temel biçimlerinin, kapitalizm, küçük meta üretimi ve komünizm” olduğunu, Rusya’nın proletarya diktatörlüğü dönemindeki ekonomik sisteminin “komünist ilkeler” üzerinde birleşmiş emeğin tüm devlet çapında mücadelesini temsil ettiğini, bu mücadelenin ilk adımlarının, küçük meta üretimine, henüz direnmekte olan kapitalizme ve küçük meta üretimi temelinde yeniden doğmakta olan kapitalizme karşı mücadele olduğunu yazıyor.3
Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı iktidarı, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve planlı ekonomi temelinde, kapitalizme, burjuvaziye, küçük meta üretimine karşı bütün cephelerde mücadele yürütülen bir dönemdir. Lenin, Devlet ve Devrim’de ve başka birçok yerde, proletarya diktatörlüğü dönemi için “sosyalizm” kavramını kullanıyor. Aktardığım yazısında olduğu gibi, dönemin öğelerini, ilkelerini sayarken ise sürekli olarak “komünizm”e göndermeler yapıyor. Bu konuya döneceğim.
“Sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılması demektir. Proletarya diktatörlüğü sınıfları ortadan kaldırmak için her şeyi yapmaktadır. Ama sınıflar bir vuruşta yok edilemezler. Ve sınıflar proletarya diktatörlüğü döneminde hâlâ durmaktadır ve duracaktır. Sınıflar yok olduğunda proletarya diktatörlüğü gereksiz hale gelecektir. Proletarya diktatörlüğü olmaksızın sınıflar yok olmayacaktır.” 4
Proletarya diktatörlüğünün temel görevlerinden biri, sınıfların, sınıfsal bölünmenin işçi sınıfı iktidarı altındaki döl yatağı olan küçük meta üretiminin kaldırılması olarak tanımlanabilir. Bu işlevini tamamladığı anda, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki egemenlik ve baskı aracı olma tanımıyla proletarya diktatörlüğü sona erecektir.
Engels’in Komünizmin İlkeleri’nde yazdıkları, kanımca konunun teorik özünü son derece açık ve diyalektik biçimde ortaya koyuyor:
“Sınıflar işbölümüyle ortaya çıktılar ve işbölümü bugüne kadar olan biçimiyle tümden yok olacaktır. (…) Toplumun komünistçe örgütlenmesi, bir yandan sınıfların varlığıyla bağdaşmaz, öte yandan bu toplumun kurulmasının kendisi sınıfları ortadan kaldırmanın araçlarını sağlar.” 5
Kapitalizmi burjuvazi inşa etmez. Kapitalizmin oluşumu kendiliğinden bir süreçtir. Komünizmin inşası ise bilinçli, yani örgütlü bir süreçtir.
Bu süreç, görece uzun ya da kısa bir zamana yayılabilir. Ancak, proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş dönemi hiçbir biçimde kalıcılaştırılamaz. Bu noktada bir tartışma olmaması gerekir. Geçiş dönemi, geçici bir dönemdir. Proletarya diktatörlüğü döneminin temel işlevi sınıfların ortadan kaldırılmasıdır.
“Herkes, marksizmin sınıfların ortadan kalkmasının teorik gerekçelerini ortaya koyduğunu bilir. Bu ne anlama gelir? Sosyalizmin zaferi için kapitalistleri devirmek yeterli değildir; proletarya ile köylülük arasındaki fark da ortadan kaldırılmalıdır. (…) Sınıf mücadelesi yürütüyoruz ve amacımız sınıfları ortadan kaldırmaktır. İşçiler ve köylüler durdukça, sosyalizm gerçekleşmiş olmayacaktır.”6
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’ndeki o çok ünlü pasajda komünizmi, alt evre ve üst evre olarak ayırdı. Çulhaoğlu’nun da kaydettiği gibi, komünizmin alt evresine bu metinde “sosyalizm” denmedi. Komünizmin alt evresine, “sosyalizm” diyen Lenin’dir. Yukarıda da değindiğim gibi, Lenin proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş dönemini, ayrıca ve özel olarak “sosyalizm” diye kavramlaştırmamakla birlikte, bu dönem için de “sosyalizm” kavramını kullanmaktan geri durmadı. Lenin sonrasında “sosyalizm”, çok geniş bir yelpazade, proletarya diktatörlüğüyle başlayan ve Marx’taki “komünizmin alt evresi” ni de içine alan bir çerçevede kullanılageldi. Buna göre, devlet açısından yapılan bir tanımlamayla “sosyalizm” proletarya diktatörlüğü dönemiyle özdeşleştirildi ve proletarya diktatörlüğü de komünist toplumun birinci ya da alt evresine taşındı.
Metin Çulhaoğlu’nun geçen sayıdaki yazısında formüle ettiği yaklaşım,7 geleneksel sol/sovyetik marksistler arasındaki egemen yaklaşımdır. Bu satırların yazarı da içinde olmak üzere, çoğumuz bugüne kadar geçiş dönemine “sosyalizm” dedik ve birçok durumda komünizmin alt evresini de aynı kavramla tanımlayageldik.
Kavramları tanımlayarak kullanmak koşuluyla, kesin ve mutlak bölmelere ayrılması olanaksız toplumsal süreçleri, anlayış ve çözümleme kolaylığı sağlayan soyutlamalarla şu ya da bu kavram altında evrelere ayırmak, daha önce tanımlanmış evrelerin başlangıç ve bitiş noktalarını yeniden tanımlamak mümkündür. Ve bu yalın haliyle ele alındığında söz konusu ayrımların, bir ölçüde biçimsel ve önemsiz olduğu kabul edilebilir. Ancak konunun kendisi bu denli yalın değil. Komünizmin alt aşamasıyla, proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş dönemini birleştirip bütün bu sürece “sosyalizm” demek kanımca büyük ve önemli bir teorik karmaşa ve yanlışa yol açmaktadır.
Söz konusu aşamalandırma ve kavramlaştırmaları asıl önemli ve kritik yapan, Sovyet deneyimidir. 70 yılı aşan bu olağanüstü deneyim, kendisinden önceki teorik çerçevenin sınandığı bir toplumsal laboratuar işlevi görmüştür. Çulhaoğlu’na katılıyorum: Sorunun büyük bölümü, “kuramsal olanla yaşanan deneyim arasındaki mesafenin kolay doldurulamayacak ölçüde fazla olmasından” kaynaklanmaktadır. Ancak, “deneyim”i, artık Paris Komünü ile sınırlayamayız. Geçen yazımda, tek ülkede sosyalizm pratiklerinin yol açtığı uygulamaların teorileştirilmesinin doğru olmayacağını belirtip geçmiştim. Kanımca sorun bu noktadadır.
Bu noktaya dönmek üzere, geçiş toplumu, proletarya diktatörlüğü, komünizmin aşamaları konularının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağını düşündüğüm kimi soru ve düşünceler ortaya atmak istiyorum.
Birinci soru şudur: Marx’ın komünizmi aşamalara ayırmasının altında yatan bilimsel ve teorik gerekçeler neler olabilir? Ve bu soruya bağlı ikinci soru: Marx’a göre, proletarya diktatörlüğüyle tanımlanan geçiş dönemi ile komünizm aşaması arasında nasıl bir ilişki vardır?
“Kapitalizmden komünizme aşamasız geçiş olanaklıdır” demek, kaçınılmaz bir iç mantıkla “kapitalizmin geliştirdiği üretici güçler temelinde komünizm kurulabilir” demektir. Bu ise hem teorik, hem pratik bakımlardan olanaksızdır. Kapitalizm altında, üretici güçler komünizm için gerekli düzeye hiçbir zaman yükseltilemez. Kapitalizmin üretici güçleriyle, kapitalizm altında ulaşılan emek üretkenliği düzeyiyle, kapitalist devlet ve toplum örgütlenmesiyle ve kapitalizm koşullarında biçimlenmiş insanla komünizm kurulamaz.8 Ünlü pasajdaki, “kendi temelleri üzerinde gelişmemiş” “komünist toplum”dan kastedilen komünizmin kendi temellerinin oluşturulacağı toplumdur. Marx proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş dönemiyle, “rahminden çıktığı eski toplumun doğum izlerini taşıyan” komünizmin alt aşaması arasındaki ilişkiye, fark ya da özdeşliğe ilişkin bir şey söylememiştir. Burada bir bulanıklık olduğu açıktır.9 Bunun nedeni ise, kanımca Marx ve Engels’in proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş dönemini, yeni bir ekonomik/toplumsal düzenin oluşturulup oturtulacağı, içinde uzun süre yaşanacak bir evre olarak görmemeleriydi. Komünizme, komünizmin ilk evresine görece hızlı ve en azından en ileri kapitalist ülkelerin birkaçını içine alan toplu bir geçiş öngörüyorlardı. Geçiş dönemi hızlı ve çabuk geçilecek, komünist toplum kendi gelişim yolunda, belli aşamaları kat ederek ilerleyecekti. Bu yaklaşımın, komünizmin alt evresine, normalde geçiş döneminde tamamlanması gereken kimi görev ve önlemleri katması zorunluydu.
Proleter devrim ve komünizme geçiş sorunlarına eşitsiz gelişme yasası ışığından bakan Lenin, komünizmin aşamaları ayrımının zamanla büyük önem kazanacağını, geçiş döneminin uzun sürebileceğini gördü ve yazdı.10
1917 Ekim Devrimi, tek ülkede sosyalizm pratiği ise teorik modelden çok farklı, kendine özgü yollardan ilerledi; tanım ve isimlendirme farklılıkları ne olursa olsun, geçiş dönemi tüm öngörülerden uzun sürdü. Geçiş dönemi ile komünizmin alt evresinin adına “sosyalizm” denilen tek bir bütün olarak alınmasının nedeni kanımca budur ve bu formülasyon Sovyet deneyimi söz konusu olduğunda teorik açıdan son derece sorunlu ve kusurlu kalmaktadır. Bunu göstermeye çalışacağım. Ancak, ondan önce açıklığa kavuşturulması gereken noktalar var.
Mehmet Kuzulugil, Gotha Programının Eleştirisi’ndeki ayrımın özünün devletle ve toplumsal işbölümü ile değil, alt evrede, toplumsal ürünün paylaşımında halen burjuva ilkenin geçerliliğini korumasıyla ilgili olduğunu belirtiyor.11 Eğer, geçiş dönemi ile komünizmin ilk evresi arasındaki ilişkiyi değil de, komünizmin kendi içindeki aşamaları tartışıyor olsaydık Kuzulugil’e en azından yöntem bakımından hak vermek gerekirdi. Ne var ki, sürecin tümünü tartışıyoruz. Kuşkusuz, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nin o çok bilinen pasajlarında yazdıklarının bir bölümü, durağan değil, dinamik bir toplum olan komünist toplumun gelişme uğrakları ile ilgilidir.
Bu noktadan ilerlemenin önkoşulu ise, “komünist toplum”un başlangıç noktasının teorik olarak tanımlanmasıdır. Komünizmin alt evresinin teorik olarak nerede, hangi koşullarda başladığını belirlemeden komünizmin aşamalarını tartışamayız.
“Sosyalizm”, meta, sınıflar ve değer
Son söyleyeceğimi baştan yazıyorum: Komünist toplum, özel mülkiyetin, sömürünün, sınıfların, meta ilişkileri ve değer yasasının olmadığı bir toplumdur. Komünizmin alt evresinde de, üst evresinde de bu kategoriler yoktur. Bunlar varsa henüz komünist toplum yoktur. Sorunu bu kadar kesin ve köşeli koymadan ortak ve bence doğru bir teorik zeminde tartışmak olanaksızdır.
Açmaya çalışalım.
Kapitalist toplumun temel “ekonomik hücresi” metadır. Komünist toplum meta ilişkilerinin anti-tezidir.
Komünizmin ilk evresinde var olan emeğe göre dağıtım, “meta üretimiyle bir paralellik” oluşturur; ancak bu meta üretimi değildir; çünkü emeğin ürünü metaya dönüşmemektedir. Marx, burada benzerlik ya da paralelliğin gerçek meta değişimiyle aynı şey olmadığını, Eleştiri’nin o çok yinelenen pasajından hemen önceki paragrafta,
“(…) üretim araçlarının ortak mülkiyeti temelindeki kooperatif toplumda üreticiler ürünlerini değiş-tokuş etmezler. Ürünler için harcanmış emek de, bu ürünlerin değeri olarak, sanki onların sahip oldukları bir nitelik gibi belirmez. Çünkü şimdi, kapitalist toplumun tam tersine, bireysel emek artık toplam emeğin dolaylı değil, doğrudan, ayrılmaz bir parçası olarak vardır.” (abç)12
diyerek vurgulamıştır.
Meta, rastlantısal değil, sürekli bir toplumsal sürecin kategorisidir.
Komünist toplumun iki evresinde de değer kategorisi söz konusu değildir. Marx’ın söylediği, yalnızca, ilk evrede üretim sürecinde harcanan emek miktarını ölçme gereksiniminin devam edeceğidir. Değişim değerinin kaldırıldığı durumlarda bile, emek zamanı üretim maliyetinin ölçüsü olmaya devam eder. Ama değişimin olmadığı durum, meta ilişkilerinin sonu demektir. Çünkü ürünlerin meta olarak değişimi, işgücünün değişiminin bir yöntemidir, komünist toplumda bu olmayacağına göre değer kategorisi de olmayacaktır. Başka bir anlatımla, toplumsal emek, doğrudan harcanan emek zamanı ile ölçüldüğü zaman, değer yasası ortadan kalkacaktır.
Bu noktada, Engels’in Anti-Dühring’te yazdıklarına başvurabiliriz:
“Toplumun, üretim araçlarına sahip olduğu ve bunları üretim için doğrudan işbirliği içinde kullandığı andan itibaren, her bireyin emeği, özgül yararlılığı ne denli çeşitli olursa olsun, başından itibaren ve doğrudan toplumsal emek olur. Dolayısıyla, ürünün içerdiği toplumsal emek miktarını artık dolaylı yoldan saptamak gerekmez; günlük deney, ortalama olarak ne kadar gerektiğini doğrudan gösterir. (…) Doğrudur, o zaman bile, her bir tüketim maddesinin üretimi için ne kadar emek gerektiğini toplumun bilmesi hâlâ zorunlu olacaktır. Üretim planını, özellikle işgücü de içinde olmak üzere, elindeki üretim araçlarına göre düzenlemek zorundadır. Sonunda, çeşitli tüketim maddelerinin yararlarının birbirleriyle ve bunların üretimi için gereken emek miktarlarıyla karşılaştırılması, planı belirleyecektir. İnsanlar her şeyi çok basitçe, o çok övünülen ‘değer’in karışması olmadan, yönetebileceklerdir.”13
Değer, meta üretiminin bir kategorisidir ve onunla birlikte yok olur.
Komünist toplumun, “sosyalizm” de denilen ilk evresinde işgücünün meta olmaya devam ettiği/edeceği tezi kesin olarak yanlıştır. Bu teze en iyi yanıtı, yine Engels’in Anti-Dühring’te yazdıklarında buluyoruz:
“(…) nitelikli emeğe daha yüksek ücret ödeme sorununu nasıl çözeceğiz? Özel üreticilerin olduğu bir toplumda, nitelikli işçiyi eğitme giderlerini özel kişiler ya da aileleri ödüyorlar; nitelikli işgücüne verilen yüksek ücretin ilk önce kişilere gitmesi buradan doğuyor: Becerili köle daha yüksek fiyatla satılıyor, becerili ücretliye daha yüksek ücret ödeniyor. Sosyalistçe örgütlenmiş bir toplumda bu giderler toplumca karşılanıyor ve bu yüzden meyveleri, nitelikli emek tarafından üretilen değerler de topluma aittir. İşçilerin kendisinin ek ücret istemeye hakkı yoktur.” 14
Özetlersek, komünizm, ilk evresinde de sınıfsız toplumdur. İşgücünün alınıp satılabildiği bir sistemin parçası olan meta, komünizmde var olamaz.
Şimdi, “komünizmin aşamaları”na dönebiliriz. Komünizmin aşamaları, toplumun üretici örgütlenmesinin karakteriyle, üreticilerin tarihsel gelişme düzeyiyle, bireysel tüketim araçlarının dağıtım biçimiyle birbirinden ayrılır.
Engels’in 1890’da dağıtımla ilgili yazdıklarını okuyalım:
“Dağıtım yöntemi, özünde, dağıtılacak ne kadar şey olduğuna bağlıdır. Bu da mutlaka üretimin ve toplumsal örgütlenmenin ilerlemesiyle değişmek durumundadır. (…) Oysa, tartışmalara katılan herkes tarafından ‘sosyalist toplum’ sürekli değişim ve ilerleme içinde bir şey olarak değil, bir kere oldu mu değişmeyen ve bu yüzden de değişmeyen bir dağıtım yöntemine sahip bir oluşum olarak algılanıyordu. Gerçekçi olarak yapılacak şey ise; 1) başlangıçta uygulanacak dağıtım yöntemini keşfetmeye çalışmak, ve 2) daha sonraki gelişmenin genel eğilimini bulmaya çalışmaktır.”15
Marx’ın Kapital’in birinci cildinde ve Gotha Programının Eleştirisi’nde yaptığı tam da budur.
Bu konuyla ilgili son alıntı Kapital’den:
“Şimdi, gözümüzün önüne, tüm bireylerin tekil işgüçlerinin bilinçli olarak toplumun birleşik işgücü olarak kullanıldığı, işlerini üretim araçlarının ortak kullanımıyla yürüten özgür bireyler toplumunu getirelim.
“Toplumumuzun ürünlerinin toplamı, toplumsal üründür. Bunun bir bölümü, yeni üretim araçları olarak kullanılıyor ve toplumsallığını koruyor. Ama öteki bölümü üyeler tarafından, yaşam araçları olarak tüketiliyor. Bu bölümün aralarında dağıtımı bu nedenle zorunludur. Bu dağıtım, toplumun üretken örgütlenmesi ve üreticilerin eriştiği tarihsel gelişme düzeyine göre çeşitli biçimler alacaktır. Salt meta üretimiyle paralellik kurabilmek için, her tekil üreticinin yaşam araçlarındaki payının, kendi emek zamanıyla belirlendiğini varsayalım. Emek zamanı bu durumda ikili bir role sahip olacaktır. Onun belli bir toplumsal plana göre paylaştırılması, yapılması gereken farklı işler ve toplumun çeşitli gereksinmeleri arasında doğru dengenin korunmasını sağlar. Öte yandan, her bireyin toplumsal emeğe yaptığı katkının ve toplam ürünün bireysel üretime ayrılmış bölümünden alacağı payın ölçülmesine de yarar. Bireysel üreticilerin hem emekleriyle, hem de onun ürettikleriyle ilgili toplumsal ilişkileri bu durumda çok basit ve anlaşılır bir durumdadır ve bu yalnızca üretim için değil, dağıtım için de böyledir.”16
Toplumsal üründen alınan payın katkıya bağlanmasından, Marx’ın burada komünizmin alt evresini kastettiğini anlıyoruz.
Bu kısa döküm, komünizmin aşamalara ayrılmasının yarattığı kimi karışıklıklara rağmen, en azından Marx ve Engels açısından komünist toplumun ilk evresinin, üretim araçlarının ortak kullanımına dayanan, meta üretimin olmadığı, sınıfsız bir toplum olduğunu ortaya koyuyor.
Sovyet deneyimi ve komünizmin alt evresi
Sovyet deneyimin özgünlüğü, dünyanın görece geri bir ülkesinde gerçekleşmesinde ve tek ülkede kalmasındadır. Lenin’in Ekim Devrimi’nin Rusya’nın azgelişmişliğinden ve işçi sınıfının gücünün sınırlılığından gelen iki önemli eksikliğine karşı geliştirdiği iki temel dayanak, Rusya’da iktidarı almayı ve korumayı olanaklı duruma getirecek olan işçi-köylü bağlaşıklığı ile Ekim Devrimi’ni tamamlayacak ve ileri çekecek olan Avrupa devrimiydi. İki dayanaktan birincisi, işçi-köylü bağlaşıklığı, siyaset teori ve pratiğine katkıydı. Sovyet iktidarının da toplumsal dayanağı oldu. Avrupa devrimi ise gerçekleşmedi. Avrupa devrimi ile ileri çekilemeyen Ekim Devrimi, köylülüğe daha çok dayanmak zorunda kaldı ve paradoksal biçimde köylü ağırlığı tek ülkede sosyalizm denemesinin yazgısını belirleyen önemli bir toplumsal etken oluşturdu.
1917’den 1990’a kadar olan 70 yılı aşkın zaman içinde meta ve değer kategorilerinin aşılamamasının inatçı toplumsal dayanaklarından biri bu noktadadır.
Aşağıda Lenin’den yapacağım alıntılar bu noktayı aydınlatıyor:
“Öteki ülkelerde devrim olmadığı sürece, Rusya’daki sosyalist devrimi ancak köylülükle anlaşma kurtarabilir.
“(…) Ekonomik temeli, küçük tarımın ekonomik köklerini üç yılda yeniden biçimlendireceğini hayal eden bir komünist, yalnızca bir hayalcidir.
“(…) Küçük çiftçinin düşünce ve alışkanlıklarını yeniden biçimlendirmek birçok kuşağın işidir. Bu küçük çiftçi sorununu çözebilmenin tek yolu, maddi temel, teknik donanım, tarımda yoğun traktör ve makine kullanımı ve büyük ölçekte elektrikleşmeden geçer.
“(…) Köylü nasıl tatmin edilecektir ve onu tatmin edilmesi ne anlama gelir?(…) Küçük çiftçiyi iki şey tatmin eder. Birincisi, küçük özel mülk sahibi için belirli bir değişim özgürlüğü gerekir ve ikincisi, meta ve ürünler elde edebilmesi gerekir. Yoksa, değişecek hiçbir şey olmadığı zaman bu değişim özgürlüğü, alınıp satılacak bir şey olmadığı zaman bu ticaret özgürlüğü neye yarar”17
Proletarya iktidarının ilk döneminde meta üretiminin varlığı kaçınılmazdır.
Sovyetler Birliği’nde meta ve değer kategorilerinin aşılamamasının temel nedeni üretici güçlerin, aynı anlama gelmek üzere toplumsal emeğin azgelişmişliğidir. Sovyetlerde ve başlarda dağıtım zorunlu olarak meta dağıtımı karakterinde olmuştur. Bunun eleştirilecek bir tarafı yoktur.
Öte yandan, meta-para ilişkilerinin komünizmle uzlaşmayacağı teorik önermesi var. 1930’ların sonu ve 1940’ların başında savunulan “sosyalist toplumda, sınırlı ve değişmiş biçimde de olsa değer yasasının işlediği/işleyeceği” tezi bu gerilimden çıktı. Teorinin siyasete yedirilmesinin ilk örneklerinden biri oldu. Eleştiri noktalarından biri budur.
Buradaki ilişkinin şöyle özetlenebileceğini düşünüyorum: “Sosyalizmde meta kategorisi de, emek kategorisi de olur” yaklaşımı bir yandan teoriyi bozucu bir etki yaratırken, bir yandan da söz konusu kategorilerin varlığını meşrulaştıcı, dolayısıyla etkilerini ve giderek kendilerini ortadan kaldıran siyasetler izlenmesini zorlaştırıcı bir rol oynamıştır.
Burada ise karşımıza başka bir soru çıkıyor: Marx ve Engels’ten yukarıda aktardığımız pasajlarda tüm üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesiyle meta üretiminin son bulacağı söylenmiyor muydu? Sovyetler Birliği’nde bu gerçekleştiğine göre, meta ve değer kategorilerinin sürmesi nasıl açıklanacaktır?
Söylenen, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ile birlikte ve aynı zamanda “toplumsal emek”in egemen ilişki haline gelmesidir. Üretici güçlerin yetersiz gelişme düzeyinde üretimde harcanan emeğin tamamı doğrudan “toplumsal emek” değildir. Devlet sektörü içinde de meta üretimi vardır. Çünkü, üretimin çeşitli kollarında harcanması gereken emek miktarı ancak yaklaşık olarak saptanabilir, gerçekten zorunlu emek miktarı ancak sonradan bilinebilir. Emek, henüz pazar kategorilerini gereksiz hale getirecek ölçüde toplumsallaşmamıştır. Üretimin toplumsallaşma düzeyi henüz emeğin tam toplumsallaşmasına izin vermemektedir.
Bu, toplumsal gereksinmelerin henüz tamamen bilinemediği bir durumu anlatır. Bu bilinmediği zaman dağıtım nasıl planlanacaktır? Üretim araçlarının ve ürünlerin önceden dağıtımının gereğince yapılmasının olanaksızlığı, ticareti zorunlu kılar. Her üretim birimine belli bir hareket özgürlüğü tanımak zorunlu hale gelir. Bu verilmezse bundan büyük bir işgücü ve ürün israfı doğar. Meta ilişkilerinin ve pazar kategorilerinin “sosyalist” devlet sektöründe bile yer alması ve hareket özgürlüğü her birimin muhasebe özerkliğini ve oto finansman olanaklarına sahip olmasını gerektirir vb. Sosyalist iktidar altındaki ilk dönemler düşünüldüğünde belli ölçülerde nesnel, verili bir durum.
Sovyet iktidarının ilk dönemlerinden daha ileri ve “olgun” dönemlerine yaklaştıkça sorunun başkalaştığını, teorik “geliştirmelerin” yanlışlara ebelik etmeye, komünist toplum hedefinin silikleşmeye, sınıfların ve meta üretiminin sürdüğü geçiş toplumunun kendi başına amaçlaştırılmaya başlandığını görüyoruz.
Burada süreç çözümlemesinden çok, sürecin ışıkları altında kimi zaman zorunlu, kimi zaman yararcı pratiklerin yol açtığı, yanlış teorileştirmelerle ilgileniyorum.
Bir: Komünizmin alt evresi tanımıyla sosyalizmde, daha doğru tanımıyla komünist toplumun ilk evresinde meta üretiminin ve sınıfların varlıklarını sürdürecekleri tezi büyük bir teorik yanlışa yol açmaktadır. Yukarıda, komünist toplumda söz konusu kategorilerin neden olmayacağının teorik kanıtlarını ortaya koymaya çalıştım ve Sovyetler Birliği’ndeki sürecin nesnel zorluklarını teslim ettim. Bunlara, büyük sanayileşme ve kolektivizasyon atılımları başta olmak üzere, teorik modelde kapitalizm altında gerçekleştirilmesi gereken süreçlerin yaşanması zorunluluğunu, bu zorunluluğun yarattığı ek sorun ve güçlükleri ekleyebiliriz.
Sorun, bu büyük mücadelenin devam ettiği geçiş döneminde, üstelik komünizmin alt evresi tanımıyla “sosyalizmin” kurulmuş olduğunun teorik ve siyasal bir vargı olarak ortaya konulmuş olmasında.
Stalin 1936’da şunları yazdı:
“Bizim Sovyet toplumumuz, daha şimdiden özünde, sosyalizmi gerçekleştirdi; sosyalist düzeni yarattı, yani başka terimlerle marksistlerin komünizmin birinci evresi ya da alt evresi dedikleri şeye ulaştı. Bu demektir ki, komünizmin birinci evresi yani sosyalizm, ülkemizde daha şimdiden temel olarak gerçekleşmiştir.” 18
SBKP’nin 1961’deki 22. Kongresi tarafından kabul edilen Sovyetler Birliği Komünist Partisi Programı Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulduğunu yineledi ve komünist topluma geçişi bir program hedefi olarak formüle etti:
“Parti, 1919’daki Sekizinci Kongresinde İkinci Programını kabul ederek, sosyalist bir toplumun inşası görevini duyurdu. Daha önce insan ayağının basmadığı alanlarda yürüyen ve zorlukları ve sıkıntıları yenen Sovyet halkı, Komünist partisinin önderliği altında Lenin’in hazırladığı sosyalist inşa planını uygulamaya koydu. Sosyalizm, Sovyetler Birliği’nde tamamen ve kesinlikle zafere ulaştı. Partinin ikinci programı da, birincisi gibi gerçekleştirilmişti.
“(…) Bugün, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) üçüncü Programını, komünist toplumun kuruluşunu (öngören) bir programı kabul etmektedir.
“(…) Partinin en yüce hedefi, bayrağına ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar’ yazacak komünist toplumu inşa etmektir.”19 (altı çizili yerler orijinal metinden)
Stalin ve SBKP programı açıkça, Sovyetler Birliği’nde komünizmin alt evresi anlamında sosyalizmin kurulduğunu, zafere ulaştığını söylüyorlar. Yanlış olan budur. Bu yanlışa temel oluşturan teorik yanılgılardan biri ise, devletin baskı işlevinin sınıfların değil, kapitalist sınıfın varlığına bağlanmasıdır. Stalin 10 Mart 1939’da 18. Kongre’ye sunduğu raporda şunları söyledi:
“Sonuç olarak, sosyalist devletimizin işlevleri değişmiştir. Sömürü kaldırıldığına, sömürücüler artık varolmadıklarına ve artık baskı altında tutulacak kimse bulunmadığına göre, ülke içindeki askeri bastırma işlevi gereksiz duruma gelmiş, ortadan kalkmıştır. Bastırma işlevi, yerini kamu malı hırsız ve aşırtıcılarına karşı, sosyalist mülkiyetin korunması işlerine bırakmıştır.”20
Buradan, proletarya diktatörlüğünün “tüm halkın devleti”ne dönüştüğü düşüncesine varmak için bir adım atmak yeterlidir.
Özetlersek, pratik süreçlerin teoriye uymadığı noktada, teori pratik süreçlere uydurulmakta; sınıfların, meta ilişkilerinin yaşadığı bir komünist toplum düşüncesine varılmaktadır.
İki: Bu birinci yaklaşımın sorunu ortadan kaldırmadığı noktada ikincisi gelmiştir: Sınıfsız topluma, komünist topluma ulaşmayan, “geçiş toplumu” teorik çerçevesindeki toplumlar kapitalizmle komünizm arasında bağımsız bir üretim biçimi, bağımsız bir ekonomik/toplumsal formasyon olarak tanımlanmıştır! Bu, aynı ölçüde vahim bir teorik yanlıştır. Gelenek’te yürüttüğümüz tartışmanın, isimlendirme konusunun ötesinde, teorik öze ilişkin en önemli başlığı budur. Teoriye “katkı”dır. Marx, Engels ve Lenin’de kapitalizmle komünizm arasında bağımsız, kalıcı bir ekonomik toplumsal kategori, üretim biçimi yoktur.21
Lenin’in 1921 Nisan’ında yazdıkları:
“Rusya’nın ekonomik sistemi sorununu inceleyen hiç kimsenin, bu ekonominin bir geçiş ekonomisi olma karakterini yadsımadığını sanıyorum. Herhangi bir komünistin, ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ teriminin var olan ekonomik sistemin bir sosyalist düzen olduğunu değil, Sovyet iktidarının sosyalizme geçişi başarma azmini ifade ettiğini yadsıdığını da sanmıyorum.
“Peki ‘geçiş’ sözcüğü ne anlama gelir? Bu, bir ekonomiye uygulandığında, bugünkü sistemin hem kapitalizmin, hem de sosyalizmin öğelerini, parçalarını, kırıntılarını içerdiği anlamına gelmez mi? Bu anlama geldiğini herkes kabul edecektir.”22
Sosyalizmin, bir üretim biçimi, bağımsız bir toplumsal formasyon olarak tanımlanıp kullanılması zamanla yerleşti, üzerinde pek fazla düşünülmeden kabullenildi. Teorik formülasyonun ilk kez W.Ulbricht tarafından yapıldığı belirtiliyor.23 Sosyalizmi geçici bir geçiş dönemi olarak değil, bağımsız bir üretim biçimi, bir toplumsal düzen olarak tanımlama düşüncesinin bir eğilim olarak çok önceden beri var olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bunun önemi şurada: Komünizme doğru ilerlemeyen, varlığını komünizme referansla tanımlamayan, bütün gücünü komünist üretim biçimini, komünist toplumu kurmaya yöneltmeyen, gelişmesinin bir evresinde kendini donduran bir proletarya iktidarı geriye dönüşün yollarını döşemiş olur.
1960’tan itibaren, iktidardaki komünist partileri komünizm aşamasına geçiş hedefini ertelemeye, programlarından çıkarmaya, komünizm yerine “olgun”, “gelişmiş”, ya da “ileri” sosyalist toplum kurma hedeflerini benimsemeye başladılar.
Sovyet yazarları Anatoliy Butenko ve Aleksandr Savçenko 1987’de şunları yazdılar:
“1960 yıllarının başlarında Avrupa’daki sosyalist ülkeler, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin son aşamalarında idiler ve daha sonraki gelişmeleri için tarihsel imkanları formüle ediyorlardı.”
“O zaman bazı bilim adamları tarafından savunulan görüşlere göre, kapitalizmden sosyalizme geçişi, hemen sosyalizmden komünizme geçiş izleyecekti. Bununla birlikte bazı sosyalist ülkeler yakın hedeflerinin komünizme geçmek değil, gelişmiş sosyalizmi kurmak olduğu sonucuna vardılar.” (abç)
“(…) Sovyetler Birliği Komünist Partisi, daha 1966 yılındaki 23. Kongre’sinde tam kapsamlı komünist kuruluş formülünden vazgeçti ve 1967 yılında, gelişmiş sosyalizm imkanlarının kullanılmasını önerdi.”24
Aynı kaynaktan, 1958’le 1980’lerin sonu arasında hemen bütün sosyalist ülke partilerinin “komünizme geçiş” hedefini programlarından çıkardıklarını öğreniyoruz. Bir örnek vermek gerekirse,
“Bulgaristan Komünist Partisi’nin 1986’da yapılan 13. Kongre’sinde, komünizme yürüyüşün hızının abartıldığına işaret edilerek, pratiğin de gösterdiği gibi olgun sosyalist toplumun kuruluşunun beklendiğinden daha uzun zaman alacağı kabul edildi.” 25
Komünizm hedefi, kongre raporlarında arada bir zikredilmekle birlikte geriye itildi. “Olgun”, “gelişmiş”, “sosyalist toplum” hedefi öne çıkarıldı. Sosyalist toplum içinde uzun zaman yaşanacak bir toplumsal düzen olarak sunuldu. En gelişmiş sosyalist ülke, Sovyetler Birliği ise, 1961 parti programındaki 20 yıl içinde komünist topluma ulaşma somut hedefini, “komünizmin maddi ve teknik temellerini atma” biçiminde değiştirdi. 1971’de yapılan 24. Kongre’nin, 1976’daki 25. Kongre’nin ve programa göre komünist topluma geçilmesi öngörülen 1980’den sonra 1981’de toplanan 26. Kongre’nin ana kavramları “gelişmiş sosyalizm”, “gelişmiş sosyalizm dönemi” vb. dir.
Öte yandan, bu adım adım ilerleyen süreç bir başka teorik/siyasal yanlışla, 1961’de 20 yıl içinde komünist toplumun ileri evresine ulaşılacağı önermesiyle, o da Stalin’in tek ülkede komünist toplum teorisiyle bağlıdır.
Stalin’in 1939’da 18. Kongre Raporu’ndaki yaklaşımı şöyledir:
“Gördüğünüz gibi, şimdi yepyeni bir devletimiz, tarihte benzeri olmayan ve biçimi ve işlevleri bakımından, birinci evrenin sosyalist devletinden gözle görülürcesine ayrılan sosyalist bir devletimiz var.”
“Ama gelişme bu kadarla kalamaz. Daha öteye, ileriye, komünizme doğru gidiyoruz. Devlet, komünizm döneminde de varlığını sürdürecek mi?”
“Evet, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi yok edilmezse sürdürecek. Ve kolayca anlaşılır ki, devletimizin biçimleri, iç ve dış durumda ortaya çıkabilecek değişiklikler uyarınca yeniden değişecektir.”26
Stalin, emperyalist kuşatma altındaki tek ülkede komünist topluma geçilebileceğini söyleyerek ve devletli bir komünizm tanımlayarak iki paragrafta iki ağır teorik yanlış birden yaptı.
Emperyalist kuşatma altındaki tek ülkede komünist topluma varma düşüncesi varlığını ve etkisini Stalin’den sonra da sürdürdü.
SBKP 1961 Programı’ndan okuyoruz:
“İçinde bulunduğumuz on yıl (1961-1970) zarfında Sovyetler Birliği, komünizmin maddi teknik temelini yaratarak adam başına istihsal bakımından kapitalizmin en kuvvetli ve en zengin memleketi Amerika Birleşik Devletleri’ni geçecek, emekçilerin maddi refahı ve kültürel-teknik seviyesi önemli derecede yükselecek, herkesin maddi ihtiyaçları giderilecek, bütün kolhoz ve sovhozlar yüksek verimli ve yüksek gelirli işletmelere çevrilecek, Sovyet insanlarının elverişli mesken ihtiyaçları genel olarak tatmin edilecek, ağır beden emeği ortadan kalkacak, SSCB en kısa işgünü uygulayan memleket olacaktır.”
“İkinci on yıllığın (1971-1980) sonlarında komünizmin bütün halka maddi kültürel nimetler bolluğu sağlayacak maddi-teknik temeli atılmış olacak, Sovyet toplumu ihtiyaçlarına göre paylaştırma prensibinin hayata geçirilmesine tamamen yaklaşacak ve tek genel halk mülkiyetine tedricen geçiş sağlanacaktır. Böylelikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde komünist toplum genel hatlarıyla kurulmuş olacaktır. Komünist toplumun tamamen kurulması işi daha sonraki devrede sona erdirilecektir.”27
“Önümüzdeki on yıl zarfında endüstri ürünlerinin hacmi aşağı yukarı iki buçuk defa artırılacak ve ABD’nin sanayi istihsali seviyesi geçilecektir.”
“20 yıl zarfında en az altı defa artırılacak ve ABD’nin sanayi istihsalinin şimdiki genel hacmi çok geride bırakılacaktır.”
“Bu amaçla, 10 yılda sanayide emek verimliliği iki defadan fazla, 20 yılda ise dört buçuk defa artırılmalıdır. 20 yıl sonra, Sovyet sanayiinde emek verimliliği, Amerika’daki emek verimliliğinin şimdiki seviyesini iki defa geçecek, SSCB’de işgününün kısaltılması sebebiyle de, saat başına istihsal bakımından, Amerika çok daha geride bırakılacaktır.”28
“(…) Köy ahalisi kültür ve yaşayış şartları bakımından şehir ahalisiyle denkleşecektir.”
“Şehir ile köy arasındaki sosyal-ekonomik ve kültürel yaşayış farklarının ortadan kaldırılması, komünizmin kurulmasının en büyük sonuçlarından biri olacaktır.”29
“Parti resmen ilan eder: Sovyet insanlarının şimdiki nesli komünizmde yaşayacaktır.”30
Sovyetler Birliği’nin 20 yılda komünizmin üst evresine geçeceği önermesiyle, komünist toplumun bir hedef ve referans kaynağı olmaktan çıkarılması, aynı madalyonun iki yüzüdür. 1961 Programı’nda iş saatlerinin kısaltılması ve emek üretkenliğine vurgu türünden komünizan yaklaşımlar yer almakla birlikte, emperyalist kuşatma altındaki, farklı sınıfların var olmaya devam ettiği, meta ilişkilerinin sürdüğü bir ülkede bu kez üstelik komünizmin üst evresine varılacağı, üstelik de takvime bağlanarak ileri sürülebilmiştir. Lenin’den miras, en gelişmiş kapitalist ülkeye “yetişmek ve geçmek” hedefinin komünist topluma geçişin ölçütü haline getirilmesi daha da vahim bir yanlıştır. Komünizmin, daha hızlı kalkınma sağlamak türünden bir tarifi yoktur.
Şu değerlendirmeye katılmamak elde değil:
“(…) komünizme, en ileri kapitalist ülkeye yetişildiği zaman geçilebileceğini ileri sürmek saçmalıktır; bu yalnızca en ileri kapitalist ülkenin komünist olabileceği anlamına geliyor. Ayrıca en ileri kapitalist ülke de, krizlerle de olsa sürekli olarak büyüdüğü için komünizm bir serap haline geliyor; neresinden bakılırsa bakılsın, yetişmek ve geçmek ile komünizmi özdeşleştirmek bir absürd’e dönüşüyor.” 31
İsimler, kavramlar…
Marksizmin ustaları, kimi zaman teorik, kimi zaman da siyasal nedenlerle isimleri ve kavramları değiştirmekte, yenilemekte ikircim göstermediler.
Marx ve Engels, 1848’de o zamana dek kendilerinin de içinde sayıldığı “sosyalist” isminden ayrıldılar. Engels, bu ayrılışın gerekçesini Komünist Parti Manifestosu’nun “1890 Almanca Baskısına Önsöz”de açık seçik ortaya koydu:
“(…) çıktığı dönemde, onu (Manifesto’yu-HY) sosyalist bir manifesto olarak adlandıramazdık. 1847’de, sosyalist dendiğinde, iki tür insan anlaşılıyordu. Bir yanda, çeşitli ütopik sistemlerin yandaşları, özelde her ikisi de daha o zamanlar giderek yalnızca ölmekte olan mezheplere dönüşmüş olan İngiltere’deki Owen’cılar ve Fransa’daki Fourier’ciler. Diğer yanda toplumsal kusurları, sermaye ve kâra en küçük bir acı vermeden, her derde deva muhtelif ilaçları ve türlü yamama faaliyetleriyle düzeltmek isteyen çok çeşitli toplumsal şarlatanlar. Her iki durumda da, işçi hareketinin dışında duran ve ‘eğitimli’ sınıflardan destek aramayı tercih eden kişiler. Bunların karşısında, işçi sınıfının tek başına siyasal devrimlerin yetersizliğine inanan ve toplumun temelli bir dönüşümünü talep eden kesimi, o zamanlar kendisini komünist olarak anıyordu… 1847’de sosyalizm bir burjuva hareketi ,komünizm ise işçi hareketi anlamına geliyordu. Sosyalizm en azından kıta Avrupa’sında, ‘salon’ lara kabul edilebiliyordu; komünizm içinse tam tersi geçerliydi. Ve biz daha o zamanlar, çok kararlı bir şekilde, ‘işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olmak zorundadır’ diye düşündüğümüzden, bu iki isimden hangisini seçmemiz gerektiği konusunda bir an bile kuşku duyamazdık. O zamandan beri de bu isimden vazgeçmek aklımıza hiç gelmedi.” 32
“Komünist” güzel isminden “sosyal-demokrasi”ye geçilmesinin de kendine özgü bir tarihi var. Lenin, Paris Komünü yenilgisinden sonra, tarihin yavaş örgütsel ve eğitimsel çalışmayı günün görevi haline getirdiğini, Komün’ün Paris’te yenildiği Britanya işçilerinin emperyalist kârlarla baştan çıkarıldığı, burjuva ulusal hareketin Almanya’da zafer kazandığı, yarı feodal Rusya’nın uykuda olduğu 1871-1914 arasındaki dünya koşullarında Marx ve Engels’in oportünist “Sosyal-demokrasi” terimine katlandıklarını yazdı.33 Bunlara Alman Sosyal Demokrat Partisinin işçi hareketi üzerindeki etkisiyle, seçim başarılarıyla ve teorik alandaki çabalarıyla kazandığı prestiji eklemek gerekiyor.
Lenin, 1917’de gerekçelerini sıralayarak bu kez “sosyal demokrasi” isminden koptu. Nisan Tezleri’yle aynı günlerde 10 Nisan 1917’de yazdığı “Devrimimizde Proletaryanın Görevleri/Proletarya Partisi için Platform Taslağı” başlıklı yazısında, partinin bilimsel olarak doğru ve proletaryanın politik olarak açıklığa ulaşmasına yardım edecek adın ne olması gerektiğini sordu ve dört gerekçe göstererek partinin komünist adını alması gerektiğini savundu.
Birinci gerekçesi şuydu:
“‘Sosyal-Demokrasi’ adı bilimsel olarak yanlıştır. Partimiz ileriye, uzağa bakıyor: Sosyalizm kaçınılmazlıkla adım adım komünizme gelişecektir…
Ve ikincisi: Partimizin adının ikinci bölümü de bilimsel olarak yanlıştır. Demokrasi bir devlet biçimidir, biz marksistler ise her türlü devlete karşıyız.
“(…) Marksizm sosyalizme geçiş için devletin gerekli olduğunu tanır; ama (ve burası Kautsky ve şürekasından ayrıldığımız noktadır) burjuva demokratik cumhuriyetin bilinen parlamenter devleti tipinde değil, 1871’in Paris Komünü ve 1905’le 1917’nin İşçi Temsilcileri Sovyeti gibi bir devletin.
“(…) Üçüncü gerekçem: yaşayan gerçeklik, devrim, özellikle de sözcüğün gerçek anlamıyla, devlet olmayan bu yeni tipte ‘devlet’, kuşkusuz zayıf ve embriyonik biçimde daha şimdiden ülkemizde yerleşmiş durumdadır.”34
Bugün, kapitalizmden komünizme geçiş kavramlarında sadeleşme yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Proletarya diktatörlüğü/geçiş dönemi ve komünist toplum, gerekli ve yeterli kavramlardır. Proletarya diktatörlüğünün sürdüğü döneme “sosyalizm” denmesi tanım doğru yapılır, doğru kullanılırsa teorik bir yanlışa yol açmayabilir. Ayrıca 70 yıllık dönem için bu kavramı sözlükten çıkarma olanağımız da yok. Yukarıda da açıkladığım gibi, esas teorik problem, proletarya diktatörlüğünün komünizmin alt evresini de içine alacak biçimde yayılmasından ve komünizmin teorik tanımını bozacak bir içerikte “sosyalist üretim biçimi/sosyalist düzen” ler icat edilmesinden kaynaklanıyor. Teorik metinlerde, bu noktaya dikkat etmek, titiz davranmak gereklidir.
“Reel sosyalizm” kavramı da aynı gereksinmeden çıkmıştır. Gerçekleşen haliyle “sosyalizm”in, “teorik sosyalizm” den farkını anlatmaktadır. Kanımca, kavram karışıklığına son vermek, Sovyetler Birliği’ndeki 70 yıllık dönemi, sürecin teorik karakterine uygun biçimde kavramlaştırmak için siyasal metinlerde “reel sosyalizm” ve “sosyalizm denemesi” kavramlarını kullanmak uygun olur.
Öte yandan, komünist toplumun, kendi içinde aşamaları, konakları, gelişme derecesi farkları olacaktır. Bunların teorik olarak tanımlanabilir, birbirinden nitelikçe ayırt edilebilir “aşamalar” olup olamayacağını ise şimdiden bilemeyiz. Önemli olan, sınıf, meta ve değer kategorilerinin aşıldığı, devletin bugünkü siyasal işlevinin sona erdiği, tek ülkede değil ancak dünya ölçeğinde kurulabilecek komünist toplum tanım ve hedefinde anlaşmaktır.
Özetlediğim ve önerdiğim yaklaşım bugünün pratik/siyasal gereksinmeleriyle de uyumludur.
Bugünkü dünya, komünizmin nesnel/maddi önkoşulları bakımından örneğin yüzyıl öncesiyle kıyaslanmayacak kadar olgundur. Kapitalist toplumun gerçek alternatifinin komünizm olduğunun güvenle ve cesaretle öne sürülebileceği bir dönemde yaşıyoruz.
Aşamalı devrim, asgari/azami program kategorileri hem teorik, hem de siyasal olarak aşılmıştır.
Sovyetler Birliği ve öteki ülkelerdeki komünizme geçiş denemeleri, yalnız proletarya diktatörlüğünün kurulmasının mümkün olduğunu göstermekle kalmayıp, eşitlikçi toplumsal ilişkiler yaratma, komünist toplumun “kendi” temellerini hazırlama yönünde de önemli yollar katettiler. Yurttaşlarına tam ve ayrımsız çalışma, dinlenme, yaşamının tüm dönemlerinde sağlık ve eğitimden parasız yararlanma başta olmak üzere kapitalist bir toplumda sözü bile edilemeyecek onlarca toplumsal hak ve özgürlük sağlayarak, yalnız iktidarları altındaki ülke insanları için değil, tüm insanlık için önem taşıyan, Erkin Özalp’ın kaydettiği gibi, kapitalist ülkeleri de kendi yurttaşlarına daha fazla “sosyal hak” tanımaya zorlayan başarı ve kazanımlar gerçekleştirdiler. Bunlar, dün ve bugün yeryüzündeki tüm komünistlerin yalnız ekonomik/toplumsal değil, aynı zamanda ideolojik/siyasal kazanımlarıdır. Bu kazanım ve mirası reddeden hiçbir siyasal öznenin bugünü ve yarını kazanması olanaklı değildir. Konunun bu yönünü daha fazla uzatmayı gereksiz görüyorum. Bu noktada, bu tartışmada farklı konumlarda değiliz.
Burada, asıl sorunun, dünyadaki milyonlarca emekçinin bilincini ilgilendiren yönünü ele almamız gerekiyor. Sovyetler Birliği ve öteki ülkelerdeki geçiş toplumları komünizme varmadan, söz konusu ülkelerde açık, yığınsal bir sınıf çatışması yaşanmadan, dahası doğrudan ve askeri bir dış müdahale olmadan çözüldüler. Çözülüş, komünizm davası açısından bir sonuçtur. En anti-sovyet akımların bile etkisinden bağışık olmadıkları, hiç kimsenin en yalın haliyle, “doğru ve haklı bir şeyse, neden başarısız oldu, neden böyle çözüldü” sorularından kurtulamadığı bir sonuç. “Neden” ve “nasıl” sorularına, birçok yanıt verilebilir, çeşitli çözümleme ve açıklamalar getirilebilir. Kanımca, söz konusu denemeleri, zorunlu pratiklere teorik ve mutlak doğruluk atfeden doktriner bir edayla savunmak yapılacak en yanlış şeydir. Sözü uzatmadan söylemek gerekirse, Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzenin, hele de “gelişmiş”, “olgun” sosyalizmin kurulmuş olduğunu iddia etmek, bu yazı boyunca ortaya koymaya çalıştığım teorik gerekçelerin ötesinde komünizm davasının bugünkü savunusu için de elverişli bir zemin oluşturmuyor. Doğrusu, şimdiye kadar yapılanı, sahiplenme tutumunu, eleştirel ve kavramsal yenilenme ve kopuş öğeleri de içeren bir yaklaşımla birleştirmektir.
Bir kez daha devlet ve komünizm
Şimdi, komünizmde devletin sönümlenmesi, eriyip gitmesi, devletsizliğe geçiş sorununa dönebilir, oradan da proletarya diktatörlüğünün kimi sorunlu başlıklarına yeniden girebiliriz.
Bir: Devletsiz toplum bir düş, bir ütopya değil, bilimsel bir öngörüdür. Devlet, ezelden beri var değildir. Ebediyete kadar da var olmayacaktır.
İki: Devletsiz toplum, tıpkı sınıfsız, sömürüsüz toplum gibi komünistlerin nihai amacını anlatan bir hedeftir. Komünistler, son çözümlemede yalnız kapitalist devlete değil, her türlü devlete karşıdırlar.
Birincisinden başlayabiliriz.
Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde belirttiği gibi:
“Toplumun sınıflara bölünmesiyle yakından bağlı olan belli bir ekonomik gelişme aşamasında bu bölünme devleti bir zorunluluk haline getirdi. Şimdi hızla üretimde bu sınıfların varlığının yalnız bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp üretim için gerçek bir engel olacağı bir gelişme aşamasına yaklaşıyoruz. Bu sınıflar vaktiyle nasıl kaçınılmaz biçimde ortaya çıktılarsa o ölçüde kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte devlet de kaçınılmaz biçimde yok olacaktır.”35
Sınıflar işbölümüyle ortaya çıktılar. Özel mülkiyet ve devlet de… İşbölümü değiş-tokuşu, özel değiş-tokuş özel mülkiyeti gerektirir; değiş tokuşun büyümesi pazarı, pazarın boyutlanması siyasal örgütlenme ihtiyacını doğurur vb. Toplumsal işbölümü, toplumsal emeğin farklılaşması, bölünmesi üzerinden gelişir. Devletin ortaya çıkışı açısından kafa/kol emeği ayrımı ve onun bir biçimi olan kent/kır ayrımı önemlidir. Yönetim, polis, vergi vb.leri kentlerin gelişmeye başlamasıyla gerekli olmuşlardır. Marx bunun için komünizm hedefini “işbölümünün ortadan kaldırılması” olarak belirlemiştir. Lenin, devletin tümüyle sönümlenmesinin ekonomik temelinin komünizmin kafa ile kol emeği arasındaki anti-tezin yok olduğu bir yüksek gelişme aşamasına ulaşması olduğunu söylüyor.36
Kuzulugil yoldaş, “Bana kalırsa, Gotha Programındaki ayrımın özü devletle ve toplumsal işbölümü ile ilgili değildir.”37 diyor; temel farkın alt evrede toplumsal ürünün paylaşımında burjuva ilkenin geçerliliği olduğunu yazıyor; bu yaklaşımını desteklemek için aktardığı iki paragraftan ikincisinde, komünist toplumun daha yüksek aşamasının özelliklerinden birinin “kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye boyun eğişin sona ermesi” olarak tanımlandığına ise dikkat etmiyor.
Farklı soyutlama düzeylerini birbirine karıştırarak hiçbir sorunu doğru düzgün tartışamayız. Komünist toplumun üst aşamasına ancak ve ancak kafa/kol emeği, kent/kır, kadın/erkek farklılaşmalarının, bunların tümünün anlatımı olan toplumsal işbölümünün aşılmasıyla varılacaktır. Komünist toplum, yineliyorum, hükmetmenin olmadığı bir toplumdur ve bunun koşulu sömürü toplumlarından kalan işbölümünün sona ermesidir. Başka türlü olabilir mi? Evet, Gotha Programının Eleştirisi’nde iki evre arasındaki farklardan biri, birinci evrede, toplumsal ürünün paylaşımında burjuva ilkenin geçerli olmasıdır. Bu ikisini karşı karşıya koymanın ise hiçbir anlamı yoktur.
Devam edelim. Evet, “devletin nasıl ve hangi koşullarda ortadan kaldırılabileceğini” konuşuyoruz. Engels şöyle yazıyor:
“ Devlet (…) tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. (…) Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem, -üretim araçlarına toplum adına el konması- onun devlete özgü son eylemidir de. (…) Kişilerin hükümeti (gouvernement), yerini, şeylerin idaresine (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) bırakır. Devlet ‘ilga’ edilemez, söner.38
Engels’in, 1875’te Bebel’e yazdığı mektupta altını çizdiği gibi, kendisi ve Marx için, devlet, proletaryanın düşmanlarına karşı kuvvete dayanarak baskıyı örgütlemede, mücadelede, devrimde kullanmak zorunda olduğu “geçici bir kurum” dan başka bir şey değildir.
Marx’ın anarşistlerle ideolojik mücadele ve polemiklerindeki “devletçi” vurgularından, komünist toplumda devletin nasıl bir dönüşüme uğrayacağı sorusunu ortaya atmasından, devletin sönümlenmesini bilimsel bir önerme olarak benimsemediği sonucunu çıkarmak da, Engels’i daha az “devletçi” olmakla, ya da Lenin’i devlet konusunda çubuğu anarşist görüşler doğrultusunda bükmekle suçlamak da doğru yaklaşımlar değildir. Manifesto’da Felsefenin Sefaleti’nde devletin sönümlenmesini açıkça formüle eden, geçen yazımda aktardığım gibi Paris Komünü’nü “devletin kendisine karşı bir devrim” olarak tanımlayan bizzat Marx’ın kendisi değil midir? Devletin “sönümlenmesi”, “eriyip gitmesi”, “devletsizlik” kavramlarının marksistler tarafından her yerde ve her zaman kamu erkinin siyasal niteliğini yitirmesi, bir sınıfın ötekini ezme işleviyle devletin ortadan kalkması anlamında kullanıldığı son derece açık, herkesçe kabul edilen bir gerçek değil mi?
Devrimden sonra kurulan proletarya diktatörlüğü devleti, toplumsal gelişmeye paralel olarak, değişime uğrayacak, zaman içinde kimi işlevleri azalıp yok olurken, kimi işlevleri başkalaşacak, kimi işlevleri toplumsallaşacak ve sonunda “devlet” bildiğimiz devlet olmaktan çıkacaktır. Öteki sınıf ya da sınıflar üzerindeki baskı işlevi ortadan kalktığı anda siyasal devlet sönecektir. Komünizmin ileri aşamasında da, “şeylerin” örgütlenmesi, toplumsal yaşamın planlanması, eşgüdümü için somut biçim ve ilişkilerini şimdiden bilemeyeceğimiz bir örgütlülüğün gerekli olacağı ise apaçıktır.
İkinciye, devletin sönümlenmesinin, ortadan kaldırılmasının komünistlerin nihai hedefi olarak taşıdığı öneme gelince. Lenin’in devlet tartışmasının dışında tutulması önerilen Devlet ve Devrim’inin en açık ve tartışmalı cümlesini bir kez daha anımsatıyor ve orada dile getirilen görüşe yüzde yüz katılıyorum. Lenin’in yazdığı şudur:
“Devletin ortadan kaldırılması amacında (abç-HY) anarşistlerle hiçbir ayrılığımız yoktur.”39 Var mıdır?
“(…) Devletin ortadan kaldırılmasını önümüze nihai amaç olarak koyuyoruz.(abç)”40 Koymuyor muyuz?
Bunlara, yukarıda, Lenin’in yeniden “komünist” adını almanın gerekçeleri olarak öne sürdüklerini ekleyebiliriz.
Komünist yürüyüşün en yüce ilkesi amaç disiplinidir ve o da mücadelenin her aşamasında komünizm amacıyla bağlıdır.
Devletsiz toplumun bir amaç olarak konulması ve propaganda edilmesi, bugünün ideolojik/siyasal gereksinmeleri açısından da son derece gereklidir. Biz komünistler, her türlü baskı ve ezgiye karşıyız, yalnız eşitlikçi değil, kurtuluşçu ve özgürlükçüyüz. Bayrağımızın altındaki ikinci sözcük özgürlüktür ve programımızda özgürlüğe eşitlik yolundan gideceğimizi ilan etmiş bulunuyoruz.
Mehmet Kuzulugil’in şu söylediklerine ise hiç katılamıyorum :
“Marksizmin komünist topluma ilişkin beklentisinin ‘devletsizlik’ olmadığını da ekleyebilirim.”41 Sorunun beklentiyle hiçbir ilgisi yok, bilimsel öngörü ve nihai amaçla ise doğrudan ve birinci dereceden ilgisi var. Devletsizliği bilimsel olarak öngörüyor, öteki nihai amaçlarımız gibi devletsiz komünist toplumu da propaganda ediyoruz.
Bu vurguların, komünistleri devlet konusunda anarşist ya da liberal bir konuma sürükleme olasılığı ise sıfırdır.
Komünizme ulaşmak için, proletarya diktatörlüğünden, Paris Komünü/Sovyet tipinde bir devlet örgütlenmesinden başka hiçbir yol yoktur. Kapitalizmden, sınıfların, meta ve değer kategorilerinin kaldırıldığı komünist topluma (ilk evreye) kadar proletarya diktatörlüğü devam edecektir. Bugün için önemli ve anlamlı olan, bu aşamadan sonra devletin nasıl, hangi uğraklardan geçerek adım adım eriyip gideceğinden çok, ne kadar uzun sürerse sürsün tanımlanan teorik ve tarihsel görev tamamlanmadıkça bu devletin varlığını koruyacağına vurgu yapmaktır. Böyle baktığım için, daha “devletçi” yaklaşımlardan farklı olarak proletarya diktatörlüğünü temel görevlerini tamamlamadan “tüm halkın devleti”ne dönüştüren tezleri doğru bulmuyorum. Tüm halkın devletine dönüştüğü zaman devlet, siyasal niteliğini yitirecektir. Sovyetler Birliği’nde 1961’de, SBKP Programı’nda proletarya diktatörlüğünün tüm halkın devletine dönüştüğünün ileri sürülmesi hem teorik, hem siyasal açılardan yanlış olmuştur. Teorik olarak yanlıştır, çünkü sınıfların varlığını sürdürdüğü, emperyalist-kapitalizmin var olduğu koşullarda, devletin sınıf ve diktatörlük nitelikleri ve sınıf mücadelesi sürer, ortadan kalkmaz. Kapitalist sınıfın, burjuvazinin değil, sınıfların olduğu yerde proletarya diktatörlüğü olmak durumundadır.
Pratik ve siyasal açıdan da doğru olmamıştır. Çünkü, Sovyetler Birliği’ndeki en önemli sorun, aktif yığın demokrasisinin, emekçi halkın devlet yönetimine, işlerine kitlesel katılımındaki yetersizliktir. Ve bu proletarya diktatörlüğü altında yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
Lenin, 1916’de “P. Kievsky’ye Yanıt” başlıklı yazısında bunu açık seçik koyuyor:
“Sosyalizm, her devletin, dolayısıyla her demokrasinin sönümlenmesine yol açar. Ancak sosyalizm yalnızca burjuvaziye, yani toplumun azınlığına karşı uygulanacak şiddet ile, gerçekten eşit ve tüm nüfusun, tüm devlet işlerine ve kapitalizmi ortadan kaldırmanın tüm karmaşık sorunlarına evrensel katılımı demek olan tam gelişmiş demokrasiyi gerçekten birleştiren proletarya diktatörlüğü aracılığıyla yürütülebilir.”42
Lenin, 4 Mart 1919’da Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresi’ne sunduğu “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Rapor ve Tezler”de şunları söylüyor:
“Devlet iktidarının parçalanması, tüm sosyalistlerin ve hepsinden önce de Marx’ın ortaya koyduğu bir hedeftir… Ancak, bunun pratikte başarılması yalnızca Sovyet, ya da proleter demokrasisi aracılığıyla olanaklıdır. Çünkü, bu demokrasi, emekçi halkın kitle örgütlerini sürekli ve şaşmaz bir biçimde devlet yönetimine kattığı için, herhangi bir devletin tam olarak ortadan kalkışı için koşulları hemen hazırlar.(abç)” 43
Geçen yazımda, “Proletarya diktatörlüğünün önündeki tek yol, katılımcı, giderek özyönetimsel bir örgütlenmeyi gerçekleştirmektir.” diye yazmıştım.44 Mehmet Kuzulugil yazısının 9 numaralı dipnotunda “Yurtsever’in yazısında bir kavram olarak geçen özyönetimin bir model olarak esas alındığı Yugoslavya deneyimi…” diye başlayıp, “Proletarya diktatörlüğünü özyönetim ile tanımlamak çok tehlikelidir.”45 ile devam ediyor ve 34 numaralı dipnotta da, bize Erkin Özalp’ın Gelenek’in 82. sayısındaki “Öz Örgütlenme ve özyönetim” yazısını salık veriyor. Yazıda ele aldığım sorunla, Mehmet’in benzerleştirdiği konu arasında “isim benzerliği” dışında bir ilişki olmadığını belirtmek zorundayım. Model değil kavram olarak kullandığımı, “özyönetim” değil, “özyönetimsel” dediğimi başkalarının model olarak kullanması tümüyle benim dışımdadır. Özyönetim modeli vb. savunmuyorum. Katılımcı ve “giderek özyönetimsel”, yani proletarya diktatörlüğü altında zamanla kendi kendini yönetmeye yetenekli hale gelen bir toplumdan söz ediyorum.
Açıklık için açıkça yazıyorum: Proletarya diktatörlüğü altında, özyönetimci, federatif, yerelci bir model önermediğim gibi, aktif yığın katılımının en uygun yönteminin merkeziyetçilik olduğu görüşündeyim. Önce, çok sevdiğim bir yol olmamasına rağmen geçen yazımdan iki alıntı daha yapmak zorundayım:
“Paris Komünü ilkeleriyle birlikte, genel oy, seçim ve referandum mekanizmaları, yurttaşların devlet organlarının bileşimini belirlemek ve her an değiştirmek, her türlü karar oluşturma süreçlerine katılmak, devlet organlarının faaliyetlerini işlevli bilgilenme temelinde denetlemek olanaklarını verecektir. Bu, en başta, aşağıdan denetimi azami ölçülerde olanaklı kılan devletsel kurumları içerecek, merkezi proletarya diktatörlüğü kurumları, irili ufaklı binlerce yerel ve devlet dışı örgütler ağıyla desteklenecek ve denetlenecektir.(abç)”
“Devletin yok edilmesini önceleyecek olan, bu çerçevede devletin küçültülmesi değil, bütün yapı, işlev ve işleyişleriyle toplumsallaştırılması, bu anlamda büyütülmesidir.”46
Görüldüğü gibi, devletsel ve merkezi kurumlar örgütlenmenin çekirdeğini oluştururken, bu çekirdeğin yerel ve devlet dışı örgütlerle desteklenip denetlenmesi savunulmaktadır.
Merkeziyetçi bir devlet, federatif bir devletten daha demokratiktir ve bunun nedenlerinden biri de yerel, bölgesel vb. özgürlüklerin azamisinin federal değil, merkezi devlet tarafından çok daha iyi sağlanabilir olmasıdır. Yerel birimlerin, kendi sorumluluk alanlarında özerkliği ise merkeziyetçilikle çelişmeyen, tersine hem merkezi destekleyen, hem de akılcı, yalın ucuz ve çabuk örgütsel/yönetsel işleyişlerin güvencesi olabilecek bir düzenektir.47
Yineliyorum: Proletarya diktatörlüğünün, komünizmin ilk aşamasını da içine alacak biçimde uzatılmasının Sovyet deneyiminde, bu dönemin tüm öngörülerden daha uzun sürmesinden ve 70 yılı aşkın bir “geçiş dönemi” nden söz etmenin yarattığı güçlükten kaynaklandığını anlıyorum. Ancak, bu güçlüğü gidermek, ya da hafifletmek için bulunan yol özrün kabahatten büyük olduğu bir durumu anlatıyor: Geçiş dönemini kendi başına bir “düzen” haline getirmek!
Pratiğin teorisi
Geçen yazımda ileri sürdüğüm, “Tek ülkede sosyalizm pratiklerinin yol açtığı sonuç ve uygulamalar, marksist devlet, proletarya diktatörlüğü ve komünizme geçiş teorisi açısından ancak bir teorik parantez olarak alınabilir, ancak asla teorileştirilemezler.”48 görüşünün şimdi daha iyi ve doğru anlaşılacağını umuyorum.
Yalçın Küçük, kanımca çok iyi formüle ediyor:
“Her pratik teori değil… Her zorunlu ve tarihsel açıdan ‘doğru’ pratik de teori değil.”49
“Sovyet marksizmi her pratiği teori düzeyine çıkarma hastalığına yakalanıyor ve bundan hiçbir zaman kurtulmuyor. Bu, burada, hem bir yeni politika uygulamaya konduğu zaman marksizm-leninizmin teorik gereği hem de ortadan kaldırıldığında marksizm-leninizmin kaçınılmaz sonucu olarak sunma anlamına geliyor. Bu ise teorinin ve marksizm-leninizmin gücünü ve inanırlığını yitirmesinin en önemli nedenlerinden birisi oluyor.”50
Özetlemek üzere, tam da bu yaklaşımla, pratiklerin teorileştirilmesinin somut örneklerini alt alta yazıyorum:
Bir: Sınıfların, meta ve değer kategorilerinin yaşadığı bir komünizm teorisi.
İki: Proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş toplumunun “sosyalizm” adı altında bağımsız bir üretim biçimi, bağımsız bir ekonomik toplumsal formasyon olarak tanımlanması.
Üç: Tek ülkede, emperyalist kuşatma altında komünist topluma varılacağı, Sovyetler Birliği’nde varıldığı teorisi.
Dört: Baskıcı işleviyle devletin komünizmde de varolacağı teorisi.
Beş: Bu “teoriler” ışığında, Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün “tüm halkın devletine” dönüştüğü saptaması.
Burada, bunlara, ideolojik/siyasal sonuçları son derece önemli ve yıkıcı olan, birbirine bağlı iki “teoriyi” daha eklemek gerekiyor. Bunlar, “iki dünya pazarı” ve “ kapitalizmle sosyalizmin barış içinde bir arada yaşaması” teorileridir.51
Stalin’in 1 Şubat 1952 tarihli, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nın “V. Tek Dünya Pazarının Çözülüşü ve Dünya Kapitalist Sistemi Bunalımının Ağırlaşması Üzerine” bölümünden uzun bir aktarma:
“İkinci dünya savaşının ve bu savaşın ekonomi üzerindeki etkisinin en önemli sonucu, bir tek evrensel dünya pazarının çözülmesi olmuştur. Bu da dünya kapitalist sisteminin genel bunalımının daha sonraki ağırlaşmasını belirlemiştir.
“(…) İki karşıt cephenin varlığının sonucu şu olmuştur ki, bir tek ve evrensel dünya pazarı çözülmüş ve böylece günümüzde birbirine karşıt olan iki dünya pazarı ortaya çıkmıştır.
“(…) Bu işbirliği deneyimi (SSCB, Çin ve Avrupa halk demokrasileri arasındaki işbirliği kastediliyor-HY) göstermiştir ki halk demokrasilerinin Sovyetler Birliği’nden sağladıkları kadar etkili ve teknik nitelikte bir yardımı, hiçbir kapitalist ülke sağlayamazdı. (…) Sonuç olarak, bu ülkelerin sanayiinde son derece yüksek bir gelişme düzeyi gözlemekteyiz. Güvenerek diyebiliriz ki sanayiide böyle bir gelişme düzeyi ile bu ülkeler az sonra kapitalist ülkelerden meta ithal etmek zorunda kalmayacaklardır, üstelik kendi üretim fazlalarını ihraç etmek gereksinmesi duyacaklardır.”
“Bunun sonucu olarak, (Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya, Fransa gibi) başlıca kapitalist ülkelerin(…) dünya pazarları karşısındaki durumları ağırlaşacak ve işletmeler, üretimlerini daha kısmak zorunda kalacaktır. İşte dünya pazarının çözülmesi sonucunda dünya kapitalist siteminin genel bunalımının ağırlaşması özellikle bu anlama gelir.”
“Kapitalistler bunu çok iyi kavramaktadırlar, çünkü SSCB ve Çin gibi pazarların kaybını hissetmemek mümkün değildir. Bu zorlukların çarelerini ‘Marshall Planı’nda, Kore savaşında, silahlanma yarışında, sanayinin askerleştirilmesinde aramaktadırlar. Ancak bu, boğulmakta olan bir insanın saman sapına tutunmak isteyen davranışına benzer.”
“Bu durumda iktisatçıların karşısına iki soru çıkıyor:
“a) Stalin’in kapitalizmin genel bunalımı döneminde pazarların nisbi sağlamlığı hakkında İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ifade ettiği bilinen tezinin hâlâ geçerli olduğu iddia edilebilir mi?
“b) Lenin’in, çürümesine karşın ‘kapitalizmin bütünüyle eskisine göre çok daha hızlı geliştiği’ne ilişkin 1916 yazı başlarında ifade ettiği ünlü tezinin hâlâ geçerli olduğu iddia edilebilir mi?
“Bence iddia edilemez. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yeni koşullar karşısında bu iki tezin eskimiş olduğunu kabul etmek gerekir.”52
Söz konusu iki tezin eskimediklerini yaşam çok açık biçimde gösterdi.
Stalin’in yazdıkları birkaç farklı açıdan değerlendirilebilir. Örneğin, SSCB’nin o tarihlerde halk demokrasilerine, daha sonraları ulusal kurtuluş savaşlarıyla bağımsızlığını kazanmış, “kapitalist olmayan yol”dan kalkınma çabasındaki ülkelere yaptığı ekonomik ve teknik yardımı hiçbir kapitalist ülkenin yapamayacağı sonuna dek doğrudur. Stalin’in SSCB’ye halk demokrasisi ülkelerinin katılmalarından duyduğu güvenle, kapitalizmin genel bunalımının ağırlaştığı sonucuna varması da, devrimci irade ile iyimserliğin birleştiği bir değerlendirme olarak kabul edilebilir. Stalin’in Türkiye’de özellikle de THKP-C’yi ve Mahir Çayan’ı yakından etkileyen pazar sorunu ile sistem bunalımı arasında kurduğu ilişki kapsamlı teorik tartışmalara konu yapılabilir. Sorunu burada, sonuncusuyla bağlı ama bunların tümünden farklı bir nedenle iki dünya pazarı teorisi ile barış içinde bir arada yaşama teorisi ve siyaseti arasındaki bağ nedeniyle ele alıyorum.53
Pazar sorununu yukarıdaki gibi ele almak, pazarları daralan kapitalizmin boğulmakta olduğunu söylemek, SSCB ve halk demokrasili ülkelerin, deyim uygunsa “ikinci dünya pazarı”nın, rekabet gücünü artırmasıyla, ekonomik/doğrusal gelişmesiyle dünya çapında üstün geleceği düşüncesini içinde taşımaktadır. Ve bu yaklaşım, Lenin’den ve hatta Stalin’den54 sonra, “barış içinde birlikte yaşama”yı ideolojik yumuşama ve siyasal inisiyatifi emperyalizme kaptırmanın teorik referansı haline getirmiştir.
Ekim Devrimi’nin dünya devrimine açılamaması, ama öte yandan dünyanın altıda biri büyüklüğündeki bir coğrafyada tutunabilmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın üçte birinde işçi ve halk demokrasileri bayrağının dalgalanması, bu teorik ve tarihsel açıdan istisnai durumun tam kestirilemese de uzun süreceğinin ortaya çıkması, kapitalizmle sosyalizmin aynı dünyada yan yana yaşayacakları bir zaman diliminin öngörülmesinin haklı ve anlaşılır nedenidir. Geçici ve iki taraftan birinin lehine, ötekinin aleyhine işleyecek bir dönem.
Bu durumu gören ve aynen böyle formüle eden Lenin’in kendisidir. 1920 tarihli, Dış ve İç Konumumuz ve Partinin Görevleri yazısından:
“Bizim için tek güvenli zafer olan uluslararası bir zafer kazanmadan bize kapitalist güçlerle yan yana var olabilme koşulları sağlayan bir konum edindik(…) bağımsız varolma hakkını kazandık.” 55
“Savaştan barışa geçtiğimizi söyledim, ama biz savaşın geri döneceğini unutmadık. Kapitalizm ve sosyalizm yan yana varoldukları sürece, barış içinde yaşayamazlar. Sonunda ya Sovyet Cumhuriyeti için, ya da dünya kapitalizmi için cenaze töreni olacaktır. Bu ara, savaşın ertelenmesidir. Kapitalistler savaşa gitmek için gerekçeler arayacaklardır.”56
Bu kadar açık. Barış içinde yan yana yaşama geçici bir durumdur ve eninde sonunda süreç iki taraftan birinin ötekini yok etmesiyle sonuçlanacaktır!
Peki, sözü edilen geçici dönem pratik olarak neyi istemektedir? Lenin’in bu soruya verdiği yanıt son derece pratik, iki sözcükle özetlenecek kadar da yalın ve öğreticidir. Lenin, barışın dönem siyasetinin ana doğrultusu olduğunu söylüyor, çözümü “ödün vermek”, hedefi de “zaman kazanmak” olarak formüle ediyor.
“Savaştan kaçınmak istiyorsak, barış siyasetine ve ödünler vermeye devam etmek zorundayız.” 57
“Biz ödünlerden büyük ekonomik kazanç sağlayacağız(…) Alarm durumunda olmalı ve komünist karşı-etkimizi her adımda ortaya koymalıyız(…) Bu da bir savaş türüdür.
“(…) Ödünlerin varlığı savaşa karşı ekonomik ve siyasal bir argümandır. Bizimle savaşa gidebilecek devletler ödün alırlarsa bunu yapamazlar. Bu onları bağlar.”58
Ve Komintern’in 1921’de toplanan III. Kongresinde söyledikleri:
“Yabancı sermayeye, dış burjuvaziye ödünler vermeliyiz. Devlet tekelinden kesinlikle çıkarmadan, maden ocaklarını, ormanları, yabancı kapitalistlere kiralayacağız ve onlardan mamul mallar, makinalar vb. alacağız…”
“(…) Yedi yıllık savaştan öyle bir yıkımla çıktık ki, sanayimizi restore etmemiz yıllar alacaktır. Geri kalmışlığımızın, zayıflığımızın ve şimdi öğrenmekte olduğumuz ve öğrenmemiz gereken derslerin bedelini ödemek zorundayız. Öğrenmek isteyenler okul taksidini öderler. Bunu herkese açıklamalıyız ve söylediklerimizi pratikte kanıtlarsak, büyük köylü ve işçi kitleleri bizi onaylayacaklardır, çünkü bu yolla koşulları hemen iyileşecektir ve çünkü bu sanayimizi restore etme olasılığını güvence altına alacaktır. Bunu yapmak bizi neye zorlar?
“Dünyada yalnız değiliz. Kapitalist devletler sistemi içinde yaşıyoruz(…) Bir yanda sömürge ülkeler var ama onlar bize henüz yardım edemezler. Öte yanda kapitalist ülkeler var ama onlar bizim düşmanımızdırlar. Sonuç belli bir dengedir, evet doğrudur, çok zavallı bir dengedir(…) Ya tüm burjuvaziye karşı derhal bir zafer kazanacağız, ya da haraç vereceğiz.
“Açıkça kabul ediyoruz ve gerçeği gizlemiyoruz. Devlet kapitalizmi sisteminde ödün, kapitalizme haraç vermek demektir. Ama zaman kazanıyoruz. Zaman kazanmak (…) bizim yabancı yoldaşlarımız devrimleri hazırlarken, her şeyi kazanmak demektir.”(abç)59
Bu son derece doğru ve devrimci “zaman kazanma” siyasetinin, zamanla bir tür “zamana teslimiyete” dönüşmesi acıdır.
Şimdi kısaca buna bakmamız gerekiyor. Değindiğim ve kısmen açmaya, durumları saptamaya çalıştığım bu konuların her birinin çok daha derin çözümlemeler istediğinin bilincindeyim. Bu kadarıyla bile, teorik, ideolojik ve de siyasal kırılma uğraklarını ayırt etmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.
Barış içinde bir arada yaşama, inatçı bir çizgi olarak farklı dönemlerde kendini yeniden ve yeniden üretmiştir.
1946’da Yevgeniy Varga’nın vazettiği, 1951’de Beria’nın yeniden formüle ettiği, 20. Konge’nin “kurumsal” bir teori ve siyaset haline getirdiği, 26. Kongre’de Brejniyev’in “komünist hareketin büyük birleştirici ilkesi” olarak tanımladığı ve nihayet Garbaçov’un “militarist olmayan emperyalizm” teorileriyle uç noktasına vardırdığı barış, barış içinde bir arada yaşama ve “barışçıl geçiş” siyasetlerinde, bu siyasetleri savunanların iktidar konumlarından düşmelerine koşut giden bir süreklilik görüyoruz.
Yalçın Küçük’ten aktarıyorum:
“Batılıların ‘Varga Controversy’ adını verdikleri bu tartışmada, bir tarafta Varga’nın 1946’da çıkan ‘İkinci Dünya Savaşı Sonunda Kapitalizm İktisatında Değişmeler’ adlı çalışması var ve buradaki görüşleri üç noktada özetlemek mümkün oluyor. Birinci nokta, Batı hükümetleri tekellerin çıkarlarını savunmakla birlikte zaman zaman bu bağlantıdan kurtulabiliyorlar ve burjuva sınıfının hükümeti oluyorlar; kuşkusuz, burjuva hükümeti olmaları, geniş halk yığınlarının özlem ve isteklerine daha duyarlı ve bağlı olmaları anlamına geliyor. İkincisi, Varga, Amerikan ekonomisinin gelecek on yıl içinde ciddi bir depresyon yaşamayacağını ileri sürüyor; savaş sonrasında geliştirilen planlama mekanizmalarının, önemli bir depresyonu önleyebileceğini yazıyor. Üçüncüsü, savaş sonrasında Batı ekonomilerinin Sovyetler Birliği’ne karşı artık bir savaş ihtiyacında olmadıklarını belirtiyor; durumun değiştiğini vurguluyor.
“(…) Varga, hem iki düzenin bir arada yaşayabileceğinin koşullarının oluştuğunu belirtiyor ve hem de tek tek kapitalist ekonomilerin kendiliğinden sosyalizme dönüşebileceğini ifade ediyor.”60
Birkaç yıl içinde Varga’nın başında olduğu enstitü kapatılıyor, Varga yukarıdaki görüşlerini dile getirdiği dergiden uzaklaştırılıyor. 20. Kongre’de de Varga rehabilite edilmiyor ancak görüşleri Kongre kararı oluyor.
Lavrenti P. Beria, NATO’nun kurulmasından sonra, 1951 yılında, Ekim Devrimi’nin 34. yıldönümünde yaptığı konuşmada “iki sistemin barış içinde bir arada yaşaması siyasal mutabakatları gerektirir” diyor. “Stalin’in ölümünden hemen sonra, muhtemelen 1953 yılı Nisan ayında yapılan bir dizi politbüro toplantısında Beria, İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı, yeni Amerika Başkanı General Eisenhower’ın yönetiminde Amerika’nın yeni bir savaş yapmayacağı görüşünü ileri sürüyor; Sovyet politikasının buna dayandırılması gerektiğini açıklıyor.”61 1953 Haziran ayında tutuklanıyor.
20. Kongre, barış içinde bir arada yaşama siyasetini yeniden tanımlıyor. Yeniliği, Batılı bir kaynak, kendi dili ve yorumuyla doğru biçimde özetliyor:
“Kongre aynı zamanda komünizmi dışarıda daha çekici hale getirecek bir dizi ideolojik yenilenme getirdi. Lenin’in formüle ettiği ve Stalin’in kimi değişikliklerle yinelediği, Sovyetler Birliği ile emperyalist denilen devletler arasında savaşın kaçınılmazlığı doktrini şimdi savaşın ‘yazgısal anlamda kaçınılmaz (fatalistically inevitable)’ olmadığı okunacak biçimde değiştirildi. Bu yeni formülasyon, barış içinde bir arada yaşama teorisinin, bu kez onun bilinen geçici karakterinden söz etmeden yeniden onaylanmasının temelini döşedi.”62
Böylece, barış içinde bir arada yaşama, Lenin’in formüle ettiği gibi, zaman kazanmak için başvurulan geçici bir siyaset olmaktan çıkıp kalıcı bir ilke haline getirilmiş oldu. 20. Kongre’den sonra bu siyaset dünya komünist hareketine taşındı.
Sosyalist Ülkeler Komünist ve İşçi Partileri Temsilcilerinin 1957 Moskova toplantısı deklarasyonundan:
“Bu toplantıya katılan Komünist ve İşçi Partileri, bugüne dek geliştirilmiş ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongre kararlarıyla da kesinlik kazanmış bulunan kapitalist ve sosyalist sistemlerin barış içinde bir arada yaşayabileceklerine ilişkin leninist ilkenin, sosyalist ülkeler dış politikasının temeli ve halklar arasındaki barışın ve dayanışmanın güvenilir dayanağı olduğunu belirtirler.”63
Ya da:
“Büyük Lenin’in öğretileri ışığında, sosyalist ülkeler, farklı toplumsal sistemlere sahip ülkelerle barış içinde bir arada yaşama ilkesini kendi dış politikalarının temel taşı yapmışlardır.”64
1961’de toplanan 22. Kongre’de kabul edilen SBKP Programı:
“Sosyalist ve kapitalist ülkelerin barış içinde bir arada yaşaması, insan toplumunun gelişmesi için nesnel bir zorunluluktur. Savaş uluslar arası anlaşmazlıkları çözmek için bir yol değildir ve olmamalıdır. Barış içinde bir arada yaşama ya da felaket getirecek bir savaş – tarihin sunduğu seçenekler bunlardır.”65
Seçenekler arasında dünya devrimi bulunmuyor.
Dahası var:
“Sosyalist ülkeler, tutarlı biçimde barış içinde bir arada yaşama politikasını izledikçe, dünya sosyalist sisteminin kapitalizmle olan yarış içindeki pozisyonlarını sürekli olarak güçlendirmektedirler(…) Barış içinde bir arada yaşama ilkesinin desteklenmesi, aynı zamanda, burjuvazinin, termonükleer bir savaşın kapitalist hakim sınıflarının da bağışlanmayacağını gören kesimin çıkarlarıyla uyuşmaktadır.”66
Burada, “iki dünya pazarı” teorisinin izleri var; ayrıca kapitalist hakim sınıfların bir kesiminin çıkarlarıyla uyuştuğu söyleniyor. “Teori” geliştiriliyor.
1960’lı yılların, Sovyetler Birliğinin, kapitalizmle komünizm arasındaki mücadelenin geleceğine etkisi yaşamsal düzeyde olan politik gelişmesi ise Çin Halk Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin bozulmasıdır. Bu ilişkilerin, sonradan ideolojik içerik kazanan sorunlardan değil, Sovyetler Birliği’nin Çin’e atom bombası bilgilerini vermemesinden, Batı’nın ve ABD’nin güvenini kazanmak için Çin ile köprüleri atmayı tercih etmesinden kaynaklanıyor. Böyle yapmakla, SBKP ölümcül hatalarından birini işlemiş oluyor. ÇKP, SBKP’nin farklı sosyal sistemlere sahip ülkelerin barış içinde bir arada yaşamalarının “sosyalizme barışçıl geçiş”, “sınıf mücadelesini reddetme”, burjuvazi ve emperyalizmle “barışçıl işbirliğine” girme anlamına geldiğini söylediğini ileri sürerek eleştiriyor.67
Gerçekten de, SBKP MK, ÇKP’ye gönderdiği 30 Mart 1963 tarihli mektupta ve daha birçok yerde bu eleştirileri haklı çıkaracak görüşler savunuyor ve karşımıza yine barış içinde bir arada yaşama “ilkesi” çıkıyor. Mektupta şunlar söyleniyor:
“Emperyalizmin insanlığı tehdit ettiği böyle bir dünya savaşı mutlaka kaçınılmaz değildir. Güçler dengesinin giderek sosyalizmin lehine ve emperyalizmin aleyhine değişmesiyle ve barışçı güçlerin giderek savaşçı güçlere üstün gelmesiyle, sosyalizm dünyada kesin zafer kazanmadan da kapitalizm dünyanın bazı yerlerinde varlığını sürdürürken de, bir dünya savaşı olasılığının toplum hayatından sökülüp atılması gerçekten mümkün olacaktır.
(…) Barış içinde bir arada yaşama ilkesinin şartlarından yararlanan sosyalist ülkeler, kapitalizmle iktisadi yarış alanında giderek artan zaferler kazanıyorlar. Hasımlarımız, bize karşı yürüttükleri yarışmayı kazanmanın kendileri için çok zor olduğunu anlıyorlar.”68
Brejniev dönemi, birçok konuda olduğu gibi Stalin sonrası dönemin aşırılıklarının törpülendiği, dengelendiği ve yeni dengelerin dondurulduğu bir dönemdir. Bu, burada tartıştığımız “barış içinde bir arada yaşama” teori ve pratikleri için de geçerlidir. Bu teori ve gerektirdiği siyasetler terk edilmemiş, geri alınmamış ancak dengelenmiştir. Denge, emperyalizmin saldırgan, militarist karakterine yapılan vurgudadır. 1964-1982 arasındaki 18 yıllık dönemde yapılan parti kongrelerinde, Brejniev ve öteki parti ve devlet önderlerinin yazı ve konuşmalarında “barış içinde bir arada yaşama” ilkesi tekrarlanmış, hatta geliştirilmiştir. Öte yandan, bu metinlerde emperyalizmin “halkların ve sosyal gelişmenin düşmanı” olduğu belirtilmekte, örneğin “Uluslararasında barış ve dostluk politikasını sürekli olarak devam ettirirken Sovyetler Birliği emperyalizme karşı, saldırganların kötülük ve yıkma planlarının kesin reddi için mücadelesine devam edecektir. Geçmişte olduğu gibi, halkların demokrasi, ulusal bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerini sürekli olarak destekleyeceğiz”69 denilmektedir.
Şubat 1976’da toplanan 25. Kongre Raporu’ndan:
“24. Kongre, dış politika alanında da, bir Barış Programı önermişti. Bu programın temel amacı, dünya sosyalizminin güçlü birlik ve faaliyetine, onun tüm ilerici ve barışsever güçlerle olan ve giderek güçlenen birliğine dayanarak, uluslar arası ilişkilerin gelişmesinde bir dönüşü sağlamaktı. Bu, ‘soğuk savaştan’ farklı toplumsal düzenlere bağlı devletlerin barış içinde yaşamalarına yönelik bir dönüş olacaktı. Biz, Yüce Lenin’in şu buyruğuna sadık kaldık; ‘Savaş tehlikesinin ortadan kalkmasına olmasa bile gerçekten barışa götürecek somut tedbir ve kararların bir an önce alınması…’ (V.I.Lenin, Collected Works, Vol.33, p.386)”70
Bu, yeni bir formülasyondur. Soğuk savaştan dönüş için barış içinde bir arada yaşama… Lenin’den alıntı, savaş tehlikesinin kalkmayabileceğine ilişkin güçlü bir ima taşıyor, vurguyu ilkeye değil, somut tedbir ve kararlara kaydırıyor.
Çizginin belgeler üzerinden izini sürmeyi burada bırakıyorum. Bu aktardıklarım, Garbaçov’un, “militarist olmayan emperyalizm” başta olmak üzere çözülüş ve çöküş teorilerinin gökten zembille inmediğini göstermeye yetiyor.
Yalçın Küçük Hruşov’dan Garbaçov’a süreci kanımca doğru biçimde özetliyor:
“Hruşov, Amerika ile uzlaşmak istiyor; ancak güvenemiyor. Garbaçov, Amerika’ya güvenmek için, Amerika’ya güven verme yolunu seçiyor… Garbaçov Amerika’ya güvenmek için, önce güven verebilmek amacıyla Varşova Paktı’nı ve sosyalizmi ortadan kaldırıyor.
“Hruşov, barış içinde bir arada yaşama politikasını ön plana çıkarıyor; Garbaçov ortak Avrupa evi formülünü ileri sürüyor.
“(…) Her iki formülün ortak bir temeli var; her iki formül de teoriye sırt çeviriyor. Hem barış içinde bir arada yaşama ve hem de ortak Avrupa evi formülleri, sosyalizm teorisinden kesin uzaklaşmanın ötesinde önemli politika açılımlarının teoriyle bağlarını koparma anlamına da geliyor. Bu, Stalin ile başlamakla birlikte, Hruşov, Brejniev ve Garbaçov dönemlerinin temel çizgisini oluşturuyor. Giderek artan bir yoğunlukta teorik kaygıyı yitirme ve her türlü politik açılımları teoriden koparma, belki de Sovyet marksizminin, zaman içinde en belirgin özelliğidir; altının çizilmesi ısrarla gerekiyor.
“Bu bir süreç’tir. Stalin Lenin’e, Hruşov Stalin’e, Brejniev Hruşov’a ve Garbaçov da Brejniev’e göre teoriden daha kopukturlar; 1987 sonrası ile teoriden kopuş süreci tamamlanıyor.”71
Eklemek gerek, buradaki içeriğiyle teoriden kopuş, aynı zamanda devrimci siyasetlerden kopuş anlamına geliyor.
Çözülüş üzerine giriş notları
Tartışmamızın çevreni içinde, bu yazının Sovyetler Birliği’nin çözülüşü konusuna değinmeden bitirilmesi mümkün değil.
Çözülüş, çok boyutlu ve karmaşık bir konu. Tek bir büyük teoriye başvurarak her şeyin aydınlatılamayacağı görüşüne ben de katılıyorum. Öte yandan, konunun teorik yapı taşları, olayın üzerinden zaman geçtikçe daha seçilir hale geliyor.
Görüşlerimi satırbaşları ve maddeler biçiminde özetlemeyi, yer yer de açmayı deneyeceğim.
Bir: Bu yazı boyunca öne sürdüğüm tez, saptama ve çözümlemelerle, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ideolojik ve siyasal altyapısını hazırlayan teori ve siyaset sapmalarının en önemlilerini gösterebildiğimi sanıyorum. Bunların sonucu şudur: Sovyet toplumunu ve Partiyi bir arada tutan komünist ilke ve bağlanma öğeleri süreç içinde gevşemiş ve incelmiş, SBKP komünizm kuruculuğuna ve dünya devrimine öncülük etme işlev ve misyonundan uzaklaşmıştır. Çözülmenin temel kaynağı ideolojik ve siyasal zaaflardır. İdeolojik yumuşama, Sovyet denemesini komünist yörüngeden çıkarılmaya “uygun” hale getirmiştir.
İki: Aynı süreç Dünya Komünist Hareketinde bölünme, komünist ülkü ve ilkelerden, devrimci siyaset ve pratiklerden, proletarya enternasyonalizminden uzaklaşma ile koşut gitmiştir. SBKP çizgisine bağlı komünist partilerinin kendi ülkelerindeki devrimlerin, ya da devrim denemelerinin uzağında kalmaları, bu partilerin ikinci dünya savaşından sonra bir tek devrim bile gerçekleştirememeleri SBKP çizgisi ile doğrudan ilgilidir.72
Üç: Sovyetler Birliği yukarıdan, parti ve devletin tepelerinden başlayarak çözülmüştür; çözülüşün somutlaşmasında emperyalist/kapitalizmin, tek dünya pazarının varlığı ve Sovyet toplumu üzerindeki etkisi (dış dinamik) önemli ve ilk hareketi veren bir rol oynamıştır. Çözülüşün hiç kimsenin beklemediği kadar çabuk, hiçbir ciddi dirençle karşılaşmadan gerçekleşmesi ise, toplumdaki ve partideki başkalaşım, bozulma ve hatta çürümenin (komünist/emekçi iç dinamiğin dumura uğramasının) sonucudur.
Dört: Çözülüş “reformları” Garbaçov ve ekibi eliyle adım adım uygulamaya konmuştur. Ancak, Garbaçov “reformları” sürecin başı değil, son halkasıdır. Garbaçov’lar, Yeltsin’ler SBKP üst yöneticileridir. Kendilerini gizleyebilmeleri, ya da adım adım karşı-devrimci bir noktaya gelmeleri kendi hainlikleri kadar, onları yaratan parti ve toplum ortamının sorgulanmasını gerektirmektedir.73
Beş: Bürokrasi bir sınıf değildir ve Sovyetler Birliği’nde çözülüşün toplumsal temeli de bürokrasi olmamıştır. Bu doğru. Ama Sovyetler Birliği’nde ve SBKP’de bürokratik bozulma ve yozlaşma olduğu da doğru. Burada, devlet örgütlenmesinin, dahası her türlü sürekli örgütlenmenin zorunlu bir öğesi olan, “görevliler” anlamındaki bürokrasinin durumundan ve rolünden değil, Sovyet devlet ve parti örgütlenmesindeki, önderliğindeki yozlaşmadan, bozulmadan söz ediyoruz. Bürokratik bozulma, devlet ve parti önderlerinin, kadrolarının tanımlanmış ortak amaçlara yabancılaşmalarıdır. “Önder” ve “kadro” prototipinin bozulmasıdır. Açık görüşlü, açık sözlü, önder komünist kişiliğin yerini, işleri idare eden, günü kurtaran bir “yönetici” tipinin almasıdır. Medeni cesaretsizlikle bulaşık kariyerizmdir. Gücü, üretkenlikte, katkıda, görüşlerine güvende değil, konumlarda, mevkilerde arayan tarzdır. Gücünü, “derinliklerinden değil, bir kenarında oturdukları masadan alan ve masanın kaymakta olduğunu gördükleri zaman birer zavallıya dönüşen”, “inançsız ve çok dinli”74 kadrolar, “önderler” Sovyet düzeninin, partinin kendini savunamamasında, en kritik anda paralize olmasında belirleyici rol oynamışlardır.
Kapitalist restorasyonun politik kadroları bunlardan devşirilmiştir. Devletin, kamunun zenginliklerini yağmalayarak, Rusya kapitalizminin gerek duyduğu büyük kaynakları sağlayan onlardır. Bugünün büyük Rus kapitalistlerinin, oligarklarının arasındaki eski devlet ve parti yöneticilerinin sayısı hiç de az değildir.
Devlet ve parti işleyişinde biçimcilik, kırtasiyecilik, savsaklayıcılık, emir komutacılık eğilimleri, üretimdeki meneceryal “tek kişi” yönetimi vb. de hiç kuşkusuz günlük yaşamdaki bürokratik bozulma örnekleridir. Bütün bunların sonucu olarak, toplumda ve topluma öncülük misyonu sürmesi gereken partide, siyasete ilgi, komünist özveri, zihinsel canlılık, eleştiri-özeleştiri, yaratıcılık, girişimcilik, kısacası komünist enerji ve katılımcılık gerilemiştir.75
Altı: Sosyalizmden soğumuş, komünist toplum kurma heyecan ve coşkusunu çoktan yitirmiş, mutsuz, umutsuz, giderek Batı hayranı entelijansiya Sovyet düzeninin en önemli sorunlarından biriydi. Garbaçov reformlarının aktif destekçileri esas olarak bu kesimden çıktı.
Yedi: Kadınların kitlesel ölçekte siyasete katıldığı, kadının eve ve çocuk bakımına bağımlılığını azaltacak altyapı koşullarının hızla oluşturulmaya başlandığı, Aleksandra Kollantay gibi birçok yönüyle öncü ve örnek bir kadının parti yönetiminde yer aldığı devrim sonrası dönemi, kadın eşitliği, kadınların siyasete katılımı başlıklarında gerilemelerin yaşandığı bir dönem izlemiştir. Konuyu yalnızca satırbaşları biçiminde not ettiğim için bu önemli konunun da ayrıntılarına giremiyorum. Konunun, Şubat 1981’de toplanan SBKP 26. Kongre’sindeki ele alınış biçimi son derece çarpıcıdır. Bu kongrede “kadın sorunu”, “nüfus sorunu” olarak, demografik sorun olarak ele alınıyor.76 Kadın sorununun nihai çözümünün ancak komünizmde olabileceğini biliyoruz. Kadının eşitlik ve özgürlük mücadelesi bu nedenle komünizme yürüyüşün önemli dinamiklerindendir. Sovyetler Birliği’nde kadınların bu devrimci potansiyeli de değerlendirilememiştir.
Sekiz: Gençlik kaybedilmiştir. Siyasete, ideolojilere ilgisiz, rock müzik dinleyen, hedonist bir gençlik 1980’li yılların yadsınamaz gerçeğidir.
Dokuz: Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonunun sınıfsal temelinin ne olabileceği ile ilgili çeşitli teoriler ve görüşler ortaya atılmıştır. Küçük meta üretiminin kayıtlı ve kayıt dışı sektörleri bilinmektedir: Evlerinin önündeki küçük bahçelerde meyva ve sebze üretip kolhoz pazarında satan çiftçiler, “ek” iş yapan tamirciler, kuaförler, taksiciler vb. Ortada kapitalizme geçişin aktif aktörlüğünün bu toplumsal kesimler tarafından gerçekleştirildiğiyle ilgili ciddi kanıtlar olmamakla birlikte, hızla büyüyen ve gelişen küçük meta üreticilerinin, devlet kurum ve araçlarını özel çıkarları için kullanarak zenginleşen “kapitalist yolcuların” Garbaçov reformlarının toplumsal desteklerini oluşturduklarından da kuşku duymamak gerekir.
On: İşçi sınıfının kendi devletine ve düzenine yabancılaşması sorunu. En kritik sorun budur. Bu çok ciddiye alınıp, derin düşünülmesi gereken ve hiçbir biçimde “vaat edilen dünyada cennetin gerçekleşmemesi” türünden benzetmelerle sulandırılmaması gereken bir konudur. Geçen yazımdaki, “Daha yoğun ve uzun çalışan, ya da giderek daha az ve kısa çalışmayan, üretim ve bölüşümle ilgili karar süreçlerinde söz sahibi olmayan bir işçi, yaptığı işe de, toplumsal-siyasal süreçlere de yabancı kalacaktır.” saptaması tam da Sovyet işçi sınıfının durumunu betimliyor.
Sovyet işçilerinin toplumsal/tarihsel kazanımları ortadadır ve evrensel değerdedir. Sovyet işçi sınıfı bilinç olarak da kazanımlarının farkındaydı; Sovyet iktidarının kendisine sağladığı yaşam koşullarıyla da ciddi bir sorunu yoktu. Kapitalist restorasyondan en çok kaybeden Sovyet işçi sınıfı oldu ve Sovyet işçileri sürecin hiçbir aşamasında çözülüşün destekçisi, savunucusu olmadılar. “Perestroyka”nın kötü, “glasnost”un ise işçi sınıfının yeni devrimci atılımına, devrimine zemin hazırlayacak bir olanak, “iyi bir şey” olduğuna ilişkin tezlerin hiçbir somut karşılığı olmadığı daha sürecin başlarında görüldü. Ama, çözülüş sürecinin çok açık biçimde gösterdiği gibi Sovyet işçi sınıfı kendi geleceği ile ilgili en önemli konuda, varlık yokluk sorununda, kazanımlarını koruma mücadelesinde edilgen ve kenarda kaldı. 70 yılı aşkın deneyimin, bütün dönemlerindeki en önemli sorunlardan birinin, eşitlik, değer yasasının işleyişi başlıklarında yaşanması, maddi özendiricilerin olmadığı, ya da kaldırıldığı zamanlarda çalışma verimliliğinin düşmesi, kapitalist restorasyona işçi sınıfından anlamlı bir sınıfsal tepki ve karşıtlığın gelmemesi vb. ise Sovyet işçi sınıfının, kendisini kendi adına yazılan düzenin sahibi, yapıcısı ve geliştiricisi, daha önemlisi kendi sınıf çıkarlarını aşan yeni bir dünyanın taşıyıcısı, aktörü olarak görmediğini aynı açıklıkla gösterdi.
Kanımca sorunun kritik noktası budur ve bu sorun geleneksel “sınıf çıkarları” kavramıyla ilgilidir.77 Karl Polanyi’nin aşağıdaki saptamasının konuyla ilgili çok önemli bir ipucu verdiğini düşünüyorum:
“Aslında sınıf çıkarlarına bakarak toplumdaki uzun vadeli hareketlerin ancak kısıtlı bir açıklaması yapılabilir. Sınıfların kaderinin toplumun ihtiyaçları tarafından belirlenmesi, toplumun kaderinin sınıfların ihtiyaçları tarafından belirlenmesinden çok daha sık rastlanan bir şeydir. Belirli bir toplumsal yapı içinde sınıf kuramı işlerlik kazanır; ama yapının kendisi değişirse ne olur? İşlevini yitiren bir anda çözülüp yerini başka bir sınıfa, veya sınıflara bırakabilir. Ayrıca, sınıfların çatışma içindeki başarıları kendi üyelerinin dışında kalanlardan destek sağlayabilmelerine bağlıdır. Bu da, gene, kendi çıkarlarından daha geniş çıkarları karşılayabilmelerine bağlı olacaktır. Dolayısıyla toplumun bütününün içinde bulunduğu durumun dışında, ne sınıfların doğuş ve ölüşü, ne amaçları ve bu amaçlara ne dereceye kadar ulaşılabileceği, ne de aralarındaki dayanışma ve zıtlaşma anlaşılabilir.
(…) Dolayısıyla, yalnızca sınıf çıkarları, hiçbir uzun dönemli süreci doyurucu biçimde açıklamakta kullanılamaz.”78
Sovyet işçi sınıfı açısından sorun, uzun erimli, genel ve evrensel amaçlara değil, ekonomik, güncel, kısa erimli sınıfsal çıkarlara bağlanma noktasında boy veriyor. İşçi sınıfı teorisinin temel taşı ise, bu sınıfın “kendisinden öte” evrensel bir sınıf olmasıdır.79 Konuya buradan bakmak gerekiyor.
Oysa ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyet işçi sınıfının “temel amacı, kazanımlarını konsolide etmektir. Bu amaç, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşünün tohumlarını oluşturuyor.”80 “Sovyet işçi sınıfı, kaba denebilecek bir sosyalizmin sahipliğini yapıyor; ücret eşitliğini, iş güvenliğini ve emperyalizmin tecavüzünden uzak olabilmeyi sosyalizm sayıyor.”81
Tartıştığımız konuyla Sovyet işçi sınıfı çözümlemesinin birinci bağlanma noktası burasıdır: Kaba sosyalizm sahipliği, burjuva jargonla söylersek kazanılmış “yaşam standartlarının” korunması refleksi, içte ciddi bir tehlike görülmediği için esas olarak emperyalist tecavüzden uzak kalmaya, o da SBKP ve SSCB siyasetleriyle de örtüşen “barış” a bağlanmıştır. Statükocu bir barış ve barış içinde bir arada yaşama siyaseti Sovyet işçi sınıfı içinde taban ve destek bulmuştur. Konu dışı gibi görünse de, konuyla çok ilgili Avrupa işçi sınıfı hareketinde bir dönem çok etkili olan silahsızlanma ve barış hedefleriyle Sovyet işçi sınıfındaki bu eğilimin çakıştığını görmek gerekiyor.
SSCB ve SBKP ideolojik/siyasal çizgisi sonunda işçi sınıfını böyle karmaşık bir süreçte silahsız ve donanımsız bırakmıştır. Kuşkusuz, bu süreç “nesnel” bir durumdan, zorunluluktan beslenmiştir.
Buradan, komünizm kuruculuğuyla işçi sınıfı arasındaki daha özel, deyim uygunsa ekonomi politik bağa, bunu anlatan iki temel kavrama varıyoruz: Emek üretkenliği ve komünist emek.
Lenin’in Büyük Başlangıç’taki Komünist Subbotnikler (1919) yazısında belirttiği gibi, emek üretkenliği son çözümlemede, yeni toplumsal sistemin zaferinin başlıca öğesidir. Lenin şöyle devam ediyor:
“Komünizm, ileri teknikler kullanan, sınıf bilincine sahip, gönüllü ve bir araya gelmiş işçilerin -kapitalizmde mevcut olana kıyasla- daha yüksek emek üretkenliği demektir. Komünist subbotnikler ise, komünizmin gerçek anlamda başlaması açısından olağanüstü önem taşımaktadır. Çünkü (parti programımızın oldukça yerinde biçimde belirttiği gibi) henüz ‘kapitalizmden komünizme geçişte yalnızca ilk adımların atıldığı’ bir aşamada iken bu tür uygulamaların ortaya çıkması, ender bir durumun ifadesidir.”82
Sovyetler Birliği’nde bu alandaki muazzam ilerlemelere rağmen emek üretkenliğinde, çağdaşı kapitalizmde varılan düzeye varılamamıştır. Proletarya diktatörlüğü altında, sanayileşme ve tarımın kolektifleştirilmesinde, emek üretkenliği artışında önemli başarılar elde edilmiş, ancak yeni bir toplumsal sisteme, komünizme ulaşmaya yeterli düzeye ulaşılamamıştır. Bu temel eksikliği belli ölçülerde dengeleyecek, proletarya diktatörlüğünün sınıfa yabancılaşmasını önleyecek olan etkenler, partinin komünist toplumu kurma mücadelesine önderlik etme yeteneği, ideolojik/siyasal etkinliği ve işçi sınıfının bilinç düzeyidir. Gördük ki, bu alanda devasa sorunlar vardır.
İşçi sınıfının bilinci açısından proletarya diktatörlüğü döneminin kritik kavramı ise “komünist emek”tir.
Lenin, 1920 Nisan’ında, Eski Toplumsal Sistemin Yıkılmasından Yeninin Yaratılmasına’da komünist emeği şöyle tanımlıyor:
“Kavramın net ve dar anlamı içinde komünist emek, toplumun yararı için karşılıksız harcanan emektir. Belirli bir görev olarak, belli ürünlere hak kazanmak amacıyla, önceden belirlenmiş ve yasal olarak saptanmış kotalara göre harcanan emek değil, kotalarla ilgilenmeyen gönüllü emektir. Ödül beklentisi olmayan, koşulu ödül olmayan emektir. Ortak yarar için çalışmak bir alışkanlık olduğu için ve ortak yarar için çalışmanın bir zorunluluk olduğu bilinci (ki artık bir alışkanlık olmuştur) yerleştiği için harcanan emektir- sağlıklı bir organizmanın gereksinimi olan emektir.
“Herkes için açık olmalıdır ki, biz, yani toplumumuz, toplumsal sistemimiz emeğin bu biçiminin geniş, gerçekten kitlesel ölçekte uygulanmasından hâlâ çok uzağız.
“(…) Subbotnikler, emek orduları, emek askerleri(…) Bunlar sosyalist ve komünist emeğin çeşitli biçimlerdeki pratik gerçekleşmeleridir.
“(…) Yeni bir emek disiplini, insanlar arasında yeni toplumsal bağ biçimleri ve halkı emeğe kazanacak yeni biçim ve yöntemler yaratmak yıllar, on yıllar alacaktır.”83
Proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş sürecinin uzun sürmesi, emperyalist kuşatma, kapitalizmin egemenliğindeki tek dünya pazarının varlığı ve reel sosyalizm üzerindeki etkileri, SSCB ve SBKP’nin dünya devriminden kopması, içeride işçi sınıfının komünist emek kavramından uzaklaşmasını getirmiştir. Subbotnikler, Stahanov hareketleri dünya devriminin, komünizm kuruculuğunun gündemden uzaklaşmasıyla birlikte sonradan o ölçülerde canlanmayacak ölçüde sönümlenip gitmişlerdir.
Geçen yazımda, Lukacs’tan alarak kullandığım, proletarya diktatörlüğünün kendine yönelmesinin ekonomik, toplumsal, ideolojik ve siyasal temelleri bunlardır. Kısa erimli ve dar sınıf çıkarları çevrenini aşamayan, sadece “daha iyi yaşamak” isteyen, giderek daha az ve kısa çalışmayan, üretim ve bölüşümle ilgili karar süreçlerinde söz sahibi olmayan işçi sınıfı, yaptığı işe de, toplumsal-siyasal süreçlere de kayıtsızlaşmış ve yabancılaşmıştır.
Çalışma saatlerinin düşürülmesi ve yönetime katılma, karar süreçlerinde söz sahibi olma yukarıda sayılanlar içindeki en komünizan istemlerdir. Öte yandan, çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkıp toplumsal ve baskı gerektirmeyen bir ihtiyaç haline gelmesinden önceki bir uğrakta, işe, üretime ilgisizlik ve yabancılaşmanın kendisi bir sorundur ve Sovyet somutluğunda, bu durumu “sosyalizmin olgunlaşmasının doğal sonucu”84 saymak tümüyle yanlış bir değerlendirmedir. Sovyetler Birliği’nde “gelişmiş”, “olgun” sosyalizm aşamasına gelinmemiştir. İşe ilginin azalması, komünizan bir yaşamın gerektirdiği boş ve “hoş zaman” isteminden değil, hem komünizm amacına, hem de Sovyet toplumunun zorunluluklarına, sorunlarına ilginin yitirilmiş olunmasından kaynaklanmaktadır.
Yazıyı artık bitirmem gerekiyor.
Sonuç ve özet şöyledir: Doğru teori olmadan doğru pratik olmaz!
Tarihle bugünün, teori ile pratiğin, nesnel ile öznelin kesişim çizgilerinin oynak ve içiçe olduğu bir alanda, çetin bir tartışma yürütüyoruz. Tartışma; süreçleri, olguları yalnızca anlamak ya da yargılamak için değil, bunlardan ders çıkarmak, deneyimi dünyayı değiştirme mücadelesinin önemli bir gücü haline getirmek içindir.
Böyle okunduğuna güvenle, büyük komünizm ırmağına bir damla katkısı olur umuduyla ve “şimdilik” kaydıyla…
16 Ekim 2005
Dipnotlar ve Kaynak
- Marx, Gotha Programının Eleştirisi
- Lenin, “Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Siyaset”, 30 Ekim 1919, Toplu Yapıtlar, İngilizce, Progress Publishers, 4. Baskı, Moskova 1980, C.30, sayfa: 107
- Çevirerek, kendi cümlelerimle aktardığım pasajın İngilizcesi şöyle: “The basic forms of social economy are capitalism, petty commodity production, and communism. ..The economic system of Russia in the era of dictatorship of proletariat represents the struggle of labour, united on communist principles on the scale of a vast state and making its first steps – the struggle against petty commodity production and against the capitalism which still persists and against that which is newly arising on the basis of petty commodity production.”
- Lenin, a.g.y, s. 114
- Engels, “Komünizmin İlkeleri”, Ekim 1847, Seçme Yapıtlar, İngilizce, Progress Publishers, Moskova, Dördüncü Baskı, 1977. C.1 s.93
- Lenin, TY, C.30, s.506
- “Özetle, ‘geçiş dönemi’ ile komünizmin alt evresi olarak sosyalizmin, iki ayrı evre yerine tek bir bütün olarak alınmasının daha yerinde olacağını düşünüyorum.Geçiş sürecinde, örneğin ücretli emek sömürüsünün bütünüyle ortadan kaldırılmasının sınıfların ortadan kalkması anlamına gelmeyeceğini biliyoruz. Sınıfların tamamen ortadan kalkması, ancak hayli uzun zaman diliminde gerçekleşecektir ve bu uzun zaman diliminin siyasal biçiminin ‘proletarya diktatörlüğü’ dışında bir karşılığını düşünmek mümkün değildir.” (Metin Çulhaoğlu, “Sosyalizmde devlet: Farklı bir yaklaşım denemesi” Gelenek, Sayı:85, Eylül 2005)
- Ama kapitalizmde var olan insanla başlamaktan başka çare de yoktur. Lenin’in 1919’daki 8. Kongre konuşmasında söyledikleri son derece ilginç ve öğreticidir : “Hiçbir zaman ütopyacı olmadık ve komünist toplumu lekesiz bir komünist toplumda doğup eğitilmiş olan lekesiz komünistlerin, lekesiz elleriyle kuracağımızı hiç hayal etmedik… Komünizmi, kapitalizmin enkazından inşa edeceğiz ve bunu ancak kapitalizme karşı mücadelede çelikleşmiş bir sınıf yapabilir. Çok iyi bildiğiniz gibi, proletarya kapitalizmin kusur ve zayıflıklarından özgür değildir. O sosyalizm için mücadele etmekte, ama aynı zamanda kendi kusurlarına karşı mücadele etmektedir.” (Lenin, TY, a.g.y, Cilt 29, s. 108)
- Sevgili Erkin Özalp, Gelenek’in geçen sayısındaki yazısında, Marx’ın, “komünizmin ilk aşamasından önce bir de ‘proletarya diktatörlüğü’ aşaması vardır” ya da “yoktur” diye bir şey yazmamış olduğunu söylerken haklıdır. (s.43) Özalp’ın bu durumdan ve Lenin üzerinden çıkardığı sonuç ise, “proletarya diktatörlüğü” kavramı ile “komünizmin ilk aşaması”, yani “sosyalizm” kavramlarının aynı aşamayı anlattığıdır. Burada ayrı düşünüyoruz.
- Devlet ve Devrim’de : “Siyasi bakımdan Komünizmin ilk ya da alt evresi ile üst evresi arasındaki farklılık, zamanla belki de çok büyük olacak.” (Lenin, TY, Cilt 25, s.475)1920’de, Tüm Rusya Merkezi Yürütme Komitesi’ne sunduğu rapordan: “Sosyalistlerin kapitalist bir toplumda nasıl mücadele etmeleri gerektiği zor bir sorun değildir ve çoktan çözülmüştür. İleri sosyalist toplumu tasarlamak da zor değildir. Bu problem de çözülmüştür. En zor görev, eski, alışılmış, bildiğimiz kapitalizmden henüz doğmamış ve henüz hiçbir sağlam temeli olmayan yeni sosyalizme pratikte nasıl geçileceği sorunudur. En iyi durumda bile bu geçiş yıllar alacak, bu yolda siyasetimiz birçok küçük aşamalara ayrılacaktır. Ve önümüzdeki görevin, siyasetin ve siyaset sanatının tüm zorluğu bu geçişlerin her birinin özel görevlerinin hesaba katılmasındadır.” (Lenin, TY, C.30, s.330-331)
- Gelenek, sayı:85, s.58
- Marx, “Gotha Programının Eleştirisi”, Seçme Yapıtlar, İngilizce, agy. C:3 s: 17
- Anti-Dühring, Sol Yayınları, Çeviren Kenan Somer, Mart 1977, Ankara, s.483-84, İngilizcesi, Anti-Dühring, Progress Publishers, Moskova 1975, s. 366-7
- Anti-Dühring, agy., S. 326, İngilizce, S.240
- “Engels’ten Smith’e Mektup, 5 Ağustos 1890”, Seçme Yapıtlar, İng. C:3, s: 484
- K.Marx, Kapital, İng. C. 1, s. 83, PP Moskova, 1983
- Lenin, TY, agy., C.32, s. 215-17
- Stalin, 25 Kasım 1936, “SSCB Anayasa Tasarısı Üzerine”, Leninizmin Sorunları, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, Kasım 1992, s.627-628
- SBKP 24. ve 25 Kongre Raporları ile Parti Programı, Çeviren: Tuncer Tuğcu, Kızılırmak Yayınevi, Ankara, 1976, s.261-262
- (Leninizmin Sorunları, agy., s.731)
- Erkin yoldaşla aynı görüşteyim: “İşçi sınıfının belirli bir ülkede ya da birden fazla ülkede iktidarı alması ile komünizme ulaşılması arasındaki dönem, ne tür alt dönemlere ayrılırsa ayrılsın, bir ‘geçiş dönemi’dir. Bu dönem boyunca öncelikli hedef, işçi sınıfının tüm ülkelerde iktidara gelmesi anlamına gelen dünya devrimidir. Yine ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın ve ne tür alt dönemlere ayrılırsa ayrılsın, söz konusu geçiş döneminde, kapitalizm ve komünizm ile benzer şekilde ‘kendi ayakları üzerinde duran’ bir toplumsal formasyon çıkmaz ortaya. Bu dönem boyunca, siyasal öncülüğün sürekliliği esastır.” (Erkin Özalp, “Sosyalizm ve Devlet”, Gelenek, Eylül, 2005, Sayı:85, s.43)
- (Lenin, TY, C:32, s.330)
- Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü’nde (Tekin Yayınları, İstanbul 1991, s. 442) Rudolf Bahro’dan aktararak Demokratik Almanya’da yayınlanan, Die Bedeutung und die Lebenschaft der Lehren von Karl Marx, (Berlin, 1966) başlıklı kalın bir kitapta W.Ulbricht’in bu formülasyonu yaptığını yazıyor.
- Anatoliy Butenko, Aleksandır Savçenko, Argumanti i Fakti, No.10 1987, Aktaran: Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü, Tekin Yayınları, İstanbul 1991, s.553
- a.g.y.
- Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 731-2
- s.56-57
- s.59
- a.g.e., s.74
- SBKP Programı, 1961, Tarihsiz, Sosyalist Ülke basımı
- Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü, a.g.y., s. 164
- K.Marx-F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çeviren Erkin Özalp, NK Yayınları, 3.Baskı, İstanbul, Mart 2003, s.65
- Lenin, TY, Cilt.24, s.86
- Lenin, a.g.y., s.84-85
- Aktaran, Lenin, “Devlet ve Devrim”, TY, C.25, s.399
- “Devlet ve Devrim”, TY, C.25, s.473
- Gelenek, s.85, a.g.y., s.58
- F.Engels, Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, Mart 1977, s.443-4
- Lenin, “Devlet ve Devrim”, TY, C.25, s.441
- a.g.y., s.461
- Gelenek, sayı:85, s.60
- Lenin, TY, Cilt.23, s.25
- Lenin, TY, C.28, s.466., Türkçesi V.I Lenin Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, Çeviren: Metin Çulhaoğlu, NK Yayınları, İstanbul, Nisan 2003, s.138
- Gelenek, Sayı:85, s.28
- a.g.y., s.69
- a.g.y., s.32
- Merkeziyetçilik/yerellik, merkeziyetçilik/özerklik ilişkileri hem devlet ve hem de parti örgütlenmesinin çok önemli, sınır çizgileri kıldan ince kılıçtan keskin bir konusudur. Üzerinde durmamız, anlayış ve pratik düzeylerde yaratıcı çözümler üretmemiz gerekiyor. Bu konu ne zaman açılsa, bir Fransız yoldaşın Paris ile Paris’e farklı uzaklıktaki kentler arasındaki demiryolu bağlantısı ile ilgili anlattıkları geliyor aklıma. İnceleyecek fırsatım olmadı. O yoldaşın söylediğine göre, merkezi/üniter devlet örgütlenmesinin kadim ülkesi olan Fransa’da demiryolu sistemi yerelliklerle merkez Paris arasında kurulduğundan, birbirine yakın iki yerel birimden ötekine gitmek için, o iki yer arasındaki mesafenin en az birkaç katı olan bir yolu katederek önce Paris’e, oradan da asıl gidilecek yere gitmek gerekiyor, bu yüzden de büyük zaman ve para harcamak gerekiyormuş.
- s.24
- Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu, 1925-1940, Dönem Yayınevi, Üçüncü Basım, Ankara, 1988, s.43
- a.g.y., s.474
- 1970’li yıllarda kulakları çınlasın Sahir Bekel’le birlikte “Maocu” kökenli bir arkadaşı TKP’ye kazanmak için sabahlara kadar tartıştığımızı “peaceful co-existence”ın doğru çevirisinin “barış içinde bir arada yaşama” değil “barış içinde yan yana yaşama” olması gerektiğini barış içinde yan yana yaşamanın bir zorunluluktan doğduğunu geçici bir politika olduğunu vb. ileri sürerek bu ilkenin devrimciliğini kanıtlamaya bunları yaparken yalnız o arkadaşı değil kendimizi de “ikna”ya çalıştığımızı anımsıyorum.
- J.Stalin, Son Yazılar, 1950-1953, Çev.: M. Gaziturhan, Üçüncü Baskı, Ankara 1977, s.88-90
- Lenin, ilk önemli yazılarından biri olan 1893 tarihli “Pazar Sorunu Dedikleri Sorun Üzerine” de Narodniklerle polemiklerinde, pazarın kapitalizmin ilk gelişmesinin önkoşulu olduğunu, kapitalizm bir kez gelişip yerleşti mi, artık onun gelişmek için, bu anlamda çözmesi gereken bir “pazar sorunu” kalmadığını, pazar sorununun bir coğrafi alan sorunu olmadığını, pazarın büyüklüğünü coğrafi alanların değil toplumsal işbölümünün belirlediğini, bu anlamda “sınır”ın teknik gelişmeler kadar sonsuz olduğunu, teorik olarak dış pazardan yoksun kalan kapitalizmin de gelişip genişleyeceğini ortaya koyuyor. (TY, C.1, s.79-125) Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’nde ve başka yazılarında konuyu aynı doğrultuda işliyor. Lenin’in yazdıkları, Stalin’in Pazar sorunu-bunalım ilişkisi üzerine söylediklerini çürütür niteliktedir.
- “Stalin’den sonra da”, çünkü iki dünya pazarı düşüncesinin yol açtığı teorik yaklaşım ne olursa olsun, Stalin aynı tarihte yazdığı yazılarda açıkça “artık kapitalist ülkeler arasında savaşlar kaçınılmaz değildir” görüşüne karşı çıkmıştır. Örneğin:“Olabilir ki, koşulların yardımı ile, barış için savaş, orada ve şurada sosyalizm için savaşıma doğru gelişsin, ancak o zaman, bu, bugünkü savaş uğruna hareket olmayacaktır, ama kapitalizmi devirmek için bir hareket olacaktır.”“En olası olanı, bugünkü barış uğruna hareketin, barışın sürdürülmesi için bir hareket olarak başarı kazandığı takdirde, belirli bir savaşı önlemeye katkıda bulunması, onu bir süre için ertelemesi, bir süre için belirli bir barışı sürdürmesi, savaşçı bir hükümeti istifa ettirmesi ve onun yerine barışı geçici olarak sürdürmek eğiliminde olan bir hükümetin geçmesini sağlamasıdır. Kuşkusuz, bu iyi bir şeydir. Hatta çok iyidir. Ancak kapitalist ülkeler arasında genel olarak savaşların kaçınılmazlığını yok etmek için yeterli değildir. Yeterli değildir, çünkü barış hareketinin bütün başarılarına karşın, emperyalizm ayakta kalmaktadır. Bunun sonucu olarak da, savaşların kaçınılmazlığı olduğu gibi sürmektedir.”“Savaşların kaçınılmazlığını yoketmek için, emperyalizmi yıkmak gerekir.”(J.Stalin, Son Yazılar, a.g.y., S.94-95)
- Lenin, TY, C.31, s.412
- a.g.y., s.457
- Lenin’in 22-29 Aralık 1920’de yapılan 8.Tüm Rusya Sovyetler Kongresi’ne sunduğu rapordan, TY, C.31, s.491
- Lenin, 6 Aralık 1920, “Bir Aktivistler Toplantısında Konuşma”, TY, C.31, s.456-457
- Lenin, TY, c.32, s.491-492
- Yalçın Küçük, a.g.y., s.312-313
- Yalçın Küçük, a.g.y., s.396-397
- The New Encylopedia Britannica, 15. Basım, 1988, London, Cilt:28, s.1012
- Dünya Komünist Hareketinin Ortak Belgeleri (1957-1976), Çev: Mehmet Güner, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, Ocak 1977, s.16
- “1960 Moskova Komünist ve İşçi Partileri Temsilcileri Toplantısı Bildirisi”, a.g.y., s.98
- Sovyetler Birliği Komünist Partisi 24. ve 25. Kongre Raporları ile Parti Programı, Çeviren Tuncer Tuğcu, Kızılırmak Yayınları, Ankara 1976, s. 316
- SBKP Programı, a.g.y., s.317x
- Renmin Ribao (Halkın Gazetesi) ve Hungçi (Kızıl Bayrak) Yazı Kurulları’nın 6 Eylül 1963 tarihli, “SBKP Yönetimiyle Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi/SBKP MK’nin Açık Mektubu Üzerine Yorum I” adlı yazısı. Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi I, Aydınlık Yayınları’nın 1978 baskısından tıpkı basım, 1982 Januar, G-Lostar Anadolu Verlag, Frankfurt, s.124-1269
- a.g.y., s.85 ve 87
- a.g.y., s.41
- a.g.y., s.141
- Yalçın Küçük, a.g.y., s.446-447
- Çin, Küba, Kore, Vietnam, Nikaragua devrimleri örnektir. Çin devriminin Komintern ve SBKP çizgisini reddederek başarılmış olması; Küba’da Sovyetçi bir parti varken, devrimin başını 26 Temmuz gerilla hareketinin çekmesi, 1956’dan sonra Kore’nin Sovyetler’den ve Çin’den bağımsız bir tutum geliştirerek, “ideolojide ve siyasette bağımsızlık, ekonomide kendine yeterlilik ve ulusal savunmada kendi gücüne dayanma” ilkesini benimsemesi, Vietnam’ın iki güce karşı da eşit bir dostluk ve uzaklığı ko¬ruyarak “Ho şi Minh” tavrı diye bilinen bir çizgi geliştirmesi, Nikaragua devriminin Sandinist gerilla hareketi eliyle gerçekleştirilmesi. Ölümüne kadar El Salvador Farabunda Marti Halk Cephesi’nin başkomutanlığını yapan Cayetan Carpio’nun 1970’de silahlı mücadeleyi kabul etmediği gerekçesiyle El Salvador komünist partisinden ayrılması vb. bir çırpıda akla gelen örneklerdir.
- Erkin Özalp’in Gelenek’in 85. sayısında yayımlanan yazısının “Sovyet deneyiminin teorik boyutu” ve “Garbaçov reformları” alt başlıkları bölümlerindeki saptama ve çözümlemelerde katıldığım ve katılmadığım görüşler yan yana. Örneğin, “Sosyalizmin gerçek ihtiyacı, kitlelerin, devleti ‘denetlemenin’ ötesine geçerek yönetmesidir.” saptamasına katılıyorum. (s.46) Sovyetler Birliği’nde “sovyetlere seçilen milyonlarca SSCB yurttaşının devlet yönetimine fiilen katıldıkları”nı, bu tartışmaya bir argüman olarak sokmak ise bence özü biçime feda etmek oluyor. “Öncü parti… devlet ile arasında bir mesafe bırakmak zorundadır.”(s.47) ya da, “Partiyi ve halkı hedefsiz tartışmaların içine sokma”nın, “Çalışmayı bir ihtiyaç haline getirmeden çalışma zorunluluğunu kaldırma”nın yıkıcı sonuçlar doğuracağı (ve doğurduğu) yerinde saptamalardır. 1961 Programındaki komünizm hedefinin değerlendirilmesinde ise farklı düşünüyoruz ve bunun gerekçelerini koymaya çalıştım. Asıl sorun, “eksiği var fazlası yok” diyebileceğim Garbaçov ve reformları değerlendirmesinin, Sovyet toplumundaki ve partideki çözülme birikimini, yumuşa ve çürüme süreçlerini önemsizleştirecek, dahası yok sayacak bir izlenime kapı açacak biçimde sunulmasıdır.
- Yalçın Küçük, a.g.y., s.340
- 1917 Ekim Devrimi’ne öncülük eden Bolşevik Parti tüm bu özelliklere sahipti. Birikim, donanım, özveri ve cesaretleriyle, kalburüstü yetenekleriyle gerçekten önderlik kapasitesine sahip, birbirinin karbon kopyası olmayan, “yes men” lerden oluşmayan, farklılıklarını büyük bir zenginlik haline getiren bir önderlik kadrosu. Coşkulu, girişimci, disiplinli, gerçekten siyasallaşmış militanlar… Tüm partiye söz geçirebilen, tarihsel ve güncel görevleri yaratıcılıkla koyan, kendi öngörü ve bağlanmalarının bile tutsağı olmayan, amaç disiplininden kıl kadar sapmayan Lenin önderliğinde bir merkez ve her gün karşılaştığı binlerce sorunu kavrayıp çözebilen karar ve uygulama gücüne sahip yerel örgütler… Devrim sonrası dönemin, eşyanın doğasından, yaşanan çetin sürecin zorluk ve zorunluluklarından, kritik uğrakların “tartışma” değil yoğunlaşmış bir parti iradesi isteyen karakterinden, önder kadrodaki öncelik farklılaşmalarından, devlet ve parti aygıtları arasındaki iç içelikten, sorunların az ellerde yoğunlaşmış “otorite” ile üstesinden gelme kolaycılığından kaynaklanan etkenler partinin, özellikle de önderliğin gücünün zayıflamasına, parti içi düşünsel canlılık, siyasallık, karar süreçlerine katılım reflekslerinin zaafa uğramasına yol açmıştır. Bu süreçte nesnel dayatmalarla, öznel yanlışlar iç içedir ve bu alanda tartışılacak çok şey var. Sonuç ise açıktır: Parti devrimci-öncü karakterini yitirmiştir.
- 26. Kongre Raporu’nda kadınlarla ilgili bölüm aynen şöyledir: “Merkez Komitesi, etkin bir demografi politikasının hazırlanıp gerçekleştirilmesine ve nüfusun yapısı ile ilgili çetinleşen sorunlara büyük önem veriyor. Bu sorunların başlıca çözüm yolu, aileye, genç evlilere ve en başta kadınlara gösterilen özeni artırmaktır. Analık yükümlülüklerini, üretime ve toplumsal yaşama aktif katılma işleriyle uyumlaştırmanın bazen ne kadar zor olduğunu bilmeyen yoktur.” (L.İ.Brejnev, SBKP Merkez Komitesi’nin 26. Kongreye Sunduğu Çalışma Raporu ve İç ve Dış Politika Alanlarında Partinin Önünde Duran Ödevler, TKP Almanya Yayını, 1981, s.53)
- “Sınıf” ve özellikle de “siyasal sınıf” üzerine yıllardır çalışıyorum. İçine girdikçe, düşünceler bir yandan derinleşirken bir yandan da dallanıp budaklanıyor, katmanlaşıyor. Oysa ve kanımca konunun, karmaşık kavramlaştırmalara, sabun köpürdetmelere değil, kristalleştirilmeye, sadeleştirilmeye ihtiyacı var. Sadelik ise, zenginliği ve derinliği yoksullaşmaya, kabalaştırmaya düşmeden dillendirmek demek. Kolay bir iş değil. Çalışma ve düşünme aşamasından yazmaya geçiş bu yüzden gecikiyor. Buna rağmen, bu dünyadan göçük sevgili babamın deyimiyle “Felek Mustafa’ya yar olursa” önümüzdeki aylarda çalışmayı yazıya dökmeyi planlıyorum. Bu dipnot sözünü, kendimi zamanla bağlamak için yazıyorum.
- (Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, Çeviren: Ayşe Buğra, İletişim, 3. Baskı, İstanbul, 2003, s.217-218)
- “Evrensel sınıf” kavram ve anlamıyla ilgili daha geniş okuma için, Haluk Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş İçinde Marksizm ve Türkiye Solu, İkinci Baskı, El Yayınları, İstanbul, Mart 2002, s.87-119’a bakılabilir.
- Yalçın Küçük, a.g.y., s.324
- a.g.y., s.488
- Lenin, TY, C.29, s.427, Türkçe kaynak: Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, a.g.y, s.163
- Lenin, TY, C.30, s.517-18
- Yalçın Küçük, a.g.y., s.487