Sosyalizm Programı ilk olarak 1992 başında, Sosyalist Türkiye Partisi’nin kuruluşundan yaklaşık 11 ay önce bir taslak metin olarak yayınlanarak sol kamuoyunda tartışmaya açıldı. Aradan geçen yaklaşık 14 yıl boyunca bir dizi tashih geçirdi, önemli ekler ve çıkarmalar yapıldı. Ama temel sistematiği, metodolojisi değişmedi. Programımızın karakteristik özelliklerini bazı tezlerden izleyebiliriz.
Bunlardan biri, bugünkü siyasal mücadelenin, başka herhangi bir hedefi değil, ama doğrudan sosyalizmi programlaştırması gereğidir. Programda bu açıdan herhangi bir bulaşıklık bulunmamasını kuşkusuz “sosyalist devrimciliğe” ve “iktidar perspektifi”ne borçluyuz.
“Devletli” bir program
Sosyalizmde devlet başlığı altında önem taşıyan bir tez, sözü edilen sosyalist toplumun hep bir devrim süreci olarak görülmesidir. Bu belge “devrim döneminin programı”dır. Sosyalizm Programı sosyalist devrimi önceleyen mücadelenin gereklerini, görevlerini sosyalist devrim hedefine bağımlı değişkenler olarak görmekte, esas olarak bu saptamayı yapıp geçmekte, güncel mücadeleleri ayrıca programlaştırılması gerekmeyen taktik konular kapsamında kavramaktadır. Öte yandan program, devrimin zaman skalasında gidebileceği en ileri noktaya kadar gitme çabasında da değildir. Ne yakın ne çok uzak… Peki bu ayarın kriterleri nedir?
Mücadele hedeflerinin zaman çizelgesinde ilerilere itilmesi güncel siyaseti zora sokan bir etki yapacaktır. Program belirli bir öznenin kendi yürüteceği mücadeleyi anlamlandırır. Zaman mesafesi açıldığı ölçüde kaçınılmaz olarak, bugünkü verili öznenin gözünde, geleceğin eylemcisi giderek flulaşacaktır. Bu belirsizlik verili öznenin gelecekle/programla arasında pratik bir yabancılaşma yaratacak, program bugünü politize etmekte elverişli bir araç olmaktan çıkacak, bu anlamda değersizleşecektir.
Ancak bunun tersi doğru değildir. Program ne kadar güncelci olursa bugünkü mücadele için o kadar elverişli, politik, işlevsel hale gelmez. Tam tersine programda yalın anlamıyla güncelcilik, durmaksızın yenilenme gereksinimi hissedilmesine, programın bu yoldan değersizleşmesine yol açar.
Sosyalizm Programı bugün kapitalizme karşı mücadele veren işçi sınıfı partisi olarak, TKP’nin “kendi” önüne koyduğu, bizzat kendisi yapmak üzere hedeflediği bir çerçeveye oturtulmuştur.
“TKP’nin varlığına temel oluşturan amaç, Türkiye’de sosyalist iktidar mücadelesi vermek ve sosyalizmi kurmaktır.” (Sosyalizm Programı – I Temel Tanımlar ve Amaç – A. TKP’nin Niteliği, Kimliği: 6.madde)
“TKP’nin amacı, sosyalist devrim ve sosyalizmin kuruluşudur.” (SP- I – B. TKP’nin Amacı: 1.madde)
“TKP programı, işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek devrim döneminin programıdır…” (I – B: 3.madde)
Yani siyasal iktidarın TKP öncülüğündeki işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve sosyalizmin kuruluşu…
Konumuzla bağlantı kurmanın zamanıdır: Bu dönem “devletli” bir dönemdir. Bugünkü mücadelenin üretebileceği bir siyasal program, gerçekten siyasal mücadelelere rehberlik edebilecek, harekete yön kazandırabilecek, kadrolarda yabancılaşma değil bağlanma üretebilecekse, tüm bunların bir “son kullanım tarihi” olsa gerekir. Sosyalizm Programı bu tarihi, aşağı yukarı önderlik edeceği sınıfın, işçi sınıfının toplumda ayrı bir taraf olarak varlığının son bulacağı moment olarak tarif etmiş oluyor. Bu momente ulaşıldığında program hedeflerine ulaşılmıştır ve her şeyin ve bu arada programın da yenilenmesi kesinlikle gerekecektir.
Programın girişini oluşturan “Çağrı” bölümünde de referans aynı devrim dönemine yönelik.
“1871 Paris Komünü ve 1917 Ekim Devrimi, işçi sınıfının siyasi iktidarı alarak sosyalist kuruculuğa giriştiği büyük tarihsel meydan okumalardı. Birincisi yalnızca 70 gün, ikincisi 70 yıldan fazla süren bu iki cüretli girişim ve özellikle de ikincisi eşsiz değerde bir deneyim hazinesi oluşturdu.” (SP- Çağrı)
Bugünkü mücadelenin öncelikle bu deneyim hazinesini geliştirerek yeniden üretmeyi önüne koyması gerektiği açıktır. İşçi sınıfı iktidarı almadan sınıfları ortadan kaldıramaz. Proletarya diktatörlüğü kurulmaksızın devlet denen diktatörlük yok edilemez. Ancak devrimin enerjisi sürekli yenilenebildiği takdirde yeni çatışmalara yer bırakmayacak bir dünya düzeni tesis edilebilir.
Sosyalizm “çağrı”sının evrensel ve sınırlar ötesi olması doğası gereğidir. Ama bir çağrı aynı zamanda bir siyasal programın girişini oluşturuyorsa, zaman ve mekan koordinatları verilmelidir:
“Bütün uluslar özgürlük ve eşitliğe layıktır. Komünistlerin mücadelesi yeryüzünde tek bir sömüren ve tek bir sömürülen kalmayıncaya kadar devam edecektir. Ancak biz Türkiye Komünist Partisi’yiz. Biz Türkiye’de yaşayan bütün uluslardan emekçileriz, aydınlarız. Bizim öncelikli görevimiz kendi topraklarımızda eşitlik ve özgürlük bayrağını dalgalandırmaktır.” (Çağrı)
TKP’nin hedefi ve yapabileceği, öznesi olmaya adaylığını ve iddiasını ilan ettiği Türkiye’de sosyalizmin inşasıdır. Türkiye sosyalizminin uluslararası bağları ve içinde devineceği dünya konjonktürü açısından TKP bu anlamda bir “özne” oluşturmamaktadır. Tekil bir ülkenin işçi sınıfı partisi, ancak bu karmaşık dünya denkleminin anlamlı bir değişkeni haline gelebilir. Ya da çok sayıda özneden biri… Dolayısıyla bugün sosyalizm mücadelesi verenler, gelecekte emperyalizmin varlığını sürdüreceği bir dünyada işçi sınıfı iktidarının programını şekillendirmek göreviyle karşı karşıya geleceklerini varsaymalıdırlar.
Devrim mi yeni bir statüko mu?
“İktidar, bir sosyalist demokrasi olarak örgütlenir.” (II Sosyalist İktidarın Programı – A. Siyasal Yapı: 1.madde)
Demokrasi bir devlet biçimidir ve her devletin bir sınıf iktidarını ifade etmesi gereği, her demokrasi de sınıflı bir toplumu varsayar. Sosyalist demokrasi bu kurala istisna oluşturmaz. Burada sosyalizm sınıflı bir toplum olarak betimlenmiş olmaktadır. Sosyalist demokrasi “tüm halkın devleti” değildir.1
Program sosyalist demokrasiye detaylı bir tanım getirmektedir:
“a) Sosyalist demokrasi, iktidarın başta üretim süreci olmak üzere, toplumsal yaşamın tüm dokusuna yayılmasıyla mümkündür. Sosyalist demokraside işçi sınıfı, toplumsal örgütlenmeleri aracılığıyla yönetimdedir. İktidar organları, fabrikalar, atölyeler, bürolar, çiftlikler, okullar ve kışlalardan başlayarak yukarıya doğru uzanır.
b) TKP, toplumun bütün kesimlerini yönetime katacak yerel iktidar organlarının yaratılmasını ve bu organların yetkinleşmesini özendirir ve güvenceye alır.” (II -A: 2.madde)
Burada betimlenen olgu iki yönden okunmaya açıktır ve her iki okuma da marksizm-leninizm açısından anlam ve doğruluk değerine sahiptir:
Bir, iktidarın toplumsallaştırılması, yönetme fiili, yönetenler kesiti ile yönetilme hali ve yönetilenler kalabalığı arasındaki yabancılaşmanın tasfiyesi.
İki, iktidardaki sınıfın egemenliğini toplumsal dokuya nüfuz ettirerek güçlendirmesi.
Bu iki anlamdan biri mevcut yapının tasfiyesinin, ikincisi ise güçlendirilmesinin altını çizmektedir. Devletin ancak sosyalist toplumsal yapıda son derece güçlenmesi durumunda sönümleneceği hatırlandığında bu iki anlam arasında çelişki yoktur. Ancak iki boyutun yürütülmekte olan siyasal-toplumsal pratiğe eşdeğer bir rehberlik üstleneceklerini düşünmek ise mümkün değildir. Diyalektik birlik, olduğu gibi uygulamaya taşındığında karşımıza basit çelişkiler çıkıverir. Sorunun içinden nasıl çıkılacağına ilişkin önerim, ikinci boyutun, devletin güçlendirilmesi güdüsünün asal, birinci boyutun, devletin nihai tasfiyesi güdüsünün bağımlı değişken olarak kabul edilmesi. Yeni tipte devlet/sönümlenen devlet soyut bir özgürlükçülük bağlamında değil, ancak sosyalist devletin somut güçlendirilmesi yoluyla anlamlandırılabilir.
Program mücadelenin bugünkü evresinde geleceğin sosyalist toplumu için temel kurucu belgedir. Bu işlevle donatılmış bir belgenin yazımının da pozitif bir anlatım içermesinin tercih edilmesi doğrudur. Hele emperyalist ideolojik saldırıların karalamalarına karşı sosyalizmin eskiye dönük “yıkıcı” eyleminin, meşruiyetini geleceğe yönelik büyük kurucu eylemden aldığı apaçık sunulmalıdır. Sosyalist demokrasi bugüne dek insanlığın tanık olduğu bütün demokrasilerden binlerce kez daha demokratik olduğu, kitlelerin aktif katılımını esas aldığı için pozitif bir anlatımı zaten hak etmektedir. Ama sosyalist toplumsal düzenin tarifinde “iktidar” ve “katılım” boyutları, sınıfların, sınıf mücadelelerinin ve yönetme fiilinin mevcut olduğu her durum gibi, birbirinden ayrılabilir.
Burada sorun pratikte bardağın yarısının dolu mu boş mu olduğunun söyleneceğine indirgenebilir. En geniş kitlelerin toplumsal süreçlere katılımının temini, insanın insanı sömürmesini öngören akımların sosyalist yasallıktan dışlanmasıyla bir ve aynı şeydir eninde sonunda. Ama bardağın yarısına hangi yönden bakacağımız basit ve önemsiz bir tercih değil, bir perspektif konusudur.
Örneğin program “bürokrasiye karşı önlemler” içermektedir. Peki bu önlemler mükemmel bir sosyalist demokrasinin elde edilmesi hedefinden hareketle mi geliştirilip uygulanacaktır, yoksa işçi sınıfının sosyalist iktidarını ülke içinde ve dünya üzerindeki karşı-devrim dinamiklerine karşı dirençli kılmak için mi? Devrimcilerin yeni bir statükosu mu, yoksa devrimin enerjisini yeniden üretebilme koşulları mı?
Sosyalist demokrasinin kurumsallığı açısından fazla öneminin olmadığı düşünülebilecek bu açı, farkı gerek karşı-devrime direnç gerekse sınıfsız topluma yürüyüş göz önüne alındığında kritik hale gelecektir. Yukarıda işaret edilen pozitif anlatım bu ayrımı gölgelemelidir. Hele reel sosyalizmin dünyanın üçte birine ağırlık koyduktan ve 70 yaşını doldurduktan sonra çözülebilmesi, sosyalizm uygulamalarının sosyalist iktidarın güçlendirilmesi hedefine referansla kavranması gereğine yapılan bir vurguyu haklı çıkartır.
Devrim, sürüyorsa vardır. Sömürü düzenlerinde kitleleri baskı altına aldığı ölçüde sağlamlaşan iktidar, sosyalist toplumda, toplumun bütün kesimlerine yaygınlaşabildiği ölçüde güçlüdür. Ve sınıfsız topluma yürüyüşü sürmekte olan bir sosyalist toplum, iktidarın/devletin nasıl tasfiye edileceği sorusuna değil, nasıl tahkim edileceği sorusuna yanıt bulmak durumundadır.
En netameli başlıklardan biri olan silahlı kuvvetler için de bu geçerlidir.
“5. b) Silahlı kuvvetler, sosyalist toplumun hizmetindedir. Silahlı kuvvetlerin topluma yabancılaşması önlenir.” (II – D. Dış Politika ve Savunma)
Hiçbir önlem Silahlı Kuvvetlerin sosyalist devletin egemenliği ve iktidarıyla ilgili işlevlerinin delinmesi gibi bir maliyeti göze alamaz. Ve Silahlı Kuvvetlerin topluma yabancılaşmaması için bugünün kavramıyla “sivil toplum” tarafından kuşatılması veya özgürlükler tarafından “baskı altına alınması” biçiminde modeller kökten yanlıştır. Tersine yabancılaşmanın önlenmesinin biricik kanalı Silahlı Kuvvetlerin güçlenmesinden geçebilir.
Tahkim edilen proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak devletin tasfiyesine doğru yol aldığı elbette hem teorik hem pratik bir doğru. Ancak soruların yerini değiştirenler, teoride de pratikte de sınıfsız topluma yürüyüşün belirleyici halkasını ifade eden sosyalist iktidarı zaafa uğratacaklardır.
Devreyi tamamlayan saptama, iktidarın, içerideki sömürücülere ve işbirlikçilere dönük baskıcı işlevlerinin mümkün olan en kısa sürede gereksizleşerek ortadan kalkacağıdır:
“TKP, sosyalist demokrasinin gereği olan devletin her yurttaşı kapsaması hedefini göz önüne alarak, devlet mekanizmasının etkili ve üretken olmasını sağlayacak politikaları geliştirir; devlet-toplum ayrımının bu biçimde ortadan kaldırılacağını savunur. Devletin nihai olarak sönümleneceği göz önünde bulundurulduğunda ve bu doğrultuda, sömürücü sınıf ve ideolojilerin varlık zeminlerinin de ortadan kalkmasıyla birlikte, devletin baskıcı işlevleri tasfiye olacaktır.” (II – A: 6.madde)
Daha fazla ilerlemeden buraya kadar söylenenlerle arasında kimi aykırılıklar olduğu düşünülebilecek maddelere bakalım. Birkaç alıntı daha yapacağım…
“B. Temel Özgürlükler” başlığı altında yer alan,
“İnsanın insanı sömürmesini açık ya da dolaylı biçimde savunan, savaş kışkırtıcısı, din istismarcısı, ırkçı ve faşist düşünceler toplumun özgür gelişiminin önünde engel oluşturdukları için propaganda ve örgütlenme özgürlüklerinden yararlanamazlar…
Sosyalist toplumun gelişimine engel oluşturan, ahlaki çöküntü ve yabancılaşmaya yol açan insan kaçakçılığı, fuhuş, kumar ve uyuşturucu madde ticareti yasaklanır…
Aşiret yapıları tamamen ortadan kaldırılır ve bu yapıların kültürel ve ideolojik alanlardaki izlerinin bütünüyle silinmesi için çaba gösterilir.”
maddelerinin kısıtlayıcı (yani pozitif olmayan) anlatımlara sahip olması bir şey değiştirmiyor. Bu maddeler yasaklar koyarken büyük çoğunluğun özgürlüklerini genişletmiş oluyor.
Devlet/iktidarın tahkimi ile toplumsal özgürlükler arasında birincinin esas kabul edilmesi yolundaki önermeyle çakışmayan bir madde yine de var:
“C. Ekonomik Yapı” bölümünde 15. madde:
“Sendikalar sosyalist kuruluş sürecinde işçi sınıfının yönetime katılma, sosyalizmin temellerini sağlamlaştırma ve onu koruma araçlarından bir tanesidir
a) Sendikalaşma ve grev hakkı, tüm emekçileri kapsayan bir biçimde yasalarla güvence altına alınır.”
Programın bütün maddeleri uygulanmak içindir, 15-a fıkrasının tanımladığı grev ise, sanırım, Sosyalizm Programı’nda “gerçekleşmemesi dilenen” biricik maddedir. İşçi sınıfı iktidarını tüm emekçilere yaygınlaştıran, katılım mekanizmaları örgütleyen, sınıfı kitlesel olarak eğiten, özetle -dar anlamıyla devletin değil- sosyalist iktidarın bir kolu olarak sendikalardan söz ediyoruz. İşler yolunda gittiği ölçüde işçi sınıfı kendi iktidarına karşı neden grev yapsın ki? Karar süreçlerine katılacağı onca yol varken…
Ancak eninde sonunda hakkında konuştuğumuz bir devlettir ve “kentin yurttaşlarının” agorada toplanıp daha doğrudan mekanizmaları işletmelerinin mümkün olmayacağı açıktır. Devlet tanım gereği bir vekâlet, temsilde dolayım anlamı içerir. Sosyalist devlet ve işçi sınıfı iktidarında, geniş işçi emekçi kitlelerle kendi devletleri arasında bile… Yani; programın, bu yazıda savunulan program kurgusuyla çelişecek madde sayısı çok daha fazla bile olabilirdi.
Her demokrasi farklı güçler arasındaki ilişkileri tanımlar. Katılım yolları sonuna kadar açık olsa bile işçilerin ve sendikaların grev hakkına başvurmaları bir olasılıktır. Sosyalist iktidar yalnızca özgür katılımla değil pratik yaptırımı olan araçlarla da denetlenebilmelidir. Kuşkusuz bu denetim türü sosyalizmin devlet iktidarının güçlendirilmesi anlamına gelmeyecek, dolayısıyla sosyalizmin olağan bir unsurunu temsil etmeyecektir.
Dahası ve özellikle, programı sosyalist veya devrimci kılan bu tür özgürlükler, haklar değildir. Tersine grev hakkının kullanılması işçi sınıfı iktidarının sosyalist yürüyüşte veya devrimci kimliğinde bir takım sorunlar olduğunun açık delili olacaktır. Yine bu tür özgürlüklerin programın devlet iktidarını güçlendiren yanlarını dengelediği, karşı ağırlık oluşturduğu da düşünülmemelidir.
Benzer çağrışımlar yapan bir diğer bölüm, her sosyalist programın baş ağrısı olan tarımla ilgili. Yalnızca ilgili yeri aktarıyorum:
“16. a) Tarım emekçilerinin, özgür çiftçiler olarak kolektif çiftliklerde ve tarım proleterleri olarak devlet işletmelerinde toplanmaları için siyasal ve ideolojik mücadele verilir. Kolektif çiftliklerin kamu mülkiyetine uyumlu ve onunla çelişmeyecek biçimler bulması sağlanır.”
Herhalde sosyalist iktidarın asıl hedefinin kolektif çiftliklerde “özgür” emekçiler yaratmak olmadığı açıktır. Buradaki özgürlük kategorisi doğrudan devlet işletmeciliğine geçmekte zorlanacak olan orta/küçük köylülüğün bir üretim aracı olarak toprağa değilse de, emeğin ürününe sahip çıkması anlamında mülkiyetçi bir içeriğe sahiptir. Kuşkusuz sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkileri esasen devlet işletmeciliğini gerektirir; diğer biçimler geçiş süreçlerini anlatır.
İktidar ve parti
Programın sosyalist devleti nasıl bir metodolojiye yerleştirdiğiyle bitişik bir diğer başlık parti-devlet ilişkileri olmalıdır. Burada ilk akla gelen sorulardan biri eski sosyalist ülkelerin ve bu arada bugün Küba’nın da anayasa maddesi olan ve genel olarak “iktidar tekeli” diye anılan başlık olmaktadır.
Yeri gelmişken 1977 Sovyet Anayasası’nın 6.maddesini hatırlayalım:
“(1) Sovyet toplumunun yönetici ve yönlendirici gücü ve siyasal sistemin, bütün devlet örgütlerinin ve diğer kamu örgütlerinin çekirdeği Sovyetler Birliği Komünist Partisi’dir. SBKP halk için vardır ve halka hizmet eder.
(2) Marksizm-leninizmle silahlanmış Komünist Parti toplumun gelişmesinin genel perspektiflerini ve elbette SSCB’nin iç ve dış politikasını belirler, Sovyet halkının büyük kurucu çalışmasını yönetir, halkın komünizmin zaferi için verdiği mücadeleyi planlı, sistematik ve teorik olarak kanıtlanmış bir karakter kazandırır.
(3) Bütün parti örgütleri SSCB Anayasası çerçevesi içinde faaliyet yürütürler.”
Glasnost etiketle karşı-devrim sürecinde bu maddenin Anayasa’dan çıkartılması öznenin kendini tasfiyesinin ve sosyalist iktidar iddiasının ortadan kalkışının simgesi olmuştu. Garbaçov’un “KP’nin yönetici rolünü” güvence altına alan 6 maddenin iptali yolundaki önerisini desteklemek üzere Moskova’da yapılan gösterilerde başka partilerin kurulabilmesi talep ediliyordu. Burada çok partililik ve sosyalist demokrasinin siyasal kurumsallaşmada kazanacağı biçime ilişkin başka tartışmalar, bir noktadan sonra talidir.2 1990 SBKP’nin bir siyasal parti olarak iktidarı elde tutma iddiasını geri çekmesine sahne olmuştur. Bu iddiaya sahip olmayan bir partinin değil devrilmesi, çözülmesi beklenmelidir. Olan da budur.
Meselenin özü sosyalist devrimin ve sosyalist iktidarın sürekliliğinde düğümlenmektedir. Bu sürekliliğin zedelendiği an karşı-devrim sürecinin önü açılıyor demektir. Sosyalist iktidar 1) yüzlerce/binlerce yıl ezilen/yönetilenleri temsil ettiği, 2) yukarıdan aşağı inşa edildiği, 3) emperyalist kapitalist dünya sisteminin varlığı altında yol aldığı için, bu yorum darlığı tarihsel zorunluluktur, ve herhangi bir ülkenin özgünlüğüne indirgenemez.
Bugün Küba Anayasası’nın 5. maddesi de aynı iktidar sürekliliğini tanımlamaktadır:
“Madde 5 Marti’nin düşüncelerinin ve marksizm-leninizmin takipçisi ve Küba ulusunun örgütlü öncüsü olan Küba Komünist Partisi, sosyalizmin kuruluşu ve komünist bir topluma ilerleyiş hedeflerine doğru yürütülen ortak uğraşı örgütleyen ve yönlendiren, toplum ve devletin en yüksek yönetici gücüdür.” (1992 Anayasası)
Siyasetçi, hele devrimci siyasetçi eninde sonunda yazılı kuralların değil, mücadelenin hayatı belirleyeceğini bilir. Hukuk kurallarının bir durum saptaması olmanın ötesinde mücadele hedefi olarak anlam kazanacağı unutulmamalıdır. Benzer bir maddenin bir dizi sosyalist ülke anayasasında yer bulmuş olması evrensel geçerliliği olan bir kural, bir hukuk ilkesi anlamına gelmemektedir. Evrensel ilke sosyalist devrimin sınıfsız topluma dek öncü parti tarafından kesintisiz bir süreç olarak yürütülmesi gerektiğidir.
Bu noktada Sosyalizm Programı açısından devlet ile partinin arasındaki mesafe gündeme gelecektir. Bu mesafenin kesin, değişmez tanımlara kavuşturulması hiçbir devlet yapılanmasında mümkün olmamıştır, sosyalist iktidarda da böyle bir formellik arayışı anlamlı olmayacaktır. Devlet ile öncü parti arasındaki mesafenin bir ilke konusu olarak algılanması durumunda devrimin sürekliliği ilkesi kaçınılmaz olarak ve en azından ikinci plana düşecek, bağımlı bir değişken olacaktır. Bugüne dek hiçbir toplum biçiminde partili siyasetten kopartılamayan devlet, sosyalizmde bu lükse hiç sahip olamaz. Tersine marksizm iktidarı oluşturan güçlerin ayrılığını, birbirinden bağımsızlığını ilan eden yaklaşımı tarihsel bir burjuva demagojisi olarak mahkum etmiştir. Kuvvetler ayrılığı kapitalizmin iktidarının sürekliliği zemininde anlamlandırılmıştır. Sosyalizm hem gerçeklerden yanadır, hem de sosyalist toplumsal mekanizmalar devrimci bir iktidarla organik bütünlük arz etmeksizin ayakta tutulamaz.
Devletin soğukluğunun sosyalist devlet için de kaçınılmaz olduğu varsayımı ise sağlıklı değildir. Partinin devrimci enerjisini, iktidarın somutlandığı devlet mekanizmalarından ayrı tutması kadar büyük bir saçmalık düşünülebilir mi? Parti devlete de öncülük etmeyecek midir? Bu görevi yerine getirmediği durumda devlet hangi araçlarla ve hangi kadrolarla işçi sınıfının gerek ülke ölçeğindeki gerekse uluslararası düzlemdeki çıkarlarını yürütecektir?
Sınıfsız toplum sürecinde sönümlenmesi umulan devletin komünist partiyle iç içe girmesi durumunda partinin söz konusu sönümlenme sürecine en azından katkıda bulunmayacağı yolundaki bir itiraz ise, iki açıdan temelden yanlıştır. Birincisi devletin sönümlenmesi bir iradi müdahalenin konusu olamaz, dünya çapında insanlığın devlet tipi örgütlenmelere duyduğu gereksinim nesnel temellerini yitirmedikçe, sönümlenme adı verilecek bir süreç işlemez. İkincisi de, en başta söylediğimiz gibi, yalnızca alabildiğine güçlenen bir sosyalist devlet zamanı geldiğinde sönümlenme nesnelliğiyle buluşabilecektir. Öncülük bu tarihsel süreçlerin ve görevlerin tamamını kapsar.
Parti ile devletin iç içe girmelerinin bürokratikleşme ve yozlaşmanın başlangıç noktası olduğu da bir diğer itiraz noktası olabilir. Bürokratlaşmamanın, yozlaşmamanın en sağlam güvencesi hiç iktidar olmamaktır. Sahipleri istese de istemese de, parti ile devleti karıştırmama ısrarı siyasal iktidar perspektifini sabote eder.
Parti-devlet ilişkisinde olası tehlike partinin devlette egemenlik kurarak demokrasiyi zedelemesi değildir. Risk, devlet mekanizmalarının bir dizi işlevi içinde partinin öncülük misyonunun önemsizleşmesi, giderek yitmesidir. Parti-devlet ilişkisi her ülke somutluğunda belirli bir hukuksallık çerçevesinde yeniden tanımlanmalıdır. Yukarıda söylenenlerden herhalde aklı başında kimse, tanımsız, keyfi ve iki kurum arasında özdeşlik öngörüsü gibi sonuçlar çıkarmayacaktır.
Son bir örnek din konusundan:
“TKP, her türden metafizik inanışın yerine insanlığın bilimsel kazanımlarının geçirilmesi için verilecek siyasal-ideolojik mücadelelerin öncüsüdür.” (E. Yeni İnsanın Yaratılması madde 16. d)
İsterseniz TKP bu mücadeleyi yürütürken, ayrı durduğu sosyalist devletin farklı ne yapacağı üzerine biraz kafa yorun. Sosyalist devlet kalkıp “tüm inanç gruplarının temsil edileceği” mekanizmalar mı kuracak? Herhalde değil!
Dipnotlar ve Kaynak
- Tüm halkın devleti kavramı marksist literatüre reel sosyalizm deneyimi ile dahil oldu. Çok yakın zamanda yayınlanan kitap çalışmasında Kemal Okuyan’ın SSCB’nin 1977 Anayasasında gündeme gelen bu konuyla ilgili değerlendirmesini, bir dipnot olarak aktarmak istiyorum: “…1977 girişimini (SSCB’de proletarya diktatörlüğünden tüm halkın devletine geçildiği yolundaki saptama kastediliyor- A.G.) Lenin’i revize etmeye dönük bir hamle olarak görmek saçmadır. Tam tersine, 1977’de devlet üzerine geliştirilen cesur açılım neredeyse Stalin sonrasında partinin teorik bir derinlik kazandırılabilen tek siyasal çıkışıdır. Buradaki yanlış, ‘proletarya diktatörlüğünün halkın devletine dönüşümü’ konusunda geliştirilen teorik argümanlar değil, bu dönüşümün zamanlaması ve sonuçlarıdır… Doğal olarak, eskisine göre daha geniş bir toplumsal taban üzerinde yükselen Sovyet devleti, henüz sönümlenme aşamasının çok uzağındaydı ama taşıdığı sınıf kimliğini silikleştirebilecek noktaya erişmişti.” (s.98-99) “Özetle ‘tüm halkın devleti’, iddialı, cesur ve ileri doğru hamle yapmaya kararlı bir parti önderliğinin elinde anlamlı bir toplumsal araç olabilecekken, bu özelliklerden uzaklaşmış durumdaki SBKP tarafından boşa giden ve bu nedenle son tahlilde zarar veren bir açılıma dönüşmüş oldu. Sıkıntı açılımda değil, açılımın öznesi olan partinin sosyalizm için toplumsal bir seferberlik gerçekleştirme yeteneğini yitirmesindeydi.” (s.100) Kemal Okuyan, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü üzerine Anti-tezler, Nâzım Kitaplığı, İstanbul, Kasım 2005.
- Gerçekten bu konu pratikte tali kalmıştır. Doğu Avrupa halk demokrasileri sosyalist çerçeveyi onaylayan partilerin varlığını çoğunlukla kabul etmiş, tek partili Küba ise reel sosyalizm sonrası dönemde seçimlerde partinin aday göstermesi sistemini geri çekerek, katılımı topluma yaygınlaştırmıştır. Kendi payıma bu başlığın sosyalist demokrasinin evrensel ilkelerinden biri olarak yanıtlanamayacağını, çözümün ülkelerin yerleşik/kurumsal geleneklerinden, kitle hareketinin verili toplumdaki tarihselliğinden, uluslararası konjonktürden vb etkilenmek zorunda olduğunu düşünüyorum.