Türkiye’nin toplumsal dokusu parçalanmıştır. Bunu daha doğru bir biçimde şöyle de söyleyebiliriz: Türkiye işçi sınıfının bölünmüşlüğü, bu ülkenin kaderini tayin edecek en önemli olgu olarak karşımızda durmaktadır. İşçi sınıfının bölünmüşlüğü hem bir olgudur, çünkü somut bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır, hem de bir süreçtir, çünkü hangi biçimleri alacağı ve doğuracağı toplumsal sonuçlar, sınıf mücadelesinin akışı tarafından belirlenecektir. Bir süreç olarak işçi sınıfının bölünmüşlüğüne bakmak ve onu ortadan kaldıracak müdahaleleri gerçekleştirmek görevi önümüzde durmaktadır. Üstelik uzun zamandır… Ama artık bu görevin ifasının tarihsel yakıcılığı çok daha yoğun hissedilmektedir, çünkü birbirinden ayrılan sınıf katmanları kolektif bir kimlik taşıma iradesinden giderek daha fazla uzaklaşmaktadır. Sınıf bölmeleri arasında açılan mesafeleri egemen ideoloji doldurmaktadır. Bu ülkenin birliğini işçi sınıfının birliğinden ayrı düşünmek olanaklı değildir. Sınıfı nihai olarak birleştirecek temel, sosyalist bir cumhuriyetin kurulmasıdır; ülkeyi bir bütün olarak tutacak temel de budur. Egemen ideolojinin varyantları ise bölmektedir; bunun için kurgulanmışlardır.
İşçi sınıfının herhangi bir kesiminin özel olarak sosyalist ideolojiye, yani işçi sınıfı bilincinin en üst biçimine yakınlaştığını söylemek mümkün mü? Bölünmenin tek başına nesnel bir olgu olduğunu düşünmemek durumundayız. Başka bir ifadeyle, işçi sınıfının bölünmüşlüğü sadece teknolojik gelişmelerle, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle eklemlenme biçimiyle, kapitalist gelişmenin “özgün” bir dönemine girilmesiyle, vs. açıklanamaz. Üretim sürecine dair faktörlerin hiçbir etkisi yoktur demiyorum elbette, ama bu faktörler bölünmenin nedeni olmaktan çok, onun sonucudur. Emek piyasasında her tür çalışma koşuluna ve ücrete razı edilebilir işçilerle yüzleşen sermayenin, onları esnek üretime, taşeronlaştırmaya, daha fazla örgütsüzlüğe zorlaması sermaye adına “mantıksal” görünmektedir. Çünkü işçi sınıfı, emek piyasasına çıktığında hâlihazırda bölünmüş ve bilinçsiz bir halde bulunmaktadır. Emek sürecinde yapılan sınıf aleyhine dönüşümler, sınıf mücadelesinin bu durumunun bir sonucu olmakta, sermaye işçi sınıfını bu yöntemlerle bilinçlenme süreçlerinden daha da uzaklaştırmaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfının bölünmüşlüğü, özel olarak belirli bir sınıf bölmesinin sınıf bilinci edinmeye daha açık hale geldiği bir sınıf içi farklılaşmaya neden olmamaktadır.
Klasik tanımlarımızdan hareket ederek, yine de sınıf içi bir bilinçlenme olanakları hiyerarşisinden bahsedebilir miyiz? Örneğin, sanayi işçisinin içinde bulunduğu üretim sürecinin kolektif ve üretken yapısı dolayısıyla sınıf bilincine daha yakın olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu, sanıyorum yüzlerce işçinin ortak bir statüde üretimde bulundukları ve fabrika etrafındaki mahallelerde yaşadıkları bir dönem için söylenebilirdi. Günümüzün sanayi işçisi bu profilin oldukça uzağındadır. Hem kolektif üretim içerisindeki işçiler arasında ciddi farklılıklar ortaya çıkmıştır, hem de işçi sınıfının üretim ve yeniden üretimi gerçekleştirdiği mekanlar birbirinden tamamen ayrılmış bulunmaktadır. Dolayısıyla sanayi işçisini sınıf bilincine kavuşmak konusunda avantajlı kılan temel unsurlar önemli ölçüde hasara uğramış bulunmaktadır. Sanayi işçisinin bilinçlenmek konusunda özel olarak avantajlı olmaması, özel olarak dezavantajlı olduğu şeklinde de algılanmamalıdır. Aslında herhangi bir sınıf bölmesi üzerinden bu tür tespitler yapmak mümkün değildir. Tam da TKP 8. Kongre Raporu’nda tespit edilen şu durumdan ötürü:
“İşçi sınıfı kendisini bir sınıf olarak hissetmeyecek ölçüde bölünmüştür, bu bölünmüşlüğü veri alıp, bu bölünmüş zeminde parça parça örgütlenip daha sonra ‘emek güçlerinin birliği’ni sağlamaya çalışmak anlamsız bir uğraştır. Bugün işçi sınıfının bütün mücadele alanlarında ‘bölünme’ye meydan okuyan, birleştiren ve sınıfı yoğunlaştıran bir tarza ve bu tarza uygun araçlara gereksinimi vardır. Sorun tek başına ‘siyasal örgüt’ düzleminde çözülemez, çünkü sınıf ekonomik mücadele alanına ayağını attığı andan itibaren burjuva toplumunun kendisini parçalayan/bölen mekanizmalarını benimsemiş örgütlerle karşılaşmaktadır. Sendikaların işçi sınıfının çok küçük bir bölmesini kapsamakta oluşu, oynadıkları olumsuz rolü hafife almamızı gerektirmez. Bugün sendikal yapılar, temsil ettikleri örgütsel gücün çok ötesinde ağırlık ve etkiye sahiptir. Ayrıca sendikalar bu halleriyle işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi için gerekli ara temas yüzeyini kısırlaştırmakta, hatta çürütmektedir. Dolayısıyla, işçi sınıfının bölünmüşlüğünü sınıfın örgütlenmesinin önüne geçen etmen olmaktan çıkarabilmek için sendikal alana köklü bir müdahalede bulunmak zorunludur.”
Burada değerlendirmenin birinci kısmıyla ilgileniyorum; sendikaların işlevi konusuna daha sonra geleceğim. Sınıfın bölünmüşlüğünü veri alarak, sınıf katmanları içerisinde özel olarak mücadeleye yakın kesimler aramak boşa gidecek bir uğraştır. Bu söyleniyor. O halde gözümüzü sınıfın bütününe dikmek, özel çalışma alanlarında temas edilen işçileri sınıfın bütünlüğü bilincine kazanmak durumundayız. Sınıf bilincinin oluşumunda sınıf aidiyeti, bu aidiyet içerisinde de sınıfın bütünlüğünden kaynaklanan gücüne duyulan güven önem taşımaktadır. Bütünlüğe vurgu yapmak, sınıfın üretim sürecindeki parçalanmışlığını toparlayacak kavramlara gereksinim duyduğumuz anlamına gelmektedir. Metin Çulhaoğlu bundan 11 yıl önce, enformel sektörde çalışan işçileri ve kent yoksullarını neden işçi sınıfının kapsamında düşünmek durumunda olduğumuzu gösteren bir Marksist kavram seti üretmişti; ondan aktarıyorum:
“Emek gücünün yeniden üretimi, bu ve bunun gibi somut ayrışmaları toparlayıp bütünleyici özelliğiyle önem kazanmaktadır. Değişik istihdam biçimleri, formel sektör ile enformel sektör, işyeri ile mesken ve sınıf mücadelesinin ayrı ayrı alanları, emek gücünün yeniden üretimi ekseninde bir çözümleme bütünselliğine oturtulabilir. Örneğin, özellikle büyük kentlerdeki yaşam pahalılığı, aile reisinin ücretini emek gücünün yeniden üretimi açısından yetersiz kıldığında, ailenin diğer bireyleri de işgücü piyasasına katılmaktadır. Dolayısıyla, enformel sektöre işgücü arzı, kapitalist teknolojinin ve iş örgütlenmesinin berisinde, emek gücünün yeniden üretimiyle doğrudan bağlantılı bir olgudur.”1
İşçi sınıfının emek gücünün yeniden üretimi sürecinde ürettiği geçim stratejileri, sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Bu sürecin, sınıfı bütünsel bir sınıf kimliği altında yeniden örgütlemek üzere temel alınması, bölünmüşlüğe karşı verilecek mücadelenin başlangıç noktalarından bir tanesidir. Genel mülksüzleşme ve proleterleşme, enformel istihdamın arkasındaki temel dinamiklerdir. Enformel istihdama emek gücünün yeniden üretimi merceğinden bakmak, enformel/formel istihdam biçimleri arasında keskin bir ayrım bulunmadığının görülmesini sağlar. Bunların bilince çıkartılması, sınıfın değişik istihdam biçimlerine tabi kesimlerinin aynı dinamiklere maruz kaldıklarının farkındalığı üzerinden ortak bir kimlik edinmelerini sağlayacaktır.
Özellikle kent yoksulluğu ve esnek/örgütsüz çalışmaya maruz kalan sınıf bölmelerinin “dışlanmışlık” teması üzerinden tanımlanmaları bu kapsamda aşılabilir. Bu yazının başlığında yer verilen iki mekan -küçük sanayi siteleri ve mahalleler- dışlanmışlık temasının en yoğun biçimde işlendiği alanlardır.
İki örnekle açmaya çalışayım. Ankara’nın başlıca küçük sanayi sitelerinden birisi olan OSTİM hakkında yapılan bir çalışmada, bir OSTİM işçisinin kendi toplumsal konumunu nasıl algıladığını okuyoruz:
“… bir zamanlar öyle sıkılıyordum ki ‘OSTİM’e gidiyorum’ demeye… ‘Nerede çalışıyorsun?’ OSTİM’de. Haaa… Dolmuşa biniyorum sabahleyin, para uzatıyorum, neresi: OSTİM deyince millet nasıl böyle yani… Küçük görme, yani bir horlama… bu sezinleniyor yani. Şimdi artık OSTİM göbeğe metro geldi, millet n’apıyor biliyor musunuz? Nerede ineceksin? ‘Metroda ineceğim’. OSTİM’de ineceğim demiyorlar. Ben de… (plastik işçisi 23 yaşında)“2
Diğer örnekse mahallelerden:
“Gazililere göre 1995, Gazi’nin Susurluk’u oldu. Mahalleli içine kapatılarak ‘eritilirken’, dışarıdan da içeri doğru ‘teyakkuz’ sürüyor. ‘Gazili’ olan kimse İstanbul’da işe alınmıyor. 4 yaşındaki Sıla, bebeğini yere yatırıp burnuna elini dayıyor: ‘Bak, gaz bombası sıkıyorum anne!’ Başka bir hukuk var burada! Burası İstanbul’un ‘Gazzi Şeridi”.3
Endüstriyel Ölçek ve Sınıf Bilinci
Kapitalizmde küçük sanayinin sürekliliğinin kaynağı eşitsiz gelişmedir. Burada eşitsiz gelişmeden, yalnızca geri kalmış kapitalist ülkelerde endüstriyel ölçeğin, emperyalist birikim süreçleri tarafından belirlendiğini anlamamak gerekir. Bu, meselenin bir boyutudur. Diğer boyutu ise şu: Genişleme dönemlerinde, sermayenin yüksek kâr oranlarının bulunduğu sektörlere doğru akışkanlığı fazladır. Genişleme süreci boyunca, büyük sermayenin henüz bütünüyle ele geçirmediği birikim alanları küçük işletmeler tarafından işgal edilir. Yüksek akışkanlık, bu üretim alanlarının nihai olarak büyük sermaye tarafından ele geçirileceği anlamına geliyor. Ama bu süreç tamamlanıncaya, yani sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi gerçekleşinceye kadar, küçük sermayeler bu alanda varlık şansı bulur. Genişleme döneminde kendisine böyle bir özgün alan açabilen küçük sermayenin, daralma dönemlerinde büyük sermayeye destek hizmetleri sunan örgütlenmelere dönüştüğü görülür. Sonuç olarak küçük sermaye, her iki süreçte de büyük sermayeyle belirli bir eklemlenme içerisinde varlığını sürdürür.
Eşitsiz gelişmenin diğer boyutu, yani azgelişmiş kapitalist ülkelerde endüstriyel ölçeğin geniş bir skala içerisinde dağılması, bu ülkelerin dünya kapitalizmiyle eklemlenme biçiminin bir sonucudur. Ölçek ve teknik seçimi çoğu zaman azgelişmiş ülke sermayelerinin tasarrufunda olmayan karar başlıklarıdır. Azgelişmiş ülke sermayesi, uluslararası işbölümünün izin verdiği kâr oranlarının nispeten düşük olduğu alanlarda birikir. Bu da genellikle üretim teknolojilerini üretecek altyapıdan yoksun olunması sonucunu doğurur. İthal teknolojiye dayalı üretimin dikey olarak bütünleştirilmiş ve iç pazarın gelişimine ve özelliklerine uygun ölçekte firmalar yaratması olanaklı değildir. Bu durum iki sonuç yaratır: 1. İthal teknolojiye dayanarak, çoğunlukla dış pazarlar için üretim yapan bir ana firma/firma grubu oluşur; 2. bu ana firmanın/firma grubunun etrafında kümelenen ve onun yan sanayisi, fason üreticisi, taşeronu olarak çalışan, birbiriyle yoğun bir rekabet içindeki bir küçük işletmeler sürüsü oluşur.
Günümüzde küçük sanayinin ve onun büyük kısmının parçası olduğu enformel sektörün var oluşunda başka bazı özgünlükler de görmekteyiz. Bu özgünlükler, küçük işletmelerin büyük sermayeye eklemlenme tarzında ortaya çıkmaktadır. Metin Çulhaoğlu’ndan aktaralım:
“Türkiye’de, enformel etkinliklerin geçirdiği değişimde, kırsal ve kentsel kökenli proleterleşme süreçlerinin yanı sıra, dünya kapitalizmiyle eklemlenme biçimleri ve ekonominin ihracata yönlendirilmesi de kuşkusuz önemli rol oynamıştır. (…) İşportacılık, seyyar satıcılık, hamallık, vb. gibi eski etkinlikler, bugünkü enformel sektörün yalnızca bir bölümünü oluştururlar. Değişimin asıl itici gücünü ise, bu tür etkinliklerde değil, üretim süreçlerinin parçalanması sonucunda ortaya çıkan yeni üretim birimlerinde aramak gerekmektedir. Sanayi üretiminde vasıfsız işgücü gerektiren süreçlerin başka yerlere (ülke dışı, kent dışı ya da işyeri dışı) dağıtılabilmesi, enformel sektörün yeni biçimlenişindeki başlıca etmendir. Enformel sektörün sermaye birikim süreçleriyle doğrudan ilişkilenmesini sağlayan da budur. Ancak (…) uluslararası ucuz emek pazarları, üretim sürecinin parçalanmasını teşvik eden asıl olgudur. Böylece hareket kabiliyeti artan sermaye, üretim yapmak için aradığı güçsüz mekanları bulabilmektedir.”4
İmalat sanayi firmalarının içinde bulundukları uzmanlaşma eğilimi, bugün küçük sanayi işletmelerinin birikim sürecine bağlı olarak varlık alanı bulmalarını sağlamaktadır. Uzmanlaşma eğiliminin boyutları, işletmenin parçalanması, alt sözleşme ve dışarıdan tedarik biçimlerini almaktadır. Bu üç biçim de Çulhaoğlu’nun bahsettiği, sermayenin “güçsüz mekanları” arayıp bulmasının tezahürleridir. Bu mekanların oluşumu, işçi sınıfının sınıf mücadelesinde vermiş olduğu kayıplardan ayrı düşünülemez. Küçük sanayi bu kayıpların, kayıplarımızın açtığı gediklere yerleşmiş bulunmaktadır.5
Güçsüz mekanların, daha tam ifade edilirse, işçi sınıfının güçsüzleştirildiği, örgütsüzleştirildiği mekanlar olarak söylenmeli, sınıf bilinci üzerindeki dışavurumları nelerdir? Öncelikle bunun toplumsal işbölümünde marjinallik algısına yol açtığı söylenebilir. Yukarıda alıntılanan OSTİM işçisinin sözleri, bu marjinallik algısının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Toplumsal işbölümünde marjinal bir konuma sahip olduğu hissiyatına sahip olan işçiler, özellikle formel bir istihdama sahip olan işçilerle aralarında abartılı bir mesafe olduğu duygusuna sahiptir. Buna, küçük sanayi sitelerinin yarattığı mekansal yalıtılmışlık duygusu da ilave edilebilir.6 Toplumsal üretimde marjinallik algısı ve mekansal yalıtılmışlık duygusu, küçük sanayi siteleri içerisindeki sınıfsal karşıtlıkların çarpık algılanması sonucunu da doğurmaktadır. Küçük işletmelerde işçiyle patron arasındaki paternalist ilişkinin, büyük sanayiye göre daha güçlü olması ve işçilerin kendi patronlarının değere el koyma sürecinde dezavantajlı olduklarını sezmeleri, bu çarpık algıyı beslemektedir. Örtük olarak ikincil bölüşüm sürecinin (üretilen artı değerin piyasada sermayenin farklı organik bileşimlerine bağlı olarak yeniden bölüşümü) farkında olan işçilerin sömürü kavrayışları, işyerinin dışında daha geniş bir toplumsal yüzeye yönelmektedir.
“Küçük sanayi işletmelerinin kendi aralarındaki rekabet, işçi örgütlenmelerine karşı baskıcı tutumları güçlendirirken, hakim çalışma tarzını oluşturan alt-sözleşme ilişkileri karşısında bu işyerlerindeki işverenlerin dezavantajlı konumları da, toplumsal sınıf ilişkilerini daha bulanık bir hale sokmakta, işçilerin toplumsal çatışma referansları işyeri dışındaki daha geniş bir toplumsal bağlama kaymaktadır.” 7
Küçük sanayide çalışan işçilerin bilinç durumlarını, yalnızca küçük sanayi sitelerinin özgüllükleriyle açıklamak mümkün değil. Emek gücünün yeniden üretim alanlarındaki farklılaşmalar da, işçi sınıfı içerisindeki iletişimin zayıflığını ve buna bağlı olarak sınıf içi bölmelerin aralarındaki mesafenin açılmasını beraberinde getirmektedir. Sınıf örgütlenmesi, emek gücünün yeniden üretim alanlarından, yani sınıfın mekansal ve kültürel olarak beslendiği sosyal ortamlardan uzak kaldığı sürece, sınıf bölmelerinin birbirine yabancılaşması kaçınılmaz olacaktır. Sınıf bilincini gelişiminin sağlayacak bir örgütlenmenin çerçevesine değinmeden evvel, emek gücünün yeniden üretildiği bir mekan olarak emekçi mahallelerinin sınıf bilinci açısından bazı sorunları üzerinde duralım.
Varoşlarda Sınıf Oluşumu
Ece Temelkuran, kent yoksulluğuyla ilgili hazırladığı dizinin “Yoksulluk Yoksulların Suçu Değil” başlıklı son yazısında şunları yazıyor:
“Artık yeni bir yoksulluk var. İçinden asla çıkılamayacak bir yoksulluk. Şehirlerin dışına atılmış, toplumsal, mekânsal olarak dışlanmış, kamu mal ve hizmetlerine, emek piyasasına erişim bakımından dışlanmış, sosyal katılımın dışına bırakılmış.
Artık bir sınıfı bile olmayan, sistem artık yoksullara daha az ihtiyaç duyduğu için tamamen vazgeçilmiş insanlar bunlar.
“Bizim bu yazı dizisiyle söylediğimiz yeni şey ise şu:
“Artık onlar da merkezi dışlıyor. Eskiden ‘Vah zavallı Taksim’i bile görmemiş yıllardır İstanbul’da oturup’ diyeceğimiz yoksullar yok. Artık ,‘Taksim’e gitmemize gerek yok’ diyen, kendi hayatlarını, hukuklarını, sağlık ve eğitim sistemlerini kuran yoksullar var. Bu dönemde ayakta kalmak için ‘Fethullahçı’ olmak gerektiğini, ‘Fethullahçıların han, hamam sahibi’ olduklarını söylüyor bu insanlar, erkek berberlerinde bunlar konuşuluyor. Hatta giderek bu duruma tepki duymaya başlıyorlar.” 8
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Türkiye’de varoşlar homojen bir sınıf kimliğini yansıtmamaktadır. Varoşlarda yaşayan, önemli bir kısmı esnek/örgütsüz istihdam edilen emekçilerin ekonomik mekanizma tarafından sürekli yeniden üretilen bir birikim sürecine tabi olduklarını yukarıda belirttik. Dolayısıyla, esnek/örgütsüz -enformel- çalışanların toplumdan ekonomik olarak “dışlanmaları” mümkün değildir.
Kent yoksullarının ise emek gücünün yeniden üretimini başaramayacak kadar düşük bir gelire sahip bir sınıf bölmesi olarak tanımlanması, Temelkuran’ın “artık onların bir sınıfı yok” iddiasına rağmen vurgulanmak durumunda. Bir sınıfları var, ama kendilerini bir sınıfa ait hissetmekten çok, yaşadıkları mekanın kentin geri kalanından yalıtılan kimliğine ait hissediyorlar. Yaşanan, kent yoksulu, enformel sektör emekçisi, vb. gibi işçileri sınıf kimliğine kazanacak bütünlükte bir örgütlülüğün eksikliğidir.
Dışlanmışlığın sınıfsal ve iktisadi nedenlerle tam manasıyla söz konusu olamayacağını söyledik. Ancak, egemen ideolojinin özellikle 2001 krizi sonrasında yoğun bir biçimde, kentli orta sınıfların otorite ve mülkiyet duygularına oynadığını biliyoruz. Orta sınıfların, krizin yarattığı ekonomik ortamdan da beslenen mülklerini kaybetme korkusu, onların “güvenliğini” hedef alan bir kent yoksulu tehdidiyle sürekli canlı tutuluyor. Dışlanmışlık temasının, örneğin 1995’te olduğundan daha güçlü biçimde hissedilmesinin bir nedeni budur. İkincisi, varoşların sistematik olarak kriminalize edilmesidir. Düzenli istihdam şansı olmayan emekçileri cezbedecek bir başka süreç olan örgütlü suçun teşvik edilmesiyle, bir yandan yukarıda bahsettiğimiz orta sınıfların otorite arayışı kaşınmış olurken, diğer yandan da varoşlarda yaşayan emekçilere bireysel bir “yol” önerilmiş oluyor.
Son olarak, varoşlarda yaşayan sınıf unsurlarını bir araya getiren bir sınıf oluşumundan söz edilebilir mi sorusuna cevap aramak gerekiyor. Temelkuran’ın sözlerine kulak verecek olursak, dışlanan varoş sakinleri kentlerin geri kalanından kendilerini soyutlayarak, bir homojenleşme, içe kapanma sürecine girmiş bulunuyorlar. Bu durum tersinden bir sınıf oluşumu olarak görülebilir; çünkü belirli bir sınıf unsurunun diğerleriyle arasındaki mesafenin açılması da nihayetinde bir sınıf oluşumu sürecidir. Ancak burada eksik olan, mücadele boyutudur. Sınıflar, siyasi mücadele içinde oluşurlar. Bugün varoşlarda ve küçük sanayi sitelerinde eksikliği görülen tam da budur. Bu nedenle, bu mekanlarda yaşayan ve çalışan işçilerin subjektif algılarını, periferik hissiyatlarını bir düzeye kadar veri almak gerekiyor. Onları sınıfın diğer unsurlarıyla birleştirecek siyasi bir mücadeleye kazanmak, sınıf bilincinin gelişiminin önündeki kritik halkadır. Bu ise içinde yaşadıkları mekanların özgün sorunlarıyla genel siyasi başlıklar arasındaki ilişki zemininde sağlanabilir. Ekonomik ve siyasi mücadele başlıklarını belirli bir yoğunlaşma içerisinde işçilerin gündemine sokan bir örgütlülüğün gelişme olanakları hiç de kısıtlı değildir.
Bugün sendikal hareketin sadece neoliberal politikaların sınıf örgütleri üzerinde yarattığı tahribattan dolayı, sınıfın bu andığımız kesimlerine ulaşamadığını söylemek mümkün değil. Sendikaların, meslek örgütlerininin, vs. yarattıkları kültür ve siyasi algıları da bizzat bu tür bir örgütlenmenin önünde engel oluşturmaktadır. Sendikalar, küçük sanayiye sadece buradaki örgütlenme güçlüklerinden ötürü giremiyor değildir; açıkça girmeyi tercih etmemektedir. Düzensiz çalışan, birbirinden kopuk, toplu iş sözleşmesi bağlama şansı düşük olan bir işçi grubu, mevcut sendikaların ilgi alanının dışında kalmaktadır. Bu yaklaşımın kendisi, sendikalı ve sendikasız sınıf bölmelerinin, aralarında büyük bir mesafe olduğunu düşünmelerine yol açmakta, ama bu mesafe algısı sendikasız işçileri sendikalı olmaya özendirmemektedir. Düşünce daha çok, “sendika büyük fabrikalarda çalışanlar ya da devlet memurları için, bizim için değil” diye özetlenebilir.
Bu mesafenin, mahalleler gibi emek gücünün yeniden üretildiği alanlarda da yansımasını bulduğu kesin. Aynı mahallede yaşayan sendikalı işçiyle sendikasız işçinin birbiriyle teması, bahsedilen mesafe algısı tarafından sakatlanmaktadır. Bu mesafenin aşılabilmesi sadece sektörleri değil, mahalleleri de mücadele alanı olarak belirleyen bir örgütlenmenin geliştirilmesiyle mümkündür.
Mevcut sendikal anlayış içerisinde yer alan bir kesimin bu tabloyu nasıl okuduğunu özetleyerek tamamlayalım. Sendikacı Aziz Çelik, sendikaların yaşadıkları krizin sadece dışsal unsurlarla açıklanamayacağını, bu krizin sendikaların yeni bir mücadele ortamına gerekli yanıtları üretememeleriyle, yani içsel nedenlerle de ilişkisi olduğunu belirtiyor. Tespitin bu kısmına katılmamak mümkün değil. Ardından Çelik’in bu içsel nedenleri nasıl gördüğünü okuyoruz; özetle, sermayenin uluslararasılaştığı bir ortamda emek de uluslararası bir mücadele yürütmelidir diyor, sendikaların bölünmüşlük sorunundan bahsediyor ve sendika içi demokrasi ve şeffaflık eksikliğinden dem vuruyor.9 Bu söylenenleri tartışmayacağım. Bu başlıkların ilki hariç, sendikal alanın sorunları olduğunu kabul da ediyorum. Ancak kritik mesele şu ki, bu başlıklardan hiçbiri sendikaların sınıfın bölünmüşlüğü ve örgütsüzlüğü karşısındaki ilgisizliğini açıklamamaktadır. Çünkü bu ilgisizlik, mevcut sendikal anlayışların, siyaset ve sınıf mücadelesi algısındaki sorunların bir ürünüdür.
İşçi sınıfını kendisini en fazla yalnızlaşmış hisseden kesimleriyle birlikte ve emek gücünün yeniden üretildiği mekanları da kapsayacak bir ölçekte siyasi mücadeleye kazanmadığımız sürece, sınıfın bölünmüşlüğü bir gerçeklik olarak karşımızda durmaya devam edecek. Sendikaların hangi işe, ne kadar para harcadıklarını denetleyememek ya da Hindistan’daki işçilerle yeterince dayanışamamak, herhalde küçük sanayi işçisinin ya da kent yoksulunun en yakıcı sorunları arasında değildir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Çulhaoğlu, Metin, “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu. Sınıf Mücadelesinden Mekan ve Bütünlük Sorunları”, Sosyalist Politika, sayı:10, Eylül 1996, s.103.
- Geniş, Arif, İşçi Sınıfının Kıyısında Küçük Sanayi İşçileri Üzerine Bir İnceleme, Dipnot Yayıncılık, Ankara, 2007, s.185.
- Temelkuran, Ece, “Öteki Şehrin İnsanları–5”, Milliyet, 12 Mart 2007.
- a.g.e. s.94.
- Küçük sanayi eşittir enformel sektör gibi bir denklem kurmuyoruz. Enformel sektör sanayiyle veya işletme ölçeğiyle sınırlı değildir. Büyük fabrikaların hastanelerin kamu kurumlarının vb. içinde onlarca taşeron firmanın bulunduğunu malum. Çulhaoğlu’nun da belirttiği üzere enformel sektör sadece işportacılık hamallık temizlikçilik vb. gibi faaliyetlere indirgenemeyecek bir ölçeğe ulaşmıştır ve asıl tanımlayıcı unsuru üretim süreçlerinin parçalanmasıyla ortaya çıkan birikim alanlarıdır. Küçük sanayi siteleri bu alanlardan bir tanesidir. Küçük sanayi sitelerinin tamamının enformel sektör kapsamında düşünülemeyeceğini de ilave etmek gerekir.
- Geniş, Arif, age. s.183-184. Küçük sanayi sitelerinin dışında enformel istihdama maruz kalan işçilerin de böyle bir mekansal yalıtılmışlık duygusuna sahip oldukları belirtilebilir. Büyük işletmelerde çalışan taşeron işçilerin yemekhanelerinin çay ocaklarının ayrı olması (tabi varsa) işçi servislerinde kadrolu işçilere öncelik verilmesi gibi uygulamalar bu tür bir yalıtılmışlık duygusunun sermaye tarafından kasıtlı olarak yaratılmak istendiğinin işaretleridir.
- age, s.228.
- Temelkuran, “Yoksulluk Yoksulların Suçu Değil”, Milliyet, 13 Mart 2007.
- Çelik, Aziz, “Yeni Sorun Alanları, Eğilimler ve Arayışlar: Sendikaların Yeni Dünyası”, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar içinde, Fikret Sazak (der.), Epos Yayıncılık, Ankara, 2006.