Marksizm ile din arasındaki ilişkiden ne zaman söz açılsa, gündeme Marx’ın ünlü cümlesi gelir: “Din halkın afyonudur.”
Üç sözcüklük bir ideoloji, siyaset ya da bilim tanımı ne kadar açıklayıcı olabilirse, bu cümle de din hakkında ancak o ölçüde tatminkar bir açıklama sağlayabilir. Ama ne yazık ki, Marksizm hakkındaki tartışmaların önemlice bir bölümü, Marx’ın, Engels’in ya da Lenin’in bazı ifadelerinin bağlamlarından ve tarihselliklerinden koparılarak “açımlanması”na, daha doğrusu çekiştirilmesine dayanıyor…
Bu yazıya, çok fazla uzatmadan, söz konusu cümlenin, konu hakkındaki tartışmalarda referans kabul edilemeyecek bir metinde (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş) geçtiğini vurgulayarak başlayacağım.
Söz konusu metin, Marx’ın henüz “Feuerbach’çı” sayılabileceği bir dönemde (1843 sonu ile Ocak 1844 arasında) yazılmıştı. Marx’ın o dönemdeki Hegel eleştirisi de büyük oranda Feuerbach’ın tezlerine dayanır. Marx, 1844 yılının Nisan ve Ağustos ayları arasında kaleme aldığı ekonomik ve felsefi el yazmalarında da, Feuerbach’tan henüz kopmamıştı.
Althusser’in “kopuş” tartışmasını yeniden açmak değil niyetim. “Marx şu tarihte Marksist oldu” şeklinde kesin bir tarih verme çabasının gereksiz ve yanlış olduğunu düşünüyorum. Ama bir taraftan da, din hakkındaki ünlü cümlenin yer aldığı metindeki tezlerin tümünü Marksizmin temel doğruları olarak kabul etmek, ortaya birden fazla Marksizm çıkaracaktır. O metinde şu tür ifadeler de yer alır:
“Almanların kurtuluşu, insanın kurtuluşudur. Bu kurtuluşun başı felsefe, kalbi ise proletaryadır. Felsefe, proletarya ayağa kalkmadan kendisini gerçekleştiremez. Proletarya da, felsefe kendisini gerçekleştirmeden ayağa kalkamaz.”1
Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş’te, “din eleştirisi”, yani dinsel yanılsamaların ortaya konması yoluyla, insanların kendi gerçek yaşam koşulları hakkında bilinçlenmesini sağlama beklentisi vardır:
“Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, onun gerçek mutluluğunun istenmesidir. Belirli bir durum hakkındaki yanılsamaların ortadan kaldırılmasını istemek, yanılsamaları gerektiren bir durumun ortadan kaldırılmasını istemektir. Dolayısıyla, din eleştirisi, halesi din olan acılar dünyasının eleştirisinin embriyo halindeki biçimidir.” 2
Feuerbach etkisini yansıtan bu yaklaşım, Alman İdeolojisi’nde aşılmıştır… Marx ve Engels, Feuerbach’tan devraldıkları “din eleştirisi”ni bu çalışmalarında terk etmiştir.
Dinle barışmadılar tabii ki; ama insanların dinsel yanılsamalarıyla mücadeleyi bir başlangıç noktası olarak görmekten uzaklaştılar. Alman İdeolojisi’nin önsözünde, insanların kafasındaki yanlış fikirlerle ve bu arada dinsel inançlarla mücadeleyi her şeyin başına koyanların iddialarını, “çocuksu düşünceler”, “meleyişler”, “palavracılık”, “maskaralık” gibi ifadelerle yorumladılar. Çünkü insanların bu (ve öbür) dünyayla ilgili yanılsamaları, üretim ilişkilerinin belirlediği gerçek yaşam koşullarının ürünüdür; maddi varlık koşulları değiştirilmediği sürece, bu koşulların ürünü olan yanılsamaları ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.
Burada, dar anlamıyla teorik bir kopuş yoktur… Siyasal mücadelenin gerekleriyle doğrudan bağlantılı bir yaklaşım değişikliği söz konusudur. Daha doğrusu, düşünce dünyasındaki (ideolojik) mücadelenin yerine siyasal mücadele konmaktadır.
Nitekim, Alman İdeolojisi’nin belki de en önemli katkısı, “siyasal devrim”i “toplumsal devrim”in önüne koyması, yani kitlelerin bilincindeki gerçek bir değişimin ancak maddi yaşam koşullarını değiştiren bir siyasal devrimin sonrasında yaşanabileceğini saptamasıdır.3
Kuşkusuz, siyasal mücadele ile ideolojik mücadele birbirlerinden ayrılamaz. Ama bunlar arasında bir öncelik sorunu vardır. Marksistler, insanları (daha doğrusu başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen toplum kesimlerini) “her tür” yanılgılarından kurtarmayı öncelikli bir görev olarak tarif etmez. Öncelikli görev, işçi sınıfının iktidara yakınlaştırılmasıdır. İdeolojik mücadelenin ağırlık noktaları da her bir tarihsel kesitte ve her bir coğrafyada, işçi sınıfının iktidara yakınlaştırılmasının somut gerekleri tarafından belirlenecektir.
Ulusal sınırların bulunmadığı bir dünya hayal etmek başka bir şeydir, tek tek kapitalist ülkelerde siyasal iktidar mücadelesi yürütmek başka…
İnsanların dinsel inançlarına gelince… Binlerce yıllık geçmişe sahip olan dinsel inançlarla mücadele, tabii ki, siyasal iktidar mücadelesi yürüten Marksistlerin önlerine koyacakları bir öncelikli görev olamaz.
Kapital’de “dinsel dünya gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir” diyen Marx, insanların birbirleriyle ve doğayla ilişkilerini köklü bir şekilde değiştirecek toplumsal dönüşümler yaşanmadan, yani sınıflı toplum düzeni aşılmadan, dinsel dünyanın ortadan kalkmayacağını da ekler…
Lenin de ,1905 tarihli “Sosyalizm ve Din” makalesinde, programlarına ateizmi neden koymadıklarını şöyle açıklar:
“Sınırsız baskıya ve işçi yığınlarının aptallaştırılmasına dayanan bir toplumda, dinsel önyargıların yalnızca propaganda yöntemleriyle ortadan kaldırılabileceğini düşünmek aptalca olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun yalnızca toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir ürünü ve yansıması olduğunu unutmak, burjuva dar kafalılığı olur. Kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi yürüttüğü mücadeleyle aydınlatılmadığı sürece, ne kadar broşür çıkarırsanız çıkarın ve ne kadar vaaz verirseniz verin, proletaryayı aydınlatmak mümkün değildir. Ezilen sınıfın yeryüzünde cennet yaratmak için yürüttüğü bu gerçekten devrimci mücadelede birlik, bizim için gökyüzündeki cennete ilişkin bir proleter görüş birliğinden daha önemlidir.”4
Tüm bunlar, “din halkın afyonudur” ifadesini geri almak için dile getirilmiyor tabii ki. Tam tersine, Lenin, dinle ilgili yazılarında, bu ifadenin Marksizmin konuyla ilgili temel doğrularından biri olduğunu vurguluyor.
Çünkü, propagandamızla yaratacağımız bir dünyada mücadele etme şansımız da bulunmuyor! Bu konuda ne kadar hassas ve özenli olursak olalım, karşı taraf, yani egemen sınıf, dini silah ve uyuşturucu olarak sonuna kadar kullanıyor.
Marksistler, dinin gerçek anlamıyla “bireysel bir konu” haline getirilmesini (dinsel terimlerle ifade edersek, birey ile Tanrı arasına hiçbir gücün girmemesini ve toplumsal yaşama “din adına” her tür müdahalenin engellenmesini) savunur. Ama bu, bugünün gerçekliği değil, ulaşmak için uğrunda mücadele edilmesi gereken bir hedeftir. Bu mücadelenin taşıyıcılığını da ancak her türden dinsel yanılgıyı aşmış bir hareket yapabilir.
Evet, öncelikli görev, işçi sınıfının dünyevi mücadelede birliğini sağlamaktır. Ama işçi sınıfının önemli bir kesimi dinci gerici örgütlerin kuşatması altındayken, sınıfın içinde her tür dinsel yanılgıyı aşmış bir öncü kol yaratmadan, bu kuşatmanın kırılması da mümkün olmayacaktır.
İşte bu nedenle, Lenin, yalnızca dinle mücadeleyi her şeyin başına koyan anarşistleri değil, dinsel yanılgılarla mücadeleyi tümüyle gündemden düşürmek isteyen “oportünistleri” de karşısına alır. Özellikle de, partinin kendisi ve öncü işçiler söz konusu olduğunda:
“Sosyalist proletaryanın partisi söz konusu olduğunda, din özel bir iş değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşunu amaçlayan sınıf bilinçli, ileri savaşçıların bir birliğidir. Bu tür bir birlik, dinsel inançlar biçimindeki sınıf bilinci yokluğuna cehalete ya da aydınlanma düşmanlığına kayıtsız kalamaz ve kalmamak zorundadır. Kilisenin devletten tümüyle ayrılmasını, dinsel karanlığa karşı tümüyle ve yalnızca ideolojik silahlarla basınımızla ve sözlü olarak savaşabilmek için istiyoruz. Ama birliğimizi, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni, tam da işçilerin her tür dinsel aldatılma biçimine karşı mücadele etmek için kurduk. Ve bizim için ideolojik mücadele özel bir iş değil, tüm partinin, tüm proletaryanın işidir.”5
Konuya bir başka açıdan daha yaklaşılabilir:
“ ‘İnanana saygı’ (bu ağırlıklı olarak bir siyasal tavırdır), ‘inanmayanın kendisine saygı’sını (bu siyasi, bilimsel ve ahlaki bir tavırdır) yok etmemelidir. Bu bir çürümedir ve eğer devrime giden yolda dahiyane bir stratejik hesabın ürünü olarak pazarlanıyorsa hem bir çürüme hem de akıl yitimidir. Sosyalist iktidar perspektifinden vazgeçerek; solun evrensel ilkelerini geriye çekerek; ideolojik konumlanışları terk ederek ‘işçi sınıfının kurtuluşu’na hizmet etmeye kalkanlara ancak gülüp geçilir.”6
Yoksa özür mü dilemeli?
Bazıları, Marksizmin din konusunda özür dilemesi gerektiğini savunuyor, “hata ettik, çok indirgedik” diye…
Bu düşünce, özellikle Latin Amerika kiliselerinin içinden devrimci mücadeleye katılan kolların çıkması sonrasında daha güçlü şekilde dile getirilmişti.
Örneğin, Michael Löwy, “Marksizm ve Din” başlıklı (ve “Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor” alt başlıklı) çalışmasında, kurtuluş teologlarının Marksizmden pek çok şey öğrendiğini, sıranın Marksistlere geldiğini savunmuştu.
Löwy, bu konudaki tezlerini sorular biçiminde formüle etmişti. İlk sorusu şuydu:
“Çoğu ‘Marksizm-Leninizm el kitapları’nın yaptığı gibi, felsefenin temel sorusunun ‘maddecilik’ ile ‘idealizm’ arasındaki çelişki olduğu görüşü hâlâ savunulmalı mıdır?”7
Felsefenin temel sorununun ne şekilde tarif edilmesi gerektiği bir yana, Marksizm-Leninizm hakkında bilgi edinmek isteyen insanları felsefi tartışmalarla karşılamanın büyük bir yanlış olduğunu ben de düşünüyorum. Marksizm, her şeyden önce, bu dünyayı değiştirme mücadelesinin teorisidir.
Ama Löwy, bundan daha fazlasını ima ediyordu:
“Kurtuluş teolojisi, Marksist gelenekte var olan bayağılaştırma, ekonomizm ve kaba maddecilik eğilimlerine karşı mücadelede bize yardım edemez mi? Aydınlardan ve (radikalleşmiş papazlığın) bireylerden oluşan geniş bir kesimin kendi sınıflarıyla kopuşarak şimdi ezilenlerin davasına katılmalarının nedenini anlamak istiyorsak, ahlaki ve ‘ruhsal’ motivasyonların rolünü göz önünde bulundurmalıyız. Aynı şekilde, Hıristiyan kitlelerin kayıtsızlıklarını aşarak ezenlere karşı çıkmalarının nedenini açıklamak için, onların sadece nesnel toplumsal durumlarını incelemek değil, aynı zamanda öznel tutumlarını, kültür ve inançlarını, yeni tarzlarını ve dinlerini de tanımak gerekir. (…) Devrimci Hıristiyanlar, saf ekonomist ‘gelişme’ mantığına hapsolmuş birçok Marksiste kıyasla, çokuluslu tekellerin hakimiyetinde ‘azgelişmişliğin gelişmesinin’ toplumsal sonuçlarının çok daha fazla bilincindeydiler.”8
Aslına bakılırsa, yukarıdaki alıntıyı ima aramadan okuyunca, Löwy’nin önerdiklerini “makul” bulmak mümkün: Aydınların ve devrimci mücadeleye katılan din adamlarının ahlaki ve “ruhsal” motivasyonlarını “göz önünde bulundurmak”, harekete geçen Hıristiyanların öznel tutumlarını, inançlarını, dinlerini “tanımak”… Bunların yapılması gerektiğini kim inkar edebilir ki? Löwy’nin iddiasına göre, “saf ekonomist ‘gelişme’ mantığına hapsolmuş birçok Marksist”… Bu ölçüde dar kafalı “Marksist”ler, aranırsa bulunabilir elbette…9
Ama burada tartışılan, ucubik Marksistlerin varlığı değil, marksizmin kurtuluş teologlarından bir şeyler öğrenmeleri gerektiği…
Löwy, karikatürleştirdiği bir Marksizme (“Stalinizm”) saldırırken, “tarihsel maddeci” bakış açısının geri çekilmesini öneriyor…
Nitekim, aynı Löwy, Engels’in Almanya’da Köylü Savaşı adlı çalışmasında, köylü isyanlarına öncülük eden rahip Thomas Münzer’i devrimci bir lider olarak tarif etmesini yetersiz buluyor. Engels’e göre, 1500’lü yıllarda feodalizme karşı mücadele edenler, mistik/dinsel bir örtüye sarınmak zorundaydı. Löwy, bu yaklaşımı beğenmiyor! Ona göre, Engels Münzerciliğin “saf dinsel boyutunu” kavrayamamış“, onun ruhani ve ahlaki gücünü ve inançla yaşadığı mistik derinliği” fark etmemiş.10
Bir başka deyişle, Löwy, tarihsel çözümlemeye dinsel kategorilerin eklenmesi gerektiğini savunuyor.
Bu yaklaşımın, kitabın yazıldığı dönemdeki somut/güncel karşılığı ise, Löwy’ye göre, Latin Amerika özelinde, devrimci Hıristiyanlarla “ittifak” yaklaşımının aşılması:
“(…) bugün Brezilya, Nikaragua ve El Salvador’daki deneylerden sonra, artık bir ittifaktan değil, tersine organik bir birlikten söz etmemiz daha iyi olacaktır. Çünkü Hıristiyanlar Latin Amerika’nın birçok ülkesinde devrimci hareketin ve hatta onun Marksist öncüsünün zaten çoktan ayrılmaz bir parçasıdırlar.”11
Latin Amerika ülkelerinde tam olarak nelerin yaşanmış olduğu bir yana,12 dinsel hareket ve örgütler, Marksistler için, geçici “müttefik”lerden daha fazlası olamaz.
Çok mu dışlayıcı?
Marksizm, her tür dünya görüşünün bir arada yaşama platformu değildir ki!
Tek tek bazı bireylerin, dinsel inançlarından hareketle, dünyadaki somut gelişmelerden neredeyse hiç etkilenmeden, devrimci tercihler yapması mümkündür. Bu şekilde devrimcileşen bireylerden bazılarının devrimci bir harekete öncülük etmeleri de mümkündür. Ama bir toplumsal hareketin tek başına ya da asıl olarak dinsel inançlar temelinde şekillendirilmesi olanaksızdır.
Dinsel hareketlerin belirli dönemlerde devrimci roller üstlenebilmeleri, dayandıkları dinsel inançların değil, içinde bulundukları toplumsal koşulların ürünü olmuştur. Tüm dinler, çok farklı şekillerde yorumlanmaya açık ahlaki ilkeler barındırır. Genel olarak bakıldığında, tüm dinler, insanları “iyi” olmaya çağırır. “İyi insan” olmanın tek yolunun, her tür sınıfsal baskıya, ezme-ezilme ilişkisine, insanların sermayeye kulluk eder hale getirilmesine karşı mücadele etmek olduğunu da söyleyebilirsiniz; farklı tarihsel dönemlerde bu tür yorumların savunucuları da çıkar ortaya. Burada önemli olan, bu tür yorumların yapılma potansiyelinden çok, bu potansiyelin ne tür tarihsel kesitlerde, hangi dinamiklere bağlı olarak önem kazanabildiğidir.
Bir başka açıdan yaklaşırsak, insanlık tarihinin çok önemli bir bölümüne damga vuran dinsel inançların bazı tarihsel kesitlerde ilerici roller üstlenmemeleri olanaksızdı.
Ama buradaki belirleyici unsur, sınıf mücadeleleriydi.
İnsanlık, sınıfsal ayrışmalar ve egemenlik ilişkileri sayesinde ilerledi. Dinler de, sınıfsal ayrışmalara dayalı bu ilerlemede, egemen sınıfların elindeki en önemli araçlardan biri oldu.
Diğer taraftan, özellikle kapitalizm öncesi dönemde, egemen sınıflara karşı mücadele bayrağı açan hareketler, neredeyse bir kural olarak “din adına” mücadele etti. Bazen yeni dinler çıktı ortaya, çoğu zaman da mevcut dinlere yeni yorumlar getirildi.
Din dünyası, gerçekte son derece “dünyevi” bir dünyadır. Dinsel inançlar, insanlığın tarihsel ilerlemesine bağlı olarak değişir. Çok tanrılı dinlerin yerini tek tanrılı dinlerin alması örneğinde olduğu gibi… Tüm insanların tek bir tanrı tarafından yaratıldığı bir dünya, insanlar arasındaki kardeşlik duygularının geliştirilmesi açısından, her topluluğun kendi dinine ve tanrılarına sahip olduğu bir dünyaya göre daha elverişlidir. Ve büyük devletler kurmak istiyorsanız, kabile savaşlarına son vermeniz gerekir…
Dolayısıyla, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin ortaya çıkış dönemlerinde insanlık tarihi açısından bir ilerlemeyi temsil ettikleri ya da bu dinlerin içinden kendi dönemleri için devrimci sayılabilecek pek çok kolun çıktığı türü tezlerde de bir sorun bulunmuyor.
Yeter ki, bu tür tezlerden hareketle, Marksizm ile dinsel inançlar arasındaki mesafenin kısaltılabileceği iddia edilmesin!
Evet, ne dinler tüm tarihleri boyunca yalnızca gericiliğe hizmet etmiştir ne de dindar insanların ve din adamlarının bu kimliklerini koruyarak devrimcileşmesi olanaksızdır.
Ancak insanların dinsel kimlikleriyle, dinsel ideolojilerini de savunmak üzere öncü partide yer almaları, ister istemez, partiyi din içi tartışmaların tarafı ya da zemini haline getirecektir. Ya parti belirli bir din yorumunu benimser ya da farklı din yorumları arasındaki mücadele partinin içine de taşınır. Hangisinin daha büyük bir felakete yol açacağı ülkeden ülkeye değişecektir…
Tabii ki, belirli dönemlerde, şurada ya da burada, felakete dönüşmeyecek istisnai (ve kaçınılmaz olarak geçici) örnekler de çıkabilir ortaya. Ama bu olasılıktan strateji türetilemez.
Bir başka örnekle devam edelim…
İtalya örneği
İtalyan Komünist Partisi, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, dinsel örgütlerle işbirliği arayışının uç örneklerini yaratmıştı. Bu girişimleri, 1970’li yıllardaki “Tarihsel Uzlaşma” açılımı da dahil olmak üzere, somut hedefleri (hükümette yer almak) açısından bakıldığında, başarısızlığa uğradı. Bu ülkedeki Hıristiyan Demokratlar, CIA’nın örgütlediği kontrgerilla saldırılarının da etkisiyle, komünistlerle koalisyon kurmaya yanaşmadı.
Kurulsaydı ne değişirdi, diye de sorabiliriz… Örneğin Fransız Komünist Partisi’nin 1981 yılında “sosyalist” Mitterand’ın kurduğu hükümette yer alması, bu ülkenin kaderini pek fazla değiştirmemişti.
Buradaki tartışmamız açısından daha önemli olan, İtalyan komünistlerinin Hıristiyan Demokrat Parti ve Katolik kilisesi hakkındaki değerlendirmeleri…
İtalyan Komünist Partisi, Tarihsel Uzlaşma açılımından çok önce, kendi ülkelerinin farklı olduğunu iddia ederek, dinsel örgütlerle yakınlaşma girişimlerinde bulunmuştu. Onlara göre, Hıristiyan Demokrat yöneticiler ile parti tabanını birbirlerine karıştırmamak gerekiyordu. Taban, “halkçı” bir karakter taşıyordu. Partiyi iktidara taşıyan, Katolik kilisesine bağlı kitlelerle halkçılık temelinde bağ kurabilmesiydi…
Türkiye’de de, Demokrat Parti’nin “tabanda” halkçı olduğu iddia edilmişti…
Zaten, aksi nasıl mümkün olabilir ki? Burjuva partiler, iktidara gelebilmek için, halkın desteğini almak zorundadır. Halk da, bu partilere, sömürüyü artırsınlar diye değil, yaşam koşullarını iyileştirsinler diye oy verir.
Söylem düzeyinde bile eşitlikçi olmayan sağcı partiler için, halkın dinsel inançları çok daha büyük bir önem taşır. Buradan çıkarılacak sonuç, sağcı partilerin halkın inançlarına daha saygılı oldukları için iktidara gelebildikleri olabilir mi? Bu partiler inançlara saygı falan duymazlar; bunları sömürürler…
İtalyan komünistler de bunu biliyordu tabii ki.
Amaçları, Hıristiyan Demokrat Parti’nin içindeki ve asıl önemlisi bu partinin tabanındaki ve seçmen kitlesi içindeki çelişkileri açığa çıkarmaktı. Bunun için de, partinin yönetiminden çok tabanına seslendiler.
Ama bu çabanın merkezinde, somut devrimci hedeflere yönelik bir mücadele çağrısı değil, genel bir (demokratik) birliktelik sağlama hedefi vardı.
Bu nedenle de, Katoliklere seslenirken, onların dinsel inançlarını temel aldılar. 1966 yılında parti kongresine sunulan raporda, Vatikan’ın uluslararası barış girişimlerinden hareketle, şöyle söyleniyordu:
“(…) Marksistlerle Katolikler arasında yalnız işçiler düzleminde, yani Katolik işçiler ve komünist işçiler arası bir diyalogdan başka bir diyalog olamayacağını düşünmek hepten yanlıştır. (…) Biz şuna inanıyoruz ki, Hıristiyanlık bilinci tarihin şu döneminde insanların sömürüldüğü, özgürlük ve insanlık onurunun kısıtlandığı koşullarla çatışma ve çelişme durumundadır. Bu koşullar, kapitalist topluma özgüdür. O nedenledir ki, Hıristiyanlık bilinci sosyalist fikirlere açılmak zorundadır.”13
Vatikan’ın barış girişimleri, İtalyan komünistlerinin iddiasına göre, “işçi sınıfının ve baskı altında tutulan halkın sosyalist ve anti-emperyalist zaferiyle gerçekleşen o güçlü yürüyüş sayesinde din ‘ideolojisini’ halkın afyonu durumuna getiren muhafazakar düşüncenin aşılması”nın14 bir işaretiydi.
Aynı raporda Katoliklere bir de soru yöneltiliyordu:
“Aramızda varolan iş ve ilke birliğinin temellerini birlikte inceleyip savaşlardan, yoksulluk ve sömürüden arındırılmış yeni bir toplumu beraberce kurmak mümkün, hatta zorunlu değil midir?
“Katoliklere sadece kısa vadeli bir program konusunda anlaşmayı önermekle sınırlamıyoruz kendimizi. Biz, sosyalist perspektifleri de içeren daha kapsamlı bir düşünce alışverişinden yanayız.”15
İtalyan komünistlerin “ekonomist” bakış açısını bir hayli aşmış oldukları kesin.
Bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Katolik kilisesi içindeki muhalif unsurlardan, kızıl papazlardan vs. söz edilmiyor, Vatikan’ın diplomatik açılımlarından yararlanmaya çalışılıyor…
Yeri gelir, bu da yapılır… Ama eğer ortada bu tür politikaları anlamlı kılacak somut ve yakın devrimci hedefler ya da korunması gereken büyük kazanımlar varsa…
Bunların bulunmadığı koşullarda, komünistlerle inananlar arasındaki “diyalog ve işbirliği”, iki “taraf” arasındaki farklılıkların korunmasına yarar. Bir “taraf”ta komünistler vardır, diğer “taraf”ta ise inanan insanlar…
Bu bir “realite” olabilir… Nitekim İtalyan komünistler, Katolik kilisesinin ülkelerindeki toplumsal gücünü dikkate alıyordu.
Ama sınıflı toplum düzeni de bir “realite”dir.
Marksistler, işçi sınıfının inancı güçlü olanlar ve olmayanlar şeklinde bölünmesine karşı mücadele etmek zorundadır.
Asıl önemlisi, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Katolik kilisesinin içinde sosyalizme sempatiyle yaklaşan hiziplerin ortaya çıkması ve Vatikan’ın barış çağrıları yapmak zorunda kalması, sosyalizmin dünya ölçeğindeki kazanımlarının ve bu arada İtalyan komünistlerinin sağladığı toplumsal desteğin ürünüydü.
Solun toplumsal ölçekte güç kazanması, tüm düzen kurumlarını olduğu gibi dinsel kurumları da etkiler. Bu kurumlar, sola karşı mücadele etmek için bile, toplumda karşılık bulan sol değerleri daha fazla dikkate almak zorunda kalırlar. Bu arada, din adamlarından bazıları, temsil ettikleri kurumların gerçek niteliklerinden rahatsızlık duymaya başlayabilir.
Bir komünist partinin bu durumdan ek yararlar sağlamak istemesinden doğal ne olabilir?
Sorun, bunun nasıl yapılacağı… Dinsel örgütlerle işbirliği geliştirme çabasına girerek mi, yoksa dinin siyasal alanın dışında tutulmasını çok daha kararlı bir şekilde savunarak ve elde edilen mevzileri de bu amaç doğrultusunda kullanarak mı?
Dinsel örgütlenmelerin marjinal unsurlarını yakınına çeken bir Marksist parti, bunlara dayanarak din alanına müdahale etmeye kalkışırsa, hem büyük bir yanlış yapmış olur hem de kaybeder. Yanlış yapmış olur, çünkü din alanına siyasal müdahalede bulunmak, siyasetin dinselleştirilmesini de kabul etmek anlamına gelir. Kaybeder, çünkü Marksistler dinsel inançları bir silah olarak kullanmak konusunda hiçbir zaman egemen sınıflardan ve onların dinsel örgütlenmelerinden daha başarılı olamaz.
Marksistler, “din silahı”ndan yararlanmayı düşünmek bir yana, dinin bir silah olarak kullanılmasının en kararlı karşıtları olmak zorundadır. İnançlı insanların Marksistlere saygı duymasını sağlayabilecek olan tek yaklaşım da budur.
Dinler savaşı karşısında Marksistler
Bugünün dünyasında, apayrı bir sorunla karşı karşıyayız: Dinler savaşı tehlikesi…
Dinler arasındaki hiçbir savaş, gerçekte dinler arasındaki bir savaş değildir. Haçlı Seferleri, Hıristiyanların Müslümanlara karşı savaşı değil, Batılı egemen sınıfların doğudaki zenginlikleri yağmalama girişimiydi.
Peki, dinsel boyut tümüyle önemsiz miydi? Birileri kendi dinleri adına başka dinlerden insanları boğazlıyorsa, dinsel boyut kaçınılmaz olarak önem kazanır. Hem saldıran hem de saldırıya uğrayan tarafta…
İsrail, dinsel fanatizmin toplumsal ölçekteki yeniden üretiminin ne tür sonuçlar doğurabileceğini uzun süredir somut olarak gösteriyor. Bu ülkenin dışa dönük saldırganlığı, içindeki ırkçılıkla karışık dinsel bağnazlıkla besleniyor ve bu bağnazlığı besliyor. Gerçekte Siyonizmin kurbanları olan yoksul Yahudiler, İsrail toplumunun en gerici kesimini oluşturuyor.
İsrail, gericiliğini çevresine de yayıyor. Hamas, yalnızca Filistinli ulusalcı ve solcu güçlerin zayıflaması sayesinde değil, aynı zamanda İsrail devletinin desteğiyle güç kazanmıştı. Ortadoğu’daki çatışmaların dinsel bir temele oturması, Siyonizmin İsrail’deki toplumsal gücünün korunmasını kolaylaştırıyor. İsrail’in egemen sınıfı, “Yahudilere karşı savaşan Müslümanlar”ı, “yurtları için savaşan Filistinliler”e tercih ediyor.
Bir süredir, ABD ve Avrupa Birliği de aynı yola girmiş bulunuyor. “Medeniyetler Savaşı”nın bir öngörü değil, İsrail’in politikasını dünya ölçeğine taşıma projesi olduğu yeterince netlik kazandı. ABD Başkanı Bush’un “Haçlı Seferi”nden söz etmesi, Danimarka’da çıkmakla birlikte merkezine Avrupa Birliği’nin yerleştiği “karikatür krizi”, papanın son açıklamasının yol açtığı son kriz ve diğer pek çok provokasyon, dünya ölçeğinde din eksenli bir kutuplaşma yaratma hedefinden başka neyle açıklanabilir ki?
Emperyalizmin dünya ölçeğindeki saldırgan politikalarını meşrulaştırmak için “İslami terörizm” demagojisine başvurduğu, doğru, ama son derece yetersiz bir açıklamadır. “Medeniyetler Savaşı” projesi, yalnızca Ortadoğu ya da Doğu halklarını değil, en az onlar kadar emperyalist ülkelerde yaşayan halkları hedef alıyor. Bu ülkelerdeki sınıfsal dinamikler, bir yandan “terör tehdidi”yle, diğer yandan da dinsel inançların (ve bu arada her tür gizemciliğin, akıldışı korkunun vs.) toplumsal ölçekte yaygınlaştırılmasıyla denetim altına alınıyor.
ABD bu konuda başı çekiyor. Bu ülkede hem “sapkın” tarikatlar hem de Hıristiyanlığın tutucu kesimleri güç kazanıyor. ABD’nin iç politikasında da dış politikasında da dinsel referanslara giderek daha fazla başvuruluyor.
Foreign Affairs dergisinin Eylül-Ekim 2006 sayısında yer alan ve derginin kapağında en önemli yazı olarak öne çıkarılan “Tanrı’nın Ülkesi mi?” başlıklı makalede şöyle ifade ediliyordu:
“Farklı dinsel çizgiler arasındaki güç dengesi zaman içinde değişiyor; son kuşakta, bu denge önemli ölçüde değişti ve bu değişim çarpıcı sonuçlara yol açtı. Amerikan Protestanlığı içindeki tutucu çizgiler taraftar toplarken, yirminci yüzyılın ortalarında baskın konumda olan liberal Protestanlık zayıfladı. Bu kayma, daha şimdiden ABD’nin dış politikasında ciddi değişimlere yol açtı.”16
Yazar, ABD’nin Ortadoğu politikalarını ve özellikle Siyonizm destekçiliğini, tutucu Protestanlığın güç kazanmasına bağlıyor. Bundan “korkulmaması” gerektiğini, ABD’li Protestanların geçmişte ve bugün başka dinlerden insanlarla pek çok konuda işbirliği yaptığını savunurken, şu tür örnekler veriyor: Katoliklerle birlikte kürtaja karşı mücadele, İsrail’i savunmak için dinci ve laik Yahudilerle işbirliği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da misyoner hastane ve okullarının açılması…
Foreign Affairs yazarına göre, ABD’li Protestanlarla Müslümanlar arasında önemli ortak noktalar var: Her iki grup da laik düşüncelerin iç ve dış politikadaki egemenliğine karşıymış, dinsel simge ve değerlerin medyada saygılı bir şekilde ele alınması gerektiğini düşünüyorlarmış, popüler kültürde özgür cinselliğin kutsanmasına karşıymışlar… Dolayısıyla, Müslümanlar ile ABD’li Protestanlar arasındaki diyalog, olası bir medeniyetler savaşının önüne geçmenin de en iyi yolu olurmuş!
Zaten, “dinler arası diyalog”, medeniyetler savaşı ile birlikte, aynı madalyonun iki yüzünü oluşturuyor. Bir uçta İslam dinine yönelik saldırgan açıklamalar, diğer uçta “diyalog ve hoşgörü” çağrıları… Saldırganlık da “diyalog çağrısı” da, her iki tarafı dinsel kimliklere hapsetmeyi amaçlıyor. Buradan, örneğin bizim payımıza, AB ile ilişkilerimizi “Müslüman bir ülke” olduğumuzu temel alarak düzenlemek düşüyor. Artık AB’ye bir Hıristiyan birliği olduğu için kızar mıyız, yoksa diyalog ve hoşgörü yolunu mu seçeriz, bize kalmış…
Avrupa Birliği ve özellikle Almanya ve Fransa açısından, dinsel ayrımları öne çıkarmanın ek bir işlevi bulunuyor: Avrupa’daki Müslüman göçmenlerin Hıristiyanlar tarafından dışlanması ve kendi kendilerini dışlamaları sağlanıyor. Tabii ki, Avrupa ülkeleri, “medeniyetler savaşı”ndan çok, “dinler arası diyalog”dan söz etmeyi tercih ediyor. Aksi halde, Fransa’nın varoşlarındaki patlamanın göstermiş olduğu gibi, bu savaşın mekanı haline gelirler. Ama Avrupa Birliği’nin liderleri, “karikatür krizi”ne ve papanın son açıklamalarına verdikleri tepkilerin de gösterdiği üzere, dinler arasındaki diyalogun savaş tehdidi olmadan güçlenemeyeceğini de gayet iyi biliyor. Bu başlıkta ABD ile AB arasında bulunduğu varsayılan çelişkilerden yararlanmayı umanları yalnızca hayal kırıklığı bekliyor.
Bu tabloda Marksistlerin yapabileceği en büyük yanlış, “Müslümanlarla” dayanışmak olacaktır!
İnançları nedeniyle saldırıya uğrayan insanlara sahip çıkmak, halklarla dayanışmak başka bir şeydir, dinsel inançlar temelindeki bir saflaşmanın tarafı olmak bambaşka bir şey… Dinsel inançlar temelindeki bir saflaşma, insanlığı Ortaçağ karanlığına geri götürmekten başka hiçbir sonuç doğuramaz. Marksistlerin öncelikli görevi, inanan inanmayan herkese bunu anlatmak ve dinler savaşını gündeme sokan emperyalizme karşı mücadeleye çağırmaktır.
Emperyalist saldırganlığın dinsel örgütlerden bazılarını direnişe zorlamasını elbette dikkate almak zorundayız. Bölgemiz, “beklenmedik”, “kitapta yazmayan” pek çok gelişmeye gebe…
Dahası, ne tür yeni dinamiklerin ortaya çıkabileceği ve bunlarla ne tür ilişkilerin kurulabileceği konusunda uluslararası ölçekte deneyim biriktirmeye başladık bile…
Örneğin bugün, Lübnan’da, İsrail ve ABD karşıtı ulusal güçlerin bir ittifakı var. Lübnan Komünist Partisi’nin (LKP) de yerinde bir tercihle dahil olduğu bu ittifakta Hizbullah’ın çok daha büyük bir ağırlığa sahip olduğu açık. Ama bir taraftan da, Lübnan halkını tek başına temsil edemeyeceğini ve olası bir iç savaşın kendisi için de yıkıcı sonuçlar doğuracağını bilen Hizbullah, bu ittifakı koruyabilmek için, dinsel hedeflerini geriye çekiyor. Yalnızca başka dinleri temsil eden örgütlerle değil, aynı zamanda ateistlerle işbirliği yapıyor.
1975 yılından bu yana neredeyse kesintisiz olarak iç ve dış savaşlar yaşamış olan Lübnan, dinler arasındaki savaşların tüm halklara kaybettireceğinin en somut örneği durumunda. Emperyalizme ve İsrail’e karşı yurtseverlik temelinde silahlı mücadele yürüten Lübnan Komünist Partisi’nin en önemli avantajlarından biri, dinsel bir kimliğe sahip olmaması.
LKP’nin bir başka avantajı, uluslararası komünist hareketin bir bileşeni olmasından kaynaklanıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde Lübnan direnişiyle dayanışma eylemlerine komünistler öncülük etti. Zaten bugün, din savaşlarına karşı dünya ölçeğinde bir hareket yaratma şansına ve niyetine sahip olan tek taraf, henüz yeterince güçlü olmayan uluslararası komünist hareket.17
Bir başka örneğimiz, Küba ve Venezuela ile İran arasında kurulan özel ilişki… İlk bakışta, geleceği belirsizliklerle dolu bu ilişkinin, Küba ve Venezuela’dan çok, ABD’nin öncelikli hedeflerinden biri durumundaki İran’a yaradığı düşünülebilir. İran’daki molla rejimi, bu ilişki sayesinde, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin dayatmalarına yalnızca “dinsel fanatizm”i nedeniyle karşı çıktığı görüntüsünü vermekten uzaklaşıyor. Ama bu görüntüyü vermekten uzaklaşabilmek için, uluslararası ilişkiler alanında, dinsel fanatizmini geriye çekmek zorunda kalıyor. Dış politikanın iç politika üzerinde hiçbir etkisinin bulunmayacağı düşünülemez. Dışarıda komünist ve ilerici güçlerle işbirliği yapıp içeride anti-komünizmi yükseltmek, eğer işbirliği yapılan güç Sovyetler Birliği kadar büyük değilse (“denize düştük, yılana sarılıyoruz” demeye imkan sağlamıyorsa), kolay değildir.18
Bir başka deyişle, emperyalizmin körüklediği dinler savaşının Marksiz-mi kenara ya da Marksistleri dinsel örgütlenmelerin yanına itmesi kaçınılmaz değil. Aksine içinde bulunduğumuz gericileşme çağında Marksizmin varlığı insanlığın elindeki tek umuda dönüşüyor. Tabii ki, Marksistlerin kendi ülkelerindeki görevlerinin hakkını verebildikleri, Marksizm ile işçi sınıfı arasındaki bağları güçlendirebildikleri ölçüde…
Bu arada, Hizbullah, Hamas ve İran’ın bugünkü konumlanışlarının Ortadoğu’daki dinci örgütlenmeleri temsil etmediğini unutmamak gerekiyor. Evet, hareket eden özneler, etmeyenleri gölgede bırakır. Ama Ortadoğu’daki dinci gerici örgütlenmelerin büyük çoğunluğu zaten her tür ışık kaynağının önüne perde çekmeye çalışıyor.
Hizbullah İsrail’e karşı savaşıyor diye, iktidar dönemi yolsuzluklarıyla, emekçi düşmanlığıyla ve işbirlikçiliğiyle hatırlanacak olan AKP’ye, ABD’nin hizmetçisi Fethullah Gülen’e, Sivas Katliamı’nın suçlularına, din tüccarlığından başka bir şey bilmeyen tarikat tüccarlarına ya da liberal İslamcı “aydın”lara sıcak bakmaya başlayacak halimiz yok!
Emperyalist saldırganlığın işbirlikçileri de krize sürükleme potansiyelini nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, Kemal Okuyan, Gelenek’in geçen sayısında yazmıştı:
“Bizi asıl ilgilendiren, krizin İslamcı siyasetin etki alanındaki yaygın toplumsal kesimlere nasıl yansıyacağıdır. Gerçekten daha radikal ve anti-emperyalist dinci hareketlerin ortaya çıkıp çıkmayacağından daha önemli olan, gelişmelerin bu etkiyi azaltma olasılığıdır.
Bu anlamda solun işbirliği ya da ittifak için ‘unsur’ arayışı yüz kızartıcıdır, iktidarsızlığın yeni örneğidir, üzerinde çalışılması gereken AKP’nin, Fethullah’ın, İslamcı yayın organlarının, Saadet Partisi’nin, kısacası İslamcı olarak adlandırılan ve algılanan aktörlerin krize karşı takınacakları tutumun toplumsal sonuçlarından sosyalizan ve yurtsever bir enerji yaratmanın mümkün olup olmadığıdır.”19
Dipnotlar ve Kaynak
- Karl Marx, “Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie. Einleitung”, Karl Marx-Friedrich Engels, Werke, (Karl) Dietz Verlag, Berlin, Band 1, Berlin-DDR, 1976, s. 378-391, http://www.mlwerke.de/me/me01/me01_378.htm (erişim tarihi: 17 Eylül 2006).Marksizmi bir felsefe olarak yorumlamak isteyenlerin çok sevdiği alıntıların neredeyse tümü 1845 öncesine ait. Oysa Marx ve Engels, felsefeyle ilgili yukarıdaki türden görüşlerini korumamış ve 1845-46 yıllarında kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’nde şunu söylemişlerdi: “Felsefe ile gerçek dünyanın incelenmesi arasındaki ilişki mastürbasyon ile cinsel aşk arasındaki ilişkiye benzer.” (Karl Marx-Friedrich Engels, “Die deutsche Ideologie”, Karl Marx-Friedrich Engels, Werke, Band 3, s. 5-530, Dietz Verlag, Berlin-DDR, 1969, http://www.mlwerke.de/me/me03/me03_168.htm#I_III_1_5 (erişim tarihi: 17 Eylül 2006.)Bu yazının konusu olmamakla birlikte, bu kadarıyla bırakmak da yanlış olacağından, Marksizm ile felsefe arasındaki ilişki üzerinde kısaca durmak istiyorum.1845 sonrasında, Marx ve Engels, “felsefe” sözcüğünü olumsuz anlamlar yükleyerek kullanır. “Felsefi” olduğu iddia edilen çözümlemeleri vardır tabii ki; ama bunların hiçbiri yazarları tarafından, felsefi birer tartışma olarak sunulmamıştır.Kuşkusuz, kendileri açıkça böyle söylemese bile, Marx ve Engels’in “aslında” felsefe yaptıklarını (ya da “felsefe de yaptıklarını”) iddia etmek mümkündür.Ama Marksizmin asıl olarak (ya da “büyük oranda”) bir “felsefe” olduğu iddiasını desteklemek için ileri sürülen tezlerin önemlice bir bölümü örneğin özel ve genel görelilik kuramları için de geçerlidir. Einstein, bu kuramları geliştirirken, “nesnel gerçeklik” hakkında “felsefi” sayılabilecek öncüllerden hareket etmiştir. Hatta, kuantum mekaniği çok daha fazla “felsefe” barındırır.“Felsefe” kavramının kapsamı yeterince genişletilirse, dışında hiçbir şey kalmaz. Nitekim, felsefe geçmişte, insanlığın düşünsel birikiminin çok büyük bir bölümünü kucaklıyordu. Ama zamanla alanı daraldı. Ne kadar?Felsefe hakkında Marx’a oranla çok daha fazla yazan Engels, şöyle tarif ediyor:“Doğanın ve tarihin dışına atılan felsefeye, yalnızca, kalmış olduğu kadarıyla, saf düşünce alanı kalıyor: düşünme sürecinin kendisinin yasaları, mantık ve diyalektik.” (Friedrich Engels, “Ludwig Feuerbach und der Ausgang der Klassischen Deutschen Philosophie” (Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu), Karl Marx-Friedrich Engels, Werke, (Karl) Dietz Verlag, Berlin, 1975, Band 21, s. 259-307, http://www.mlwerke.de/me/me21/me21_291.htm.Kanımca, Marx ile Engels’in en büyük talihsizliklerinden biri, aşırı ölçüde, yüceltildikleri ölçüde, yüceltenlerinin önyargılarını alt edemez hale gelmeleri.
- Karl Marx, “Zur Kritik…, a.g.y. Burada aktarılan paragraf, “Din halkın afyonudur” cümlesinin hemen ardından geliyor. Dolayısıyla, Marx’ın yaşadığı dönemde afyonun ilaç olarak kullanıldığı ve bu metinde dine olumsuz bir anlam yüklenmediği türü iddialara hak vermek mümkün değil.
- “(…) hem (…) komünist bilincin kitlesel ölçekte üretilmesi hem de hedefe ulaşılabilmesi için insanların kitlesel ölçekte değişmesi gereklidir ve bu da ancak pratik bir hareketle, bir devrimle mümkündür; dolayısıyla, devrim, yalnızca egemen sınıf başka bir şekilde devrilemeyeceğinden değil ama aynı zamanda onu deviren sınıf ancak bir devrimle tüm eski pisliklerden kurtulabileceği ve toplumun yeniden kuruluşunu gerçekleştirebilecek duruma gelebileceği için gereklidir.” Karl Marx-Friedrich Engels, “Die deutsche Ideologie”, a.g.y., www.mlwerke.de/me/me03/me03_017.htm#I_I.
- V. İ. Lenin, “Socialism and Religion” (Sosyalizm ve Din), Collected Works, Progress Publishers, 1965, Moscow Volume 10, s. 83-87, http://www.marxists.org/archive/lenin/ works/1905/dec/03.htm.
- a.g.y.
- Kemal Okuyan, “Marksizm Aydınlatmıyor mu?”, Gelenek 65, Temmuz 2001, s. 39.
- Michael Löwy, Marksizm ve Din, çev: İrfan Cüre, Belge Yay., İstanbul Eylül 1996, s. 112. Olur olmaz her yerde “Stalinizm eleştirisi” yapmadan duramayan Löwy, devamında, sevdalısı olmadığı Lenin’den destek alarak, şunları söylüyor: “Lenin Felsefe Defterleri’nde, diyalektik bir idealizmin, metafizik, gelişmemiş, ölü, kaba ve ‘ahmak’ maddecilikten üstün olduğunu ileri sürmüştü. Kurtuluş teologlarının devrimci idealizminin, burjuva iktisatçılarının ve bazı Stalinist ‘marksist’lerin ‘ahmak’ maddeciliğinden üstün olduğu söylenemez mi? Özellikle de bu teolojik idealizm, toplumsal gerçekliği tarihsel maddeci bir yaklaşıma tümüyle uygun bir biçimde ele almışken…”
- a.g.y., s. 114.
- 1979 yılında Pravda’da yayımlanan bir makalede şunlar söyleniyordu: “(…) pek çok dini ilke, sınıflı toplumlarda sömürülen kitlelerin toplumsal protestolarının bir yansıması olarak ve sınıfsal baskıya karşı yürütülen çoğu ilerici hareketle ilişkili olarak doğmuştur, köleci ve feodal toplumlarda bu mücadele zaten dini kisveyle yürütülmüştür. (…) bir kısım dini lider şimdi ‘Hıristiyan sosyalizmi’, ‘İslami sosyalizm’ vb. kavramları ortaya atmaktadır. Böylesi teorik kavramlar, doğal olarak oldukça farklı amaçlara hizmet edebilir; kitleleri gerçek toplumsal ilerleme mücadelesinden uzaklaştırabilir, ya da halk güçlerinin geniş koalisyonu içinde bir bölme oluşturarak devrimci değişim hedefine hizmet edebilir. Doğal olarak, bütünüyle dünyevi olan olayların üzerinde dinin etkisi özgün tarihsel duruma verili çağın ayırt edici özelliklerine, ülkenin geleneklerine, toplumsal ilerlemenin kazanımlarına, ilerici demokratik güçlerin kaydettiği başarıya bağlıdır (Mihayil Mçedlov, “Modern Dünyada Din”, Sosyalistler ve Din, çev: Servet Apaydın, Gelenek Yay., İstanbul, Mart 2000, s. 11-12).
- a.g.y., s. 32.
- a.g.y., s. 117.
- Löwy, Latin Amerika’daki devrimci dinsel akımları açıklarken, dinsel inançlara da merkezi bir ağırlık verilmesini istiyor. Oysa emperyalist sömürü ve egemen sınıfların baskısı altında güçlenen devrimci toplumsal dinamiklerin ve sosyalizmin dünya ölçeğindeki prestijinin dinsel kurumlar üzerinde de etkili olduğu ve bu kurumların içinden devrimci kolların çıkmasına yol açtığı tezi, reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında “kurtuluş teolojisi”nin neden gerilediğini de açıklar…
- Luigi Longo, “Ne Din Devleti ne de Devletçi Allahsızlık”, A. Gramsci, L. Longo vd., Tarihsel Uzlaşma, çev: Yılmaz Öner, İletişim Yayınları, İstanbul, 1984, s. 94.
- a.g.y., s. 94.
- a.g.y., s. 95.
- Walter Russell Mead, “God’s Country?”, Foreign Affairs, September-October 2006, www.foreignaffairs.com.
- Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemle paralellik kurmak ne kadar doğru olur ayrı konu ama, Avrupa Solu Partisi’nin tutumu, 1914’te kendi burjuvazilerini destekleyen Avrupalı sosyal demokrat partilerin tutumuyla aynı. Bu partinin 1 Ağustos 2006’da Avrupa ülkelerinin devlet ve hükümet başkanlarına sunduğu çözüm paketinde, Lübnan’a uluslararası bir askeri gücün yerleştirilmesi ve bölgeye başka devletler tarafından silah gönderilmesinin engellenmesi (!) talepleri de yer alıyordu (http://www.european-left.org/Members/mherberg/ pressrelease.2006-08-01.7915015341) Diğer taraftan, Fransız Komünist Partisi ile İtalyan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi, hükümetlerinin Lübnan’a asker gönderme kararlarını destekledi. Bu arada, Avrupa Solu Partisi’nin diğer önemli partisi olan Alman Sol Parti-Demokratik Sosyalizm Partisi’nin göçmen politikaları sözcüsü, Eylül ayı sonlarında Almanya’da düzenlenen İslam Konferansı’nı desteklemenin ötesinde, dinler arasındaki diyalogun tek günle sınırlandırılmaması gerektiğini vurguladı!
- Her ihtimale karşı ekleyeyim: İran’daki molla rejiminin Küba ve Venezuela sayesinde nitelik değiştireceğini, devrimci bir çizgiye geleceğini falan iddia etmiyorum tabii ki.
- Kemal Okuyan, “Çözülüşten Vazife Çıkarmak”, Gelenek 89, Eylül 2006, s. 31.