Bu yazıda, Türkiye Komünist Partili öğrencilerin, üniversitelere ve gençlik hareketine dair sözlerini söyledikleri ilk günden bugüne kadar yaşanan süreçlerin bir muhasebesini yapmaya çalışacağız. Partinin üniversite ve gençlik alanına ve bu alanın örgütlenmesine dair temel ilkeleri ve tutumu ile bu ilke ve tutuma zemin hazırlayan koşullar bir bütünlük içinde değerlendirilmeye çalışılacak. Türkiye Komünist Partisi’nin gençlik alanındaki “partililik” vurgusu, “emekten yana üniversite” ya da “yeni bir ülke ve yeni bir üniversite” gibi sloganlarda kendisini somutlaştıran üniversite algısı, Okul ve Ülke ile başlayıp, Düşünce ve Eylem ile devam eden yayıncılık faaliyetimiz ve bunun bize kazandırdıkları bu yazıda ele alınacak. Bunların dışında, üniversitelerdeki siyasi mücadelemizde öne çıkan ve bizi öne çıkartan gündemler üzerinde de durmaya çalışacağız. Özelleştirme saldırısının ön planda olduğu bir dönemde üniversitelerde “Eşit parasız eğitim” sloganıyla birlikte kamucu anlayışın öne çıkarılması, gericiliğin toplumda tartışıldığı ve “türban” gündemin açıldığı dönemde Türban Neyi Örtüyor? broşürüyle örülen çalışmamız ve bir bütün olarak emperyalizme karşı verdiğimiz mücadele; yaptığımız somut çalışmalar ve kampanyalarımızla birlikte bir tarihsellik içinde aktarılacak. Bu sayede, siyasi ve örgütsel tarihimizin son noktası olan Yurtsever Cepheli Öğrencilerin nasıl bir siyasi ve örgütsel arayışın ürünü olduğunu anlamaya çalışacağız.
Gençliğin örgütlenmesi ve parti
Yıllardır öğrenci hareketine ilişkin olarak yapılan bütün değerlendirmelerin, öğrencilere hitap eden bütün yazıların 12 Eylül’ü referans olarak almaları bir gelenek olagelmiştir. Başta zorunluluk olarak görülüp “anlaşılabilecek” bu durum, zaman içinde siyaset üretememenin de bahanesi olarak kullanılmaya başladı. Zira üniversitelerde mücadele eden örgütler, 12 Eylül’ü yalnızca okulların ilk günü dağıttıkları bildirilerde anmıyorlardı; bütün bir mücadele aynı temel paradigma üzerinden temellendiriliyordu. “Faşizme karşı özgürlük” sloganı, buna göre şekillendirilen siyasi pratikler ve mücadele tarzı güncel siyasi mücadeleye bir şey tahvil etmediği oranda marjinalleşmenin de başlıca sebebi oluyordu.
Bu yazıda da 12 Eylül’ü önemli bir referans noktası olarak değerlendiriyoruz. Ancak bu yazıda amaçlanan, Türkiye’de komünist hareketin öğrenci-gençlik hareketinin/örgütlenmesinin geçirdiği aşamaları değerlendirmektir. 12 Eylül’ün üstünden 26 yıl geçmiştir ve bu talihsiz tarihin Türkiye komünist hareketinin ve gençlik örgütlenmesinin tarihine yaptığı etki açısından soğukkanlı bir değerlendirme yapmanın zamanı gelmiştir. Öğrenci-gençlik hareketinin geleceğini şekillendirmek önemli ve heyecan verici bir konudur; işte bu nedenle bugün soğukkanlı bir değerlendirmeye gereksinim duyuyoruz.
Evrensel sorun
Komünist hareketin gençliğe ve genç kadrolara duyduğu ihtiyaç ne ölçüde evrensel, ne ölçüde Türkiye’ye özgü yanlar taşıyor? Önemli bir soru. Bir açıdan bakıldığında, dünyadaki pek çok komünist partisinin en önemli sorunlarından biri genç kuşaklar içerisinde örgütlenmektir. Komünist partilerin genelde yaşlı bir profil çizmesi, ülkeye ilişkin değerlendirmelerde gençlikten umudun “en azından bugünlük” kesilmesi komünist hareketin evrensel bir sorunu olarak önümüzde duruyor. Öte yandan, partiler içerisinde bir tasnife gidersek, hareketli ve devrimci siyaset üreten komünist partilerinin gençlik örgütlenmesinde de yol almış olmaları bir tesadüf olmasa gerek. Özellikle Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden silindiği bir siyasal ortamda, sosyalizmin gerçek kazanımlarını yaşamış ve siyasi bilinci böyle bir ortamda şekillenmiş “eski” kuşakların ötesinde bir toplumsallık kazanmak, komünist hareket açısından bir gelişkinlik göstergesi oluyor. Daha fazla gencin komünist kimliğe sahip çıkması ve örgütlü mücadele içerisinde yer alması bugün hem evrensel hem de güncel bir sorundur. Emperyalist sistemin ideolojik saldırısının hedefinde gençliğin de önemli bir yer tutması, bütün dünyada lise ve üniversitelerin yeni bir anlamla yüklenerek yeniden inşa edilmeleri, örneğin müfredattaki gerici unsurlar gibi kimi veriler, emperyalizmin gelecek açısından işini ciddiye aldığını gösteriyor. Tam da bu sebeple gençliğin örgütlenmesi, gündelik siyasette büyük bir önem taşıyor.
Yukarıda “gelişkinlik göstergesi” olarak not ettiğimiz özellik, konunun diğer bir ayağını oluşturuyor. Gelişkin komünist partiler, parti içerisindeki gençlik dinamizmini kadro kaynağı olarak da değerlendirebiliyor. Gençlik içerisinde örgütlenme konusunda önemli mevziler kazanan partiler, bu mevzilerini örgütsel devamlılıkları açısından daha rahat bir şekilde kullanabiliyorlar.
Türkiye’ye bakarken
Türkiyeli komünistler açısından gençliğin bugünkü önemini kavramak için son 25 yıllık sürecin bize dayattığı zorunlulukların neler olduğunu bilmek gerekiyor. Dönemi ve geride bırakılanı anlamadan tarihsel sürekliliği ve kopuşları anlayamayacağımızı biliyoruz. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, eşitlik ve özgürlük mücadelesi verenler açısından 12 Eylül ikili bir tahribat yaratmıştır. 1980 öncesinde devrime duydukları inançla mücadele edenlerin, yaşanan darbe ve darbeye verilen “toplumsal destekle” yaşadıkları travma kolay tedavi edilebilecek türden değildir. Dikkat edilirse burada, darbeye giden yolda Türkiye solunun bıraktığı ideolojik, teorik ve siyasi boşlukları tartışmıyoruz. Elbette Türkiye solunun askeri bir darbeyi karşılayabilecek ideolojik ve siyasi gelişkinlikte olup olmadığı da ciddi bir sorundur; ancak şu anda işaret etmeye çalıştığımız sorun, 12 Eylül’den sonra mücadelenin sürekliliğinin nasıl bir insan malzemesiyle sağlandığıdır. Şöyle ki; devrime olan inancın ağır bir darbe yemesi bir kuşak için onarılamaz tahribatlar yaratmıştır. Öte yandan, yaratılan süreklilik yalnızca anlamsız kimi “sol içi” tartışmaların bugünlere kadar getirilmesi olmuştur. Sosyalizm mücadelesiyle henüz tanışmamış, biyolojik olarak tanışma imkanı olmayan kişileri bir yana bıraktığımızda, geçmişten devralınan miras, genel olarak devrim fikrine inançsızlığın ve korkuların darbeyle pekiştiği, iktidar fikrinden uzak bir düşünsel ortamda yetişmiş olan kadro profilinde somutlanmıştır. Bu anlamda geçmişten devralınan kadro birikiminin ancak küçük bir kısmı sahip olduğu önemli deneyimleri gelecekteki mücadeleyi güçlendirmek için kullanmayı ve sosyalizm yolunda ilerlemeyi tercih etmiştir.
Siyasette kuraldır, mücadele eden ayakta kalır. Ayakta kalmak isteyen de, yüzünü mücadele edebilecek olana döner. Demek ki, 1980 sonrasında Türkiye solu bir iktidar mücadelesini örgütlemek ve böylelikle ayakta kalmak istiyor idiyse, yüzünü genç kuşaklara dönmek zorundaydı. Öyle de olmuştur. Geçtiğimiz 25 yıllık süreç içerisinde Türkiye solu kimi zorunluluklarla baş başa kalmış, bu zorunluluklardan olanak çıkarmaya çalışanlar çeşitli kazanımlar elde etmiştir. Yeni bir kuşak yaratma görevi bu zorunlulukların başında geliyordu.
Türkiye Komünist Partisi’ni ve Türkiye Komünist Partili Öğrenciler’i biraz da bu gözle değerlendirebilmek gerekiyor. TKP en başından beri öğrencilerin ve genç kuşakların yüzlerini partili mücadeleye dönmeleri konusunda çaba sarf etmiştir. Öğrenci hareketinin gündemini ülke gündemi ile birlikte ele almak, bunları birbirinden bağımsız düşünmemek zaten bizim geleneğimizde bulunuyor. Lenin’den bu yana öğrenci gençliğe ilişkin tasnifler yapılırken toplumun genelindeki siyasi parametreler veri alınıyor. Toplumun sınıfsal yapısı öğrenciler için de belirleyicidir. Bununla birlikte, Türkiye komünist hareketi açısından öğrenci gençliğin siyasetin merkezine doğru çekilmesi çabası aynı zamanda öznel bir ihtiyaca da denk düşmüştür. Başka türlüsü düşünülemezdi. Bir eğilim belirlerken, o eğilimin yaratacağı boşlukları da değerlendirmek gerekir. Ancak bu değerlendirmenin ortalamacı bir uç vermemesine özellikle dikkat edilmelidir. Örneğin, çok genç kuşakların partili mücadeleye yüzlerini dönmeleri ve bu noktadan hareketle, partili mücadelenin bizzat içerisinde yer almaları bir tercihtir.
Bu tercihin yaratabileceği bir dizi boşluk da olabilir. Sonuçta partililik belli bir teorik ve siyasi donanım, mücadelede deneyim, oturmuş ve gelişkin bir kişilik gibi kimi önemli özellikler gerektirmektedir. Genç kuşaklarda bu açıdan kimi sorunlar yaşanabileceği açıktır. Öte yandan, gençliğe dair kimi “özgün” gündemlerin parti siyaseti ile kapsanabilmesi belli koşullarda mümkün olmayabilir. Komünist partilerde gençliğin “bağımsız” örgütlenmesine dayanan komsomol modeli biraz da bu tür boşlukların kapatılması için tasarlanmış bir örgütlenme biçimidir. Fakat, Türkiye’de komünist hareketin yaşadığı kadro ve kuşak problemlerini bir kenara koyup, ezbere nutuklar atmak yanlışın en büyüğüdür. TKP her dönem gençlik hareketini, onun ihtiyaçlarını gözetti; ancak, şu ana kadar asıl gündemi genç ama sağlam, partili mücadelenin önemini kavramış, teorik ve siyasi açıdan gelişimine önem veren kadrolar yaratmak oldu. Bu bir ayakta kalma mücadelesiydi aynı zamanda ve sonuçları ortadadır.
Mücadelede gündem sorunu
Şu ana dek TKP’nin gençlik örgütlenmesindeki örgütsel ihtiyaçlarına kısaca değindik. Ülkenin ve partinin ihtiyaçlarının nasıl bir örgütsel model yarattığına dikkati çekmeye çalıştık. Vardığımız nokta, gençliğin özellikle öğrenci gençliğin partili kimlikle verdiği mücadelenin önümüzü açtığı oldu.
Öğrenci gençlik alanı dendiğinde akla gelen bir diğer önemli konu ise mücadele gündeminin nasıl belirleneceğidir. Özelikle üniversitelerdeki mücadelenin gündeminin nasıl belirleneceği her zaman sorun olmuştur. Şu ana kadar çeşitli vesilelerle ve defalarca dile getirdiğimiz, bu yazının da bütününe yedirilmeye çalışılan “ülkenin gündemi önemlidir” tezimizi bir defa daha uzun uzadıya aktarmaya ihtiyacımız bulunmuyor. Ancak, bu konuyla ilgili farklı bir noktaya temas etmekte fayda var. Bu konuda kimi sadeleştirmelere gitmenin yararlı olacağını söyleyebiliriz. Örneğin, eğer ülkede ve üniversitede genel bir tepkisizlik hali varsa, insanlar ne genel olarak memleket meselelerinde ne kendi yaşamlarına doğrudan etki eden sorunlar karşısında kendilerini bir güç olarak göremiyor demektir. Böyle bir durumda güç biriktirmek için “okul gündemlerinin yardımcı olacağı” tezi yanlıştır. Sorun zaten, daha çok genel bir siyasallaşmanın yaşandığı dönemlere ilişkin bir öncelik sorunudur. İnsanların tepkilerini daha rahat ortaya koyabildikleri, siyasi hareketliliğin arttığı dönemlerde öncü rolü oynayan özne esas hedef olarak neyi gösterecektir? Mesele bu kadar basittir. Ya gündelik ve öğrenci olmaktan kaynaklanan meselelerimiz önemsiz olmaya devam edecek, ya da bu tür meselelere dönük tepkilerin de iktidar mücadelesine aktarılan bir ek kuvvet olması sağlanacaktır. Son olarak, böylesi dönemlerde öğrencilerin yalnızca okulda karşılaştıkları sorunlar nedeniyle harekete geçmeleri, hele ki Türkiye gibi tarih boyunca öğrenci gençliğin siyasi süreçlerde fazlaca etkili olduğu bir ülke için söz konusu olamaz. TKP’li Öğrenciler meseleye her zaman bu kadar sade bir şekilde bakmıştır.
Mücadelenin gündemini belirlerken bir diğer önemli nokta da, “üniversite yerelliği”nin nasıl tanımlanacağı sorunudur. Üniversiteler, düzenin yarattığı pislikten ne ölçüde bağımsızdır, yahut üniversitelerin demokratikleştirilmesi ve düzenden özerk kurumlar haline getirilmesi mümkün müdür? Üniversitelerin “özgürleştirilmesi” hedefi gerçekçi midir? Bütün bunlar defalarca sorulmuş ve cevabı değişik öznelerce farklı şekillerde verilmiş sorulardır. TKP’li Öğrenciler’in cevabı hep olumsuz olmuştur.
“Kapitalizmde bilginin sınıfsal kullanımı bir yasallık haline gelmiştir. Kapitalizmin kendi evrimi içinde, bilimsel ve zihinsel faaliyetin sınıfsal kullanıma göre biçimlenmesi, onun üretim pratiğine ve toplumsal ihtiyaçlara yabancılaşmasını getirdi. Bu kopuş ile birlikte, üstyapı kurumlarına hakim olan sınıf, burjuvazi, hem bilginin -üretim sürecinin pratik gereksinimlerine göre- kullanımına sahip olur, hem de bilgi üretiminin kendi ideolojik çerçevesinde gerçekleşmesini sağlar.
Kapitalist özel mülkiyet ilişkilerinin egemen olduğu koşullarda sadece bilgi değil, öğrenciler ve öğretmenler de yeniden üretilir, sadece meta değil emekçiler de yeniden üretilir, biçimlendirilirler.
Zihinsel faaliyetin maddi üretim ve bölüşümünden özü itibariyle arıtılması, onu işçi sınıfından bağımsızlaştırarak, egemen sınıfların denetimi altına sokar. Akademik alan yalnızca bilginin değil, bu denetimin de yeniden üretildiği bir alandır. Eğitimin sınıfsallığı asıl anlamını böyle kazanır.”1
Geldiğimiz noktada iki tuzakla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ülke gündemine yapılan vurgunun üniversitedeki mücadeleyi kısırlaştırıcı, yaratıcılıktan uzaklaştıran bir şekilde yorumlanması önemli bir tehlikedir. Bu tehlike ancak, kapitalist düzenin kendini yeniden ürettiği bir kurum olarak üniversitelerin bu işlevlerine dönük ilgiyi sürekli canlı tutarak bertaraf edilebilir. Her gün yeni misyonlar edinen üniversitelerin bu durumu deşifre edilmeli, öğrencilerin yaşadıkları sorunlar da bu bağlama yerleştirilmeli ve hiçbir gündem kaçırılmamalıdır. Siyasi canlılık ve yaratıcılık ancak böyle sağlanabilir. İkinci bir sorun ise “yeni bir ülke ve yeni bir üniversite” sloganının gündelik siyasette iddiasızlığa alan açma ihtimalidir. Bugünkü düzende üniversitelerin yerini tanımlayabilmek ve düzenin temel parametreleri değişmeden üniversitelerin bambaşka mekanlar, özgür alanlar haline getirilemeyeceğini bilmek, sınıflar mücadelesine üniversite alanında yaratılacak gücün rüzgarını taşımaya engel olarak görülmemelidir. Üniversiteler, hele ki Türkiye gibi bir ülkede düzenin zayıf karnı olarak değerlendirilmelidir. Bu zayıf noktaya uygulanacak ideolojik, siyasi ve örgütlü şiddetin, düzenin işleyişinde onulmaz yaralar açacağı asla unutulmamalıdır.
Sosyalizm mücadelesi öncülere, öncü güçlere, ideolojik motiflere ihtiyaç duyar. Bu öncülük misyonunun kökeninde, işçilerin sınıfsal yapısı ve kapitalist toplumsal formasyon yatmaktadır. Sınıflı toplumlar ve bunun son aşaması olan kapitalist toplum bir bütün olarak gelişip ilerlememekte, eşitsizlik olgusunu her geçen gün yeniden ve yeniden üretip derinleştirmektedir. Elbette bu toplumsal biçimlenme en çok da kendisini dönüştürmeye aday öznelerin şekillenişini ve mücadele pratiğini etkilemektedir. Sınıfın iktidarı için, gerek sınıf içerisinden gerekse toplumun bütününden öncülere ihtiyaç duyulmaktadır. Öğrenci gençliğin mücadelesi ve gündem maddeleriyle ilgili olarak karşılaşılabilecek ve yukarıda özetlemeye çalıştığımız sorunların aslında tek bir ilacı bulunmaktadır: bu öncülük misyonunu, öğrenci gençliğin örgütlü mücadelesinde merkezi bir konuma yerleştirmek. Toplumsal mücadelede buzkıran işlevi görmek… Öncülükten kastedilen tam olarak budur. Buzkıran, donmuş deniz, göl veya ırmaklarda ulaşımı öteki gemilere kolaylaştırmakta kullanılan, buzları kırarak yol açmak için yapılmış gemi anlamına geliyor. Öğrenci gençliğin mücadelesine “buzkıran” görevi verdiğimizde ne amiral gemisinden görev çalmış oluyoruz ne de gençlik mücadelesini kısır bir alana sıkıştırmış oluyoruz. Öyleyse, iddiamızın kaynağına bu siyasi bilinci yerleştirilmeliyiz. TKP’li Öğrencilerin ortaya attığı ve kavgasını verdiği bütün gündem maddeleri bu gözle değerlendirildiğinde yukarıda dile getirilen iddianın hiç de lafzi olmadığı görülecektir.
Mücalelenin somut tarihi
Düşünce ve Eylem ile atılan ilk adım
Sosyalist İktidar Partili Öğrencilerin üniversitelerdeki mücadelesinin somutlaştığı ve örgütsel bir ağırlık kazanmaya başladığı ilk döneme damgasını vuran Düşünce ve Eylem, 1995’in Şubat’ında ilk kez İstanbul Üniversitesi özelinde hazırlandı. Ancak sözünü İstanbul Üniversitesi ile sınırlı tutmayıp, yaptığı çağrıda büyük hedeflerin peşinde olduğunu vurguladı.
“REDDEDİYORUZ, ÖYLEYSE DEĞİŞTİRECEĞİZ!”
“(…) ya reddettiğimiz bir dünyada o dünyanın bir nesnesi olup, köleleşip-köleleştireceğiz; ya da reddiye denilen tavır alışı, özneleşerek, değiştiricilik ve dönüştürücülük fiiliyle üreteceğiz.”2
Düşünce ve Eylem dergisi bu iddialarla yola çıktı. Kapitalist sistemin akıl dışılığından ve üzerinde yükseldiği sömürüden rahatsız olanlara yapılan bu çağrıda iki önemli ipucunun gizli olduğunu söyleyebiliriz. Bu ipuçları Düşünce ve Eylem’in durduğu noktayı anlamak için oldukça değerlidir. Öncelikle Düşünce ve Eylem bu düzeni baştan “reddetmiştir”. Düzen içi küçük rötuşlar peşinde koşmaktansa, çarpıklığın kaynağında düzenin kendisinin durduğu gerçeğini teslim edip daha büyük hedeflerin peşine düşmüştür. İkinci olarak Düşünce ve Eylem bir hareketi öngörmektedir. Adlı adınca “sosyalizm” hedefine doğru bir harekete geçişin temsilcisi olma iddiasındadır.
1995’in Mart ayında İstanbul Üniversitesi’nin yanı sıra diğer üniversitelerde o alana özgü, farklı içeriklerle yayınlanmaya başladı Düşünce ve Eylem. Boğaziçi Üniversitesi’nde yayımlanan ilk sayısında üniversite-sermaye ilişkisine geniş yer ayrılıyor. İlk sayının en ilgi çekici bölümü, manşete de taşınmış olan ABD’den gönderilen bir üniversite bursu önerisine karşı Düşünce ve Eylemciler tarafından hazırlanmış cevap mektubu. Mektup şu cümlelerle bitiyor:
“Burs önerinizi reddediyorum. Bazı şeylerin değişmesi gerekiyor ve değişimin başlayacağı yer buna en fazla ihtiyaç duyan coğrafya olacaktır. Bu yüzyılın başında pek çok Rus matematikçisinin, mühendisinin, doktorunun yaptığını yapmayı düşünüyorum. Ülkemde kalacağım ve kavga edeceğim. Ülkemin, ülkenizin ve ülkelerin çaresiz insanları benimle birlikte kavga etmeye hazırlar çünkü…”3
Eylül 1995 tarihini taşıyan ilk broşür ise 1996’nın Şubat’ında üniversitelerde kopacak fırtınanın bir habercisiydi. “Daha az paralı değil EŞİT PARASIZ EĞİTİM” başlığını taşıyan broşür, daha manşetten bir hesaplaşmaya girişmiş oluyordu. Bu hesaplaşma, bir yanıyla eğitimin paralılaştırılmasından sorumlu burjuva düzeni ile bir yanıyla da bu saldırıya “pazarlıkçılık” yaparak yanıt vermeye çalışan “muhalif” kesimlere dönük bir hesaplaşma idi:
“(…) sembolik ücretlerle başlayan harçların, yavaş yavaş ‘can’ yakması beklenir bir sonuçtur. Demek ki, eğitimin fiyatlandırılmasını mantık olarak bir kez kabul edersek, yüksek fiyatları da kabul etmiş oluyoruz. Bizim bunlardan çıkardığımız ders şudur: yeni harç zamlarına karşı hızlı tepki vermeliyiz. Tepkimizi eğitimin fiyatlandırılmasına yöneltmeliyiz. Biz bu yüzden, ‘daha az paralı eğitim’ değil, herkese eşit parasız eğitim diyoruz.”4
Düşünce ve Eylem Ekim 95’ten itibaren tüm üniversitelerden haberler içeren ama daha çok işlediği başlıklarla üniversitelerin geneline seslenen yeni bir tarza kavuştu. Bu sayede üniversiteler alanındaki siyasal mücadeleye daha etkin bir müdahale aracı haline gelmiş oldu. Yazımızın bundan sonraki bölümlerinde bu siyasal müdahaleleri daha yakından inceleyeceğiz.
1995 yılının önemli olaylarından biri de Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldıran en önemli hainlerden birinin, Mihail Gorbaçov’un bir bankanın davetlisi olarak üniversitelere yaptığı ziyaretlerdi. 1990’ların ortası Türkiye’de piyasa ekonomisinin ve özelleştirme ideolojisinin egemen kılınmaya çalışıldığı bir döneme denk düşüyordu. Elbette Sovyetler Birliği’nin belleklerden kazınması da bu ideolojik mücadelenin önemli ayaklarından birini oluşturuyordu. Gorbaçov’a karşı sosyalizmi sahiplenen bir duruş sergilemek hem Türkiye hem de dünya siyaseti açısından devrimci bir ısrar anlamına geliyordu. Nisan 1995’te önce Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen Gorbaçov burada Sosyalist İktidar Partili Öğrenciler’in de aralarında bulunduğu devrimci öğrenciler tarafından protesto edildi. Öğrenciler Gorbaçov’u ellerinde Stalin ve Lenin’in resimleri ve “Yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganlarıyla karşıladı. Yüzlerce öğrencinin protestosuyla karşılaşan Gorbaçov şaşkınlığını gazetecilere söylediği şu sözle dile getiriyordu: “Sizde hâlâ komünist mi var? Kendimi Kızıl Meydan’da sandım.” Daha sonra ODTÜ’ye de giden Gorbaçov burada da benzer bir manzarayla karşılaşacaktı.
29 Şubat İstanbul Üniversitesi işgali
Ülke çapında yürütülen özelleştirme saldırısı üniversitelere harçlara yapılan zamlar olarak yansımıştı. 96’nın başında harçlara yapılan yüzde 300 oranındaki zam bu saldırıların en somut örneğiydi. Bu saldırıya yanıtını henüz öğretim döneminin başında çıkarttıkları broşürle veren Düşünce ve Eylemciler bundan sonra mücadeleyi emekçi halkın gündemine taşımaya ve kamucu zihniyetin toplum nezdinde meşruiyet kazanmasına gayret edeceklerdi. Türkiye’de özelleştirme ideolojisinin yerleştirilmeye çalışıldığı bu dönemde Sosyalist İktidar Partili Öğrenciler, bir yandan kamucu düşünceyi ete kemiğe kavuşturmak, bir yandan da yaşanan saldırıları net bir şekilde tarif edip düzen dışı bir tavır ortaya koymak gibi zor bir görevle karşı karşıyaydı. Düzenle mücadeleyi kopardığı indirimin oranına bağlayanlardan farklı olarak Düşünce ve Eylemciler harçlarını ödememe kararıyla “Eşit parasız eğitim” talebinin arkasını siyasal bir tavırla doldurdu:
“Artık bizler, bu noktadan sonra siyasi bir tavır almak zorundayız. Bu tavır bir direnç noktası olacak şekilde davranmak durumundayız. Birçok siyasi öznenin, tereddüt geçirerek alamadığı bu politik tavrın, SİP’li Öğrenciler hanesine yazılacak önemli kararlardan biri olduğunu belirtmek istiyoruz. Paralı eğitime karşı verilecek mücadelenin, özelleştirme saldırısına karşı verilecek mücadeleden geçtiğini bildiğimiz için sadece üniversitelerde değil toplumun bütün kesimlerinde yankısını bulacak araçlar yaratmak gerektiğini biliyorduk.”5
Bu saldırı üniversite gündemine sıkışmış bir başlık olmaktan çıkarılıp, doğru siyasal taleplerle ve bu talepler üzerinden büyütülecek tepki vasıtasıyla asıl muhatabı olan emekçi sınıfların gündemine taşınmalıydı. Harçların artırılması en başta üniversitenin kapılarının emekçi çocuklarına kapatılması anlamına geliyordu. Dolayısıyla örülecek çalışmanın toplumla kuracağı bağ da önem kazanıyordu. Harçlarını ödemediklerinden okuldan atılma tehlikesi yaşayan öğrencilerin mücadelesini yükseltmek ve üniversitelerde verilen özelleştirme karşıtı mücadeleyi emekçi halka anlatmak için İstanbul’un merkezi noktalarında imza masaları açıldı.
Üniversitelerde yürütülen çalışmaların bir bütünlük oluşturarak daha etkin bir hale getirilip, özelleştirmeye karşı bir eylem birliğinin sağlanması amacıyla üniversitelerde çalışma yürüten devrimci yapılar bir araya gelip Üniversite Öğrencileri Platformu (ÜÖP) adıyla bir birliktelik oluşturdular.
Üniversitelerde bu çalışmalar yürütülürken 13 Şubat günü SİP yöneticileri de bir basın açıklaması yaparak, eğitimin paralı hale gelmesine, giderek toplumsal bir hak olmaktan çıkarılıp alınır satılır bir mal olmasına, diplomaların da bir tapu olarak görülmesine karşı çıktı ve diplomalarını yakarak üniversitelerdeki özelleştirme saldırısını protesto etti.
29 Şubat günü SİP’li Öğrencilerin de içerisinde aktif olarak bulunduğu ÜÖP, harçlarını ödemeyen öğrencilerin kayıtları yapılana kadar İstanbul Üniversitesi Merkez Kampusu’nu terk etmeme kararı almıştı. Eylem Beyazıt meydanında bir mitingle başladı. Miting sonunda topluca merkez kampusa giren öğrenciler görüşecek bir muhatap bulamayınca 32 saat süreyle üniversiteyi terk etmediler. Üniversitenin fiili işgali anlamına gelen bu eylem kazandığı toplumsal meşruiyet sayesinde basına ilk gün herhangi bir karalamaya maruz kalmadan yansıdı.
“(…) eylemin siyasi etkisi, burjuvazinin zor ve medya aygıtlarıyla bastırmaya çalışmasını geçersizleştirmiş, emekçi kesimler tarafından 29 Şubat eylemi kabul görmüştür.”6
Gerçekleştirilen üniversite işgalinde öne çıkan siyasi talepler Sosyalist İktidar Partili Öğrencilerin öncülüğünde belirlendi. SİP’li Öğrenciler düzenin harç saldırısına karşı “eşit parasız eğitim” sloganını öne çıkardı. Komünistlerin, çözümü düzen alternatiflerinin dışında aramak ve ortaya çıkan hareketliliği devrimci taleplerle yönlendirmek şeklinde ifade edilebilecek siyasi mücadelesi işgalin de rengini belirledi.
YÖK Sorunu
1980 askeri darbesi ile üniversitelerin başına musallat edilen YÖK, bu kurumlara birçok açıdan zarar vermiştir. Ancak sadece bu zararlardan herhangi birine ya da birkaçına karşı verilen mücadele çoğu zaman bir gerçeğin üstünün örtülmesine de yaramıştır. YÖK’ün Türkiye kapitalizminin bir ihtiyacı olduğu unutulmuş, üniversitelerdeki baskı ve gericilik sanki sermayenin tercihi değilmiş gibi bütünlüklü bir şekilde yükseltilmesi gereken düzen karşıtı mücadelenin yerini, tekil başlıklara sıkışmış bir mücadele pratiği almıştır.
Bu başlıkta Düşünce ve Eylem’in müdahalesi tam yerine oturmuştur. Bilimin Önünde Engel YÖK broşürüyle sermaye sınıfının planları doğrultusunda, topluma yön veren bilimsel kurumlar olmaktan çıkarılmaya çalışılan üniversitelerin, YÖK eliyle düzene nasıl entegre edilmeye uğraşıldığı gösterilmiştir. YÖK sermayenin dolaysız sözcülüğü görevini bazen baskıcı uygulamalarla ilericilere göz açtırmayarak, bazen gericiliği besleyerek bazen de vakıf üniversitelerinin yolunu açarak gerçekleştirmiştir. Kimi kesimlerce YÖK’e karşı yükseltilen özerk-demokratik üniversite talebi ise çaresiz bir şekilde günümüzde adım adım sermaye söylemiyle aynı noktaya gelmiştir. Daha demokratik bir üniversite, hemen hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir söylemken, özerk üniversite, finansman açısından devletten bağımsızlık ancak özel sektöre bağımlılık anlamına gelmektedir. Sermaye düzeninin talebi de geldiğimiz noktada bu hedefle uyumludur. Bu yan yana gelişten kaçınabilmenin tek yolu YÖK’ü bağlı olduğu sınıf iktidarından ayrı düşünmeden mücadele edebilmektir. “YÖK’e hayır” derken, bugün de yıllar önce broşürü bitirirken kullandığımız cümleleri tekrarlıyoruz: “(…) kapitalizmin üniversiteleri çöpe! Yeni bir ülke, yeni bir üniversite!”7
Ancak 2000’li yıllarla birlikte YÖK tartışmalarında yeni bir evre açıldı. Siyasi mücadeleyi özgürlükler sorununa indirgeyen ve bu açıdan YÖK karşıtlığını ideolojik anlamda gerici kesimlerle de paylaşmakta beis görmeyen sol liberalizme karşı komünist öğrenciler mesafeli davrandı. Ülkede özellikle liberalizm tarafından yaratılan ve YÖK’ü sermaye sınıfının saldırı araçlarından biri olarak değil bir özgürlükler meselesi olarak gösteren siyasi atmosferde TKP’li Öğrenciler, 6 Kasım eylemlerinin bu atmosfere hizmet eden içeriğine itiraz etti ve düzenledikleri eylemlerde ülke ve dünyada sermaye düzeninin gençliğe ve emekçilere karşı saldırısını gündeme taşıdı.
Türban Neyi Örtüyor?
Bir dönem, “geldi mi gelecek mi” gibi sorular üzerinden tartışılan dinci gericilik, özellikle 1997 yılının başından bu yana daha farklı bir biçimde gündeme oturdu. Aslında “geldi, gelecek” soruları üzerinden yürütülen tartışmalar, kapitalist sistemin hem ideolojik hem de siyasal hamurunda her zaman var olan dinci gericiliğin konumunu kavramak açısından yanlıştı. Bu yanlışlık, 1997’den bu yana sistemin alabildiğine çirkin bir biçimde kendini kusmasıyla açığa çıktı ve aşıldı. Artık haklı olarak kimsenin gündeminde dinci gericiliğin “gelip, gelmediği” gibi bir sorun yok, gericilik zaten tam boy hazır bulunuyor!
“Hazır bulunan gericilik” üniversitelerde de kendini türban eylemleri ile gösterdi. Restorasyon sürecinde dinci gericiliğe iktidar yolunda operasyon yapılmasının ardından kamu kurumlarına türbanla girilmesi yasaklanmıştı. Bu yasağa karşı en örgütlü tepki üniversitelerdeki dinci unsurlardan geldi. Bir anda üniversiteler ülkenin siyasi arenasında bir hesaplaşma alanı haline gelmişti. Bu hesaplaşma, gericilikle mücadelenin konusuydu ve ilerici öğrenci ve öğretim üyelerine karşı mücadelesiyle gericiliğe taban yaratan YÖK’ün ya da şeriata karşı laik cepheyi oluşturduğunu iddia eden ama pratikte gericilikle hesaplaşmaktan her koşulda kaçınan sosyal demokrat öğelerin bu mücadeleyi veremeyeceği ortadaydı. Üniversite yönetimi yalnızca türban yasağını uyguluyor, ancak düzenlenen eylemlerde özgürlüklerin savunulması adı altında gericilik propagandası yapılıyor ve gericiliğin meşruiyet alanını genişletme çabası gösteriliyordu. Bu durumda takınılması gereken ilerici, aydınlanmacı, tutarlı siyasal tavır tamamen solun eline kalmışken kafası karışık birçok “sol” yapının özgürlükler adına bu eylemlere destek olması çok büyük bir yanlıştı.
Düşünce ve Eylem’in İstanbul Üniversitesi’nde yayınlanan ilk sayısında gericilikle mücadele konulu bir yazıda şu ifadeler yer alıyordu: “(…) bu ülkede ilericilik misyonunun tek taşıyıcısı sosyalistlerdir. Çünkü sosyalizm, her türlü gericiliği üreten ve besleyen burjuva düzeni karşısına alan tek ideolojidir.”8
SİP’li Öğrenciler herhangi bir kafa karışıklığı yaşamadı. Tablo netti; gericilik üniversitede bu yolla meşruiyet kazanıyordu. Buna izin verilemezdi. Beyazıt Meydanı, türban eylemlerinin yanı sıra bir de SİP’li Öğrencilerin gericilik karşıtı eylemine ev sahipliği yaptı. Çeşitli fakültelerde “karanlığa karşı aydınlanma forumları” düzenlendi. Çalışmanın doruk noktası Türban Neyi Örtüyor? broşürüydü. SİP’li Öğrenciler var oldukları her yerde bu broşürü dağıttı. Türbanın, dinci geriliğin “hangi ayıbını” örttüğünü sordular. Dinci gericilik dayattığı ortaçağ düşüncesiyle, sermayeyle arasındaki kan bağıyla imzasını taşıyan katliamlarla, Çorum’la, Maraş’la, Kanlı Pazar’la, Sivas Katliamıyla suçluydu. SİP’li Öğrenciler yaptıkları çalışmalarda bu suçları teşhir ettiler. Üniversitelerde ilericiliği temsil eden ve solun onurunu koruyan bir odak olmayı başardılar.
Emperyalizme karşı mücadele
“ABD ordusunun gizli yumruğu olmadan piyasaların gizli eli asla işlemeyecektir.” (Madeleine Albright Eski ABD Dışişleri Bakanı)
90’ların başındaki ilk Körfez Savaşı emperyalizm için “yeni” bir döneme tekabül ediyordu. Sömürü düzeninin -ya da piyasanın gizli elinin- ihtiyacı biraz daha kan dökülmesi ise bunun için çoktan hazırdı emperyalist savaş makineleri. Reel sosyalizmin çözüldüğü bir dünyada emperyalistler inisiyatifi yeniden tekellerine almışlardı. Körfez Savaşı’nı, Balkanlar’a yapılan müdahale izledi. Eski Sovyet cumhuriyetlerini sisteme entegre etme çabaları ve bugün de tanık olduğumuz Büyük Ortadoğu Projesi… Emperyalistlerin tüm bu projelerinde önemli bir yere sahip bir ülke olarak Türkiye’de üniversitelerin de bu durumdan etkilenmemesi düşünülemezdi. Emperyalizm ve Türkiye ilişkileri, ABD’nin saldırgan politikaları yanında Avrupa Birliği, NATO, IMF gibi çok önemli diğer kurumların müdahalesiyle şekillendi ve şekillenmeye devam ediyor. Bu açıdan emperyalizm, her geçen gün Türkiye’nin daha da içsel bir gündemi olarak önemini artırıyor.
Partili öğrencilerin emperyalizme karşı mücadelesi ülke genelindeki bağımlılık ilişkisine karşı gelmenin yanında üniversite alanında da bu karşıtlığı yeniden üretmenin yollarını aradı. Giderek belirleyici bir kimlik haline gelen anti-emperyalizm ve yurtseverlik mücadelesinde, bugünkü noktaya yıllar süren ve pek çok başlıkta harekete geçilen bir eylemlilik süreciyle ulaşıldı.
Emperyalizmin Yugoslavya müdahalesi üniversitelerde yeni bir mücadele evresinin açılması anlamında önemli bir anlam taşıyordu. Partili Öğrenciler bu müdahale sırasında yaptıkları çeşitli eylemlerle ABD, NATO ve Avrupa ülkelerinin yıkıcı müdahalelerini protesto etti. 1999 yılına gelindiğinde dönemin ABD başkanı Clinton, bölgemize ve Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştiriyordu. Ülkemizden önce Yunanistan’a da uğrayan ancak burada kitlesel eylemlerle karşılanan Clinton Türkiye’de de karşısında anti-emperyalistleri buldu. Ankara ve İstanbul başta olmak üzere çeşitli şehirlerde gerçekleştirilen ve kimilerinde polisin sert müdahaleleriyle karşılaşılan eylemlerde partili öğrenciler en ön safta yer alıyordu.
ODTÜ’den Mc Donald’s’ın kovulması
Tüm dünyada emperyalizmin simgelerinden biri olarak görülen Mc Donald’s’ın, devrimci öğrenci hareketimiz açısından çok önemli bir yere sahip olan ODTÜ’de açtığı şube, açıldığı ilk günden itibaren eylemlere konu oldu. 2001’e gelindiğinde ise Sosyalist İktidar Partisi ve partili öğrenciler, anti-emperyalist mücadelenin ivme kazanması açısından önemli bir adım olan Mc Donald’s’ın kapatılmasına dönük siyasi bir kampanyaya başladı. “Bergama’da Eurogold, İncirlik’te Üsler, ODTÜ’de Mc Donald’s İstemiyoruz” sloganıyla ODTÜ’de başlatılan kampanyanın önemli başarılarından biri Mc Donald’s simgesiyle birlikte Türkiye gündemine emperyalizmin sokulması oldu. Kampanyanın merkezinde “ODTÜ Mc Donald’s’ı Hazmeder mi?” başlıklı broşür durdu. Bergamalı köylüler ve çeşitli aydın ve sanatçılarla birlikte yürütülen kampanya Sosyalist İktidar Partisi’nin de “Mc Donald’s Zararlıdır” sloganıyla yaptığı afişleme ile ülke genelinde ses getirdi. Okul içinde ve dışında yürütülen çalışma sonucunda 2002 yılının başında şirket ODTÜ’deki şubesini kapattı.
Yurtseverlik mücadelesi her yerde
Üniversitelerde yürütülen anti-emperyalist mücadelenin bir ayağını da okullara konuşma yapmak üzere gelen emperyalizm temsilcilerine yurtsever gençliğin sesini duyurmak oluşturuyordu. ODTÜ’den CIA ajanı Graham Fuller’in kovulması, 2001 ekonomik krizinin ardından ABD’den sömürge valisi olarak ülkemize getirilen Kemal Derviş’in protesto edilmesi, Kocaeli Üniversitesi’nde ABD’li bir subayın protesto edilmesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nden AB temsilcilerinin kovulması gibi eylemler ülke gündeminde de yansımasını bulmuş mücadele örneklerimiz oldu.
ABD’nin önce Afganistan’a ardından Irak’a müdahalesi üniversitelerdeki çalışmaların merkezine oturan gelişmelerdi. Bu gelişmelerle birlikte partili öğrencilerin çalışmasının nitel bir değişiklik yaşadığını belirtmek gerekiyor. Anti-emperyalist ve yurtsever dinamiklere daha fazla gözünü diken, örgütlü kimliğinde bu dinamiklere daha fazla yer açan bir çalışma tarzına geçişin sırtını bu döneme yasladığını söyleyebiliriz. ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesine karşı gerçekleştirilen eylemlere baktığımızda, Irak işgalinin ilk gününde okullarda gerçekleştirilen boykotlar ve kitlesel eylemler, ODTÜ öğrencilerinin ABD askerlerinin konuşlandığı Mardin’e düzenledikleri gezi, İstanbul’da üniversite öğrencilerinin Dolmabahçe yürüyüşü gibi mücadele örneklerinin tarihimizde önemli bir yerinin olduğunu görüyoruz.
2004’ten itibaren partinin siyasi gündemleriyle uyumlu olarak NATO ve AB karşıtı mücadelede üniversiteler yerlerini aldı. 2004 Haziranı’ndaki NATO’nun İstanbul Zirvesi’ni partili öğrenciler de “İstanbul NATO’ya Kapılarını Kapatıyor” sloganıyla karşıladı. 27-28 Haziran tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen kitlesel miting ve eylemlere geniş bir örgütlülükle katılan partili öğrenciler eylemlerin ardından İstanbul’da, uluslararası komünist gençlik örgütlerinden temsilcilerin de katıldığı 4 günlük bir “Gençlik Kampı” düzenledi. AB söz konusu olduğunda ise üniversiteler aracılığıyla düzenin salgılamaya çalıştığı liberal ideolojinin etkisinin kırılmasında TKP’li Öğrencilerin önemli bir payı olduğu öne sürülebilir. Düzenin propaganda ettiği “her derde deva AB” mitinin en zirvede olduğu bir dönemde 2004 yılının Kasım ayında partili öğrenciler Kadıköy İskele Meydanı’ndaydı:
“(…) okullarda yıllardır AB’ci düşüncenin hegemonyası kurulmaya çalışılmıştır, hatta AB’cilik bir tür ‘resmi ideoloji’ konumuna yükseltilmiştir. AB perspektifi lise kitaplarına sindirilmiş üniversitelerde AB enstitüleri açılmış, dahası okullar AB ile maddi/manevi işbirliği konusunda sistemin diğer kurumlarının önüne geçmiştir. Doğal olarak AB konusunda topluma yalan söylemek konusunda en büyük görev basınla birlikte üniversitelere verilmiştir. Ancak görüldüğü gibi işler istendiği gibi gitmemektedir.”9
Meydanda toplanan binlerce öğrenci işlerin gerçekten de istendiği gibi gitmeyeceğini gösterdi. Eylem günü olarak 6 Kasım’ın seçilmiş olması da şimdiye kadar YÖK gericiliği ile anılan bu tarihe güncel bir değer katarken, emperyalist gericiliği yerli örnekleriyle beraber mahkum ediyordu.
“Emperyalizme karşı mücadelemizin ve solun kimliğine işlenen yurtseverliğin tarihi uzundur. Komünizmin bu topraklardaki doğumu emperyalizme karşı kavganın içinde gerçekleşti. Bugün her niyete yenmek istenen 68 gençlik çıkışını en fazla sembolize eden kişi kuşkusuz Deniz Gezmiş ve bu çıkışın en belirgin teması da yine kuşkusuz emperyalizme karşı mücadeledir.”10
Ve 6 Mayıs 2005’te Denizler’in 6. Filo eylemlerinde yükselttiği bayrak Adana İncirlik’teki ABD Üssü’ne taşınıyordu. TKP’li Öğrenciler memleketin dört bir yanından yola çıkıp İncirlik’te buluşmuştu. İncirlik eylemi emperyalizme karşı mücadelede kararlılığı göstermesi açısından o gün için çok değerliydi. Ama asıl değeri 6 Mayıs’ta Denizler’in idamını anma gösterileri düzenleme kalıbının dışına çıkılması ve mücadelenin üzerine ekleyerek ilerletilebileceğini göstermesiydi. Tabii ki bir de şu önemli noktayı su yüzüne çıkarıyordu bu eylem:
“TKP’li öğrencilerin İncirlik yürüyüşü herhangi bir gençlik eylemi değildir. Bütün ülke adına, bütün halkımızın vicdanını temsilen, İncirlik’teki katliam üssüne hayır denmiştir.”11
Yurtsever Cephe’nin üniversitelerdeki örgütlenmesi 2006’ya gelindiğinde Yurtsever Cepheli Öğrenciler imzasını taşıyordu. Yurtsever Cepheli Öğrenciler bu tarihle birlikte kendi kurullarını ve kurumsallaşmalarını yaratmak konusunda da önem bir yol aldı. Üniversitelerdeki yurtsever dinamiğin kendini Yurtsever Cepheli Öğrenciler çatısı altında ifade etmesi henüz tam anlamıyla başarılmış değil. Yola Çıkış Deklarasyonu’nda bu durum şöyle ifade ediliyordu:
“Ancak, daha yolun başında olduğumuzun, üniversite öğrencilerinin henüz çok azına ulaşabildiğimizin ve önümüzde uzun ve zorlu bir yol bulunduğunun farkındayız. Yurtsever Cepheli Öğrenciler bugün Türkiye’nin her yerinde yola çıkma iradesini göstermenin adıdır.”
Yurtsever Cepheli Öğrenciler yeni bir mücadele tarihini alandaki mücadelesiyle yazmaya başlamıştır.
Bitirirken
Yazımızın özellikle ilk kısmında ifade etmeye çalıştığımız öğrenci gençlik hareketi ve örgütlenme sorunu bağlamında Yurtsever Cepheli Öğrenciler’in bir yeniliğe karşılık geldiği açık olsa gerek. Üniversite gençliğinin örgütlenmesi konusunda öncelikle işaret edilen adresin artık kendi kurulları olan yeni bir örgüt olduğunu görüyoruz. Şimdi bu noktayı ve bu noktadan doğacak yeni sorunları bir gelecek perspektifiyle tartışmamız gerekiyor.
Öncelikle bu noktadan itibaren, TKP’nin öğrenci-gençlik çalışmalarının ve öğrenci alanı üzerinde yürüttüğü örgütsel ve düşünsel mesainin öneminin arttığını kaydetmeliyiz. Bütün kitlesel örgütlenme hamleleri çok sağlam bir merkeze ihtiyaç duyar. Bu merkez yaratılamadığında, örgütlü kimliklerin pratik mücadelede birbirlerinden ayrıştırılmasının imkansız olduğunu söyleyebiliriz. Bir genç komünist, kendi bulunduğu yerin her zaman çok net bir şekilde farkında olmalıdır. Bu yeri anlayamayan, anlamsızlaşır. Bu açıdan, bu toprakların genç komünistlere duyduğu ölümcül ihtiyaç bir kez daha hatırlanmalıdır. Yazının başına atıfla, 12 Eylül’ün üzerinden evet 27 yıl geçmiştir ancak, 2007 Türkiye’si 1980 Türkiye’sinden daha kolay bir toplumsal zemin sunmamaktadır. Üniversiteler açısından da durum aynen geçerlidir.
Peki, bu 27 senede değişen/gelişen ne olmuştur? Çok net bir şekilde ifade edelim: üniversitelerde değişen ve gelişen tek şey komünistlerin biriktirdiği mücadele deneyimleridir. Yani bugün Yurtsever Cepheli Öğrenciler konusunda atılmaya çalışılan cesur adımlar; örneğin kendi ayakları üzerinde durması konusunda gösterilmesi gereken rahatlık ya da mücadele dilini yeniden üretme konusundaki cüretkar çıkışlar sırtını iki önemli veriye yaslamaktadır. Birincisi, anti-emperyalist mücadelenin yakıcılığı; ikincisi de bu deneyimin yarattığı özgüvendir. Ancak önümüzdeki dönemin temel sorunu gerçekten de güven sorunu olacaktır.
Güvensiz bir atmosferde kendimize güvenin sınırları ne kadardır?
Güvensizlikten güven, olanaksızlıktan olanak çıkarmak… Bu görevlerin ne ölçüde üstesinden gelinebileceği, dünya mücadele tarihine yapacağımız katkıyı da belirleyecek. Çok somut bir örnek vermek gerekirse, gerici ve faşizan bir iktidara alan açan bir toplumsal yapıda, bu yapının üniversitelerdeki tezahürlerinde anti-emperyalizmi öne çıkarmak, başarılabilir mi? Şimdiden bilemiyoruz, ancak bildiğimiz çok net bir şey var; bunun dışındaki her türlü hedef bizi devrimden uzaklaştırmaktadır. Gençlik mücadelesinin buzkıranlık misyonu yine bu örnekle bir kere daha değerlendirilmelidir. Bugün Türkiye’de bir buzkırana ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç öğrenci gençliğin mücadelesi ile karşılanmalıdır. Yurtsever Cepheli Öğrenciler’in geleceğini bu sorunlar belirleyecektir. Bu sorulara sağlıklı bir cevap verilebilmesi toplumsal anlamda öncülük görevinin, üniversitelerdeki kitlesel bir hareketlenmeyle karşılanmasına da bağlıdır. Yani yukarıda tarif ettiğimiz dönemin öncülüğü, kitlesel bir hareketi kitlesellik arayan bir mücadeleyi gerektirmektedir. Gelecek dönemin kitlesel öğrenci hareketi Yurtsever Cepheli Öğrenciler ile birlikte anılmalıdır.
Türkiye Komünist Partili öğrenciler ise yukarıda söz ettiğimiz özgüvenle kendi ayaklarının üzerinde durmayı daha fazla bilen, alanına ilişkin olgun değerlendirmeleri olan, inisiyatif alan ve gerektiğinde inisiyatif devreden bir yapıya bürünmelidir. Tekrarlamak gerekirse, gençliğin Türkiye komünist hareketindeki merkezi konumu güncelliğini korumakta ancak artık Türkiye Komünist Partisi’nin ulaştığı toplumsal değer, daha donanımlı, mücadele içerisinde sınanmış, kendi alanında aldığı kararlarla deneyim biriktirmiş, disiplinli ve yaratıcı bir ekolden gelen genç komünistlere ihtiyaç duymaktadır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Gelenek, Emeğin ve Eğitim Kurtuluşu Yolunda Gençlik, Aralık 1989, s. 15.
- İstanbul Üniversitesi’nde Düşünce ve Eylem, Şubat 1995, sayı:1 s. 1.
- Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyalist Düşünce ve Eylem için: Düşünce ve Eylem, Mart 1995, s. 1.
- Düşünce ve Eylem, Eylül 1995, Özel Sayı: 4
- Düşünce ve Eylem, Ekim 1996, “Perspektif”.
- a.g.y.
- “YÖK Sorunu” broşürü, Düşünce ve Eylem Kasım 1998, Özel Sayı: 6
- “Türban Neyi Örtüyor” broşürü, Düşünce ve Eylem, Eylül 1998, Özel Sayı: 5
- Komünist, 12 Kasım 2004.
- Komünist, 13 Mayıs 2005.
- a.g.y.