Günümüz Türkiye’sinde yaşanmakta olan toplumsal çürümeyle anti-Sovyetik ideoloji arasında bir bağlantı kurabilir miyiz? Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu geniş bir coğrafyayı emperyalizmin yap-boz tahtasına çevirdiği, bu coğrafyada yaşayan toplumların emperyalizmin her türlü bozguncu ideolojik girdisine maruz kaldığı söylenebilir örneğin. Bu doğrudur, ama özel olarak anti-Sovyetik ideolojiye, en azından bu düzeyde, bir ihtiyaç yok gibi görünmektedir. Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmiş olması yeter.
Ama o kadar basit değil… Sovyetler Birliği’nin sahneyi terk etmiş olması, Ekim Devrimi’nin yarattığı derin ideolojik etkilerin kendiliğinden toplumsal hafızadan silinmesine yol açamazdı. Çözülüşün hafızayı zayıflattığı, Ekim Devrimi’nin yarattığı özlemlerden ve gelecek hayalinden bazı şeyler götürdüğü muhakkak. Ama bunların büsbütün silinmesi başka bir girdiyi de gerektiriyor; çözülüşün bıraktığı boşluğun ideolojik olarak da doldurulmasını.
Türkiye’de bu operasyon büyük bir şiddetle gerçekleştirilmiştir. Soğuk Savaş’ın başlatılmasında özel bir rol üstlenmiş olan Türkiye burjuvazisi, çözülüş sonrasında karşıtını yitirmenin yarattığı boşluk nedeniyle bir süre bocalamış, ama hemen sonrasında ülkeyi emperyalizmin ideolojik hegemonyasına alabildiğine açmanın kendi açısından tek çıkış yolu olabileceğine inanmıştır. Sonuçta, geleceğe dair umutlarını, harekete geçme isteğini, özgüvenini büyük ölçüde yitirmiş, egemenlerin gücünün neredeyse mutlak olduğuna iman etmekte olan bir toplum yaratmaya doğru ilerlenmektedir.
Anti-sovyetizmin bu ideolojik kuşatmada hiç de azımsanmayacak bir rolü olmuştur. Kuşatmanın temelinde emperyalizmin artık dizginlenemeyeceğinin topluma kabul ettirilmesi vardır; dolayısıyla kapitalist egemenliğin karşısına çıkabilecek her türlü gelecek hayalinin ve arzusunun yok edilmesi gerekir. Ekim Devrimi, 20. yüzyıl boyunca bütün dünyada ve ülkemizde bu gelecek hayalinin en yaygın ve sağlam kaynağıydı. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekildiği bir süreçte kendisini kapitalist dünya içerisinde nasıl işlevlendireceği konusunda vehme kapılan Türkiye burjuvazisi bu gelecek hayalini bütünüyle ezmek ve “yeni dünya”ya ne kadar hazır olduğunu göstermek için elinden geleni yapmıştır. Fiziki bir şiddetle ezmekten bahsetmiyorum; ideolojik olarak ezmektir söz konusu olan. Sonuç, ülke aydınının büyük ölçüde ütopyasızlaştırılarak, emekçi yığınlarınsa gelecekten ve kendinden umudu keserek çürümeye başlaması olmuştur. Anti-sovyetizm, Bolşevik Ütopya’nın inandırıcılığını yitirmesi için elinden geleni ardına koymayarak, kitlelerin çürütülmesi operasyonuna hizmet etmiştir.
Bolşevik Ütopya derken, Ekim Devrimi’nin baştan beri bir hayalin, “olmayan yer”in peşinden koştuğunu söylemiş mi oluyoruz?
Hayır. Ütopyadan kastımız, bolşeviklerin nihai hedeflerinin popüler dile tercüme edilmesidir. Kitlelerin sosyalizm mücadelesine kazanılması, devrime öncülük eden gücün nihai hedeflerini ve gelecek kurgusunu belirli ölçülerde kitlelere mal edebilmesini gerektirir. Başka bir ifadeyle, “Dünyayı değiştirmek üzere yola çıkmış her hareketin bir ütopyası, günümüzün ıstıraplarını hafifletecek çabalarını ödüllendirecek bir gelecek hayali vardır.”1
Carr, aynı makalede Batı’da ütopyacı geleneğin iki kaynağı olduğundan söz ediyor: Bir yanda, ütopyayı erdemin gerçekleşmesi olarak yorumlayan, ona ahlaki bir anlam yükleyen ve Rousseau, Jakobenler, Fourier ve Owen’ın temsil ettiği kanal var. Diğer yanda da, ütopyayı bilimsel bilginin yayılması, verimliliğin artması olarak kavrayan Saint-Simon, Turgot Condorcet kanalı bulunuyor. “Marx, belki de bilinçsiz bir şekilde, uygarlığın gelişimine yönelik bu iki yaklaşımı sentezliyordu.”2 Marx’ın bu sentezi yapması ve düşünce sistemine bilimsellik kazandırması, ütopyacılığın idealizmini tarihselcilikle aşmasıyla mümkün oldu. Bu bir paradigma değişimidir ve her bilimsel devrimde olduğu gibi eski paradigmadan kopuşa yapılan vurgu güçlü ve ısrarcıdır. Ama kopuşun bağrında süreklilik vardır. İnsan doğasının moral olarak değişimiyle, bunu olanaklı kılacak nesnel -tarihsel- zeminin gelişimi bir arada vardır. Ütopya ve tarih, ütopya ve bilim iç içe geçmiştir. Bu nedenle Marksizm ütopyacı değildir, ama bir ütopyaya sahiptir. Marksizmin bu özelliği en belirgin ifadesini bolşeviklerde bulmuştur.
Bolşevikler, ütopyayla tarihsel zorunluluğun, ütopyaya sahip olmakla gerçekçiliğin bütünlüğünü Batı Avrupalı muadillerinden daha iyi kavramışlardı. Nedeni eşitsiz gelişimde aranmalıdır. 19. yüzyılda ütopyacılığın pejoratif bir anlam taşımadığı ana coğrafya Doğu Avrupa özelde Rusya’ydı. Tolstoy, Dostoyevski, Çernişevski, Turgenyev gibi yazarlar erdemin yüceltilmesinin ve insan doğasının değişmesine duyulan özlemin Rus topraklarında ne denli derin kökler salmış olduğunun nişanesi olan ürünler verdiler. Bu şiddetli arzu -toplumu ve tarihi değiştirme isteğinin kitlesel ifadesi olarak devrimci ütopya- en rafine haliyle bolşevikler tarafından taşındı.
Sovyetler Birliği tarihi Bolşevik Ütopya’nın pratik zorunlulukla, yani gerçeklikle, çarpıştığı örneklerle doludur. Anti-sovyetik ideoloji, böyle dönemlerde açığa çıkan, iktidar pratiğinin dayattığı adımlarla nihai hedeflerin, gelecek hayalinin, birbiriyle uzlaştırılmasının zorluğundan epeyce beslenmiştir. Devrimin kendi yaydığı beklentilere ihanet etmiş olduğunun gösterilmesi, devrimci inancı sarsmanın en etkili yollarından bir tanesidir. Anti-sovyetizmin çürütücü etkilerini geriletmek, Bolşevik Ütopya’yla Sovyet gerçekliği arasında bir tutarsızlık olmadığını göstermeyi gerektirmektedir. Bunu ise birincisinin değerinden çalarak değil, ikincisine önemini teslim ederek yapmak durumundayız.
Ekim Devrimi sonrasında, gelecek kurgusuyla pratik zorunluluklar arasındaki ilişkinin şiddetli biçimde açığa çıktığı üç alandan söz edebiliriz: Birincisi, dünya devrimi beklentisi ile, ulusal sınırlar içerisinde iktidarını kurmaya çalışan bir iktidarın diplomatik ihtiyaçları arasındaki gerilimdir. İkinci alan, sanayileşmenin hızı ve doğrultusu ve planlamanın işlevi konusundaki tartışmalardır. Üçüncüsü ise, sosyalist inşa döneminde devlet-sınıf-parti ilişkilerinin nasıl kurulacağı konusundaki uzlaşmazlıklardır. Bunlar, Sovyet tarihinin belki de en şiddetli tartışmalarının yaşandığı ve gelecek hayaliyle gerçekçilik ihtiyacı arasındaki gerilimin en yoğun hissedildiği başlıklardır.
Bolşeviklerin bu gerilimlerden ne şekilde çıktıklarına ilişkin bazı notlar paylaşmak niyetindeyim. Bu notlardan gerilimlerin doğasına ilişkin bir fikir vermesi murad edilmektedir; daha fazlasının beklenmemesini dilerim…
Dünya Devrimi ve Sovyet Diplomasisi
1. Ekim Devrimi sonrasında bolşeviklerin karşı karşıya kaldıkları ilk büyük açmaz Brest-Litovsk kriziyle açığa çıkmıştı. Bir yanda Batı Avrupa işçi sınıfına ve uluslararası devrime duyulan inanç, diğer yandan süregiden savaşın yoksul Rus köylüsünün devrime desteğini günden güne eritmesi, açmazın vektörlerini oluşturuyor. Tartışmanın kısa sürede “tek ülkede sosyalizm-dünya devrimi” eksenine oturmuş olması olağan görünmektedir. Carr, Bolşevik Devrimi’nin 3. cildinde söz konusu açmazı şu biçimde betimliyor:
“Lenin, ‘utanç verici’ barışı kabul etmenin zorunluluğunu savunurken şöyle diyordu: ‘Şu anda, sadece proletaryanın değil, savaş devam ettiği takdirde bizi terk edecek olan en yoksul köylülerden gelecek desteğe de bağımlı durumdayız.’ Yedinci parti kongresindeki Brest-Litovsk tartışmasında Buharin’in takipçilerinden Bubnov, yersiz de sayılamayacak bir benzetme yaparak, Ekim Devrimi’ni ‘aynı anda hem uluslararası devrim hem de köylülük üzerine oynanan bir bahis’ olarak betimliyordu. Kongrede, proleter partisinin ‘iktidarı ele geçirdiği anda bir açmazla karşılaşmak mecburiyetinde olduğunu ve köylü kitlelerine mi yoksa Batı Avrupa’nın proletaryasına mı güveneceğine karar vermek zorunda kalacağını’ söyleyivermek, allame Marksist ve partinin enfant terrible’i olan Ryazanov’a kalmıştı.”3
Lenin’in bu süreçteki tutumunun özü, açmazdan şahı “feda ederek” kurtulunamayacağını hatırlatmaktı. “Lenin Brest-Litovsk’da aslında yapılmış olan şeyin, basiretsiz ulusal gururu uzun vadeli dünya devrimi davası uğruna feda etmek olduğunu kanıtlamaya çalışarak ‘devrimci savaş’ savunucularının kozlarını ellerinden alıyordu.” 4 Almanya’nın dayattığı ağır barış koşulları bu nedenle her şeye rağmen kabul edilmiştir.
2. Brest-Litovsk krizindeki ikilem, Komintern’in kuruluşuna ve ilk yıllarındaki tartışmalara da damga vurmuştur. Komintern, bir yandan sarsılmaz bir inanç duyulan Avrupa devriminin ilerletilmesi, öte yandan iç savaş ve İtilaf Devletleri’nin saldırısına maruz kalan Sovyet Cumhuriyeti’nin korunması ikilemi içerisinde doğdu.
1920’de uluslararası devrim bolşevikler lehine dönmekteyken Komintern’e Batı Avrupa’nın sosyal demokrat unsurlarını da katma politikası, bu ikilemin bir ürünüdür. Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’nin (USPD) ve Alman Komünist İşçi Partisi’nin (KPAD), Alman Komünist Partisi’nin (KPD) tepkisine rağmen III. Enternasyonal’e davet edilmesi bu siyasi durumun sonucudur. 1920’de devrim beklentisinin en yüksek olduğu Avrupa ülkesi olan Almanya’da KPD, ikilemin Avrupa devrimi tarafına belirleyici bir ağırlık koymak için yeterince güçlü değildir. Doktriner saflığı kitleselliğin önüne koyan KPD, bolşeviklerin, devrimin bir an önce Avrupa’ya yayılabilmesi için örgütsel müdahaleleri de içeren kapsamlı bir manevra yapmalarının şart olduğu inancını kuvvetlendirmiştir.
3. Carr, 1920’deki Enternasyonal tartışmaları ve Lenin’in Sol Komünizm kitabı, Leninist teorinin zayıf halkasını açığa çıkarttığını yazıyor:
“Komünizmin Çocukluk Hastalığı:’Solculuk’ farkında olmadan, Bolşevik cephanesindeki zayıf halkayı ilk kez olarak açığa çıkarıyordu -zayıf halka ile otokrasiden proleter devrimine neredeyse doğrudan geçilmesine yol açan Rusya’daki devrim süreçleri ve devrimci taktikler ile proletaryanın burjuva demokrasisi teorisi ve pratiği içinde uzun bir telkin döneminden geçtiği ülkelerdeki süreç ve taktikler arasında yakın ve su götürmez bir analoji olduğu varsayımından kaynaklanan sıkıntıyı kastediyoruz.”5
Bu iddianın büyük ölçüde haklı olduğu söylenebilir. Bu tartışmalardan yıllar sonra Avro-komünizmin gündoğumunu yaşadığı dönemde, Ekim Devrimi’nin uzun bir burjuva demokrasisi deneyimi olan Batı Avrupa ülkeleri için geçerli bir model olamayacağının değişmez bir düstura dönüştürülmüş olması akılda bulundurulmalıdır.
Avro-komünizmi böylece haklı çıkartmış mı oluyoruz? Sorun, Lenin ve arkadaşlarının mevcut uluslararası ortam içinde devrimi yaşatma gayretlerinin büyük ölçüde bolşeviklerin omuzlarına kalmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Avrupa solunun sekter bazı eğilimlerini törpülemenin yanı sıra, bazı ilkeleri de esneten bir yol seçilmek durumunda kalınmıştır. Bu yol, Ekim Devrimi’ni bir model haline getirmeyi gerekli kılmıştır. Bu, modelin Avrupa için geçerliliği olmadığı iddiasını haklı çıkartmaz, ama neden Ekim’in bir model olarak Avrupalı devrimcilere sunulmak durumunda kalındığını anlamak gerekir.
4. Komintern’in ikinci kongresinde kabul edilen tüzük ve Enternasyonal’in birleşik bir parti gibi hareket etmesi kararı, Avrupa devrimi gelmeyince bolşeviklerin Komintern içindeki ağırlığının, düşünülenin aksine, artmasına neden olmuştur. Bolşevik Ütopya, devrimin ilk elden Batı Avrupa’ya yayılacağı umuduna ve Rusya’nın devrimci süreç içerisindeki işlevinin Avrupa’ya kayacağı beklentisine dayanıyordu. Ama tarih bu şekilde akmadı ve bolşevikler uluslararası devrim mücadelesi içerisinde öngörmedikleri bir etkiye sahip olmak durumunda kaldılar:
“…ikinci kongredeki görüşmelerin altında derin bir paradoks yatıyordu. Ruslar devrimi Avrupa’ya ve dünyanın dört bir yanına yayarak, devrimci hareketteki kendi dışlayıcı hâkimiyetlerini yok etmeyi içtenlikle istiyorlardı. Ama çabaları başarısız olunca, devrim inatla Rus hâkimiyetini onaylama ve kural haline getirme sonucu yarattı ve bu yüzden de birçok kişi kongrenin içinde çalışmak zorunda kaldığı koşulların kaçınılmaz sonucu olan şeye sinsi ve derinlere gizlenmiş bir plan atfeder oldu.”6
5. Bolşeviklerin Avrupa devrimi beklentisi tam olarak ne zaman sona erdi?
Komintern’in 1920’de toplanan ikinci kongresinde bu beklentinin en üst düzeyde olduğunu biliyoruz. 1921 sonbaharında ise bu umudun sona erdiğini görüyoruz. Carr’a göre üç olay, Avrupa devrimi beklentisinin sona erdiği yeni bir dönemin habercisi olmuştur: 1921 Martı’ndaki Kronştadt Ayaklanması’nın ardından Yeni Ekonomi Politika’nın (NEP) yürürlüğe konulması, RSFSC ile İngiltere arasında ticaret anlaşmasının imzalanması ve Almanya’da KPD’nin öncülük ettiği ayaklanmanın büyük bir bozguna uğraması. Bu nedenle 1921 sonbaharından sonraki dönemi, dış politikada NEP dönemi olarak adlandırmaktadır. NEP, sosyalist inşayı olanaklı kılmak için zorunlu bir geri çekilmeydi; dış politikada da zorunlu geri çekilme yaşandığını anlıyoruz.
6. Bolşeviklerin Asya’daki ulusal hareketlere bakışına, Rus toprağını emperyalist kuşatmadan korumak üzere emperyalizmle ihtilaf içindeki bu hareketlerden yararlanma kaygısının egemen olduğunu söylemek doğru değildir. Bu kaygı ve Sovyetlere dost bir güvenlik kuşağının oluşmasını desteklemek kaygısı şüphesiz ki bolşeviklerin devrim sonrasında Asya’ya bakışının bir parçasıdır. Ama bolşeviklerin Doğu politikasında en az bunun kadar etkili bir diğer unsur da dünya devrimine duyulan samimi ve iyimser inançtır. Doğunun komünist ve ilerici hareketlerine ve partilerine burjuva demokratik güçlerle ittifak kurmalarının önerilmesinin ardında bu iyimserliğin ve Ekim Devrimi’nin etkisine duyulan güvenin yattığını iddia edebiliriz. 1920’de ulusal hareketlerin fazlasıyla zayıf olması, Asya’da ittifak kurulabilecek komünist hareketlerin pek bulunmayışı ve pek yakında Avrupa devriminin gelmesiyle, burjuva milliyetçiliği ile kurulan geçici ittifakın geride bırakılacağının düşünülmesi iyimserliğin kaynaklarıdır. Bu iyimserliğin bedelini belki de en ağır biçimde Mustafa Suphi ve yoldaşları ödemiştir; bunu biliyoruz.
1921’de artık Carr’ın deyişiyle, dış politikada NEP dönemi başlamıştır. Suphi ve arkadaşlarının katledilmesine karşı ciddi bir Sovyet tepkisi gelmemesi bununla ilişkilidir. Ancak dış politikada NEP dönemini bir “mutlak gerçekçilik” dönemi olarak görmek doğru olmaz. Fakat diplomatik manevralarla kapitalist dünyada yaşam şansını artırmak yönünde tezahür eden bir iklim değişikliği söz konusudur:
“1921 Martı’nda Moskova tarafından gerçekleştirilen cephe değişikliği Sovyet dış politikasının bundan böyle yürütüleceği iklimi etkiledi, bu politikanın özünü değil. Bu değişiklik, ülke içinde, sosyalizm ve komünizm hedefinin, dış ilişkilerde de dünya devriminin terk edilmesi anlamına gelmiyordu. Ama bu amaçlara ulaşmada belli bir ertelemenin ve bu arada Sovyet Rusya’nın ekonomik ve diplomatik gücünü uygulanabilir bütün yollarla (söz konusu yollar görünüşte sosyalizme ve dünya devrimine giden dolaysız yola göre bir gerileme olsa bile) artırmanın şart olduğunun kabullenilmesi anlamına geliyordu. Yeni dış politika Lenin’in NEP için kullandığı kelimelerle, ‘cidden ve uzun bir süre için’ benimsenmişti. 1921’den sonra Sovyet dış politikasının karakterini değiştiren şey, her şeyden önce o zamana kadar sadece kısa vadeli pratik manevralar olarak başvurulan yolların bu şekilde nispeten kalıcılaşmasıydı.”7
7. Yukarıda belirtildiği üzere, dış politikada NEP dönemine geçişin nedenlerinden bir tanesi de KPD’nin Mart 1921 yenilgisiydi. Komintern’in ikinci kongresi sonrasında USPD’nin KPD’ye katılması ve böylelikle milyonlarca üyeye ulaşan partinin bir kitle partisine dönüşmesi, hem Komintern liderliğini -özelde Zinovyev’i- hem de KPD içindeki sol grubu eyleme geçmek konusunda cesaretlendirmişti. Kızıl Ordu’nun Polonya saldırısının başarısızlığa uğramasının ardından bolşeviklerin dünya devrimi konusundaki iyimserliği yavaş yavaş yerini itidale bırakmaktaydı. Ancak anlaşılan, Avrupa devrimi beklentisinin en üst düzeyde olduğu 1920 yazında toplanan ikinci kongrenin etkisi altındaki Zinovyev, bu iklim değişimini biraz fasılayla kavradı ve benimsedi.
Nihayetinde KPD’nin devrimci çıkışı Komintern önderliği tarafından desteklenmiş ve sonuç Almanya’da yakın vadede devrim olacağı umudunu neredeyse tamamen bitiren bir yenilgi olmuştur. Bu da, dış politikada uzlaşma ve manevra alanını genişletme çabalarına ağırlık verilmesi eğilimini güçlendiren bir başka faktör olmuştur.
Bolşevik politikada, Polonya yenilgisinin ardından bariz hale gelen uzlaşma ve manevra alanını genişletme çabasının uluslararası komünist harekete yansıması Komintern’in üçüncü kongresinde gerçekleşti. Ancak içerde ve dışarıda NEP uygulamalarının uluslararası komünist hareketi Sovyet çıkarları uğruna iğdiş ettiği savı, en azından nedensellik ilişkisinin kuruluşu yönünden hatalıdır: Avrupa devriminin gerçekleşmemesi, bolşevikleri NEP’e ve uzlaşmacı diplomasiye itmiş, Komintern’i de “birleşik cephe politikası”na sürüklemiştir. Bolşevik politikada zorunlu geri çekilme, Avrupa devriminin geri çekilmesinden bağımsız değildir. Ama geri çekilmenin yükünü bolşeviklerin sırtına yükleyen Avrupa solunun sonradan bu nedenselliği tersinden ifade etmesi alışkanlığa dönüşmüştür:
“O tarihten sonra Komintern’in birleşik cephe taktiklerinden NEP’in muadili olarak bahsetmek moda oldu; bu iki politikanın sadece birincisiyle doğrudan ilişkili olan yabancı komünist partiler arasında da, Komintern’in eylemlerinin kısmen ya da esasen Rus Sovyet cumhuriyetinin ihtiyaçları tarafından belirlendiği izlenimi bir kez daha onaylanmış oldu. Dünya devriminin zaferi çok yakın göründüğü sırada bu mesele ortaya çıkmamıştı. Ama bir kere geri çekilme başlayıp da tavizler ve manevralar şart olunca, Komintern’in amaç ve çıkarları ile Sovyet Rusya’nın amaç ve çıkarları arasında açık bir ayrım yapanlar ile böyle bir ayrıma sadece geçersiz değil, düşünülemeyecek bir şey olarak bakanlar arasındaki bitimsiz ve sonuçsuz bir tartışma da başladı.”8
Uluslararası devrim mücadelesinin Sovyet dış politikasına, buna Sovyet gerçekliğine de diyebiliriz, kurban gittiği yaklaşımı temelsizdir; çünkü en başta, Avrupa’da 20. yüzyılın başlarından itibaren hızla güçlenen reformist eğilimin kırılmasında en büyük pay bolşeviklere ait olmuştur. Üstelik bu pay sadece siyasi manevralarla edinilmiş değildir; arkasında Marksizmin Leninist yorumu, yani teorik bir sıçrama barındırmaktadır.
Örneğin, savaş başlığına Marx ve Engels’in bakışı asla Lenin’in bakışı kadar berrak olamamıştır. Ulusal savaşı iç savaşa dönüştürme, süngüleri kendi egemen sınıfına döndürme çağrısı ancak emperyalizmin güçlü bir teorik tahlili sonucunda yapılabilirdi. II. Enternasyonal’den kopuş bu zeminde gerçekleşti ve bu, kesinlikle, teorik bir kopuştu. Dolayısıyla, Avrupa soluna devrim aşısını bolşevikler yaptı diyebiliriz. Biraz da bu nedenle Bolşevik Ütopya, Avrupa devrimine duyulan inancı uzun süre içerisinde taşıdı.
İkinci nokta Doğu’yla ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin varlığı ve yaptığı girdiler Doğu’yu ömrü belki de elli yıl sürmüş olan bir siyasi oluşuma dönüştürmüştür. Doğu’da burjuva milliyetçiliğinin müphem anti-emperyalizmi Sovyet etkisinin siyasi kimlik kazandırdığı bir özellikti. Doğu’nun ulusal kurtuluş hareketleri iktidarı alırken de, iktidar pratiklerinde de bu siyasi kimliğin ve Sovyetler Birliği’nin dünya politikası üzerindeki dolaysız etkisinin yarattığı alanda yaşam şansı buldular. Doğu’daki bağımsızlıkçı eğilimin en büyük kaynağı Ekim Devrimi olmuştur:
“1789 ve 1848’in devrimlerinin Fransa’dan İngiltere’ye değil de, doğuya doğru Orta Avrupa’nın daha az gelişmiş ülkelerine yayılması gibi Rus devrimi de batıya, Avrupa’ya değil; doğuya, daha az gelişmiş Asya kıtasına doğru yayıldı. Artık devrim yalnızca burjuva kapitalizmine karşı Batı’nın en geri kalmış ülkesinde gerçekleşen bir ayaklanma değil, en gelişmiş Doğu ülkesinin Batı emperyalizmine karşı başlattığı bir isyan olarak görülebilirdi. (…) Batı Avrupa’nın elden düşürdüğü devrim ateşi daha önce ismen ya da gerçekten Avrupa Güçleri’ne bağlı bulunan Asya ve Afrika halkları tarafından benimsenmişti. Dünyanın bugün değişen şekli, Batı Avrupa ve İngilizce konuşan gelişmiş ülkeler ile dünyanın geri kalanı arasında değişen ilişkiler, Rus devriminin tarihi önemine övgü niteliğindedir.
“Daha da önemlisi, bu değişim coğrafi bir kaymadan ibaret değildi. Marksist devrim, Asya ve Afrika halklarına Leninist yorumuyla ulaşmıştı.”9
Sanayileşme Süreci ve Planlama
8. Her devrimci atılım ütopyacı hayallerden güç alır. Devrimci atılımlar ayağını, kısmen, tahayyül edilen bir evrene basar. Atılım süreci, tahayyül edilen evrenle mevcut evren -statüko da denilebilir- arasında bir savaş dönemidir.
Sovyetler Birliği’nde 1925’e kadar ağır sanayiye dayalı hızlı sanayileşme gereksinimi dillendirilmiş değildi. Gosplan nispeten önemsiz, Narkomfin (Maliye Halk Komiserliği) büyük ölçüde deflasyonist politikaların belirleniminde kalmış idarecilerin elindeydi. Bu dönemde Strumilin’in planlamaya getirdiği erekselci (teleolojik) yaklaşım, bir devrimci atılımı haber vermekteydi. Bu yaklaşım, aynı şiddetle karşıtını buldu: Kondratiev, Bazarov ve Groman’ın başını çektiği ekip onun karşısına “kalıtımsal” (genetik) yaklaşımı çıkarttılar. Kondratiev ve diğerlerinin yaklaşımı planlamayı mevcut eğilimlerin tahmin edilmesine ve bu temelde bir dizi ekstrapolasyon vasıtasıyla geleceğe yönelik politikalar geliştirilmesiyle sınırlandırmak gerektiğini savunuyorlardı. Strumilin’in başını çektiği amaçsalcı yorum bu yaklaşıma temelden itiraz etmekteydi:
“Planlar nesnel olanakların incelenmesiyle başlamalı, ancak ‘sadece akıl veren akademisyenler, çoğunlukla üreticilerin kolektif iradesinin ekonomideki faktörlerden bir tanesi olduğunu’ ve bu iradenin, kendileri de kitlelerin bir parçası olan plancılar tarafından sadece tahmin edilmesinin değil, yoğunlaştırılmasının ve harekete geçirilmesinin gerektiğini unutuyorlar. O halde planlar, kolektif iradeyi belirli görevlere yoğunlaştırmaya çalışan bir ‘iktisadi hedef ve programlar sistemi’ olmalıdır. Planların başlangıç noktası tarımdaki durum olamaz. ‘Planlarımızı oluştururken başlangıç koordinatı olarak tahmin edebildiklerimizi değil, hedef olarak koyarak programlayabildiklerimizi almak zorundayız.’ Ekonominin bir dalı, ‘en fazla toplumsallaşmış ve bütünüyle amaca yönelik etkilerimize açık olan’ dalı, yani büyük ölçekli sanayi önde gelen halka olmalıdır.”10
Ağır sanayiye dayalı hızlı sanayileşme böylece Sovyet kalkınmasının ve bağımsızlığının düsturu haline gelmiştir.
9. Devrimci atılım dönemleri tarihteki kopuşlardır ve ancak atılımın fikri evreni tarihsel olarak hazır olduğunda gerçekleşirler; aksi takdirde günlük mücadelelerin yakıcılığı, atılımın gerçekleşmesine izin vermez. Düşünce planında devrimci hamlenin ifade edilmesi söz konusu olsa bile, atılımın gerçekleşmesinin önünde aşılmaz engeller vardır. sKrjijanovski, bir elektrik mühendisi ve kıdemli bir bolşevikti. Onun görüşleri teknolojist ütopyanın devrimin ilk yıllarından itibaren kendine bir yer bulabildiğinin kanıtıdır. Krjijanovski, Goelro’nun başkanı sıfatıyla planlamanın ilk büyük deneyimi ve öncülü sayılan elektrifikasyon planını yürüttü. Bu büyük deneyin başlangıcından kısa süre sonra, Lenin’in elektrifikasyonun sosyalist inşanın yakıcı ihtiyaçlarına nasıl çare olacağını sorgulaması manidardır.
“Krjijanovski’nin elektrifikasyon üzerine ilk makalesinin yayımlanmasından birkaç ay sonra, Mart 1920’de, Lenin ondan ‘ulaştırma, sanayi ve tarımı eski teknolojinin yeniden kurulmasıyla değil de, elektriklendirme vasıtasıyla yeniden yapılandırarak elde edilecek kazancın parasal yönden, emek ve materyaller yönünden getirisini göstererek, elektrifikasyonun (a) büyük kârlılığını ve (b) zorunluluğunu kanıtlamasını veya en azından ortaya koymasını’ istemişti. (…) Goelro planı aslında sadece uzun vadeli bir program olarak savunulabilirdi; kısa vadede ise savaşla yıkılan ekonomi, hâlihazırda mevcut olanın restore edilmesiyle daha ucuz ve kolay biçimde düzene sokulabilirdi.”11
Henüz planlamanın, üretici güçleri sınıf ilişkilerini radikal biçimde dönüştürmek üzere belirlenmiş siyasi amaçlar doğrultusunda harekete geçirmenin aracı olduğu görüşünün pratik bir karşılık üretmesi için tarihsel şartlar yeterince olgunlaşmamışken, üretici güçlerin uzun vadeli gelişimine dayanan yeni bir toplum yaratma projesinin karşısına, kısa vadeli ihtiyaçların yakıcılığı kaçınılmaz olarak konulmaktaydı. Henüz gelecek tahayyülünün atılıma itki olacak şiddette ifade edilmesi tarihsel olarak mümkün değildir. Katı gerçeklik egemendir ve onun egemenliği diğerinin gelişiminin şartlarını hazırlar.
10. Preobrajenski, 1925’te, Yeni Ekonomi’de “sosyalist ilkel birikim” kavramını geliştirmiş, kalkınmanın ana halkasının ağır sanayi olduğunu belirtmiş ve sınai kalkınmanın kendi pazarını yaratacağını ortaya koymuştu. Preobrajenski, Troçkist muhalefetin tezlerini iktisadi yönden geliştiriyor ve işçi-yoksul köylü ittifakının birincinin çıkarları lehine kırılması gerektiğini savunuyordu. Planlı ekonomiye geçişin ve planlamanın doğrultusunun belirlenmesinin payesini neden Preobrajenski ve onun şahsında Troçkistlere vermeyelim?
Önemli olan şudur: Buharin bile sanayinin ana halka olması gerektiğine itiraz etmiyordu. Mesele bu halkanın hangi dizgenin sonunda tutulacağıyla ilgilidir. 1925’te işçi-köylü ittifakının kırılmasını savunmak, iktidarın temellerini dinamitlemek anlamına geliyordu. Nedenini Dobb’un bir çalışmasından aktaralım:
“1925 ile 1928 arasında NEP’in bütün iklimini değiştiren iktisadi gerçek, pazarlanabilir artığın, özellikle tahılın, tarımsal üretimin restorasyonunu önemli ölçüde geriden takip etmesiydi. 1928’de ‘Merkez’ tarafından hem geliştirilen politikayı hem de artık mevcut bulunan olanaklara ilişkin tahmini değiştiren, tarımdaki açmazı çözmek üzere artık yüzün kolektifleştirmeye çevrilmesine duyulan istek ve kolektifleştirmenin uygulanabilirliğine duyulan inançtı (ki bu inancın kaynağı Stalin’e dayanıyordu). Bu, önceki yıllarda ‘süper-sanayileşmecilerin’ [Troçkist muhalefet kastediliyor – A.B.] anlayışında bulunmayan yeni politikanın temel taşıydı -bu anlayış (tamamen zıt sonuçlara ulaşsa da Sağın anlayışı da) sorunu halen sanayileşmeyle, neredeyse tamamı küçük ölçekli olan köylü tarımını uzlaştırmak olarak kavrıyordu.”12
11. Molotov’un anılarından okuyoruz: “Buharin Lenin’e karşı birden fazla kereler cephe aldı. Ona ütopyacı gözüyle bakıyordu. Hatta daha da beteri, hain olarak!”13
Buharin, Brest-Litovsk krizi sırasında sol muhalefetin saflarındaydı. Buradan Avrupa devrimi idealine ne kadar inanmış olduğu sonucunu çıkartabiliriz. NEP döneminde ise sağ muhalefetin başına geçmişti. Yine Molotov’dan okuyoruz: “NEP’in başlangıcından üç ya da dört yıl sonra, Buharin köylülere ‘zenginleşin!’ sloganını söyleyecek kadar ileri gitmişti.”14 Bu kez Buharin karşımıza aşırı gerçekçi bir kişi olarak çıkıyor. O kadar “gerçekçi” ki zengin köylüyle uzlaşmayı sosyalist kuruluşun ilerlemesinin önüne koyabiliyor.
Ütopyadan gerçeğe geçiş kopuşsuz bir süreç olmalıdır. Lenin’i ütopyacı, hatta hain, olarak gören Buharin, sağcı Buharin’dir ve 1918’deki inancına nefret kusmaktadır. Buharin, ütopyadan kopup aşırı gerçekçi olmuş ve en soldan en sağa savrulmuştur. Ütopyayla gerçek -nihai hedefle güncel zorunluluk- arasındaki bütünlükten kopmanın diyeti bir uçtan diğerine savrulmaktır.
Parti, Devlet ve Sınıf İlişkileri
12. Marksist devlet kuramı ütopyacı öğelerin en belirgin olduğu alandır. Devletin sönümlenmesi teorisi, halkın devlet yönetimine katılımına, yani siyasetle iktisat, devletle toplum arasındaki ikiliğin aşılmasına yönelik bir öngörüdür. Bolşevikler bu öngörüyü yirminci yüzyılda batı solunun devletle ilgili önyargılarından kurtarmıştır:
“Engels’in ölümüyle Birinci Dünya Savaşı arasında geçen yirmi yıl boyunca devlet gücünün olabilecek her yerde büyümesi ve Batı sosyalist partilerinin hedeflerine ulaşmak için devlet mekanizmalarından yararlanmaya yönelik artan eğilimleri, devletin çürüyüp gitmesiyle ilgili ortaya atılabilecek iddiaların önüne geçti. (…) Buharin’in ‘ulusal devlete’ karşı yönelttiği savaş-zamanı yergileri arasında Lenin’in hoşnutsuzluğunu kazanan nokta, mevcut devletlere olan düşmanlığı değil, devlet mekanizmasının gereksiz olup işçiler iktidarı ele geçirdiği anda yok olacağına yönelik varsayımıydı. Lenin, Devlet ve Devrim’de daha temkinli bir şekilde proleter devrimle bertaraf edilecek olanın burjuva devleti olduğunu belirtmişti; zamanla sönüp gidecek olan proleter devletiydi. Fakat şu sonuca varıyordu ki, kapitalizmde bile teknik yenilikler (fabrikalar demiryolları posta ve telgraflar) “eski ‘devlet hükümetinin’ işlevlerinin büyük çoğunluğunun basitleştirildiği ve sıradan tutanak, kayıt ve tahkik işlemlerine indirgenebileceği” bir durum yaratmıştı. Bu noktada Lenin, devletin sonuçtaki yok oluşunu, onu proletaryanın diktatörlüğü yoluyla sürdürüp güçlendirmeye yönelik zorunluluktan daha çok vurgulamıştı.”15
Bu satırların hemen sonrasında Carr, devrim sonrasının düzen, disiplin ve örgütlenme ihtiyacının, sönümlenmeye yapılan vurguda zorunlu bir kaymaya neden olduğunu belirtiyor. İşçi sınıfı devleti, proletarya diktatörlüğü yoluyla güçlendirilerek bir toplumsal merkeze dönüşecek ve sonunda yok olup gidecekti. Sönümlenme-katılım ideali ve devlet-toplum ikiliğinin yadsınması ile devletin güçlenmesi, büyümesi ve disiplin, örgütlenme ve düzen sağlaması gibi işlevleri arasındaki potansiyel çelişki, Sovyet gerçekliğinin yakıcı meselelerinden bir tanesi olmuştur.
Geçiş süreci, bolşeviklerin beklediği gibi dünya devriminin gerçekleşmesi sayesinde kısa sürmüş olsaydı işçi sınıfının yöneten ve yönetilen hükmeden ve hükmedilen rolleri arasındaki zıtlık, kolayca aşılabilirdi. “Fakat proletaryanın diktatörlüğü ve komünizme geçiş süreci belirsiz bir şekilde uzayıp gittikçe uygulamadaki işçi ve rejim ilişkisi sorunu giderek vahim bir hal aldı.”16
Bolşevikler devrim öncesinde, hatta 1921’e kadar, bu kadar “gerçekçi” olmak zorunda kalacaklarını öngörmemişlerdi. Çünkü bir Avrupa devrimi bekliyorlar ve kuruluşun kısa süreceğini düşünüyorlardı. Olmadı…
13. 1920’de İşçi Muhalefeti’nin tezleri, devlet-parti-sınıf ilişkilerinde teorik kurgu ile gerçeklik arasında şiddetli bir çatışmayı gün ışığına çıkarttı. İşçi sınıfı partisinin iktidarda olduğu koşullarda, sınıfla devlet arasında bir çatışma söz konusu olabilir mi, sınıfın bağımsız örgütlenmeye, bağımsız sendikalara ihtiyacı var mı? Mesele bu sorular etrafında dönüyor ve İşçi Muhalefeti 1918’de yapılan program değişikliğine17 dayanarak “işçi denetimi”nin tesis edilmesini savunuyordu. İç savaşın bitmesiyle, emek sürecinin normalleştirilmesi ihtiyacının doğması nedeniyle bu argüman daha fazla inandırıcılık kazandı.
Buharin ve Troçki, işçi sınıfı partisi iktidardayken, ayrı kurum ve mekanizmalarla tanımlanmış bir işçi denetiminin kabul edilemeyeceğini ileri sürmekte ve sendikaların devlet organlarına dönüşmesini savunmaktaydı; partinin iktidarı ve denetimi proletarya diktatörlüğü demekti. Lenin, İşçi Muhalefeti’nin tezlerine karşı çıkmakla kalmadı; 1920-22 dönemi, aslen proletarya diktatörlüğünün tanımı etrafında dönen ve Lenin’le Buharin ve Troçki arasında da geçen sert tartışmalara sahne oldu:
“Buharin yanlış bir soyutlamayla Sovyet devletini, tabir caizse, proletarya diktatörlüğünün ‘saf ifadesi’ olarak görürken, Lenin, Sovyet devletinin, proletarya partisinin önderliğinde kaldığı (ve bu parti proleter bir parti olarak kaldığı) sürece bir ‘işçi devleti’ olması, ama yine de bir dizi özelliği -burjuva idarecilere, teknisyenlere ve uzmanlara bağımlı olması ve idari organların çalışmasında büyük ölçüde varlığını koruyan siyasi ilişkiler- nedeniyle ‘burjuva veya küçük burjuva devleti’ olması biçimindeki ikili doğasını ele alıyordu. Lenin, gerçek anlamda bir ‘işçi devleti’ için ’15-20 yıl içinde ulaşabileceğimiz bir ideal; o kadar süre sonra bile ulaşabileceğimizden emin değilim’ demekten geri durmamıştı (…)
Bu tartışma Lenin’e proletarya diktatörlüğünün temel sorununun, Troçki’nin iddia ettiği gibi üretim için mücadele vermek değil, proletaryanın iktidarını konsolide etmek -dolayısıyla kitleleri kazanmak için mücadele etmek- olduğunu hatırlatma fırsatı verdi.” 18
Lenin’in tutumunun özü budur: Sovyet iktidarı kitleleri kazanmak durumundadır. İşçi Muhalefeti tezleriyle Troçki ve Buharin’in sekizler grubunun tezleri, sosyalist kuruluş döneminin karmaşık sınıf ilişkilerini ve iktidar sorununu gözden kaçırmakta birleşiyordu.
14. Maurice Dobb, Sovyet iktisat tarihi konusundaki klasik çalışmasında şu notu düşüyor: “1918 ilkbaharında fabrika komitelerinde sendikalist bir eğilim baş gösterdi: Fabrikaların doğrudan onları işleten işçiler tarafından ve o işçilerin yararına işletilmesi gerektiği düşüncesi. Sonuç, iş disiplininin daha da bozulması ve üretimin daha da azalması ve pek çok durumda işçiler arasında fabrikalarına yönelik, toplumun genelinin çıkarını hiçe saymaya ve yukarıdan yapılan bütün terkip ve yönetme çabalarına karşı kıskanç bir karşı koymaya neden olan kesimsel kavrayışın ve mülkiyet hissiyatının güçlenmesiydi.”19 Bu erken deneyimin ortaya koyduğu gibi, İşçi Muhalefeti’nin işçi denetimine yaptığı vurgunun da sendikalizm bataklığına saplanması kaçınılmazdı. O halde iş sürecinin örgütlenmesi ve iş disiplini sağlanması büyük ölçüde parti denetimi anlamına gelen, devlet denetimini gerekli kılmaktadır. Devletin gerçek anlamda bir işçi devleti olması ise, en azından üç konuda ilerlemeyi gerekli kılmaktadır: 1. Kitlelerin siyasi örgütlenmesinin ve siyasi süreçlere katılımının gelişmesi; 2. Muhasebe teknikleri, istatistikler iktisadi birimler arasında iletişim yolları gibi ekonomiyi koordine etme araçlarının yeterli düzeyde gelişmesi; 3. İşçi sınıfı iktidarına bağlı, Bolşevik Ütopya’yı paylaşan bir teknik uzmanlar kesiminin yetiştirilmesi.
Lenin’in ölümüne değin üretkenliğin artırılmasına, iş organizasyonunun geliştirilmesine vurgu yapması bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Gerçek bir işçi inisiyatifi olan Stahanov Hareketi’nin gelişmesi de, Sovyet devletinin bir işçi sınıfı devleti olmak yolunda atılımlar denemekten vazgeçmediğinin göstergesi olarak alınabilir.
* * *
Carr’ın şu çok önemli saptamasının üzerinde durulmalıdır: “Devrimler kolay kolay kendilerine ilham veren ütopyacı hayalleri unutturmaz. Hatta diyebiliriz ki, döneceği bir Ütopyası olmayan her toplum çürümeye mahkûmdur.”20 Sovyetler Birliği’nde Bolşevik Ütopya ne zamana kadar korunabildi, bu ayrı bir tartışma konusu. Ama sosyalist kuruluşun ilk yıllarında bu Ütopyanın topluma ilham kaynağı olduğu kesin. Mücadelenin pratik sorunları bu ilham kaynağını sürekli olarak sınamış ve sonuçta bolşevikler gerçeklikle gelecek tahayyülü arasında sağlıklı bir bağ kurmayı başarmıştır.
Anti-sovyetizmin bolşevik pratiğe en çok, bolşeviklerin ete kemiğe kavuşturduğu nihai hedeflerle, güncel adımları arasındaki karmaşık ilişkiler temelinde saldırmıştır. Aşılamayan Bolşevik Ütopya’nın sınırlarını çizdiği, temelinde Marksizm-Leninizmin durduğu, o muazzam evrendir. Çözülüş sonrasında bu evrenin kitlelerin bilincinden tasfiye edilmesi, büyük bir umutsuzluk, yoksunluk, sığlık ve en nihayet çürüme olarak tezahür ediyor. Çürümeye karşı durmak, Bolşevik Ütopya’yı yeniden var etmeyi gerektiriyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Carr, E.H., 1917. Öncesi ve Sonrası, Birikim Yayınları, İstanbul, 2007, s.75. Alıntının yapıldığı metin, Carr’ın Komünizmin ABC’sine yazdığı “neredeyse” mükemmel önsöz. Metnin başlığı “Bolşevik Ütopya”. “Neredeyse” mükemmel dememin sebebi ise, metnin sonunda Carr’ın Sovyet toplumunun ütopyacı arzularını koruduğuna dair düşüncesini Kruşçev’in destalinizasyon kampanyasına bağlaması. Şöyle yazıyor: “Ütopyacı arzulardan nasibini almamış hiçbir toplum yerinde durmaktan kurtulamaz. Sovyet toplumu yerinde durmamıştır. 1950’li ve 60’lı yıllardaki Stalinizasyondan kurtulma mücadelelerinde tutkulu idealistlerle ihtiyatlı idareciler arasındaki eski çatışma tekrar kendini belli etmektedir. Kruşçev’in 1958’deki 21. Parti Kongresi’ne sunduğu yedi-yıl planındaki tezler ‘kol emeği’ ile zihinsel emek, kentler ile kırsal kesim arasındaki temel farkların kaldırılması için… acil önlemler’ alınması gerektiğini belirterek Marksist programdaki eski ütopyacı öğeleri canlandırmıştır” (age, s.106). Destalinizasyon kampanyasının Sovyet toplumunun arzularını ve heyecanını yükselttiği görüşüne katılmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle önsöz bana göre “neredeyse” mükemmeldir…
- Carr, E.H. ,age, s.76.
- Carr, E.H., Sovyet Rusya Tarihi. Bolşevik Devrimi 1917-1923, cilt 3, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s.58.
- Carr, age., s.59.
- Carr, age., s.172.
- Carr, age., s.181-182.
- Carr, age., s.285.
- Carr, age, s.395.
- Carr, 1917. Öncesi ve Sonrası, s.43-44.
- Davies, R.W., “Some Soviet Economic Controllers I”, Soviet Studies, cilt 11, sayı 3, Ocak 1960, s.291.
- Davies, agm, s.301.
- Dobb, Maurice, “Discussion of the Twenties on Planning and Growth”, Soviet Studies, cilt 17, sayı 2, Ekim 1965, s.208.
- Çuyev, Feliks, Molotov Anlatıyor. Stalin’in Sağ Koluyla Yapılan 140 Görüşme, Yordam Kitap, İstanbul, 2007, s.207.
- Çuyev, age, s.206.
- Carr, 1917. Öncesi ve Sonrası, s.83-84.
- Carr, age, s.91.
- Bolşevikler 8. Kongre’de programa şu maddeyi dâhil etmişlerdi: “Toplumsal üretimin örgütlü düzeneği temelde sendikalara dayanmak durumundadır. (…) Sendikalar (Sovyet Cumhuriyeti’nin yasalarında belirtildiği ve pratikte gerçekleştiği gibi) sanayiyi idare eden yerel ve merkezi organlara katılarak, ülkenin iktisadi yaşamının idare edilmesine pratik olarak yoğunlaşmalı, bunu ortak iktisadi amaç haline getirmelidir. (…) Sendikaların iktisadi hayatın idaresine katılımı ve geniş halk kitlelerinin bu işe dâhil olması, aynı zamanda Sovyet İktidarı’nın iktisadi düzeneğinde bürokratikleşmeye karşı yürüttüğümüz kampanyada başlıca yardımcımızdır.” (Aktaran Bettelheim, Charles, Class Struggles in the USSR, cilt 1, Monthly Review Press, 1976, Paris, s.383)
- Bettelheim, age, s.392.
- Dobb, Maurice, Soviet Economic Development since 1917, Routledge, 1972, Londra, s.89.
- Carr, 1917, s.211.