1930’larda Cambridge’de genç bir öğrenciyken en yetenekli genç kızlarla erkeklerin pek çoğu Komünist Parti’ye katılmıştı. Ancak o günler son derece seçkin üniversitenin tarihinde çok parlak bir devir olduğundan, birçoğu dizlerinin dibinde oturdukları büyük isimlerden derinlemesine etkilenmişlerdi. Orada genç komünistler olan bizler kendi aramızda şakayla karışık kıyaslamalar yapardık: Komünist filozoflar, Wittgensteincılar; komünist iktisatçılar, Keynesçiler; komünist edebiyat öğrencileri de F.R. Leavis’in izleyicileriydi. Peki, ya tarihçiler? Tarihçiler Marksistti, çünkü Cambridge’de ya da başka bir okulda, bir usta ve esin kaynağı olarak Marx’la boy ölçüşebilecek tek bir tarihçi bile tanımıyorduk…1
Yoksa Marx bir liberal miydi? Neden olmasın? Gerekçelerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:
·Marx, her ne kadar klasik siyasal iktisada ciddi bir eleştiri yöneltmiş olsa da Smith ve Ricardo’nun geliştirmiş oldukları düzlemden kopamamıştı. Çünkü Marx, tıpkı klasik okulun mensupları gibi kapitalizmi “tam rekabet” ile özdeş görmüştü.
·Üstelik Marx iktisadi eleştirisini geliştirirken ağzına bir kere olsun “kapitalizm” sözcüğünü almamıştı. Marx’ın fikriyatında “sistem”e tekabül eden bir bütünlük mevcut değildi.
·Bunun yanı sıra liberal ideolojinin argümanı olan tarihsel ilerlemeyi, Marx, sisteminin merkezine yerleştirmişti. Marx’ın tarih yorumu olan “tarihsel materyalizm”, en âlâsından liberalizme kapı açıyordu.
·“Tarihsel ilerleme”yi iktisadi ve teknolojik gelişmeye indirgeyen Marx, kapitalizmin insanlığa tattırdığı acıları mazur göstermeye girişmişti. Bunu bilinçli olarak yapmamış olsa dahi Marksizm, anti-kapitalist muhalefetin kapitalizme yaklaşımını bu şekilde çarpıttı.
Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki, evet, Marx enikonu bir liberaldi!
Biraz doğruyu pek çok yanlış ile birlikte sununca bu sonuca varmak çok kolay oluyor. Kurumsal iktisatçılar ve Polanyi, Marx’ın ellerini kollarını bağlıyorlar; Braudel, Marx’ın arkasına çömeliyor; Wallerstein, Marx’la dostça konuşacakmış gibi yaklaşıp hayatı boyunca “tilmiz” olarak kalmış Frank’la beraber Marx’ı iteleyiveriyor. Marx, Braudel’in üzerinden yuvarlanıp yerde buluyor kendisini. Dört hamlede Marksizmi tuş edebiliyorsunuz. Söz konusu eleştirileri tek bir yazı kapsamında yanıtlamanın mümkünatı yok. Sizin de fark ettiğiniz üzere kimi noktalar dikkate alınmaya değmeyecek türden. Ancak ne olursa olsun Marksizmin herhangi bir alanda “başı boş” bırakılmaması gerektiği kanaatindeyiz. Marksizmin kimi başlıklardaki zafiyetlerini analiz etmek de bir yöntemdir. Ancak biz burada Marksizmin yeniden yorumlanmayı ve geliştirilmeyi bekleyen bir mücadele rehberi olduğuna işaret etmeye çalışıyoruz. Bir yandan da Marksistlerin ataletine… Kendisini tumturaklı “akademik” tartışmalara gömen Marksistlerin, Marksizmin durağan biçimde dahi iddialı olabileceği kimi başlıklarda bile dişe dokunur açılımlarda bulunamamalarından bahsediyoruz.
“Tarih”in tam da yukarıda bahsettiğimiz türden Marksistlerin muhafızlık etmesi gereken alanlardan bir tanesi, belki de en başta geleni olduğu kanaatindeyiz. Marksizmin tarih anlayışının, tarihsel materyalizmin savunulması gerekiyor. Bu gereklilik, ayakları havada duran nostaljik bir prestij arzusu ile açıklanamaz. Gerekliliğin oldukça nesnel gerekçeleri mevcut. Geldiğimiz nokta itibariyle tarihe Marksizmden başka sahip çıkacak, yahut çıkabilecek hiçbir teorik akımın kalmadığını görüyoruz. Bunun sebebi yalnızca Marksist düşüncede tarihin kapladığı özgül alan değil; Marksizm-dışı solu da dahil ederek konuşuyoruz, farklı tarih anlayışlarının tamamının, liberal ideolojinin tahakkümü altına girmiş olması. Bu durumu aşağıda sonuçlarıyla birlikte ele alacağız, ancak şu kadarını şimdilik söyleyelim: Tarihin savunuculuğu Marksizme kaldığından bu yana, tarihle olan hesaplaşma giderek Marksizmle hesaplaşma haline gelmiş durumda. Bir süredir tarihin “hareket yasalarını” ortaya koymak, tarihsel hareketin güzergahı üzerine yorum yapmak dahi lanetleniyor.
“Tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin, yıktığı ya da dönüştürdüğü önceki çeşitli tarihsel sistemlere göre ilerlemeyi temsil ettiği, düpedüz, doğru değil. Bunu yazarken bile günah duygusuna eşlik eden o ürpertiyi duyuyorum. Tüm benzerlerimle aynı ideolojik kalıptan çıktığım ve aynı dualara amin dediğim için tanrıların gazabından korkuyorum.”2
“Bilim” adına Marksizm eleştirisine girişenler, 19. yüzyıl bulaşıklıkları nedeniyle tüm sosyal bilimleri çöpe atmayı önerecek kadar radikalleşebilenler aslında hepimizin üzerimize takıp dolaşacağı bir muska yazmaya kalkışıyor. Kapıları muska takmayanlara artık kapalı tutma gayretindeler. Muska ile kapatılan kapıları Bilim’le zorlamak gerekiyor. Zorluyoruz.
Yukarıda alıntıladığımız pasaj ile beraber bu yazı kapsamında ele alacağımız eleştiri başlıklarına da değinmeye başlıyoruz. Tarihsel materyalizmin maruz kaldığı en temel “suçlamalardan” bir tanesi tarihsel ilerlemeyi savunması. Bununla iç içe geçen bir diğer suçlama ise Marksist tarih yazımının “ekonomik/teknolojik” determinizm ile malûl olduğu. Yazı kapsamında ele almayı tasarladığımız bir diğer nokta ise Marksistlerin bu eleştirilere ilişkin içinde bulundukları “karşı cenaha” hizmetten öteye geçemeyen savunma psikolojisini sergilemek. Ama tüm bunlardan önce içinde bulunduğumuz an itibariyle Marksizm ve tarih ilişkisine değinmek gerekiyor.
Tarihi sırtlanmak yahut teoriye güven
Bir disiplin olarak tarihte genel bir bunalımdan söz etmek mümkün görünüyor. Disiplinin tüm aktörlerine sirayet eden ve yaklaşık kırk yıldır süregiden bu “organik bunalım”ın var olan yapıyı rehabilite etmeye dönük olarak geliştirilen her türlü girişimi, eğip bükerek kendisine eklemlediğini ve bunalımın bir unsuru haline getirdiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Teorik sistemlerinin temellerinde liberal ideolojiden kopamayanların tarih disiplinine dönük yeni adımlar atmalarının yolu ise baştan kapanmış oluyor. Başlangıcı itibariyle 20. yüzyılda Tarih’in meydan okuması olarak görülebilecek Annales ekolünün geldiği noktanın muazzam bir sefalet arz ediyor oluşu ve açık bıraktığı kapılardan postmodernizmin süzülmüş olması buradan bakıldığında hiç de şaşırtıcı olmamaktadır. Bu görkemli çıkışın -mimarı olmasa bile- “başkomutanı” Braudel’in köşesine çekilmesinin ardından Annales, postmodern sübjektiviteye hapsolmuştur. Tarihin yeniden inşası amacıyla yola çıkanların inşa ettikleri yapının tarih yıkıcılarının meskeni haline gelmesi sözcüğün gerçek anlamı ile “tarihin ironisi”dir.
Son kertede tarih, geçmiş olayların gözlemi ile ilgilidir. Bu ifade tarih yazmak konusunda örtük bir sınırlama barındırıyor. Bu sınırlama bizim gözlem yeteneğimizin sonsuz olmayışı ile dolaylı olarak anlama ve yorumlama yeteneğimize ilişkindir. Bu durumu kabul etmek gerekiyor. Buradan varabileceğimiz sonuç ikilidir. Bunlardan ilki olaylar ile gözlem yeteneğimizi bir daha buluşmamak üzere birbirinden ayırmaktır. Hobsbawm bu yaklaşımı ustalıklı bir biçimde özetlemektedir:
“Yöntembilimsel olarak, esas olumsuz gelişme tarihte olan yahut olmuş olan ile gözlem ve idrak kapasitemiz arasında bir dizi bariyerin kurulmasıdır. Bu, objektif olarak orada duran bir gerçekliğin olabileceğini ve bu gerçekliğin farklı ve değişen amaçlarla gözlemci tarafından yaratılmadığını inkar etmektir. İddia edilen odur ki dilin, örneğin dünya ve bu arada geçmiş hakkında da konuşabilmemizin tek yolu olan kavramların, sınırlarının ötesine asla geçemeyeceğimizdir.” 3
Kolaylıkla görülebileceği gibi söz konusu yaklaşım sonsuz bir inkar ve septisizm ile sonuçlanmaktadır. “Gerçeklik”in yitiminin tarih yazımını şizofrenik bir mecraya sürükleyeceği aşikar olsa gerek. Bu şizofrenik durumun, gerçekliğin yitiminin en önemli göstergesi ise “gerçekler”in ortaya çıkmış olmasıdır. “Gerçek”in karşıtı yani gerçek-dışı olan kategorik olarak “yalan” değildir. Yalandan çok daha gerçek-dışı olan “eşit derecede kabul edilebilen gerçekler”dir ki bu çoğulluk, “gerçek” adı verilen ve içinde kuvvetli bir tekilliği ihtiva eden kategorinin ortadan kalkması anlamını taşır. Bu noktadan sonra öne süreceğiniz tarihsel kanıtların çok da bir önemi yoktur. Zira sizin gözlem kabiliyetinizin dışında “orada bir yerlerde”, gerçeğinizi darmadağın edecek başka bir “gerçek” yatıyor olabilir. Yahut tarih-dışı bir deha varolan gerçekleri yepyeni biçimde yorumlayabilir. Dolayısıyla -kusura bakmayın ama- sizin kanıtlarla “şişkinleşen” gerçeğinizin şu an için daha zayıf diğer “gerçekler”den herhangi bir farkı bulunmamaktadır. Bu viraj alındıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi gelmektedir. Örneğin bu yaklaşımın en temel sonuçlarından bir tanesi, insanlığın sonsuz sayıda fragmana ayrılabilmesidir. Koşul, bu fragmanların yorumlanmasından yola çıkarak “evrensel” doğrulara ulaşmamaktır. Geri kalan her şeyin mubah olduğu bu dünyada insanlar sokaklarına/mahallelerine, dinlerine, uyruklarına, cinsiyetlerine göre sınıflandırılabilirler. Bu tarz bir tarih anlayışı için tarihte ne olduğundan ziyade öznel sınıflandırmalar sonucu oluşan grupların olayı nasıl gördükleri, bu olayların onlarda nasıl bir duygu uyandırdığı, nasıl bir intiba bıraktığı önemlidir. Dolayısıyla, rasyonel açıklamaların yerini söz konusu grubumuzun olaya atfettiği “mana” almaktadır. Özellikle ‘80’lerle beraber güçlenen “kimlik siyasetleri”nin membaı burasıdır. Emperyalist merkezlerin insanlığa karşı giriştiği büyük saldırının bir parçası olarak Batı üniversitelerinin kürsülerinde, muska yazanlar tarafından geliştirilen bu anti-evrensel bakış açısının başımıza açtığı evrensel bela bugün daha net görülebilmektedir. Emperyalist merkezler kendi elleri ile serada yetiştirdikleri kimi kimlikleri bahane ederek krizlerine deva bulmayı denemektedirler. Bunun yanı sıra bugün emperyalist merkezler ve onların üfürükçülerinin tarihe ve tarih bilincine saldırmasını, bir çeşit meşruiyet inşası olan tarih yazımının gereksizleşmesiyle; yalnız tarihe değil, meşruiyete olan ihtiyaçlarının da ortadan kalkmasıyla açıklamak olasıdır. Meseleye soL’un dergi formatında birkaç kez değindiğimiz için bu açıklamayı kafi görüyoruz ve devam ediyoruz.
Gözlem ve idrak kabiliyetimizin sınırlılığı sorununa bir diğer çözüm ise bu sınırlı kabiliyetimizin bıraktığı boşluğu soyutlama yeteneğimiz ile doldurmaktır. Yukarıda bıraktığımız yerden devam edecek olursak, an itibariyle makbul tarih yazımının en önemli alamet-i farikalarından birisi de tarih yazımı ve hatta tüm sosyal bilimler ile teorinin zinhar yan yana gelmemesi gerektiği savıdır. Sosyal bilimler, gözlemlere ve verilere dayanmalıdır. Çünkü “toplum” soyutlanabilecek düzeyde homojen bir karakter sergilememektedir. Toplum kompleks bir yapıdır. Soros’un piri olan Karl Popper’in pek sevdiği biçimde söyleyecek olursak bu kompleks yapı bütünlüklü biçimde analiz edilemeyecek kadar karmaşıktır ve mademki bütünlüklü analiz imkanından mahrumuz o halde analizle uğraşmanın manası kalmamaktadır. Diğer taraftan bu kompleks yapı, kestirimlerin kesinsizliğini (inexactitude of prediction) beraberinde getirmektedir. Kaotik toplumsal formasyon söz konusu olduğunda kesin ve ayrıntlı bilimsel kestirimler imkansızdır.4 Mantık silsilesini tarihe uyarlayacak olursak ulaşacağımız nokta şudur: Tarih, genellemelere vurulamayacak kadar belirsizdir. Bir olayın gerçekleşmiş olması diğerlerinin gerçekleşebilme olasılığını ortadan kaldırmamaktadır. Bu durumda tarih, olasılık evreni sonsuz büyüklükte olan bir olasılık hesabıdır. Popper’in “mademki kompleks o halde analiz etmeyelim” mantığını buraya uyarlaması “mademki sonsuz o halde anlamayalım” olacaktır. Halbuki Popper’in öne sürdüğü savlar hemen her bilim için geçerli kabul edilebilir. Sormak gerekiyor, fizik çok öngörülebilir bir bilim midir? Fiziğin yeni gelişen ve önü açık olan dalları ne yazık ki Popper’in bu genellemesini boşa çıkarmaktadır. Popper’in sosyal bilimler için söylediği hemen her başlık fiziksel bilimler için de geçerlidir. Yeni pek çok dal ya da başlı başına bilim hiç de öngörülebilir değildir; doğrusal olmayan sistemler ve kaos mesela. Buradan aynı çerçevede kalmak isteyen birisi bilimin imkansızlığı sonucuna varabilir. Biz ise şunu rahatça söyleyebiliyoruz: Popper, bir akıl yıkıcısı ve bilim düşmanıdır.
Mademki ulaşmak istediğimiz sonuç bilimin imkansızlığı değil o halde tarih ile teorinin yan yana durabileceğini tarih yazımında teorik bir gözün kaçınılmaz olduğunu söylemiş oluyoruz. Einstein’ın epistemoloji konusunda sıkça başvurulan ifadesini burada aktarmak ve buradan kimi pratik noktalara geçmek gerekiyor.
“Bir kişinin kendi kendine öğrenebilmesi için gözlediğini aklında tutması faydalı olabilir. Ancak ilkesel olarak, bir teoriyi yalnızca gözlenebilir büyüklükler üzerine inşa etmek oldukça yanlıştır. Ne gözleyeceğimize karar veren teorinin kendisidir. (…) Fiziksel bir teorinin yalnızca gözlemlenebilir büyüklüklerle kurulabileceğine inandığın konusunda ciddi olamazsın.”5
Einstein’ın Heisenberg özelinde kuantum fiziğinin yöntemsel yaklaşımını eleştirdiği bu ifadede Einstein, çok önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Söz konusu ifadenin bizim konumuz olan tarih yazımına projeksiyonunu yapmaya çalışalım. Neredeyse “psikolojik veriler”den oluşan tarihsel gözlemlerden anlamlı bir bütün oluşturabilmenin yolu dağınık ve psikolojik verilerin bir teori etrafında ifadesinden geçiyor. Bilimin hiçbir soyutlamaya gitmeden somutlukların üst üste konduğu eklektik bir yapının ötesine geçmesi, somutlukların bir eksen etrafında yeniden anlamlanması gerekmektedir. Tarihin teoriye ihtiyacının özü buradadır. Eksen inşa etmek, kurgu yapmak gerekmektedir. Tarihteki “organik bunalım” en iyi tarih yazımına bakılarak anlaşılabilmektedir. Osmanlı tarihi deyince akla ilk gelen isimlerden olan Suraiya Faroqhi’nin ve bir dizi önemli tarihçimizin “arşiv fetişizmi” adını verdikleri ve yerdikleri yaklaşımı biraz açımlamak sanıyoruz ki derdimizin daha kolay anlaşılması için uygun bir fırsat sunacaktır. Yeni dönem tarih yazımının en önemli özelliklerinden bir tanesi mikro başlıkların hiçbir soyutlama ve yeniden yorumlama gereksinimi hissetmeden arşivlere sırtını yaslayarak ele alınmasıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan bilimsel eserler “Osmanlı’ya jartiyerin girişi” gibi başlıklar taşımaktadır. Bunun yanı sıra mesele yalnızca tarihin ağırlığını yitirmesi ile ilişkili değildir. Bunun yanı sıra arşivler “yalan merkezi” gibi çalışmaktadır. Tıpkı hemen tüm sosyal bilimlerin hareket sahasının tartışma götürmez matematiksel-istatistiksel modellere indirgenmesi gibi bütünlükten yoksun bir biçimde bir araya getirilen çarpık psikolojik bazı verilere yaslanarak yapılan üretim, tartışmalara karşı korunaklı hale getirilmektedir. Doğruluğu sorgulanamaz bu eserleri hem resmi tarihin hem de ona karşı geliştirilen “gayrı resmi” tarihin burada özetlediğimiz yöntem ile çalıştığını ispat eden onlarca örnek sunulabilir. Bu noktadan sonra “insanlığın tüm tarihi, belgelerin savaşımıdır” dedirtecek bir atmosfer oluşmaktadır. Ermeni Tehciri ve Kırımı konusunda iki tarafın da arşivlere dönerek kendi lehlerine “yeni” belgeler bulmaları ve bunları “yorumlamaları”, milliyetçiliği ve halklar arası düşmanlığı körüklemekten başka bir sonuç doğurmamaktadır. Egemen sınıfın ideologlarının “arşivlere, arşivlere ileri!!!” şiarının ve komutunun ardında ise kapitalizmin ve onunla beraber tarih sahnesine çıkan yapıların ezeli olduğunu ispat etme gerekliliği durmaktadır. Bu açıdan bakıldığına Popper’in bilim tarihi ve felsefesine ilişkin yapmak istediği aşı, tarih yazımında arşivcilik merakı ile gündemdedir. Popper’in adının geçtiği cümleden akıl ve tarih firar etmektedir. Burjuvazi, iktidarının devamı için kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi göstermek gerekliliğinin yanı sıra, bir tarihsel sistem olan yani kendisiyle beraber anılabilecek yapılar ile bir başı bir de sonu olan kapitalizmi tarih-dışına itmekle yükümlüdür. Bu algı düpedüz tarih bilincinin ve tarihin kendisinin veri yığınları içinde el çabukluğu ile kaybedilmesinden geçmektedir. Burada bir parantez açmak gerekiyor. Kapitalist-emperyalist sistem, tarihe ve tarih bilincine sadece tarih vasıtasıyla saldırmıyor. Kapitalizmi ve onunla beraber doğan kategorileri zaman ve uzamdan bağımsız biçimde sunma konusunda tarihçilerin eline su dökebilecek bir diğer grup varsa o da liberal iktisatçılar grubudur. Adam Smith’ten bu yana tüm burjuva iktisatçıları kapitalizmi insanlığın ilk ve son durağı olarak resmetme gayretinde olmuşlardır. İktisat disiplinini bir yanı agnostisizme, diğer yanı tartışma götürmez matematiksel kesinliğe teslim etmelerinin nedeni de yukarıda anlatmaya çalıştığımız sınıf güdüsüdür. Dolayısıyla diyebiliriz ki egemen sınıfların tarihe saldırısı hiç de yeni bir olgu değildir.
“İktisatçıların tek bir davranış tarzı vardır. Onlar için, yapay ve doğal olmak üzere yalnız iki çeşit kurum mevcut. Feodalizmin kurumları yapay kurumlardır ve burjuvazininkiler doğal kurumlardır. Bu şekilde tıpkı yalnızca iki din ihdas eden teologlara benziyorlar. Kendilerinin olmayan her din kul yapısıdır, kendilerinin ki ise tanrı vahyidir. İktisatçılar bugünün ilişkilerinin -burjuva üretim ilişkileri- normal olduklarını söylediklerinde kastettikleri servetin yaratıldığı ve üretici güçlerin doğanın yasalarına uygun olarak geliştiği ilişkilerin bu ilişkiler olduğudur. Dolayısıyla bu ilişkilerin kendisi zamanın etkisinden bağımsızlaşmış doğal yasalardır. Bunlar toplumu daima yönetmesi gereken ölümsüz yasalardır. Bu durumda bir zamanlar tarih vardı; ancak artık yoktur.” 6
Tüm dünyanın etrafında dönmesi için burjuvazinin öte-dünya güçlerini de yardımına çağırdığı “gerçek” budur. “Bir zamanlar tarih vardı ancak artık yoktur.” Fukuyama’nın “tarihin sonu” saptaması Marx’ın Felsefenin Sefaleti’nde bahsettiğinden başka nedir ki? An itibariyle, tarihe ve yasallıklarına güven gerekmektedir ve her ne kadar nihai belirleyen insan etkinliği olsa ve tüm sosyal yapılar bu etkinlik sonucu oluşmuşsa da, güven teorik bir meseledir. İşte bu yüzden bugün tarihte her zamankinden çok teoriye ihtiyaç vardır. Tarihi sırtlanmanın yolu buradan geçmektedir. Her türlü gerçekliği muazzam biçimde çarpıtan ve parçalarına ayıran günümüzün ideolojik bombardımanı altında neyi gözlemleyeceğimize karar veren bir teoriye, bir görme kılavuzuna olan ihtiyacımız muazzam yakıcılıktadır. Bizim iddiamız odur ki, Marksizmin tarih anlayışı insanlığın tarih bilincine yönelik bu saldırıyı göğüsleyecek ve tarihi sırtlanacak güçtedir.
Burada kritik soru şu şekilde kurulabilir: Acaba ünlü tarihçi Pirenne’in söylediği gibi teori ve tarih arasına Çin Seddi mi inşa edilmelidir? Tarihe hep Avrupalı gözlerle yarım bakan ve neredeyse kusursuz bir “ampirisist” olan Pirenne’in bu yaklaşımı söz konusu kişi kendisi olduğunda dahi geçerliliğini kaybetmektedir; (Pirenne özellikle feodalizmden kapitalizme geçiş meselesi ve Avrupa’daki kentsel yapıların doğuşu ve gelişmesi üzerine ayakları havada kalan pek çok teorik yaklaşım geliştirmiştir) öte yandan ve daha önemlisi Pirenne’in ampirisizm apolojisinin epistemolojik olarak herhangi bir dayanağı yoktur. Teorinin yakışmadığı, yan yana durmasının zorlama olarak niteleneceği başlıklar öznel etkinliğin doğrudan belirleyiciliğinde olan başlıklardır. Oysa aşağıda da bahsedeceğimiz gibi öznel/bireysel etkinliğin belirleniminin dışında “yasalara tabi” bir sistem pekala teorizasyona açıktır. Dolayısıyla tarihin her momenti olmasa bile genel akışını tayin eden mekanizma soyutlanabilir ve sistematikleştirilerek teori haline getirilebilir. Zaten teori(k üretim) ile kurulması gereken sağlıklı ilişki de budur. Ancak Marksizm-Leninizm kapalı bir sistem değildir. Burada Lenin’in katkısının özellikle önemli olduğunu söyleyebiliriz. Bir sistemin kapalı olmaması, ekzojen değişkenlerle barışık, onlara kapılarının açık olduğunu gösterir. Bir sistemin her ekzojen değişkene aynı biçimde muamele etmesinin mümkün olmadığını hemen belirtelim. Örneğin Lenin’in eşitsiz ve birleşik gelişimden yola çıkarak Marksizme dahil ettiği “dışarıdan taşınan bilinç” öğesi ve buna bağlı olarak “Leninist örgüt-komünist partisi” Marx’ın geliştirdiği sisteme ekzojendirler ve Marksizmin gelişimi açısından muazzam bir öneme sahiptirler. Bizim anladığımız anlamıyla Marksizm(-Leninizm) kapalı bir sistem, bir çeşit teorisizm değilse, teoriye biçtiğimiz misyonun üstten de sınırlanması gerekmektedir.
“(G)erçekliğe ulaşmanın yolu, bilimsel yöntemle birlikte, nesnel gerçekliğin giderek daha büyük bölümünü pratik yoluyla kavramaktan geçiyor. Marksist yöntemin asıl ayırt edici yönü, onu teorisizmden ayıran nokta da burada yatıyor. (…)İnsan bilgisinin gerçekten yasal ve gerçekten temel olanla, yalnızca rastlantısal, yalnızca tali olanı ayırt edebilme gücü, toplumsal pratiğe bağlı olarak gelişir. Nihai öğretici her durumda toplumsal pratiktir. Gene de teorik güç ve soyut model kurgulayabilme yeteneği, toplumsal pratiğe çok daha ileri noktalardan başlanması gibi küçümsenmeyecek bir avantaj yaratır.” 7
Teoriyle buluşan tarih, Çulhaoğlu’nun net biçimde ifade ettiği üzere insan etkinliğine kapılarını açık bırakmalı, Marx’ın tarihi de “sıradan insan”ın etkinliğine bağlayan yaklaşımı da “sahip çıkılması gerekenler” listesine dahil edilmelidir.
Yukarıda, Marksizmin tarihin güncel eksiklerini kapatarak onu sırtlayabileceği yönündeki önermemize karşı getirilebilecek bir diğer soru ise büsbütün bu önermemizi sorgular nitelikte olabilir. Marksizmin gücü yönteminden, tarihe ve tarihsel topluma bakış açısından kaynaklanmaktadır. O halde burada Marksizmin bakışına ilişkin kısa bir özet yapmak faydalı olacaktır.
Marksizmin yöntemi, bahsettiğimiz güven ihtiyacını karşılayabilecek yetenektedir. Marx, doğrudan kendi yöntemine ilişkin çok fazla değerlendirmede bulunmamış olsa bile, kimi metinlerin içinde göze çarpan kimi istisnai açıklamalar da vardır. Bunlardan en fazla gönderme yapılanı ise, Siyasal İktisadın Eleştirine Giriş’teki “Siyasal İktisadın Yöntemi” adlı bölümün ünlü başlangıç cümleleridir. Bu metinde Marx’ın çok aşamalı bir çözümleme yöntemi takip ettiğini görürüz. Çözümleme sürecinin iki temel aşaması somuttan soyuta ve soyuttan somuta uzanan aşamalardır. Ancak bu iki aşama kendi içerisinde de çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Marx, başka bir yerde belirttiği gibi kaotik bir yapıya sahip olan bütünden (somut), her seferinde daha az kompleks olan ardıl kestirimlerde bulunarak en basit ve işlevsel olan soyutlamaya ulaşmaktadır. Marx, kendisine analiz nesnesi olarak seçtiği olay yahut olguların etrafındaki “fazlalıkları” atarak, bu olay yahut olguların özünü oluşturan çekirdeğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bu aşamanın tamamlanmasının ardından Marx’ın deyişi ile “geri dönüş yolculuğuna koyulabiliriz ta ki kendimize başlangıç noktası olarak aldığımız olay ya da olguya (somut) yeniden ulaşıncaya kadar”. Burada dikkat edilmesi gereken nokta dönüş yolculuğundan sonra varmış olacağımız somutun artık bir ve aynı şey olmadığıdır. Başlangıç noktamızı teşkil eden somutluk karmaşık bir yapı ihtiva ederken, son durağımız yine Marx’ın deyişi ile “düşünülmüş somut”tur. Çözümleme sürecinin ilk aşaması nasıl aşamalı bir sadeleştirici soyutlama ise ikinci aşaması kontrollü bir zenginleştirici somutlama sürecidir. Marx’ın üretim, değişim, bölüşüm gibi kavramlara yeni anlamlar yükleyebilmesinin ardında böyle bir süreç yatmaktadır. Bu nokta tarihin yeniden yorumlanması anlamında oldukça önemlidir. Sonsuz sayıda göstergeden oluşan bir düzlemde böylesi bir indirgeme olmadan yolumuzu kaybetmek sanıldığından daha kolay olacaktır.
Marksizm, her şeyden önce kendisinden önce olmayan bir biçimde tarih ile “insan” arasında ilişki tesis etmiştir. Marksizme göre “(t)arih hiçbir şey yapmaz. Tarihin uçsuz bucaksız bir serveti yoktur yahut savaşları sürdürmez, tüm bunları yapan sahip olan ve savaşan insandır; yaşayan, gerçek insan. Tarih, öyle sanıldığı gibi, kendi amaçlarına ulaşmak için insanı bir kendi aracı kullanan ayrı bir birey değildir; tarih, kendi amaçları peşinde koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.”8 Burada “insan” ile tarih arasında diyalektik bir ilişki vardır. Marx’ın sonradan çok kereler göstereceği gibi tarihi insanlar yapar, ancak insanlar içinden geldikleri toplumsal koşullar tarafından belirlenirler. Bu toplumsal koşullar ise tarihseldir. Burada önemli olan nokta, toplumun yalıtık insanlardan kurulu olmadığını görebilmektir. Toplum, her anlamda, tek tek bireylerin cebirsel toplamından farklıdır. Dolayısıyla toplumların hareket yasalarında ifadesini bulan nesnellik, öznel insan etkinliği ile birebir uyuşmak zorunda değildir. Bu noktanın önemi büyüktür. Çünkü bu açıklamadan toplumların sınıflı yapısına ve oradan da sınıflar mücadelesine ulaşmak mümkündür. Marksizmde toplum, karşıtlıkların diyalektik birliğinden oluşmuş bütündür (Totalität). “Sınıf”, “sınıflar mücadelesi” bir pratiğin yanı sıra oldukça derinlikli bir soyutlamayı anlatmaktadır. Sadece üretim ilişkileri çerçevesinde realize olmayan bu soyutlamalar, bir kez de sınıfsal bilinç, ideoloji gibi kavramlarla birlikte ele alındığında söz konusu kavramların derinliği ve önemi çok daha net biçimde görülebilecektir. Bir tarihsel momente böylesi bir sadeleştirme yapmadan bakmaya çalışmak, tarihsel gerçekliğin oldukça çarpık bir yorumuna ulaşmaya neden olabilir. “Burjuva devrimi” kategorisine ilişkin olarak yürütülen tartışmaların pek çoğu için böylesi bir çarpıklık mevcuttur. Bu kategoriye karşı geliştirilen itirazların önemlice bir bölümü verili anda yapılan müdahalenin tarihsel olarak neye hizmet ettiğinden ziyade, müdahalenin parçası olan tekil unsurların davranış kalıpları ve toplumsal pozisyonları ile ilgilenmektedirler. Böylesi bir durumda hata yapmak kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktadan sonra kendisinden önceki devrimleri bir kenara koysak dahi Fransız Devrimi’ni alelade bir tarihsel gerilimin çözülüşü, iktidarı alan burjuva sınıfı ise feodallerin iktisadi ve tarihsel (eğer böyle bir şey varsa) çıkarlarından farklılaşmamış ve onların gömlek değiştirmiş hali olarak görenlerin düştüğü yanlış, öncelikle toplumu ardından da sınıfları yalıtık unsurların cebirsel toplamından ibaret sanmalarıdır. Bu durumda Marx’ın 18 Brumaire’de köylüler için “bir çuval dolusu patates” yakıştırmasına birileri feci şekilde alınabilir. Toplumsal yapı/yapı, tarih ve özne ilişkileri doğru tariflenmediği takdirde tarihin bütünsel yorumuna ulaşmak zordur.
Kısaca özetleyecek olursak, tarihe teorik bir bakış açısının kazandırılması için Marksizmin iki önemli avantajı vardır: Bunlardan ilki çözümleme yöntemidir. Çözümleme yöntemi sayesinde tarihsel somutluk çok daha zengin ve gelişkin biçimde ifade edilebilir. Yalıtık somutluklardan ziyade farklı somutluklar arasındaki ilişki de bahsettiğimiz çözümleme sürecinin zenginleştirme evresinde ortaya çıkarılabilir ve bu, tarihsel gerçekliğin “doğruya en yakın” biçimde ortaya konulmasını sağlayacaktır. İkincisi ise tarihe bakıştır. Tarihi kolektif insan eylemi olarak gören Marx, yapı ve özne arasında yeniden tarif ettiği ilişki sayesinde yepyeni bir tarih yorumuna varmaktadır. Bu tarih yorumu, “tarihin bütünlüğü” fikrine dayanır. Tarihin bir nevi fragmanlar bütünü olarak görüldüğü ve anlatıya odaklanılarak insanlığın evrensel düşünce birikiminin elden çıkartılmaya çalışıldığı bir dönemde bütünlük vurgusu taşıdığı teorik değerin ötesinde bir siyasi anlama da gelmektedir.
Az önce koymuş olduğumuz nokta yazımızın son noktası olabilirdi. Eğer bu başlıkta kaçak güreşmeye yeltenseydik… Marksizmin güçlü noktalarını göz önüne çıkarmanın yanında bir de ilgili başlıkta Marksizmin fazlaca tartışılan ve neredeyse Marksizme pejoratif bir anlam yüklenmesine neden olan iki başlığı da yazımızın konusu edinmek istiyoruz. Bunlar Marksizmin tarihsel ilerlemeye biçmiş olduğu rol, diğeri ise bu ilerlemede iktisadi ya da teknolojik gelişmenin gücüne ilişkin vurgusu. Bunlar Marksizmin yukarıda oldukça basit bir biçimde özetlemeye çalıştığımız yöntemsel yaklaşımının sonuçları olduğundan tartışmayı yarım bırakmamak için bu noktalarla yüzleşmek gerekiyor.
Tarihsel ilerlemecilik/doğrusal tarih ve ekonomik determinizm üzerine
Marksizm belki de her şeyden önce iyimserliğin teorisidir. Ancak Marx kendisini iyimserlik hususunda da 18. ve 19. yüzyılda yaygın olan algıdan bir hayli uzakta konumlandırmaktadır. Örneğin 18. yüzyılın başlarında bu kavramı bir öğreti olarak literatüre sokan Leibniz için iyimserlik (optimism), mevcut dünyanın olası dünyaların en iyisi olduğunu imlemesidir. Marx’ın algısının bundan farklı olduğu açık olsa gerek. Marx’ın iyimserliği politik bir iyimserliktir ve devrimci dönüşümü esas almaktadır.
“Marx’ın düşüncesi gelişmenin kıyamete götürdüğü ve kıyametin cenneti doğurduğu bir yapıdır; krizler arttıkça yenilenme yaklaşıyor ve yepyeni, cennet örneği bir düzene bir kapı açılıyor. Marx, büyük bir iyimserdir ve her devrimci iyimser olmak durumundadır.” 9
Devrimci ve bu anlamda iyimser olan bir insanın büyük geri dönüşlere şahit olsa dahi daha güzele ulaşılacağına ilişkin inancını yitirmemesi gerekmektedir. Böylesi bir inanç yitimi durumu, demek ki devrimcilik tanımının dışındadır. İyimserliğini yitirenlerin yollarından döndüğünü biliyoruz. Bazıları ise hâlâ içlerindeki katranı kusmaktalar. Öyleyse iyimserliğin teorisinde kendine yer bulan tarihin “mutlu son” ile “noktalanmaması” mümkün mü? Bu soruya “mümkün değil” dememiz ve ardından düşünmeye başlamamız gerekiyor. Marx’ta acaba bu “iyi” olana gidiş nasıl anlamlanıyordu? Yaygın kanı Marx’ın 19. yüzyılın ilerlemeci tarikatının önde giden müritlerinden biri olduğu yönündedir. Böyle olunca da sosyalistler ve liberaller arasında analoji kurmak mümkün olmaktadır. Sosyalistlerle liberallerin anlaşamadığı hususlar ilerleyen bir tarihsel dizgede değişimin hızı, öznenin ve bu esnada “profesyonellerin” rolü ve geçiş yöntemi olmaktadır. Marx’ı yaşadığı çağın dışına çıkarmak, onu 19. yüzyıl ile ilişkilendirmemek bizim yazımızda savunduğumuz pek çok tezin ve aklın karşısında bir iddia olacaktır. Aydınlanma ile kuvvetli bir ideoloji haline gelen tarihsel ilerleme düşüncesi, Marx sayesindedir ki bütünlüklü bir tarih felsefesinin merkezi öğesi haline gelmiştir. Bizim iddiamız odur ki Marx, 19. yüzyılın ufkunu tarihsel ilerleme konusunda da aşmış ve liberallerin ilerleme anlayışıyla hem teorik hem de siyasi bağlarını koparmıştır. Hem teorik hem de siyasi anlamda kopan bağların en önemlisi kapitalizme bakıştır. Yukarıda da bahsetmiştik, liberallerin ilerleme anlayışının leitmotifi kapitalizmin kurumları ve özgül yasallıkları ile doğal (metafizik) olduğu fikridir. Bu meseleye ilişkin Marx’ın görüşlerini yukarıda aktarmıştık. Dolayısıyla liberal ideolojinin ilerleme fikri aslında bir kapitalizm apolojisidir. İlerleme, kapitalizme geçişte ve kapitalist dönemde ortaya çıkan, insanlığın binlerce yıllık serüveninde tanış olmadığı ve insanlığı çok büyük acılarla tanıştıran uygulamaların (emek gücünün metalaşması ve üretimin toplumsallaşmasının yanında üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde birikmesi ve nihayet bir toplumsal ilişki olan sermayeye dönüşmesi, sonrasında emperyalizm olgusu) haklılığının ispatı için başvurulan bir öğeden ötesi değildir. Wallerstein, ilerlemeci olmasından ötürü Marx’ın “burjuvaziyi övmeden proletaryaya bağlılık şarkısı söyleme(si)nin pek olanaklı olmadığını”10 düşünmektedir. Bu, gerçeği altüst eden düpedüz bir palavradır ve amacı Marx’ı, liberallerle aynı torbaya koyabilmektir. Bunun için Wallerstein özellikle Manifesto’ya atıfla konuşmaktadır. Manifesto’nun yapısı, eksiklik ve güçlü yanları üzerine bir değerlendirme başlı başına bir yazının konusu olabilir, ancak, Marx ve Engels, bu eserlerinde burjuvaziyi değil yakın bir zamanda sökün edeceğine inandıkları proleter devrimi selamlamaktadır. Yazarlar, bu metinde tarihsel bir özne olarak burjuvaziyi ve tarihsel bir sistem olarak kapitalizmi yerli yerine koymaya çalışmaktadır ve ister beğenilsin ister beğenilmesin burjuvazinin tarihsel misyonunu yerine getirirken yaptıklarının komünistler için öneminin altını çizerek, komünizme tarihselci bir aşı yapmaya çalışmaktadır. Kaldı ki Marx ve Engels, burjuva övgücülüğü yapmadan proletaryaya bağlanamayacakları için değil, sosyalizmin tarihsel koşullarının kapitalizm tarafından -modern işçi sınıfının kendisi dahil- ortaya çıkarılacağını düşündüklerinden kapitalizmin “devrimci enerjisine” göndermede bulunmuşlardır. Manifesto’yu sahiplenmemek olmaz. Manifesto bizimdir ancak Marksizm, Manifesto’dan ibaret değildir. Marksizme ilişkin kümülatif yargılarda bulunmak için, Marx’ı Marx’ın karşısına dikmemek için ilkin Marksizmin de kendisinin bir süreç içinde biçimlendiğini kabul etmek gerekiyor. Marx’ın ortaya koyduğu sistemin ilerleme anlayışını Balibar oldukça öz bir biçimde ortaya koymaktadır.
“(19. yy. ilerlemeci-evrimci geleneği içinde -GM) Yalnızca Marx için, ilerleme ne modernitedir ne de liberalizmdir, hele ki kapitalizm hiç değildir. Yahut, daha doğrusu, kapitalizm ancak ‘diyalektik olarak’ sosyalizmi kaçınılmaz kıldığı sürece ilerlemedir…” 11
Bu bakışın sağlıklı olduğunu düşünüyoruz. Marx’ı ve komünistleri liberallerden ayıran kalın çizgi budur. Liberallerin ilerlemesi, kapitalizme ve yarattığı eşitsizliklere mucip sebep arayışı, yani bir çeşit tarihsizleştirme iken Marksizmin ilerlemesi tüm tarihsel sistemleri ve bu arada kapitalizmi de tarihe yerleştirme uğraşında kullanılan önemli bir araçtır. Liberallerle aramızdaki çizginin teorik olduğu kadar pratik bir çizgi olduğunu söylemeye gerek yok. Pratiktir çünkü bu çizgi politik bir programın parçasıdır. Bizim siyasal programımızda ilerleme fikrinin liberal taşıyıcıları, Gramsci’nin sözleri ile söyleyecek olursak “egemen olunması gereken ‘doğa’ olmuşlardır.” Marx’ta teorik olanla siyasi olanın birbiri ile olan ilişkisini pek güzel resmeden bir örneği de bu şekilde vermiş oluyoruz. Olası bir sonuç şudur: Marx’ın sistemini, son ürünleri teorik önermeleri ve siyasi saptamaları olan bir ayrımsal damıtmaya tabi tutmak çok da mümkün görünmemektedir. Zaten Marx’ın ilk bölümde de bahsettiğimiz gibi somut-soyut-somut yöntemi böyle bir damıtmayı neredeyse imkansızlaştırmaktadır. Marx’ta soyut bir düzlemle bağı kurulmuş siyasi saptamalarla, siyasi hattı şekillendirmek üzere saptanmış ve çoğu zaman bu yönde geliştirilmeyi bekleyen teorik önermeler ve soyutlamalar mevcuttur. Marx’ı pür teorik ya da pür siyasi testlere tabi tutmak bu nedenle çok da sağlıklı sonuçlar vermeyecektir. En azından Marx’ı eleştirmeye bu şekilde girişenlerin Marksistlerin böyle eleştirilere verecekleri yanıtın kendi çerçevelerinin dışına taşacağını önceden kabul etmeleri gerekmektedir. İlerleme bizim için teorik olduğu kadar politik bir meseledir. Pekiyi ilerleme nasıl gerçekleşmektedir? Bu soruya vereceğimiz yanıt bizi yeni soru ve yanıtlara ulaştıracak. Marx, Siyasal İktisadın Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde ilerlemenin hangi mekanizma ile işlediğini şu şekilde açıklıyor:
“Gelişmelerinin özel bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri o zamana değin çatısı altında işledikleri mevcut üretim ilişkileriyle, -aynı şeyin sadece yasal ifadesi olarak- mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşmeye başlarlar. Üretici güçlerin gelişim biçimleri olan bu ilişkiler onların prangalarına döner. Bu noktada bir sosyal devrim dönemi başlar. Ekonomik temelin değişimi ile birlikte, uçsuz bucaksız üstyapı da daha yavaş ya da daha hızlı biçimde dönüşür.” 12
Bu pasajdan yola çıkarak diyebiliriz ki, tarihsel ilerlemenin düzeneği üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında üretici güçlerin gelişmesinden kaynaklı olarak ortaya çıkması kaçınılmaz olan yapısal uyumsuzluk üzerine kurulmuştur. Metnin devamında Marx, toplumsal ekonomik tarzın muhtemel devirlerinin asyatik, antik, feodal ve modern burjuva üretim olarak gösterilebileceğini söyler ve bu dizinin her bir öğesinin kendinden öncekilerden daha ileri olduğunu da belirtir. Ancak Marx, tarihin koşulsuz biçimde ilerlediğini asla söylemez, muhtemel (evrensel değil) gelişim şeması içinde üretici güçlerin hep bir ilerleme eğilimi taşıdıklarından bahseder. Kutsal Aile’de Marx, ilerlemenin hiç de mutlak olmadığını Bauer kardeşlerin idealist bir içerikle doldurdukları ve hemen her tarihsel sorunsalın çözümü olarak sundukları “İlerleme” kavramını eleştirirken “ilerleme” göstergelerine rağmen, olayların her zaman döngüsel hareketler ve gerileme (retrogression) gösterebileceklerini söylemiştir. Bu Marx’ın genel bir eğilimden söz ettiğinin altını çizmek için yeterli bir kanıt olsa gerek. Tarihte, büyük ileri sıçramaların varlığını dışlanmadığı gibi -Henri Alleg’in Sovyetler’in çözülüşü için kullandığı tabir ile söyleyecek olursak- “büyük geri sıçrama”ların varlığı yadsınamaz bir gerçektir. Marx’ın önermiş olduğu ilerleyen bir sistemin mevcut olduğudur. Ancak Marx, ortaya koyduğu sistemin coğrafi ve tarihsel olarak hiçbir sapma göstermeyeceğini asla iddia etmemiştir. Hatta Marx, başyapıtı Kapital’de yukarıda aktarmış olduğumuz ilerleme düzeneğine ilişkin olarak Önsöz’dekinden çok daha etkili bir özet yapmaktadır. Biraz uzun olsa da aktarmak gerekiyor.
“Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir -bu, her zaman, doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir. Bu, aynı iktisadi temelin -esas koşulları açısından aynı- sayısız farklı deneysel durumlar, doğal çevre, ırksal ilişkiler, dışsal tarihsel etkiler vb. yüzünden, yalnızca deneyimsel olarak verilen koşulların tahlili ile anlaşılabilen görünüşteki sonsuz değişmeler ve nüanslar göstermesini engellemez.” 13
Tarihsel materyalizmin bu özlü anlatımının sonundaki vurguya dikkat etmek gereklidir. Zira bu vurgu da Marksizme ve tarihsel materyalizme ilişkin pek çok eleştiriyi boşa çıkarmaktadır. Marx, çok açık ki sunduğu şemanın sonsuz varyasyon gösterebileceğini kabul etmektedir. Bu manada Avrupa’da gözlenen ve Marx’ın sisteminde doğrudan yer bulan öğeler diğer coğrafyalarda bire bir gözlenmeyebilir. Bir dizi etken dolayısıyla kimi unsurları daha gelişkin kimileri ise daha geri olabilir. Bir parantez daha açıp söyleyecek olursak; Marx, açık biçimde ifade etmiş olmasa da önemli meselenin kapitalizmin kendisi olduğu düşüncesindedir. Kapitalizme tam olarak nasıl ve nereden geçildiğinin pek önemi yoktur. Marx’ın Kapital’de pek çok kereler kapitalizmin özgül yasalarına dikkat çektiğini görebiliriz. Marx, kapitalizme ilişkin acil ve katastrofik bir son öngördüğü için olsa gerek nasıl bir “geçiş” meselesini pek de önemsememiş görünmektedir. Ne yazık ki böylesi bir katastrofik son gerçekleşmemiştir ve bu durum yeni teorik ihtiyaçlar doğmasına neden olmuştur. Özellikle gecikmiş kapitalistleşme vakalarında, kapitalistleşme “doğal” süreci içinde gerçekleşmediğinden, bu dinamikleri o coğrafyaya taşıyan özneler, toplumun bunlara tepkisi başta olmak üzere süreci tanımlayan iç ve dış dinamikler özellikle üstyapının farklı unsurlarını şekillendirmek açısından kritik öneme sahiptir. Bunların tekil örnekler özelinde çözümlemelere tabi tutulması gerekmektedir. Geç kapitalizm döneminde Marx’ın bahsettiği varyasyonların temel nedeni budur. Parantezi kapatıp devam edelim. Marx’ın genelde ucu sivriltilen kimi vurgularına ilişkin bu şekilde düzeltmeler yaptıktan sonra hâlâ iki önemli nokta beklemektedir. Bunlardan ilki Marx’ın sisteminin “teleolojik karakteri”dir. Diğeri ise Marx’ın, ne olursa olsun üretici güçlerin gelişim trendine verdiği önemin açıktan ekonomik determinizm iması içermesidir.
Esasında teleoloji için diyecek çok fazla sözümüz yok. Yukarıda söylemiştik; Marksizm siyaset ve teoriyi birbirinden ayırmıyordu. Marx’a yönelik teleoloji suçlaması entelektüel üretiminin amacını hedef almaktadır. Siyasal bir düşünürün, amaçlarla yola çıkması bir çeşit teleoloji ise, evet Marksizm teleoloji barındırmaktadır. Yukarıda da andığımız gibi kapitalizm ancak sosyalizmi “diyalektik olarak” kaçınılmaz kıldığı sürece ilerlemedir. Marksizm, Marx’ın eserlerinde de ama özellikle Leninist aşı ile birlikte “spontane ilerleme” fikrini reddetmiştir. Tarihte, özne mevcuttur. “Spontane ilerleme” fikrinin reddinin sonuçlarından diğeri ise kapitalist üretim tarzından sosyalist üretim tarzına geçişin, geçişin öznesinin tarihsel görevini yerine getirip getirmemesine koşullanmış olmasıdır. Ellen M. Wood, bu koşul üzerindeki vurguyu artırarak “diyalektik olarak kaçınılmaz” olana “tarihsel olasılık” demektedir.
“Karşımızdaki şey, ‘sadece rastlantısal, aşağılayıcı bir şekilde kaza sonucu olan, dışsal bir olasılık’ değil tarihsel bir olasılıktı; başka bir deyişle daha önce imkansız olan bir şeyi, şimdi mümkün kılan belirli toplumsal ve maddi koşullar vardır; bu koşullar sosyalizmin sadece soyut bir ideal ya da belirsiz bir yönelim değil de, gerçekten de siyasi bir proje olmasını olanaklı kılar” 14
Marksizmin prekapitalist formlara ilişkin incelemelerinde retrospektif olması ise teleoloji olarak değerlendirilemez. Marx için “maymunun anatomisinin ipuçları insan anatomisindedir”. Sınıflı toplumların nihai aşaması olan kapitalizm aynı zamanda sınıflı toplumların en gelişkin biçimi olarak kendi öncülleri hakkında da bilgi ihtiva etmektedir. Abartmamak koşuluyla söyleyebiliriz ki özellikle Grundrisse’de Marx prekapitalist formların kendi özgül dinamiklerine de işaret etmiştir.
Bu bölümde ele alacağımız son başlık ise ekonomik determinizm (ED) eleştirisidir. ED, Marksizmin tarihe bakışının eksikli kavranmasından kaynaklı geliştirilen bir eleştiridir. Genellikle Marksizmin “yapı, üstyapıyı belirler ve üstyapıdan etkilenir” formülasyonu hem formülasyon olmasından kaynaklı, hem de ikinci kısmının görmezden gelinmesi neticesinde determinist bir ifade olarak algılanmıştır. Marx, yapının belirleyici olduğu tezini üretim ilişkileri ve üretici güçlerin gelişimi arasındaki potansiyel uyumsuzluğa dayandırmaktadır.
Önsöz’den alıntıladığımız özet, üretici güçlerin gelişimi ve gelişim sonucu üretim ilişkileriyle yaşanacak gerilimden toplumsal devrimin başlayacağını ileri sürmektedir. Ancak aynı metin üretici güçleri ve üretim ilişkilerini tanımlamamaktadır. Üretici güçler (Produktivkräfte), Marx’ın klasik siyasal iktisattan devşirdiği bir kavramdır. Klasik ekolün önde gelen isimlerinin zaman zaman verimliliğe (productivity) ve üretici kapasiteye gönderme yapmak için kullandığı bu kavram, güdük bir kavram olarak kalmıştır. Therborn’a göre Marx, bu güdüklükten dolayı liberal iktisatçıları doğrudan eleştirip bu kavrama yaklaşımda onlar ile arasındaki ayrımı açık biçimde koymamış olsa da; kavramın geçirdiği içeriksel dönüşüm tartışılamaz derecede nettir. Therborn -tıpkı Balibar’ın Kapital’i Okumak’ta “connexion” kavramı ile yaptığı gibi- üretici güçleri, bir envanter olarak görmek yerine bir ilişkilenme/bağlantı olarak görmeyi tercih etmektedir.
“Marksist kavram (üretici güçler kastediliyor -GM), emeğin farklı biçimlerdeki teknik örgütlenme biçimleri ile farklı tiplerdeki iktisadi ve sosyal sistemler arasındaki ilişkilenmeye tekabül eder. Bu ilişkilenme, Smith ve Ricardo’nun teorilerinde yoktur. […] Üretim güçleri kavramının kuşkusuz verimlilik ile bir ilgisi vardır. Ancak bu kavram, Smith ve Ricardo’daki gibi basitçe ya da ilk elden üretici kapasiteye ya da verimliliğe atıfta bulunmaz. Onun başlıca atfı, daha ziyade, verimliliğin sağlandığı farklı yollaradır. Üretici kapasite bundan böyle yalnızca niceliksel bir kavram değildir: baskın kaygı, niteliksel gelişme değil; emeğin niteliksel olarak farklı teknik biçimleridir.” 15
Buraya kadar üretici güçlerin gelişiminden teknik bir hadisenin anlaşılmadığını belirtmiş olduk. Marx da çok iyi bilmektedir ki, bilimsel ve geniş anlamı ile teknolojik süreçler kümülatif süreçlerdir ve bu süreçler için zaman zaten ilerlemenin öteki adıdır. Daha açık ifade edecek olursak, birim enerji başına çıktı miktarı yani niceliksel verimlilik daima artma eğilimindedir. Ancak niteliksel süreç her zaman bu şekilde olmak zorunda değildir. Üretici güçler, niteliksel anlamda büyük bazen ciddi duraklamalar yaşamıştır. Tarih boyunca, yeni teknolojilerin ortaya çıkmasına her zaman için yeni emek süreçleri eşlik etmemiştir. Wood, bunun kapitalizme has bir durum olduğunu ısrarla belirtmekte ve Marx’ın Önsöz’de çizdiği özetin yalnızca kapitalizmi açıklar nitelikte olduğunu belirtmektedir. Bu saptama, Marx’ın kapitalizme geçişe odaklandığı gözlem ve varsayımımızı doğrular bir nitelik taşımaktadır.16 Bize kalırsa ED aranacaksa niceliksel artışın önem kazandığı dönemlerde aranmalıdır. Üretici güçlerin niceliksel sıçraması tarihin iki momentinde özellikle önemlidir. Bunlardan ilki sınıflı toplumlara geçiş evresidir. Buradaki niceliksel artış ile üreticiler ve üretici olmayanların ayrımı gerçekleşmiştir. Diğer moment ise sınıflı toplumlardan çıkış sürecidir. Buraya kapitalizmi de dahil etmek mümkündür. Çünkü öncesinde de belirttiğimiz gibi sosyalizmin maddi temelleri bu süreçte atılacaktır. Marksizmin Sanayi Devrimi’ne atfettiği önem bununla ilişkilendirilebilir. Üstelik niteliksel dönüşümler toplumsal yapının tümünü kapsayan dönüşümleri konu edindiğinden, iktisadi kürenin dışını da işaret etmektedir. Buradan çıkarabileceğimiz sonuç, iktisadi bazı faktörler de gerçek anlamlarını toplumsal formasyon içerisinde bulduklarından, Marksizmin esasen niteliksel dönüşümlere odaklandığıdır ve bu odağın iktisadi alan dışında da doğrudan ifadelerinin olduğudur. Kaldı ki Marx’ın üretici güçlerin gelişimine binaen yaptığı yorumlar incelenirse göze çarpacak derecede net olan özellik, bu ifadelerin katı bir kesinlikten uzak ifadeler olduğudur. Marx, ne olması gerektiğini değil (üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki yapısal uyumsuzluk başta olmak üzere, o üretim tarzına ilişkin özgül yasallıklara ilişkin söylediklerinde ceteris paribus demese dahi) trendin sürekliliğini öngörmektedir. Tarihe içkin ve trende zıt yönde etkiler geliştirebilecek birtakım dikatomileri (tarih-birey gibi), çözümlemeyi kolaylaştırmak için göz önüne almamaktadır. Bu yüzdendir ki tarihin materyalist ya da iktisadi yorumu hiç de tüm aktörlerin davranış motiflerinin doğrudan iktisadi alandan fışkırdığı ön kabulü ile tarihsel süreci ele almıyor.
“Tarihin iktisadi yorumu, insanların bilinçli yahut bilinçsiz, tümüyle ya da her şeyin başında ekonomik güdülerle harekete geçtiği anlamına gelmez. Tam tersine gayrı-iktisadi güdülerin rol ve mekanizmalarının açıklaması ve toplumsal gerçekliğin kendisini bireysel tinler üzerine yansıtma yolu üzerine çözümlemeler teorinin asli bir unsuru ve teoriye en önemli katkılardan bir tanesidir. Marx asla din, metafizik, güzel sanatlar, etik düşünceler ve siyasi istemlerin ekonomik güdülere indirgenebileceğini yahut önemsiz olduğunu varsaymadı. O yalnızca bunları şekillendiren ve bunların yükseliş ve düşüşlerinin sebebini açıklayan iktisadi koşulların üzerlerindeki örtüyü kaldırdı.” 17
ED mevzusunda söyleyebileceğimiz bir diğer nokta ise “reel kapitalizmin” doğasına ilişkindir. Üstyapısal kurumların etkisini ne kadar önemsersek önemseyelim; kapitalizmin, “son kertede” iktisadi çıkarları toplumun geneline zıt olan bir azınlığın sınıf hakimiyetidir. Verili durum böyle ise kapitalist üretim biçimi pratik olarak ED olmak zorundadır. Marksizmin “ED yaklaşımı” eleştirisini oldukça sık dile getiren ve yazımız boyunca zaman zaman atıfta bulunduğumuz isimlerin kapitalizmi betimlerken kullandıkları kavramlara bakmak gerekir. Bu kavramlar, söz konusu isimlerin kapitalizme ilişkin entelektüel üretimlerinin merkezi öğeleridir. Polanyi: Kendi kendini düzenleyen piyasalar, homo economicus, altın standardı, özerk iktisadi kurumların oluşumu, iktisadın toplumdan kopuşu. Braudel: Eşitsiz mübadele, piyasanın pazarı zaptı, iktisadi asri eğilimler, dünya-ekonomi. Wallerstein: Eşitsiz mübadele, maddiyatçı uygarlık, her şeyin metalaşması, dünya-ekonomi. Kapitalizme ve kapitalist topluma ilişkin değerlendirmelerde böylesi kavramlar kullananlar, nasıl olur da Marksizme ED eleştirisi yapabilirler? Örneğin Polanyi her iki dünya savaşını, faşizmin yükselişini altın standardı uygulamasında yapılan değişikliklere bağladıktan sonra nasıl olup da Marksizme “iktisadi yanılgı” olarak seslenebilmektedir?
Yeniden tarihi savunmak
Tarihi savunabilecek, sırtlanabilecek yeteneğe yalnızca Marksizmin sahip olduğunu söylemiştik. Bunda hiç de haksız değiliz. Tarihin savunusu diye ortaya dökülenlerin akla ziyan değerlendirmeleri dört yanı kaplamış durumda.
“(…) (İ)ronik olarak postmodernizm, bireysellik kavramından duyduğu kuşkunun ışığında, tarihte bireyin yerini, her ne kadar siyasi tarihçilerin geleneksel ‘büyük adamlar’ kültünden farklı yapmış da olsa, yeniden üretmek konusunda çok şey yapmıştır. Postmodernizmin alışılagelmişe karşı duymuş olduğu kuşku; marjinal, tuhaf ve karanlık olana prim verişi, (…) az bilinen bireylerin dünyasını yeniden yaratan çok sayıda tarihsel çalışmaya yol açmıştır.
Sonuçta hiç kimse insanların kendi tarihlerini yaptıkları şeklindeki Marx’ın güzel sözünün daha iyisini ortaya koyamamıştı ama, insanlar kendi tarihlerini kendi seçtikleri koşullar altında yapmazlar. Geçmişteki insanları incelemeyi böylesine heyecan verici kılan da işte bireyle onun içinde bulunduğu koşullar arasındaki etkileşimdir. Postmodernist tarihin bireye; her düzeyde, tarihteki insan öğesine geri dönüşü, dengeyi yeniden kurar ve bu anlamda büyük bir kazançtır.” 18
Bu pasajdaki tuhaflıkları, örneğin Marx’ın “güzel sözüne” yine Marx’ın ifadesinin “ama” ile bağlanması ve bir karşıtlık yaratılmasını bir kenara bırakıyoruz. Mühim olan tarihi savunayım diyenlerin kaş yaparken göz çıkarmasıdır. Tarih yıkıcılarına liberal düşünce kalıplarından kurtulamadıklarından ötürü ders veremeyenler, hak vermektedir. Postmodernistler bireyi ön plana çıkarmışlar… Yalnız toplumsal bütünlük algısını değil, bireyin bile kendi içindeki bütünlüğünü paramparça eden bu yaklaşımdan geriye birey değil, iradesi alınmış hayvani veya bitkisel portreler kalmaktadır. Evrensel tarih anlayışının sökülüp, tarihin monografi yazımı haline gelip, tarihçinin vakanüvis olması yani anlattığımız çeşit bir nebati tarih anlayışının baskın hale gelmesi nasıl olmaktadır da bir denge oluşturmaktadır? Postmodernizm güzellemesinin adı açık söylemek gerekir ki tarih olamaz.
Bizim cenaha gelebiliriz. Tarihsel materyalizm adına tarihin savunulması konusunda neler yapılmaktadır? Burada çok daha kasvetli bir tablo ortaya çıkmaktadır.19 Uzun uzadıya örneklemek gerekmiyor. Tarihsel materyalizmin savunulması adına Marksist cenahtan yapılan açılımlar, tarihin başka türlü altını oymak anlamına gelmektedir. Marksistler sanki tarihsel materyalizmin bekası için kurban verilmesi gerekiyormuşçasına Sovyetler Birliği’ni ve/veya Leninizmi tanrılara sunmaktadırlar. Sovyetler ve/veya Leninizm, tarihin mekanistik ve ekonomik deterministik yorumunun ete kemiğe bürünmüş hali olarak hedef tahtasına yerleştirilmektedir. İddia odur ki; reel sosyalist ülkelerde, yanlış bir tarih felsefesinden yola çıkan yöneticiler, sosyalizmi üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engellerin tasfiyesi olarak algılamış ve bunu birincil amaç haline getirerek komünizme giden yolun döşenebileceği gibi iktisadi bir yorumla sistemi çürütmüş ve bürokrasinin/Stalinizmin gücünü artırmıştır. O halde sormamız gerekiyor: Bolşevik devriminin ve sonrasında Sovyetlerin kendisi tarihsel materyalizmin, tarihsel ilerlemenin bir göstergesi değil midir? Fransız Devrimi’nin ardından tarihin ilerlediğini ve bu ilerlemenin büyük kopuşlarla gerçekleştiğini hatırlatan diğer moment Bolşevik Devrimi’dir. Devrimin ertesinde kapitalizmin yasallıklarının dışında refah üreten başka bir sistemin kanıtı olan Sovyetler Birliği’nin varlığını Marx’ın “doğal kapitalizme” karşı ısrarla yerleştirmeye çalıştığı başlangıcı ve sonu olan “tarihsel kapitalizmin” somutlanması değil midir? Söz konusu eleştiriler için, her ne pahasına olursa olsun reel sosyalist ülkelerde sanayileşmeyi hedef göstermek bu durumun bir göstergesidir. Pekiyi sosyalist ülkelerde özellikle de Sovyetler Birliği’nde yaşanan sanayileşme süreci acaba iktisadi mi, yoksa siyasi bir süreç midir? Anlaşılan o ki bu eleştiriler bu atılımın siyasi anlamını kavramanın oldukça uzağındadır. Sanayileşme, iktisadi anlamından daha güçlü bir siyasi anlam taşımaktadır. Tarihsel materyalizm adına dile getirilen bu eleştirilerin sosyalizmin nasıl kurulacağına ilişkin önerilerini sormak da aklımıza gelmektedir. Ancak verilen yanıtlar oldukça afaki kalmaktadır. Oysa tarihsel materyalizm, işçi sınıfının iktidarı vasıtasıyla sınıfsız topluma geçişin kurgusu üzerine kuruludur. Tarihsel materyalizmin içinden bu iskelet çekilip alındığında geride bir pelte kalmaktadır: “1975 yılında Saygon’a giren tanklar Sovyetler Birliği üretimiydi…”
Geleceği ve geleneği savunmak ve bu arada tarihi savunmak görülen o ki birbirlerinden hiç de ayrı düşünülemiyorlar. Tarihi savunmanın yolu liberalizmle olan bağları koparmaktan geçmektedir. Hem geleceği hem de geleneği savunurken. Açıklamaya çalıştığımız üzere bu bağlar koparıldıktan sonra, Marksizm tarihi sırtlanabilecek, tarihin bugün ihtiyacı olan teorik bakış “aşısını” yapabilecek güçtedir. Marksist tarih felsefesinin çeşitli eksikleri muhakkak ki mevcuttur, bunlardan yazı kapsamında bahsetmeye çalıştık; ancak dikkat çekmek istediğimiz nokta bugün yakıcı önemdeki eksikliklerin, Marksizme dönük ve neredeyse bir popüler kültür öğesi haline gelmiş olan eleştirilerle pek de ilgisinin olmamasıdır. Mevcut eleştiriler, büyük oranda Marksizmin temel metinlerinin eksik-yanlış-bağlamından kopuk biçimde okunmasına dayanmaktadır. Bunun yanı sıra Marksizmin siyasi önceliklerinin ağır bastığı alanlara bazılarının teorik gözlüklerle bakma merakı da meselelerin çözümlerinin reddiyeci, yahut anlamsız mecralarda aranmasına neden olmaktadır.
Marx’ın amacı, Hobsbawm’ın da belirttiği gibi tarihin içeriğinin en genel biçimini formüle etmekti. Marx, tarih konusunda -yöntemine gönderme yapacak olursak- zenginleştirilmeyi bekleyen soyutlamalar bıraktı. Tarihin kendi üzerine düğümler attığı böylesi bir dönem zenginleştirme için oldukça büyük olanaklar sunuyor. Bugün tarih ile uğraşmayı en heyecanlı kılan da bu olanaklar içinden çıkan devrimin tarihini yazma olanağı oluyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, çev: Osman Akınhay, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 242.
- Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm, çev: Necmiye Alpay, İstanbul, Metis Yayınları, 2002, 3. Basım, s. 83. Yanılmıyorsak Özgür Gündem gazetesinde yayınlanan Abdullah Öcalan’ın önerdiği okuma listesi içinde Wallerstein’in bu eseri de vardı. Öcalan, bizim yukarıda alıntıladığımız pasajın bir kısmını avukatlarına okuduktan sonra -gazetenin aktardığına göre- “marksizmin kapitalizmin bir mezhebi olduğunu ve bunu Wallerstein’den önce gördüğünü” iddia ediyordu. Bunu da not etmiş oluyoruz.
- Eric Hobsbawm, “Asking the Big Why Question/History: A New Age of Reason”, http://mondediplo.com/2004/12/02why. Çeviriler aksi belirtilmedikçe bize aittir.
- Karl Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, çev: Sabri Orman, İstanbul, İnsan Yayınları, 1998, 2. Basım, s. 27-65, alıntılar için, 32-33.
- Einstein ile sohbetini kitabında aktaran Werner Heisenberg, Physics and Beyond: Encounters and Conversations, New York, Harper & Row Publishers, 1972, s. 63.
- Karl Marx, The Poverty of Philosophy, Peking, Foreign Languages Press, 1977, 3. Basım, s. 115.
- Metin Çulhaoğlu, Bir Mirasın Güncelliği: Tarih Türkiye Sosyalizm, İstanbul, Gelenek Yay., 1988, s. 27-28.
- K. Marx-F. Engels, The Holy Family, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/holy-family/ch06_2.htm#history (italikler yazarın).
- Yalçın Küçük, Marksist Damar, İstanbul, Dönem Yayınevi, 1992, s. 109. Bu kitabın ilk baskısı Çelik Bilgin imzası ve Türkiye’de Marksist Damat Var adıyla 1991 yılında yayımlanmıştır.
- Immanuel Wallerstein, a.g.y., s. 83.
- Etienne Balibar, Philosophy of Marx, London, Verso 1995, s. 84. Hazır liberallerden bahsetmişken, fikri merhalelerine kimsenin erişemeyeceğini düşünen güya solcu entelektüel rantiyelere de bir çift laf etmek gerekiyor. Etienne Balibar’ın “Marx’ın Felsefesi” Birikim Yayınları’ndan 1996 yılında çıktı, 2000 yılında ikinci baskısını yaptı. Çeviren ise Birikim’in ağır toplarından, büyük entelektüel Ömer Laçiner. Kitabın çevirisi baştan sona yanlışlarla dolu. Burada bizim gözümüze çarpanları zikretmekle vakit yitirmeyeceğiz ancak Balibar’ın bizim yukarıda aktardığımız cümlesini Laçiner şöyle çevirmeyi uygun görmüş: “R. Nisbet’e göre, özetle ilerleme modernite değildir, liberalizm ve hele kapitalizm hiç değildir. Ya da ilerleme, daha ziyade, ‘diyalektik olarak’, sosyalizmi kaçınılmaz kıldıkça kapitalizmdir…” Orijinali Fransızca olan metnin Chris Turner’ın İngilizce çevirisindeki cümle ise şöyle: “Only for Marx, progress is neither modernity, nor liberalism, nor even less, is it capitalism. Or, rather, ‘dialectically’, it is capitalism insofar as capitalism makes socialism inevitable…” Laçiner, Marx yerine R. Nisbet’i koymayı tercih etmiştir. Metinden kimi cümleleri atmayı tercih ettiği gibi… Okuyamadıkları gibi okutmamakta da yüksek çaba gösteriyorlar. Buradan çıkardığımız sonuç budur. Okuyamadıkları, çeviremedikleri halde Marksizm üzerine teorik hokkabazlık yapmaya devam ediyorlar.
- Karl Marx, Preface and Introduction to a Contribution to the Critique of Political Economy, Peking, Foreign Languages Press, 1976, s. 3-4.
- Karl Marx, Kapital, c.3, Ankara, Sol Yayınları, 1990, s. 695 (abç).
- E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, çev: Şahin Artan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s. 177 (vurgular yazarın).
- Göran Therborn, Science Class Society – On the Formation of Sociology and Historical Materialism, Londra, New Left Books, 1976, s. 362-363.
- Burada belirtmemiz gerekir ki Wood’un Marx’ın asla tarihin genel yasalarını aramadığını, böyle bir amacın kaçınılmaz biçimde teleolojik ve ED olarak somutlanacağı yönündeki vurgusu, bizde Wood’un pratik bir sorunu, tamamen teorik bir düzlemde halledebilmek için gereksiz bir çubuk bükme işlemi olarak göründü. Fizikten bu hususta da öğreneceklerimizin olduğunu düşünüyoruz. “Özel görelilik, parçacıkların ve alanların evrildikleri arkaplanın, uzay-zaman yapısının bir teorisidir. ÖG, yine uzay-zaman yapısının bir teorisi olan Newton mekaniğinin varisidir. Her iki durumda da temel yapı ile çeşitli sistemleri yöneten dinamik yasalar arasında bir ayrım yapabiliriz.” (Sean Carroll, Spacetime and Geometry – An Introduction to General Relativity, San Francisco, Addison Wesley 2004 s. 3.) Marx’ın tarihsel gelişim için yapmaya çalıştığı ile muazzam bir benzerlik taşıdığı aşikar. Wood’un “temel yapı” yokmuş gibi davranmamızı öneren yaklaşımı, kapitalizmin özgüllüğünün mübalağa edilmesi gibi ciddi bir tehlike barındırmaktadır. Bu yaklaşım tehlikelidir; çünkü, kapitalizmin tarih-dışına itilmesi gibi bir tuzak taşımaktadır. Bize kalırsa Marx’ın yapmaya çalıştığı, kapitalizmi sıradanlaştırmak olmasa da tarihsel misyonunu mübalağa etmek değildi. Çünkü benzer bir mantıkla feodalizm de kapitalizmin özgüllüklerini “bir şekilde” yaratmış olduğu için takdire şayan kabul edilebilir.
- J. A. Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy, 3rd Ed., New York, Harper & Brothers Publishers, 1950, s. 10-11.
- Richard Evans, Tarihin Savunusu çev.: Uygur Kocabaşoğlu, Ankara, İmge Yayınevi, 1999, s. 194.
- Konuya ilişkin şu dört kitap incelenebilir. Tamamında bahsetmiş olduğumuz zaafların ve çarpıklıkların inanılmaz bir benzerlikle ortaya koyulduğunu görebilirsiniz.• E. M. Wood Kapitalizm Demokrasiye Karşı Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, çev.: Şahin Artan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003.• Jorge Larrain, Tarihsel Materyalizmi Yeniden Yapılandırmak, çev.: S. Çeviker, İstanbul, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998.• C. Bertram-A. Chitty (derleyenler), Tarihin Sonu mu? Fukuyama Marx Modernite, çev.: Kamil Kurtul, Ankara, İmge Kitabevi, 2006.• G. A. Cohen, Karl Marx’s Theory of History: A Defence, Princeton, Princeton University Press, 2001.