“Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”1
Gençlik, üzerine çok düşünülen, çok konuşulan, çok yazılan bir başlık. Günlük gazetelerden magazin dergilerine romanlardan şiirlere gençliğin fazlasıyla konu alındığı pek çok alandan söz etmek mümkün…
Bu çalışmamız gençliğin siyaset için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlatmayı amaçlamıyor. Üstelik böyle bir uğraşın gereksiz olduğu temel tezi ile yola çıktığımızı söyleyebiliriz. Gençliği siyasal seslenme ve örgütlenme çalışmalarının merkezi yerlerinden birisinde değerlendirmeyen bir siyasal organizasyonun 2007 Türkiye’sinde siyaset yapmaya çalışmasının pek bir anlamı kalmıyor.
Buraya kadar söylenenlerden devamla genel olarak Türkiye toplam nüfusu içerisinde gençliğin kapsadığı alan ve bu alanın çeşitli açılardan muhakemesi ile devam etmek mümkün. Ancak biz çalışmamıza ülkemizdeki sosyalizm mücadelesinin, anti-emperyalist mücadelenin gençlik alanı içerisindeki durumuna ilişkin kimi saptamalarla başlayacağız. Bu saptamalardan hareketle, komünist gençlerin görev ve sorumlulukları ekseninde bir tartışmanın daha verimli olacağı kanısındayız.
Ancak yine de çalışmanın merkezine “gençlik” kavramını oturttuğunuz zaman kaçamayacağınız bir alan var. “Gençlik derken neyi kastediyoruz?” Buna değinmek zorundayız.
Kimilerinin gençlik denince neyin kastedildiğini herkesin anladığını ileri sürmesi mümkündür, ancak mesela bu çalışma vesilesiyle aklımıza gelip tekrar göz attığımız Türk Dil Kurumu Güncel Sözlüğü’nde “genç”in karşılığı olarak verilen tanımlar bile bize bu tartışmaya ihtiyaç olduğunu göstermiştir. Aktaralım:
“genç: 1. Yaşı ilerlememiş olan, ihtiyar karşıtı. 2.Gelişmesini tamamlamamış olan. 3. Gençlikteki özelliklerini koruyan, dinç. 4. Zihin bakımından yeterince gelişmemiş, toy. 5. Yeni gelişmekte olan, kısa bir geçmişi olan”2
Burada verilen karşılıkların neredeyse tümünün negatif bir okumanın ürünü olduğunu yazmak durumundayız. Toplumsal alanda çok zaman haddinden fazla pozitif özellikler atfedilen bir kavram, iş tanımlamaya gelince tam tersi bir biçim alabilmektedir. Elbette meseleyi sadece dilbilim açısından tartışmanın sınırı var, dolayısıyla not etmiş ve geçmiş olalım.
Ancak söz konusu olan siyaset olduğunda da işimizin kolaylaşacağını düşünmek hata olur. Biyolojik bir evreyi tanımlamak için kullanılan bir kavramı siyaset alanına doğrusal olarak taşıdığımızda da benzer sıkıntılar ile karşı karşıya kalıyoruz.
Sadece burjuva siyaset arenasında 3 kuşak boyunca aynı isimlere (Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş akla gelen ilk örnekler) oy veren büyük kalabalıkların yaşadığı bir ülkede konuştuğumuz düşünüldüğünde bile siyasette gençlere özel bir anlam yüklenmesi belli açılardan anlaşılabilir. Türkiye tarihinde en azından bizim yaşadığımız dönemde sürekli bir gençleşme arayışı olmuştur.
Öte taraftan meseleye Marksist bir yöntemle yaklaşmak iddiasında olan kimi kesimlerin de konuya yaklaşımlarında gençliğe kendinden menkul dinamizm, atılganlık vb. atfetmeye devam etmeleri açıklanmaya muhtaçtır.
Dilcilerin negatiflik yüklü açıklamalarının tersine, siyaset söz konusu olduğunda “gençliğin” anlamı, pratikteki karşılığından bağımsız olarak söylemde aşırı olumlamacı biçimlere bürünebiliyor. Sözü edilen aşırı “pozitif” yorumların Marksizm etkilenimli alanlardaki yansımasında temel olarak iki neden öne çıkmaktadır.
Birincisi Marksist-Leninist külliyatta gençlik alanına ilişkin devrim sonrası -kuruluş süreçlerine özgü- çalışmaların belirgin biçimde öne çıkmasıdır Devrim öncesi çalışmalar ise genel olarak işçi değerlendirmeleri içerisinde işçi gençliğe ilişkin değerlendirmelerin ağırlığı ile belirginleşmektedir. Lenin’in Gençlik Üzerine adıyla kitaplaştırılan çalışmaları buna verilecek en önemli örnektir. İktidardaki bir devrimci öznenin herhangi bir toplumsal kesime dair değerlendirmelerini ve ona biçtiği misyonu birebir iktidar öncesi mücadele sürecine yansıtmak pek mümkün değildir.
İkinci neden ise ülkemiz solunda bu alana ilişkin değerlendirmelerin oluşumunda aranmalıdır. 1960’lı yıllardan başlayıp gelen pratik süreçlerden kestirme sonuçlar çıkarmak, meseleye dair tarihsel-teorik bir çerçeve oluşturmaya baskın gelmektedir. Ancak buradan doğru sonuçlar çıkarıldığını söylemek de pek mümkün görünmemektedir.
Her ne kadar her iki yaklaşıma dönük eleştirel duruşumuz kimi ipuçları veriyorsa da, bizim yaklaşımımızı -fakat daha sonra üzerine yeni çalışmalarla eğilmek üzere- kısaca ifade edeyim.
Siyaset cephesinden baktığımızda, çeşitli etmenlerin devreye girmesi nedeniyle gençlik kategorisine farklı zaman ve coğrafyalarda farklı anlamlar yüklenebilir, bu kategorinin kapsamı daralıp genişleyebilir. Temel yanlış gençliği bir bütün olarak değerlendirip ona olumlu ya da olumsuz birtakım özelliklerin önsel olarak atfedilmesindedir. Örneğin bugün nüfusun yarısına yakınını oluşturan 24 yaş altını toplumun diğer kesimlerinden kesin çizgilerle ayırabilecek bir ideolojik-siyasal belirlenimden söz etmek doğru değildir. Ülkemizin siyasi tarihi incelendiğinde, bugüne devrolan ve bugün hâlâ geçerliliğini koruyan en sağlıklı yaklaşım, gençlik hareketleri kapsamında öğrenci gençliğin merkeze alınmasıdır. Türkiye’de eğer siyaseten aktif bir özne olarak gençliği tartışıyorsak bunun siyasal ve örgütsel karşılığı üniversitelerdedir. Bu çalışma içerisinde de gençlik ile kastedilen “öğrenci gençlik”, daha da daraltırsak üniversiteli gençliktir.3
Bu biçimde tanımlandığı zaman Gelenek çizgisinin gençlik alanına ilişkin yaklaşımlarındaki temel farklardan bir tanesini daha belirgin biçimde ifade etme şansımız artıyor. Gençliğin, “bağımsız” bir siyasi özne olarak tanımlanması yanlıştır. Gençlik, toplumun genelindeki siyasi ve sınıfsal yapılanmadan farklı, ondan bağımsız bir kategori olmadığı için sadece kendi içinde ortak hareket eden ve toplumdan bağımsız bir siyasi özne gibi değerlendirilemez. Bu yaklaşım gençliğin örgütlenmesi tartışmaları açısından da belirleyicidir. Bu yaklaşımımız nedeniyle gençlik örgütlenmesini, merkezinde “ana örgüt”ün durduğu çevredeki örgütlerden herhangi biri olarak gören yaklaşımlarla da köklü biçimde ayrı duruyoruz. Gençlik tanımımızda önsel pozitif veya negatif unsurlar bulunmamasının bir sonucu olarak gençliğin örgütlenmesi alanına yaklaşırken yönelimimiz; gençliğin toplumsal açıdan kimlik kazanan, misyon sahibi, aydınca karakter taşıyan ihtilalci bir mücadeleye örgütlenmesidir.
Okuduğunuz çalışma gençlik adına bir şeyler anlatmaktan ziyade anlama ve müdahale etme arayışımıza yardımcı olmak amacıyla hazırlanıyor. Daha rahat ifade edebilmek konusunda her zaman yardımcımız olan Nâzım’ın sözleri ile söylersek “gideni ve gelmekte olanı” anlamaya çabalıyoruz. Anlamaya dair uğraşımıza, gelmekte olana ortak olma ya da birlikte yeniden kurma arayışı demek mümkündür.
Gençlik konulu bir çalışmayı ağırlıklı olarak gençlerin okuyacağını da düşünerek bir paragraflık bir parantezle ek yapalım. Marx’ın 11. tezi diğer tüm eserlerinden, yazılan binlerce sayfadan daha fazla bilinir ve sık sık çeşitli vesilelerle ortaya atılır. “Filozoflar, dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır. Asıl önemli olan onu dönüştürmektir.” Gerçekten de sadece Marx’ın değil herhangi bir düşün insanının binlerce sayfalık eserlerini bu kadar özlü biçimde ifade eden cümleler bulmak kolay değil. Ancak her “özet”, içeriğin kuvvetlenerek aklınızda yer bulmasını sağlamayabilir. Kanımca Türkiyeli ortalama bir devrimcinin bu sözden çıkardığı anlam daha ziyade “yorumlamaya, anlamaya gerek yoktur, aslolan onu dönüştürmektir” biçimini almaktadır. Asıl bu bakışla bir dönüştürücü eylem gerçekleştirme şansı kalmamaktadır. Parantezi kapatalım.
Geçmiş dönem değerlendirmelerine girmeden önce “giriş” satırlarımızda cevaplanması gereken bir soru daha önümüzde durmaktadır. Kısaca “neden bugün?” olarak yazabiliriz. Gelenek’in gençlik çalışmalarımızı merkeze alana bir sayı yayımlanmasına verilecek en kısa yanıt geçen Gelenek’te belgeleri yayınlanan TKP 8. Kongresi’dir. Daha açıklayıcı ve uzun olan için ise Komünist gazetesine başvurabiliriz. 8. Kongre’nin gençlik alanına taşınmasını tartışan çalışmanın girişi bu çalışmamız için de giriş olarak okunabilir.
“Bugün Türkiye Komünist Partisi’nde vücut bulan siyasal irade yakın geçmişimizde Gelenek ismiyle yola çıkmış, Sosyalist Türkiye Partisi ve Sosyalist İktidar Partisi deneyim ve birikimlerinin ardından Türkiye Komünist Partisi adını almıştır.
Sosyalist İktidar Partisi, henüz solun parçalı görüntüsü içinde bu parçalardan herhangi birisi olarak görülmekteyken pek çok tartışmaya girmiş ve çeşitli eleştirilere maruz kalmıştı. 90’lı yılların ikinci yarısında da devam eden bu tartışmalardan ikisi bu yazının ekseninde hatırlatılmayı hak ediyor. Birincisi, solun pek çok öznesi kendi örgütsel geçmişini doğrusal olarak 80 öncesi hareketlerden birisine bağlarken SİP için böyle bir örgütsel miras tarif etmek mümkün değildi. Bu kimileri için başlı başına bir problemken, bizim için taşıdığımız Gelenek ismi fazlasıyla yeterliydi. Zaman geçtikçe tartışma herhangi bir ‘miras’a yaslanmayan bir sol partinin nasıl olup da diğerleri arasından öne çıktığı noktasına doğru akmaya başladı ki bu açıkça ifade edilmemekle beraber saygıyla karşılanan bir gelişmeydi.
Ancak bu gelişime rağmen sol içerisindeki ‘kardeşlerimizi’ rahatlatan, sıkça kullanıldığını bildiğimiz başka bir iddia daha vardı. ‘Büyüyorlar ama sonuçta işçi sınıfı içerisinde bağları yok; bunlar öğrenci partisi’ biçiminde özetlenecek bu yaklaşım pek çokları tarafından eleştiri olarak ortaya konulsa da bu da partinin o günkü siyasal ve örgütsel yönelimleri düşünüldüğünde bizi mutlu eden bir eleştiriydi. Aslında bu eleştiriyi ortaya koyanların da kabul ettiği gerçek, 90’lı yıllarda sosyalizmin, bugün rahatlıkla geçici diyebildiğimiz yenilgisinin ardından gençlik içerisinde yeni damarlarla buluşmayı başaran ve sosyalizm mücadelesine genç kadrolar kazandıran en önemli öznenin Sosyalist İktidar Partisi olduğu idi.
Uzatmaya gerek yok, parti buradan da aldığı enerjiyle 2000’li yıllara önemli bir kadro birikimiyle girmiş ve başta işçi sınıfı olmak üzere farklı toplumsal kesimlerle kurduğu bağları daha üst düzeyde bir mücadeleyi sürdürmek üzere Türkiye Komünist Partisi’ne taşımıştır. ‘Gelenek’ tartışması da aynı sürecin ürünü olarak noktalanmış, parti geleceğe doğru uzandıkça solun tarihsel birikimiyle daha sağlıklı ve daha kuvvetli bağlar kurmuştur. Türkiye Komünist Partisi’nde somutlanan gerçek geleceğe uzandıkça ve güçlü bir gelecek perspektifiyle gençleri kazandıkça köklerini daha derine indirme başarısıdır.
Türkiye Komünist Partisi bugün ülkemizin hem en eski hem de en genç partisidir.”4
Yakın dönem Türkiye’sinde gençlik
“Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
Dalga, dalga aydınlık oldular,
Yürüdüler karanlığın üstüne
Meydanları zapt ettiler yine.”5
Gençlik hareketinin, Türkiye solunun yaklaşık 90 yıllık mücadelesinde kimi momentlerde en önemli toplumsal güç olma özelliğini de yüklenerek her dönem belirli bir ağırlığı temsil ettiği tartışılmaz. Daha önce Gelenek’te ifade edildiği biçimiyle söylersek; gençlik, sol açısından, toplumsal hareketlenmenin ve siyasal yaşamın ölçülmesini sağlayan bir barometredir. Tarihsel olarak baktığımızda 60, 71 ve 80’den çıkışta ilk hareket hep gençlik alanından gelmiştir.
Amacımız özellikle 1990’lı yıllardan bugüne uzanmak, ancak daha eski dönemlere ilişkin ileride gerçekleştirilecek tarih çalışmaları için çerçeve notlar olarak düşünebileceğimiz kimi hatırlatmalarda bulunabiliriz.
Ülkemizde ilerici, devrimci, gençlik hareketi ilk örgütlü çıkışını 1920’li yıllarda TKP’ye “ideolojik olarak bağımlı” Gençlik Cemiyeti ve Türkiye Komünist Gençler Birliği ile gerçekleştirmiştir. Bu dönem sınıf hareketinin genel seyrine paralel olarak Komünist Gençler Birliği üyelerinin İstiklal Mahkemelerinde yargılanması dışında dönem boyunca “haber niteliği” taşıyacak etkinlikler gerçekleştirilememiştir. Gençlik alanındaki kavganın egemen sınıfın cephesindeki örgütü olan Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) bu tutuklama ve yargılamaların ardından 1926 yılında -cumhuriyetin ilanı sonrasında yeniden- kuruluşunu da not etmek gerekir.6
Vedat Türkali’nin Güven adlı romanındaki tartışmalı anlatımıyla epey bilinir hale gelen küçük komünist hücreler biçiminde örgütlenme ve partiyi aramakla geçen yıllar, “gençlik hareketi” açısından da 30’lu yıllarla 1940’lara doğru gelirken görülen yegane siyasal eylemdir. Ardından özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle gençler de yeni arayışlara yönelmişlerdir. Yeni bir dünya kurulmakta ve herkes yerini almaktadır. Süleymaniye Camii minareleri arasına asılan “Saraçoğlu faşisttir” pankartı ile adını hatırladığımız “İleri Gençlik Birliği”, “İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği”, “Türkiye Gençler Derneği” gibi ağırlıkla TKP yönlendiriciliğinde kurulan öğrenci dernekleri bu dönemin ürünleridir. Tüm bu evreler boyunca egemen sınıfların baskısı bir an olsun eksik olmamıştır ve anlamlı bir toplumsal etki yaratılamamıştır.
Gençliğin bir siyasal güç olarak kendisini hissettirmesinin gerçek tarihi 1960’lı yıllardır. 27 Mayıs arifesinde özellikle 28-29 Nisan ve 555 K (5.ayın 5’i saat 5’de Kızılay’da) eylemleri ile gençlik bir siyasal-toplumsal güç olarak siyaset arenasındaki en etkin konumlarından birisini almıştır. 60’lı yıllarda adını sıkça duyacağımız Fikir Kulüpleri de ilk kuruluşlarını bu evreye borçludur.7
Daha önce Gelenek’te yazılmış olmasına atıfla 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren hızla gelişen hareket içerisinde gençlik tartışmasına sadece değinerek geçme şansımız var.8 Kuşkusuz ülkemizin devrimci gençlik hareketi tarihinin, üzerine en fazla düşünülmesi, tartışılması gereken ve geliştirilmeye açık özellikleri bulunan dönemidir. Hâlâ pek çok tartışmanın başlangıç noktası olma özelliğini korumaktadır. Dönemin ana siyasal yöneliminin anti-emperyalizm olması da güncel tartışmalarımız açısından özellikle değerlidir.
12 Eylül öncesinin gençlik hareketlerinin temel karakteristiği 12 Mart öncesinde yakalanan gelişmenin verdiği özgüven ve iyimserlik ile neredeyse her sol çevrenin kendi “gençlik örgütü”nü kurduğu ve tüm gençliği buraya çağırdığı tarzın hâkimiyetidir. Kuşkusuz dönemin solunun genel etkisi ile paralel olarak birçok gençlik örgütü bugünkü ile mukayese edilemeyecek kitleselliklere ulaşmıştır. Ancak bütün bir gençlik bir yana ilerici, devrimci gençlerin bile ortak bir perspektif ile hareket edemiyor olduğu bir evre 12 Eylül darbesi ile sonlanmıştır. 1968 çıkışı, 1970’li yıllarda kendisini her açıdan fazlasıyla hissettirmiş, ancak 12 Eylül ile birlikte geriye süreklilik namına çok az şey bırakmıştır.
12 Eylül sonrası genel olarak solun yenilgisi ve bunun sol öznelere yansıyan biçimi olarak “çözülme” gençlik alanında da kendini göstermiş, gençlik hareketi 1990’lı yıllara kadar, ağırlıklı olarak arayış diyebileceğimiz bir deneme yanılma evresi geçirmiştir. Bu döneme gençlik alanından damgasını vuran ana mesele öğrenci dernekleri tartışmalarıdır. Dernekler başlangıçta bir toparlanma anlamına gelmiş olsa da, zamanla çeşitli nedenlerle ama siyasal ayrımların belirginleşmesine de vesile olarak sonlanmıştır. Bu dönemin bugüne en önemli mirası nelerin olamayacağının görülmesi ve YÖK karşıtı mücadelenin merkeze oturtulduğu tarzdır.
90’lı yılların ikinci yarısı ile birlikte gençlik hareketi açısından yeni bir dönemin sinyalleri de gelmeye başladı. Gençler, doğrudan 12 Eylül sürecinin ürünü olan bir siyasi ve toplumsal ortamda üniversiteye gelmelerine rağmen, 1994 yılında 5 Nisan tarihiyle anılan ekonomik krizin etkisi ve sermaye sınıfının bütünlüklü bir kurgu taşıyan yeni saldırı dalgası karşısında oldukça hızlı bir biçimde politikleşmiştir. Büyük hesaplaşma başlıklarından birisinin, siyaset ve ekonominin kesişme noktası olarak düşünebileceğimiz özelleştirme başlığında somutlanması bu açıdan tesadüf değildir. Üstelik aynı dönem, Kürt hareketinin 90’ların ikinci yarısında yaşadığı büyük kırılma öncesi son denemelerini gerçekleştirdiği, kamu emekçileri hareketinde belli bir canlanmanın kendisini gösterdiği, kent yoksulları alanından gür seslerin yükseldiği, kısacası solun ülke topraklarında parçalı ama neredeyse bütün alanlarda bir yükselişi zorladığı yıllardır. 90’lı yıllar boyunca süren yoğun siyasal mücadele ve yaşanan hızlı politikleşme, gençleri de ülkenin ve dünyanın siyasal tartışmalarında daha net konumlara doğru yönlendirmiştir. 1995-1999 arasındaki kısa dönem öğrenci hareketinde görece kitlesel eylemlerin örgütlenebildiği ve önemli siyasal-ideolojik çıkışların yaşandığı bir dönem olmuştur.
Kuşkusuz bugünden bakıyor olmanın avantajıyla daha soğukkanlı ve sağlıklı değerlendirmeler yapma şansımız oluyor. Gençlik hareketi kendi içerisinde, 1996 yılında İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’nın işgali ile tepe noktasına ulaşan hareketin ardından, iki ana eğilim ortaya çıkarmıştır. Büyük ölçüde bizim temsil ettiğimiz birinci eğilim, buradan aldığı enerji ile ülkedeki siyasal gelişmelere yanıt vermeye çalışan bir yönelim ile yeni bir evreyi zorlamış ve kadrolaşmaya da özel bir önem vermiştir. Buna karşın üniversitedeki sol güçlerin büyük bir bölümü kendilerini hareketin rüzgârına bırakmış ve öğrencilerin (en has gerçek) öz örgütlülüğünü yaratma, demokrasi mücadelesi vb. başlıklara daraltılmış bir yönelimi tercih etmiştir.
Daha kolay anlaşılması için örneklemek faydalı olabilir. Bence en çarpıcısı şudur: 3 Kasım 1996, Susurluk’taki malum kazanın gerçekleştiği gündür ve bundan sadece üç gün sonra 6 Kasım 1996 günü binlerce öğrencinin katıldığı YÖK karşıtı eylemde o günkü ifade ile “devlet-aşiret-çete üçgeni” kimi gruplarca alana hiç taşınmamış kimilerince ise sadece iliştirilmiştir. Bugünden bakıldığında öğrenci eylemleri için bu eylemi bir kırılma noktası olarak tanımlamak fazlasıyla mümkündür.
Devamla gelen süreçte ülke çapında süren tartışmalar üniversitelere doğrudan yansımış, hatta türban gibi başlıklarla üniversitenin kendisi ülke gündeminin merkezine oturmuştur. Ancak sol içerisindeki problemli bakış, buradan devrimci bir mücadele başlığı türetmek konusunda gayret göstermek yerine demokrasicilik oyununa maalesef figüran olma tercihini üretmiştir.
Hareket özellikle 96’nın yarattığı saygınlık ve olanaklar ile 2000’li yıllara kadar düşen bir ivme ile de olsa sürüklenmiş ancak, parçalı denemeler olsa da “gençlik hareketi” gelişen siyasal süreçlere hak ettiği ölçüde güçlü yanıtlar verememiştir. 2000’li yıllardan bu yana üniversite gençliği toplumun geniş kesimlerinin ilgisini çekecek, merak uyandıracak, umut verecek eylemler gerçekleştirme konusunda oldukça tutuk kalmıştır.
2000’li yıllarda siyasal gelişmelere yanıt üretme ve “yeni” nesnelliğe karşılık verme noktasında sol gerekli ataklığı ve cesareti sergileyememiştir. 2000’li yıllardan sonra öğrenci hareketindeki geri çekilişi, küçülmeyi/daralmayı kabullenen ve öğrenci kitlesi ile bağları gittikçe zayıflatan bir süreç izlemiştir.
Bu sürecin doğru muhasebesi aynı zamanda önümüzdeki dönemin kazanılması için verilecek kavganın da ilk işaretlerini bulmak konusunda yardımcımız olacaktır.
2000’lerde üniversitelerde neler oldu?
Geride bıraktığımız 6-7 yıllık kısa döneme toplam olarak baktığımızda sol açısından kazanımlarla geçen bir dönem tanımlaması yapmak mümkün değildir. Genel olarak solun üniversiteler alanında bir mevzi kaybı içerisinde olduğunu korkmadan saptamamız gerekmektedir. Bugün en büyük üniversitelerimizde devrimci öğrencilerin tamamının ortak hareket etmesi durumunda bile gerçekleştirilen eylemler kadrajların dışında kalmaktadır. Bir öğrenci ya da gençlik hareketinden söz etmek ise mümkün değildir.
Biraz daha gerilere giderek durumu daha açık hale getirmeye çalışalım.
Kırılma noktaları arıyorsak, yukarıda söz etmiştim önemli tarihlerden birisi 3 Kasım 1996’dır. “Susurluk Kazası” ile başlayan süreç bir bütün olarak Türkiye sermaye sınıfının kendi iktidar aygıtı ile toplum arasındaki ilişkileri, bu ilişkilerdeki konumlanışını yeniden yapılandırdığı bir evre olmuştur. İsterseniz tarihi 28 Şubat 1997 olarak da alabilirsiniz, sonuç değişmez. Restorasyon olarak adlandırdığımız bu evre ile ülkedeki tüm siyasal ilişkiler yeniden yapılandırıldı. Ana yönelimin emperyalizme tam boy teslimiyet olarak belirlendiği evrede bütün aktörlere yeni misyonlar tarif edildi ve bu misyonları kabullenmeyenler, engel olabilecekler, sürecin dışına itildi.
Üniversitelerde de…
Üstelik üniversite, bu dönüşüm tartışmaları sırasında, zaman zaman, doğal olarak taşıması beklenecek ağırlık bir miktar abartılarak kimi çatışmaların merkezine yerleştirildi.
Önceleri türbanla üniversiteye girilip girilemeyeceği noktasında somutlanan bu gerilim, belli dönemlerde yükselerek belli dönemlerde geri çekilerek tarafların zaman zaman birbirilerinden kimi mevziler kopardıkları bir biçimde hâlâ devam ediyor. Başka vesilelerle çeşitli defalar ifade ettik üniversitelerdeki gerilimin şu anda somutlandığı “taraf”ların üniversite ve üniversitenin ülkedeki rolü konusunda öz itibariyle bir farkları bulunmamaktadır. Somutlanması gerekirse her iki taraf, TÜSİAD tarafından emperyalizmin yönelimleri çok iyi okunarak hazırlanan üniversite programına uyum konusunda herhangi bir tereddüt içerisinde değildir.
TÜSİAD demişken bir paranteze ihtiyacımız var. 1994 yılında Kemal Gürüz koordinatörlüğünde TÜSİAD için hazırlanan “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı çalışmanın hakkını yememek gerek. Öncelikle, ülkenin en önemli sermaye kuruluşuna hazırlanan bir raporun altında imzası olan şahsın devletin yüksek öğretim kurulunun başına getirilmesi kapitalist sistemin mantığı açısından oldukça tutarlı olmakla beraber, başlı başına önemli bir durumdur. Ancak sanıyorum burada oldukça önemli ve sıkça atladığımız bir nokta var. Genel olarak 96 hareketi olarak adlandırdığımız yükselişin çeşitli nedenlerine yukarıda kısa da olsa değindik; bu mücadelenin üniversiteler özelinde “TÜSİAD raporuna uygun üniversite” ile “Emek’ten Bilimden Aydınlanma’dan yana üniversite” kavgası olarak tanımlanması da mümkündür. Bir dizi çıkış ve kazanımına rağmen sonuçta dönemin öğrenci hareketinin TÜSİAD çizgisinin saldırılarını durduramadığını kabul etmemiz gerek. Eldeki olanak ve birikimlere yaslanarak oldukça önemli bir direniş sergilenmiş, hatta yakın tarihimiz içerisinde en önemli çıkış olarak hâlâ hatırlanıyor olsa da solun 2000’lerde yaşadığı geri çekilişin arka planında 96 yılında bu saldırıyı püskürtememiş olmak vardır.
Sonuçta 90’lı yılların sonu ile başlayan süreçte, bir bütün olarak ülke gündemini belirleyen tartışmaların odağında durup, tabloyu değiştirecek müdahaleler gerçekleştiremezseniz o alanda lokal olarak dahi söz söyleme hakkınızın kalmayacağını hep beraber görmüş olduk.
Restorasyon sonrası diye tanımlayabileceğimiz evre, üniversitelerde sermaye ve emperyalizm ile tam bir uyum sağlanan, bu konuda pürüz çıkarabilecek tüm öznelerin mümkün olduğunca etkisizleştirildiği bir noktaya taşınmıştır.
90’lı yılların sonunda bütün engeller aşıldıktan sonra üniversiteler cephesinde yaşadığımız, sermayenin üniversiteleri işgal etmesidir. Vakıf üniversitelerinin kuruluşuyla başlayan süreç, sembolik har(a)çlarla devam etmiş, nihayetinde üniversitelerin bilimsel-teknolojik üretim süreçlerinin de tamamıyla sermayeye bağımlı hale gelmesi ile sonuçlanmıştır. Anadolu’da bir deyim vardır; “ata yemini veren gemini takar”. Sermaye üniversitelere benzer bir biçimde yaklaşmış, emekçilerden çaldığı paranın bir kısmını üniversiteleri teslim almak için kullanmıştır. Sadece hatırlatmak için bile olsa eklemek gerek, her konuda her şeyi devletten beklemenin yanlışlığı kurgusuyla hayata geçirilen özelleştirmeler, üniversitelerde daha çok devletten alınan “destek” yoluyla hayata geçiriliyor. Özel üniversitelere bedavaya verilen arsalar ya da özelleştirilen yemekhaneleri satın alan şirkete yemek satıp satmamasından bağımsız olarak verilen paralar bir iki küçük örnektir.
Ülkemiz sermaye sınıfı (ve devleti) elbette oldukça gelişkin bir sınıf kimliğine sahiptir, ancak üniversitelerimizde sürdürülen faaliyetlerin en önemli boyutlarından biri, emperyalizmin güncel yönelimleri ile son derece uyumlu olmasıdır. Belki de daha doğrusu, emperyalizmin gösterdiği yoldan gidildiğini söylemektir.
Ancak bu, emperyalist kurumların sürecin sadece yönlendiricisi ve izleyicisi olduğu anlamında okunmamalıdır. Çeşitli büyük sermaye grupları gibi emperyalist kurumların da bizzat işin içerisine girerek örgütledikleri bir süreçtir söz konusu olan. İçinde bulunduğumuz dönemde de gün gün planlanan müdahalelerle devam etmektedir.9
Sadece AB tartışmalarını izlemek bile üniversitelere dönük saldırıların en önemli öznesinin emperyalizm olduğunu görmek için yeterlidir. Eğitimin ve özel olarak yüksek öğretimin hedef ve amaçlarının yeniden saptanması, üniversitelerin bir kurum olarak yeniden örgütlenmeleri, bu düzenlemelere paralel olarak mali kaynakların oluşturulması gibi başlıklar AB müktesebatına uygundur.
Üniversitelere dönük saldırı sadece ideolojik tahakkümün yoğunlaştırılması olarak da açıklanamaz. Mesele ağırlıklı olarak maddi temellere dayandırılmaktadır. Başta Avrupa Birliği’nin kendisi olmak üzere düzenin çeşitli kurumları önemli mali kaynakları oldukça sistematik bir biçimde üniversitelere akıtmış, tabir doğruysa üniversiteler satın alınmıştır. Maalesef şu anda sürece itiraz eder görünümdeki pek çok üniversite yöneticisi açısından da temel mesele bu kaynaklardan yararlanamamaktır.
Buraya kadar, sürecin daha ziyade üniversitelere dönük kısmına değinmiş olduk. Ancak aynı dönemde emperyalizmin dünya üzerinde yeni bir saldırı hamlesi yapmış olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Sadece ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasında ilan ettiği “ya bendensin ya düşmansın” konsepti bile durumu anlatmaya yetecektir. Üzerine tartıştığımız, ABD emperyalizminin, kayıtsız şartsız egemenlik kurmasının önündeki her türlü engele var gücüyle ve sınır tanımaz bir şiddetle saldırdığı bir dönemdir. Üniversitelerdeki kırılma elbette bu sürecin etkin belirlenimi altında gerçekleşmiştir.
Üniversitelere dönük bu son derece planlı ve çok yönlü saldırı, aslında, ülke çapında sürdürülen bir operasyonun belirli bir alana dönük çok iyi bir yeniden üretimi olarak da okunabilir. Solun, ilericiliğin, devrimciliğin, yurtseverliğin tasfiye edildiği üniversitenin aslında aynı anda kendini de tasfiye etmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında, geçirdiğimiz süreç oldukça öğreticidir.
Bu tablo aynı zamanda bir kimliksizleşme, kişiliksizleşme sonucunu da doğurmuştur. Zaten sanırım üniversitelerde ya da genel olarak memlekette solu etkisizleştirmenin tek gerçek yolu söz konusu birimin içinin boşaltılması ve bütün değerlerinin yok edilmesidir.
Üniversiteli gençlik hareketi bu sürece müdahale edemediği ölçüde geri çekilmiştir ve gelinen aşamada çürümüş, herhangi bir toplumsal sorumluluk taşımayan, toplum açısından da meşruluğu oldukça tartışmalı bir kurumun sözcülüğünü yapamamaktır.
Üniversitenin kimlik yitimi, üniversitelilerin de kimlik yitimi ile devam eden bir sürecin başlangıcı olmuştur ve bugün hakim olan kabullenmişliğin ardındaki temel faktör budur.
Yeni bir çıkış mümkün mü?
“Bir yol ayrımındayız artık
bitirdik yanlışları ve yanılgıları
kalbimizi fırtınalarla yeniledik
Elveda sararmış sayfaları hayatımızın
elveda keder
şimdi sevdiklerimiz için
vuruşmaya geldi sıra”10
Yeni bir çıkış mümkündür. Tersinden söylersek, çeşitli biçimlerde analiz etmeye çalıştığımız haliyle ülkemizin ve dünyanın içine girdiği süreçte üniversitelerimizin ve gençlik hareketinin içinde bulunduğu ataletin sürmesi mümkün değildir.
Bu açıdan önemsenmesi gerektiğini düşündüğümüz birkaç noktanın altını çizmek istiyorum.
i) Çözümün anahtarı, emperyalizme karşı mücadeledir.
TKP 8. Kongresi bir dizi alanda komünistlerin aklını ortaklaştıran hedefleri berraklaştırdığı gibi gençlik alanında da yapılacak olanı hayli yalın biçimde ortaya koymuştur.
“Emperyalist saldırıları püskürtmenin önemli gereklerinden biri bağımsızlık mücadelesinin toplumda haklı ve meşru bir mücadele olarak yerinin güçlendirilmesi ve bunun karşısına dikilen engellerle hesaplaşmaktır. TKP’nin gençlik alanındaki gücü bu açıdan etkili bir şekilde değerlendirilmelidir. Bağımsızlık istemek suç değildir; burjuva kurumlarının pompaladığı gibi akılsızlık da değildir.
Bağımsızlık istemek, onurlu olmanın gereğidir. TKP’li öğrenciler bu gereği zedeleyen her türlü siyasi, ideolojik ve hukuki engelle mücadele edecek, gençliğin yurtseverlik mücadelesine kazanılmasına öncülük edecektir.”11
Kısa, açıklayıcı ve çözüme işaret eden bir tanım yaptığımızı düşünüyorum.
Çok mu abartıyorum?
Önce bir hikayecik; iyi bir komedyen bir arkadaşı vasıtası ile yeni dahil olduğu grupta, insanlarla sohbet ederken konu doğal olarak güldürmeye doğru gelir. Yeni tanıyanların “hadi bizi bir güldür” talebi üzerine biraz düşünen komedyen kısacık bir sürenin ardından çok basit bir hareketle salonda bulunan herkesi kahkahalara boğar. Gülmelerin ardından gelen ilk yorum, “helal olsun adama, iki dakikada hepimizi gülmekten kırdı geçirdi” olunca bu defa gülen komedyenin kendisi olur, “yirmi yıl artı iki dakika” diye düzeltir.
Bence yukarıdaki özlü görev de benzer bir nitelik taşımaktadır. Uzun yıllara dayanan bir mücadelenin, birkaç yıldır süren somut arayışların ve güçlü bir ülke ve dünya değerlendirmesinin üzerine oturan bu birkaç satır, gençlik hareketinin ihtiyaç duyduğu açılımın anahtarlarıdır. Kuşkusuz anahtar kapıyı zorlayan bir öznenin elinde olmalıdır.
Öncelikle bugün üniversitelerdeki temel siyasal güçlerden birisinin TKP’li öğrenciler ve TKP’li öğrencilerin aktif bir özne olarak içinde yer aldıkları Yurtsever Cepheli Öğrenciler olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatmak gerekir. Mevcut durumları itibariyle bu örgütlülüklerin kendi öz güçleri ile tabloda köklü bir değişim gerçekleştirme şansları olmadığı açık. Ancak üniversiteler cephesinden, arkasında bu siyasal hattın durmadığı anlamlı bir çıkışın gerçekleşme şansı yoktur. TKP’li öğrenciler elde ettikleri mevzilerin aynı zamanda tarihsel-toplumsal bir sorumluluk ile yüklenmeleri anlamına geldiğini bilerek hareket etmelidir.
Ardından söylenebilecek olan, daha genel bir nitelik taşımaktadır. Emperyalizme karşı mücadeleyi etkin, güçlü bir siyasi hat olarak toplumsal alana taşıyamayan herhangi bir sol siyasi çıkışın içinde bulunduğumuz konjonktürde Türkiye ölçeğinde herhangi bir ciddi etki yaratma şansı yoktur. Yukarıda değinmeye çalıştık; üniversitelilerin kimlik yitimi aynı zamanda emperyalizmin azgın saldırı döneminin ürünüdür. Tersinden üniversiteliler ve gençlik bir kimlik kazanacaksa bu mutlaka yurtseverlik, bağımsızlıkçılık sıfatları ile birlikte yükselecek bir kimlik olacaktır.
Aslında toplumun geniş kesimlerinde olduğu gibi gençlik içerisinde de özellikle ABD ama gittikçe gelişen bir biçimde AB emperyalizmi de gerçek kimlikleri ile ortaya çıkmaktadır. Buradaki temel problem ideolojik hakimiyetleri ile kendilerinden bağımsızlaşmanın mahvolmak ve yok olmak anlamlarına geleceği fikrini geniş kesimlere işlemiş olmalarıdır. Bu zaman zaman korku zaman zaman da çaresizlik temelinde karşımıza çıkan bir kabullenme halidir. Bunun ötesi yoktur. Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olması, özelikle ABD’nin dünyanın çeşitli bölgelerine demokrasi taşıyan bir hayırseverlik ile hareket ediyor oluşu artık inandırıcılığı sıfırlanmış palavralardır.
Sanıyorum özneyi daha fazla önemli kılan, örgütsel birikimi temsil bir eden güce daha fazla ihtiyaç duyulan nokta da burasıdır.
Emperyalizmin bir kurtarıcı olarak inandırıcılığının kalmadığı bir noktadan mücadele edilecek bir düşman olarak tanımlanmasına gidilecek köprünün inşası ısrarlı ve örgütlü bir çalışmaya ihtiyaç duymaktadır. Buradaki ana halka emperyalizme karşı mücadele etme düşüncesi oluşmuş kesimlerin, bu düşüncelerini eylemli bir sürece akıtabilecekleri mücadele zemininin doğru işletilmesidir. Bu açıdan doğru işleyen süreç, emperyalizme karşı mücadele etme düşüncesinin daha geniş kesimler tarafından paylaşılmasını sağlayabilir.
Üniversitelerdeki tablo olağanüstü gelişmelerle bir anda değişmeyecekse, öncelikli olarak siyasallaşmış kesimler “hareket”e geçmeli, “hareket”in daha geniş kesimleri siyasallaştırması amaçlanmalıdır. Üniversitelerdeki durum buna olanak sunmaktadır.
Bu açıdan en önemli noktalardan birisi emperyalizme karşı mücadele başlığını çeşitli güncel gelişmeler ve alanlardaki somut başlıklarla zenginleştirmektir. Ülke çapında sürdürülen siyasal kavga alanlarda yeniden üretilmeli, zenginleştirilmelidir. Somut mücadele başlıkları, somut hesaplaşma alanları ortaya konmalıdır. Üniversiteler bu açıdan fazlasıyla zenginleşmiştir.
Son olarak gençlik hareketi tarihimizin “anti”lerle malul olduğu düşünüldüğünde bununla sınırlı kalmayan bir mücadele arka planına ihtiyaç duyduğumuzu da eklemek gerekir. Gençlik içerisindeki çalışmalarımız elbette anti-emperyalizmi öne çıkaracaktır, ancak yurtseverliğin, bağımsızlığın, sosyalizm hedefinin de mümkün olduğunca kuvvetle örülmesi gerekmektedir.
ii) Okumuş insanlar emekçi halka karşı sorumludur.
Üniversitelerdeki karşı-devrimci saldırı dalgasının en önemli başarılarından birisi üniversite ile toplum arasındaki ilişkinin törpülenmesi olmuştur.
Üniversiteler, toplumsal sorunların derli toplu bir biçimde sunulduğu ve somut bir mücadele başlığı haline getirilip kavgasının verildiği kurumlar olarak toplumsal algıda kendilerine yeniden yer bulmak zorundadırlar. Bu gerçekleşemediği sürece üniversitelerin kendi içlerine dönük olarak sürdürecekleri tartışmalardan çözüm niteliğini taşıyan sonuçlar çıkarma şansları yoktur.
Daha açık ifade etmek gerekirse, gençlik hareketinin görece etkin olduğu bütün dönemler gençliğin “halk” ile arasında somut bir siyasal ilişki tarif edebildiği dönemlerdir. Bugünden oldukça naif bulunabilir ama 68’lerde köyüne köprü yapan, toprak işgalinde yanında durandır, bu halkın sempatisini kazanan gençlik. 29 Şubat’ta üniversite işgal etmesine rağmen halkın desteğini alan gençler, sadece kendileri için değil emekçi çocuklarının üniversitede okuyabilmesi için bir eylem gerçekleştirdiklerini anlatabildikleri ölçüde destek görmüşler, meşrulaşmışlardır.
Şu aşamada üniversitelerde yapılacak en büyük hata, güç toplayalım düşüncesi ile daha dar, içe dönük başlıklara yoğunlaşmak olacaktır. Memlekete seslenmeyen, memlekete dair sorumluluk duymayan bir gençliğin üniversite içerisinde etkin bir güç olma şansı yoktur.
Üniversite öğrencileri (elbette akademisyenler ile birlikte) üniversite ile toplum arasındaki ilişkinin yeniden sağlıklı bir biçimde kurulması görevi ile karşı karşıyadır.
Bu alanda verilecek kimlik kavgası aynı zamanda üniversite öğrencilerinin çeşitli araçlarla sıkıştırılmaya çalışıldığı bireyselliğin de yıkılması anlamına gelecektir. Toplumsal misyonlara sahip olmayan insanların bireyselliklerini fazla önemsemeleri kaçınılmazdır. Dönemin bütün pozitif renklerini içinde taşıyan, bunlarla zenginleşen ve zenginleştiren bir kolektif kimliğin yaratılması önümüzdeki dönem gençlik hareketinin üzerinde yoğunlaşması gereken önemli bir başlıktır.
iii) Aydınlanmacılık üniversitelinin kimliğidir.
Üniversitenin son yıllarda kazandığı anlamdan bağımsız olarak bizim ülkemizde üniversiteli, okumuş adamdır. Bunun yeniden kazanılması gereken bir kimlik olduğunu saptamak durumundayız. Metin Çulhaoğlu’nun başka bir vesile ile kurduğu bir denklem vardı, onu ödünç almak derdimizi anlatmak açısından faydalı olabilir. Üniversiteli yakın geçmişe kadar okumuş adam olarak kabul edilirdi ancak bu kimliği geliştirmek yerine geriletmiştir. Şimdi artık geri konumunu ancak oldukça ileri bir kültürel formasyonla aşabilecek durumdadır.
Emperyalizmin kolay hakimiyet kurmasının ardındaki en önemli nedenlerden birisi sistemli bir biçimde gericiliği pompalamasıdır. Gençlik ve üniversite söz konusu olduğunda bu saldırı daha da önem kazanmaktadır. Üniversitelerin bir kurum olarak bu başlıkta katabilecekleri oldukça tartışmalıdır. Gençlik hareketi bir silkiniş gerçekleştirecekse bunun kültürel bir birikime yaslanmadan gerçekleşme şansının bulunmadığını açıkça ortaya koymalıyız.
iv) İhtilalci iddialıdır.
Son olarak üniversitelerde rüzgarın bugünden yarına başka türlü esmeye başlayacağını düşünmek için elimizde yeterli veri olmadığını da söylemeliyiz. Fakat doğru planlanmış çıkışlar, zamanında değerlendirilecek olanaklarla “öğrenci hareketi” üzerindeki ölü toprağını atmak mümkündür.
Asıl büyük çıkışlar da bundan sonra gerçekleştirilebilir.
Belki tüm gençliğe atfetmek doğru olmaz, ancak üniversitelerde belli bir ağırlığı temsil eden komünist öğrencilerin, akıllarını ve yüreklerini yan yana koymalarını en çok gerektiren bir dönemden geçtiklerinin farkında olmaları gerekir. Ülkemizde anti-emperyalist kavganın ilk seslerinin üniversitelerden yükselmesi tarihsel deneyimlerin yarattığı bir beklenti olmanın ötesinde komünist gençlerin iddiası olmalıdır.
Şiir, eğer iyi yazılırsa duygu ve düşüncelerimizi belli bir soyutlama düzeyinde en özlü biçimde ifade eden anlatım biçimidir. Bu çalışmamız içerisinde zaman zaman derdimizi anlatmamızı kolaylaştırmak üzere yardımımıza yetişen dizelere, satırlarımızı sonlandırırken de başvurmak, derdimizi anlatmanın en verimli ve en güzel yöntemlerinden birisi olacaktır.
Bu ülkenin komünist gençlerinin iddiası olarak okunabilir.
“ey tarih aç solgun yapraklı defterini ve kaydet dövüşenlerin hikâyesini…”12
Dipnotlar ve Kaynak
- Adnan Yücel, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek
- http://tdkterim.gov.tr/bts/?kategori=verilst&kelime=gen%E7&ayn=tam
- En başta liselerde yaşanan siyasallaşma süreci, Türkiye kapitalizminin yönelimleri ve eğitim alanına dönük olarak gerçekleştirilmesi düşünülen değişimlerle beraber, önümüzdeki yıllarda bu kapsamın daha da genişleme olasılığı vardır. Ancak bu dinamiklerin ne ölçüde değiştirici olacağının incelenmesini başka bir çalışmaya borç olarak yazmak durumundayız.
- Komünist; “Gençlik bağımsızlık kavgasına kazanılmalıdır” Sayı: 303, 2 Şubat 2007, s. 4.
- Nâzım Hikmet, “Hürriyet Marşı”.
- 16 Aralık 2006 tarihli Yeni Şafak’tan bir haberi paylaşmamız gerekiyor. “Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) 90’ıncı kuruluş yıldönümü bugün İstanbul’da kutlanıyor. Cağaloğlu MTTB Konferans Salonu’ndaki ‘yeniden teşkilatlanma’ törenine aralarında TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da bulunduğu birliğe hizmet etmiş devlet adamları ile birliğin halen hayatta olan eski yöneticileri katılıyor. Kurulduğu 1916 yılından kapatıldığı 12 Eylül 1980’e kadar öğrenci hareketleri ve siyasi hayata önemli katkılarda bulunan, milliyetçi ve muhafazakâr kimliğiyle ön plana çıkan MTTB’nin buluşmasında birlik ve beraberlik mesajları verilip, yeniden kuruluş çalışmaları müzakere edilecek.” Bu haberi mutlaka not etmek gerekiyor. MTTB hem 1926’da hem 60’lı yıllarda gençliğin devrimci cephedeki hareketlenmesine karşı bir karşı-devrimci cephe örgütlenmesi olarak hizmet görmüştür, şimdi sembolik yeniden kuruluşunun da tek anlamının bu olduğunu sanıyorum. Yoksa yaşları 50-60 olan koca koca devlet adamlarının “talebe cemiyeti” kurmaları başka nasıl açıklanır ki?..
- H. Meriç Algün, “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, Düşünce ve Eylem, Kasım 1999, s. 2.
- Metin Çulhaoğlu, “68 Kuşağı Üzerine”, Gelenek 3, ve H. Meriç Algün, “68’e Bakmak, Fazlalıkları Atmak”, Gelenek 69.
- Bu müdahalenin iki örneği, özel üniversitelerdeki ajanlık faaliyetleri ve YÖK-AKP gerilimi için www.sol.org.tr adresinden yayın yapan “Düşünce ve Eylem” dergisinin 2. sayısına bakılabilir.
- Ahmet Telli, “Zulmün defteri eksik tutulmuştur”, Dövüşen Anlatsın, s. 29.
- TKP, 8. Kongre Raporu, Karar No: 4, Madde 13.
- Ahmet Telli, a.g.y.