Büyük medya çöplüğünün günlük gazeteleri arasında eşelenip okumaya değer bir köşe yazarı ararken -Umur Talu, Güray Öz, Ergin Yıldızoğlu, Ece Temelkuran ve Yıldırım Türker dışarıda bırakıldığında- entelektüel birikimi, edebi göndermeleri ve gıcır zekasıyla ayırt edilebilen tek kalem kimdir diye sorarsanız; bugünlerde aklımıza gelen tek yanıtımız, Engin Ardıç oluyor maalesef.
Büyük medya ve günlük gazete dediğimize bakmayın, artık İnternet var para vermeden okuyoruz muhteremi. Aynı beleş hizmetten faydalanırken, asabımızı bozmak ya da Latin Amerikalı devrimcilere ettiği küfürlere bakıp “doğru yoldayız” mesajını çıkarmak için Hadi Uluengin’e, Türkiye’nin karar alıcıları ne herzeler karıştırıyor diye merakımızı gidermek için Ertuğrul Bey ve benzerlerine, eğlenirken hafiflemek için Serdar Turgut’un penis sayıklamalarına vb. de bakıyoruz ama -cumalar hariç- her Allahın günü kaçırılmayacak bir yazar varsa o da Engin Ardıç’tır kanımızca.
Günlük gazete ve beleş hizmet dendiğinde durum böyle de, kitap dendiğinde de karşımıza Engin Bey’in çıkması garip oldu. Değerli kardeşimiz ve kitap kurdumuz, didiklenmiş kitaplarımızın ve okuma notlarımızın -adı bizde saklı- istihbarat kaynağı; geçtiğimiz günlerde, kültür merkezindeki karşılaşmalarımızdan birinde, çantasından hızla bir kitap çıkarıp “hocam, bu kitap okunmadan, Türkiye’de basın tarihi yazılamaz” dedi.
Okuduk, sevgili Özgür’ün istihbaratı yine doğru çıktı -evet, adı da, iki saniyede açığa çıktı.
* * *
Engin Ardıç’ın, ilk gazetecilik döneminde, haber dergilerinde yayınlanan “izlenimleri”nin birinci kitabı olan “Doğru Söyleyeni Dokuz Köyden”1 , yazarın, 12 Eylül sonrasında Gelişim’in ve Cep Yayıncılık’ın “starlarından biri” olduğu dönemde, 1988’de yayınlanmış bir çalışma. Uzunca giriş bölümünde “izlenimlere dair izlenimler”ini anlattıktan sonra bizzat “izlenimler” adıyla yazdığı makalelere yer vermiş “ardıç kuşu”muz.
Dönem 80’ler olunca, hem darbe koşulları hem de yavaş yavaş yükselen “özalist değerler”, sanırım birinci sırada kayıtlara geçmesi gerekenler. Bu kayıtların tutulup yayıldığı mecraların başında ise, dönemin dergileri ve bunlar içerisinde de Gelişim ve Nokta ekolü var. İşte kitap, bu ekolün hem bir kulisi, sicil araştırması ve ceza tahtası, hem de özür beyanı (ecnebi lisanıyla, “apology”si) niteliğinde.
Peki ama bundan bize ne diyebilirsiniz; lakin, “Gelişim ve Nokta ekolü” Türk basınının içine nasıl pisledi, Ercan Arıklı ve bilumum yetiştirmeleri dergiciliği nasıl berbat etti, halk düşmanlığı nasıl gelişti (Arıklı’nın, yıllar sonra, Vatan Gazetesi’ndeki işine giderken, gazete binasının hemen önündeki ışıklarda, bir “halk otobüsü” tarafından ezilmesi ve ölmesi, bir ironi mi, trajedi mi), en önemli haber şişirme ve sansürleme yöntemleri nelerdir gibi “basın tarihinin merkezini ve kulisini” oluşturan soru ve sorulara, hem içeriden hem dışarıdan bu kadar ustalıkla bakabilen bir kitap bulmak kolay değil, bunu bilin.
Bunun dışında, haber nasıl hazırlanır, şişirilir, abartılır, parlatılır, patlatılır, büyültülür, küçültülür, göz ardı edilir, hasır altı edilir, sansürlenir, atlanır, atlatılır vb. konularda, bir dönem gerçek bir “ekol” haline gelen ve bugünün magazin soslu, bol bacaklı dergiciliğine “haberin derinleri”nden gelerek zemin sağlayan Nokta ve Arıklı okulu; Ardıç’ın en çalışkan tarafından talebeliğini yaptığı, sınıf başkanlığına ulaşmaya kalkıştığı için de kapı önüne konuluverdiği önemli bir eğitim merkezi olarak görülebilir. “Doğru söyleyenin dokuz köyden kovulması” ise, kovulan başkan adayının iddiasıdır.
Kitabın 50 küsur sayfalık giriş bölümü, Engin Ardıç’ın kendisinden ve izlenimlerden daha çok öne çıkan bir “esas oğlan” olarak okunabilir. Tabii ki basın tarihimiz ve eğlencemiz düşünüldüğünde, bu esasın yanına hoş esanslar ve dedikodular da karışmaktadır.
Söz konusu geniş giriş ya da dedikodu bölümünden öğrendiğimize göre, kimler yetişmemiş ki bu okulun içinden; bugünkü basının dürüst kalemi Umur Talu’dan, şaşkın kalemi Güler Kazmacı’ya; biyografi yazdım diye yirmi sayfa giriş yazıp belgeler yayınlayarak bestseller olma yolunu bulan İpek Çalışlar’dan, Arıklı’nın “hüzünlü” biyografisini kaleme alan Arda Uskan’a; islam, borsa gibi belli alanlarda uzmanlaşmaya meyleden araştırmacı gazeteciler dünyasında Ruşen Çakır’ından, Mustafa Sönmez’ine; laikliği Üsküdar’da şarap içerek muhafaza etmeye çalışan Deniz Som’dan, ekonomi gazeteciliği denince patron haberleri ekolünü başlatanlardan Vahap Munyar’a varıncaya kadar onlarca imza, Nokta sıralarında, Arıklı’nın yeni bir haber yumurtlandıkça, “başka, başka…” diye sorgulayan özel tedrisatından geçmiş yıllar boyunca.
Engin Ardıç da, yeniyi zorlayalım diye vasat üreten bu yazar parçaları arasında, hızlı zekası ve birikimiyle öne fırlarken, bir yandan da engellerle karşılaşmış; kariyer hesapları, korkular, endişeler ve fırsatçılıkla hareket edenlerin taktıkları çelmeler, en başta. Düşmüş, kalkmış, biriktirmiş, biriktirmiş, biriktirmiş; patlamış sonunda.
Örneğin, Ardıç’a göre, tüm bu süreci yöneten Ercan Arıklı’nın “özeti” şöyle: “Sonsuz bir yürek yumuşaklığıyla atbaşı giden inanılmaz bir sinizm ve gaddarlık.” (s. 270) Üstelik kendisini köşe yazarı yapmayıp muhabir olarak tutarken şu sözlerle öven birine karşı söylüyor bunları: “Köşe yazarı da neymiş? Dünyanın hiçbir yerinde kalmadı köşe yazarı… Engin bir otursa, dört tane Melih Aşık sıçar!..” (s. 47)
Arıklı ve tepedeki durum böyleyken, eteklerde ve alçaklarda, genelde Maocu okuldan dönüp gazeteci olan bir kalabalık var. En hırslılar ve ardıç kuşunun ayağını en çok kaydırmaya çalışanlar ise, “ah şu bacılar”. Seksen sonrası “Maocu eskisi bacılar”ın, muhtelif “dönüş” pratikleri, muhalif halleri, garip kaprisleri ve sürekli itişmeleri arasında bağımsız bir gazeteci olmaya çalışmak kolay iş değil tabii ki. Hatta bir adım daha ileri gidip söylersek; tarihi ve bugünkü biçim ve içeriğiyle Engin Ardıç’ı neler “oluşturmuştur” diye düşünür ya da araştırırken, bu “bacılarımız”ın yarattığı tahribat, ilk sıralarda anılmalı.
Neyse çok uzatmayalım, basın tarihiyle ilgilenenlerin atlamaması gereken bu 50 küsur sayfayı meraklılarına önerip, biraz da izlenimlere ve Ardıç’ı ne yapmamız gerektiğine bakalım.
İzlenimler, Takdirler ve Biyografik Notlar
Ardıç’ın, daha sonra Tempo gibi diğer dergilerde yazdığı makalelerle birlikte iki ayrı kitaba daha dönüştüreceği bu “izlenimler” dizisinde, yazarın -Türk basınındaki köşe yazarlarında o dönem için pek rastlanmayan- edebiyatçı karakteri ve entelektüel birikimi de iyice açığa çıkıyor. Hatta abartıp, izlenimlerin (en azından bir bölümünün) öykü niyetine okunabileceğini de söyleyebiliriz. Örneğin, doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu kitapta, Surdibi’ne yerleşmiş çingeneleri anlatışı, bir Nedim Gürsel öyküsünün hiç de uzağında değil.
Ya da dolandırıcı türlerini sıralayışı (belki de hepsinin arasına gizliden gizliye “gazeteci”yi de katışı): “İş bu erazil takımı arasında, kalpazanın bastığı parayı piyasaya süren madaracı, geceleri ev soyan tufacı, otel fareliğine soyunan otelci, trenlerde çalışan vagoncu, haybeciyi define buldum diye kandırıp avans çeken defineci, cami şadırvanında abdest alanların ceketlerini götüren muslukçu, kaldırım işportalarından mal tokatlayan kaldırımcı, trafik kazası geçirmiş yaralıların üstünü başını yoklayan söğüşçü, tufacının yalnız gündüz gözüyle çalışanı olan karmanyolacı, hırsızlama malı ucuza bırakma ayağı yapan manitacı, merdivenle pencereden dalan minareci gibi türlü çeşitli alçaklara da rastlamak mümkündür…” (s. 123)
Sıralamaya başlamışken, sıranın aniden 80’lerin bar entellerine geliverişi; “Bir fırt Foucault, iki tutam Lacan, bir ölçü Deleuze, üç ölçek Guattari, iki fırt Kristeva’yı azıcık Marx sosuyla çalkaladıkları kokteylden mide fesadına uğrayanlara…” (s. 129)
Kısacası o dönemdeki izlenimleri, bugünkü yazılarıyla kıyaslandığında en az onlar kadar “eğlenceli” ama onlardan çok daha fazla “ustalıklı”. Nedim Gürsel’e ve öykücülüğe ya(t)kınlık ise, biyografik bir not aynı zamanda. O halde, şimdi bir de “flashback” yapalım (yapalım bakalım): Üç arkadaş bunlar. Aynı tornadan çıkmışlar. Mekteb-i Sultani ya da Galatasaray Lisesi’nden. Okulun üç fırlamasının yeteneğini gören Türkçe hocaları “siz yazar olacaksınız, günlük tutun” öğüdü verince, hocalarını kırmamışlar. Biri Nedim Gürsel olmuş, diğeri Ferhan Şensoy, üçüncünün başına da düşmüş medyadaki tüm elmalar ve armutlar.
Ama medyaya geçmeden önce, başka dergah ya da tezgahlara da uğramış. Biz de uğrayalım o zaman (uğrayalım bakalım): 60’larda ve 70’lerin başında yazar olanların önemli bir bölümü Beyazıt’ta, ikinci yenicilerden toplumcu gerçekçilere uzanan genişçe bir tezgahtan geçmekte. Diğer bir bölümü, önce vapura binip Kadıköy’e geçmekte, ardından Attila İlhan’ın tezgahından. Çok az bir bölümü ise, ikisini de reddedip Kemal Tahir’de karar kılmakta. İşte Engin Ardıç, Oğuz Atay’la birlikte bu üçüncü dergahta.
Tabii Oğuz Atay’la ilişkisinde toyluğunu da anlatmakta: “Yeniköy’deki evin kitaplığında ‘Topoğrafya’ kitabını görünce ‘deneysel bir roman mı üstat’ diye sorunca mutfağa kadar kovalanan genç ve istikbal vaat eden bir yazar adayı” kadar toy bu dünyada… (s. 207)
Ama yetişiyor işte. Edebiyatın ardından, bir tiyatro ve müzik eleştirmeni olarak yetişiyor. Onların ardından, sinemanın “dahi çocukları”na özenerek yetişiyor. Woody Allen’a ne kadar çok özendiğini “izlenimleri”nden de izlemek mümkün. Ama “Woody gibi olmak” için Amerika tipi bir refah toplumuna ihtiyaç var sanki… Şu lanet olası ülkede tıkılıp kaldığı için, anlaşılamıyor bir türlü bizimkinin değeri…
Gözlemler, Tekdirler ve Medyatik Notlar
Peki ardından neler oluyor?
Bir türlü anlaşılamayınca, doğru söylediği için haberin merkezlerinden kovulup durunca, dönemin ve döneklerin ruhunu kavrayıp, başka türlü işlere yöneliyor sonunda.
Başka türlü ifade edecek olursak; “babasının eski pantolonu tersyüz edilip, paçası kısaltılıp okula gittiği” için, çok yakından tanıdığı “sefalet edebiyatı”na hak verdiği (s. 187) bu ilk döneminin ardından, “ben zenginleri severim” diyen Özal felsefesinin peşinden gitmeye başlıyor. Üstelik bu çok sevilen zenginlerin, en sevgisiz ve şekilsizlerinden biri olan Uzanlar’a yaverlik ya da kahyalık yaptığı için de, ardıç kuşu da, hızla şekil değiştirmeye başlıyor.
Bir de bakıyor, Uzan-Özal ortaklığıyla kurulan ilk özel televizyonda, Türkiye’nin ilk enkırmenlerinden biri (belki de birincisi) oluveriyor. Bir de bakıyor gazeteciliğin kaypak dünyasında başka işler çevirmeye başlıyor, patronunun önünü açıveriyor. Bir de bakıyor, medyalar plaza olur, babıali ikitelliye dönüşürken, televizyondan hönkürmesi karşılığında ona çok çok yüksek maaşlar veriliyor. Kuş bakışıyla, ardıç kuşu, yükseliyor da yükseliyor.
Galatasaray yıllarından ve Nokta’dan beri gelen dalgacılığı, fırlamalığı ve haylazca üslubu ise, kah küstahlığa, kah nihilizme, ya da Arıklı için söylediği haliyle, sinizme ve gaddarlığa uzanarak bugünlere uzanıveriyor.
Üslup meselesi önemli; zira Ardıç örneğinde, yazılanların içeriğini etkileyecek ve hatta belirleyecek kadar ön planda duruyor. İşte biz de, Engin Ardıç’ın sağa sola saldıran üslubunu nasıl tanımlamak gerekir acaba diye düşünür ve “entelektüel küfürbaz” gibi betimlemeler üzerinde dururken, Kemal Özer imdadımıza yetişiveriyor.
Sizin üzerinde düşünüp durduğunuz ama karşılığını bulamadığınız bir tanımlama ya da yaklaşımı, yılların ve yazıların içinden süzülüp gelen birikimi ve edebiyatçı kimliğiyle, öyle laf arasında, bir konudan diğerine atlarken karşınıza çıkarabilen Kemal ağabey, ondan ve Attila İlhan’dan bahsederken “küstah üslubuyla yazanlar” diyiveriyor.
Bir küçük ek gerekiyor; sola ve solun değerlerine, sembollerine, hırsla ve fütursuzca saldırırken, küstahlığı bir başka boyut kazanıyor. Onun yükselme potansiyelini ve düzen için tehdit oluşturma risk ya da ihtimalini değerlendirip “kendinden geçiyor”. Tehdidi algıladığında, küstah üslubunun “inceden giydirme halleri”nden vazgeçip, ters köşeleri de denediği bir küfürbazlığa meylediyor; örneğin, “faşist Küba’nın açık kerhanelerinde eyleşerek solcu geçinen çemişler” türünden tamlama ve tanımlamalarla, solcuyu çileden çıkarmayı başarıyor. “Gerektiğinde o kadar adileşirim ki, beni kimse tutamaz” bir tarz ya da yaklaşımsa, onun da ustası oluyor.
Bugün, tehdit çok sıcak algılanmadığı, onu daha entelektüel cepheden “Türkiye’de işçi sınıfı ve sermaye tam oluşmamıştır” vb. tartışmalarla karşıladığı ve üzerindeki “Uzan baskısı” bir miktar kalktığı, Karamehmet onun kadar müdahaleci bir patron profili çizmediği için “görece rahat” davranabilmesi kimseyi aldatmasın. Ardıç kuşu sapanların üzerine çevrildiğini görünce, ötmeye başlıyor.
Peki bunca lafın ardından, Engin Ardıç’ı ne yapmak gerekiyor? Takdire boğamayacağımıza göre, tekdirle mi uslandıracağız? Ya da; lezzetli bir sebzeden neler yapılmaz ki diye düşünüp, ufkumuzu geniş mi tutacağız?
Sorularımıza yanıt ararken, son olarak (kitap tirajları, kimi dergilere göre epey düşük kaldığı için),”yazının sonuna kutu koyma hakkı”mızı da Çöpten Kitap’taki2 “tarihin çöp sepeti” bölümünden yana kullanacağız:
* * *
Ve Üstüne, Küstah Üslubu ile, Enginarlı Bir Turgut Belirir Aynı Gazetede
“Hiç anlayamadığım bir şey var: Bugünün ahmak gençleri niçin solcu olmuyorlar, bu ülkenin geleceğini neden karartıyorlar?!
Benden onlara tavsiye; biraz solculuk yapın, dünyayı tanıyın, bu kadar cahil kalmayın. Nasıl olsa sonradan bırakırsınız, o kadar korkmayın!
Tabii zavallı solculara yıllardır anlatamadığımız şeylere de, kafayı çok takmayın: Türkiye’nin temel çelişkisi burjuva sınıfıyla işçi sınıfı arasındaki çelişki değildir, ikisi de henüz çok cılızdır bunların; ne kadar solculuk yaparsanız yapın, bunu unutmayın. O yüzden lümpenlerle entelektüeller, taşralılarla gerçek İstanbullular, seçilmiş temsilcilerle bürokratlar arasındaki sahici çelişkilere bakın.
Bakın, bakın ki; bizde de, keferenin becerdiği türden medeni ilişkiler boy atabilsin. Mesela ben Amerika’dayken, kızların ilgisini nasıl çekerim diye saatlerce düşünürdüm. İlk aklıma gelen katastrofik estetik cerrahi yolu, parasızlık nedeniyle uygun değildi. O günlerde solculuk pek modaydı. Tanıdığım tüm solcu gençlerin kız arkadaşları vardı. Ben de solcu olmaya karar verdim ama biraz aşırıya kaçtım ve sonunda gerilla olarak dağa çıkmaya hazır kıvama geldim. Solculuğumun içini doldurayım ve kızlara iyi konuşayım diye kitap da okumaya başladım ama sonunda gerçekten komünist oldum. Ben kız tavlamak için yola çıkıp da komünist gerilla olmuş bir insandım, yani bir anlamda kader kurbanıydım.
Aynı kader penisten de yakaladı beni. Ben sadece ‘penisin vakitsiz yumuşaması’ diye bir hastalık var sanırken bir de penisin vakitsiz sertleşmesi hastalığı çıktı. Bir zamanlar ‘What goes up, must come down’ diye bir şarkı vardı; bizim hastalar, ben eminim ki, bu şarkının ikinci bölümünü hiç söylemiyordur. Hastaya bakın, durup dururken ereksiyon oluyormuş ve bunu ne yapsalar geçiremiyorlarmış. Üzerine vurmuşlar, azarlamışlar, iğne batırmışlar ama olmamış da olmamış işte…
Olmayacak böyle. Ya da klostrofobime ve panik ataklarıma rağmen bana müze gezdirebilen Rana’nın deyişiyle; ‘daha ne olsun’!
Solculuk bir, penis iki ve demokratik televizyon kamuoyu üç. Dünyanın tüm sosyologları bir araya gelsin, şu soruyu yanıtlasın bakalım: İzlediği televizyon programlarını gerçek sanan insanların yaşadığı bir toplumda demokrasi olabilir mi yahu; olmasına çalışılırsa da bunların vereceği oylar geçerli sayılabilir mi? Bence 5 ila 9 yaşındaki çocukların zeka düzeyi göz önüne alınarak hazırlanan televizyon dizilerini, Türk halkının büyük çoğunluğunun gerçek zannetmesi ve bu kalabalığın oylarıyla hükümetlerin belirlenmesi çok ama çok korkunçtur.
Ama suç halkta değil, onları ve filmleri yönetenlerde. Ulan o kadar televizyon izleyeceğinize, dizi çekeceğinize, birazcık sinemadan anlasaydınız, Kemal Tahir uyarlaması film yapar, içine de burada dediğimiz üç ölçütten üç gram katar, başrolü de George Clooney’e oynatırdınız. Ama nerede sizde o kafa? Nato olmasına nato kafa ama, mermer bile yok bu sizdeki kuzey paktında.
Ama illa solcu olacaksınız ya, siz şimdi NATO’ya da karşısınızdır. Cumhuriyeti koruyan bekçiler sizi; artık özel güvenlik şirketleri revaçta, duymadınız mı yoksa?
Tamam tamam siz yine dönün mahallenize, gece bekçiliği yapın. Muhtaç olduğunuz düdük necip basınımızın bir yerlerinde mevcuttur nasılsa. Tabii iyice derinlere kaçmadıysa.
Bu arada, parayı verirseniz, ben bile çalarım ha.