“Cum domino pax ista venit.”1
Gelenek’in bu sayısının ilk planında bana düşen Kürt sorununun ekonomi politiği üzerinde durmaktı. Ancak ekonomi politik ve Kürt sorunu ifadelerini birlikte yazının başlığına taşımak bir türlü elimden gelmedi. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Kürt sorunu gibi hem çok güncel hem de çok karmaşık bir mesele ele alındığında konunun politik boyutunun ekonomik boyutunu büyük ölçüde önemsizleştirmesi kaçınılmaz. İkinci neden biraz daha pratik; hâlihazırda zaten güdük kalmaya mahkum iktisadi boyutun tatmin edici bir içerikle verilebilmesi pek mümkün görünmüyor. Ortada ne veri var ne de içeriği üç-beş cümleyle özetlenebilecek analizler dışında bir değerlendirme. Doğrusu cumhuriyetin tasfiyesi ülkenin bölünmenin eşiğinde durması gibi çok can yakıcı başlıklar tartışılırken “Bölgeye daha fazla yatırım gitsin.” yollu değerlendirmelerle vakit kaybetmenin herhangi bir yararı olduğuna inanmıyorum.
Ekonomi politikten geri basmış olmama bir de teorik neden ilave edeyim. Marx’ın içerik açısından iktisadi ağırlığı ön planda olan çalışmalarını “ekonomi politiğin eleştirisi” olarak nitelemesinin temel gerekçesinin klasik ekonomi politiğin tarihsiz ve sınıfsız kurgusunu reddetmesi olduğu biliniyor. Marx kendisini bu “burjuva biliminden” özellikle bu noktada ayırıyor tarihselci ve sınıfsal bakış açısını ekonomi politiğin ham metodolojisinin yerine koyuyordu. Bu eleştirinin devletin oluşumu ve güç tekeli tartışmasında ayrıca önemli olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Bu bağlamda Marx’ın “eleştirisi” genelleşmiş meta değişiminin savaş ve güç kullanımıyla birlikte var olamayacağı yolundaki liberal tezi kökten reddetmektedir. Bu tezin aydınlanma düşüncesinde liberalizmden daha geniş bir aydın kuşağını kapsadığına bir örnek olarak Kant’ın aşağıdaki satırları gösterilebilir:
“Ticaret ruhu savaşla bir arada var olamaz ve bu ruh er ya da geç bütün halkları etkisi altına alır. Devlet iktidarının tasarrufundaki güçlerden en güvenilir olanı paranın gücüdür; devletler (ahlaki nedenlerle demek güç olsa da) dünyayı savaş tehlikesi sardığında sanki sürekli bu amaçla bir ittifak içindeymişler gibi kendilerini soylu barışı tesis etmek ve uzlaşarak savaştan kaçınmak zorunda hissedecektir.”2
Devletin zor kullanımına uyarlanan liberal homo economicus düşüncesi iç pazarın oluşmasıyla zorun yerini “iktisadi aktörler” arası rekabete bırakacağı görüşü şeklinde ortaya konmaktadır. Marx ise güç kullanımından bağımsız bir piyasanın var olabileceği görüşünü reddetmekte ve piyasa ilişkilerinin ardındaki eşitsiz, sömürüye dayalı süreçleri gözler önüne sermektedir.
Bugün egemen iktisat ideolojisinin klasik ekonomi politiğin de çok gerisinde olması -ki Marx’ın vülger iktisat nitelemesi bir ölçüde henüz doğum aşamasındaki marjinalist iktisadı kastetmektedir- Marx’ın kendisini klasik ekonomi politikten ve liberal devlet teorisinden ayırmak üzere yaptığı “eleştiri” ekinin önemini bir nebze azaltmıştır. Artık piyasanın “bilimi” olarak “iktisat” vardır. Ekonomi politiğin de gerisindeyiz. Ancak Kürt sorunu gibi siyasi dozu baskın konulara ekonomi politik çerçevesinden bakmak denildiğinde, Marx’ın konumunu aklımızdan çıkartmamak kanımca yerinde olacaktır. Bu tür konulara sınıf ekseninin ve tarihselciliğin dışında bir zemine basarak bakmak kabul edilemez. Piyasa, eşitsizlikleri üst üste yığar ve Marx’ın 18. Brumaire’de belirttiği üzere, “kendisi pek destansı olmasa da burjuva toplumu kendisini oluşturabilmek için kahramanlığa, fedakârlığa, teröre, iç savaşa ve ulusal savaşlara muhtaçtır.”3
Öyleyse “Kürt sorununun ekonomi politiğinin eleştirisi” denilebilirdi. Dil yönünden barındırdığı sorun bir yana, burada önemli olanın sınıf eksenini vurgulamak olduğunu göz önünde bulundurmak durumundayız. Bizim geleneğimiz en başından beri bu vurguyu yapıyor ve bunun için de en çok indirgemecilikle suçlanıyor. İşte zurnanın zırt dediği yer de burası. Sınıf analizini indirgemeci olarak yaftaladıktan sonra, “Bölgeye yatırım gitmiyor.” “İnsanlar savaş yüzünden işsiz.” gibi hayli derin iddiaları sorunun yapısal analizi olarak sunmak, Kürt sorununun ekonomi politiğinin eleştirisinin temel noktasıdır. Bir de tabi şu soruyu sormaya hakkımız olduğunu düşünüyorum: Kürt sorununa sınıfsal açıdan bakmak indirgemecilik oluyorsa meseleyi bir kimlik sorunu olarak kodlamak ne oluyor Marksist sınıf analiziyle “kimlik analizi” arasında yöntemsel gelişkinlik, bütünlük ve incelik yönünden bir karşılaştırma yaptığımızda acaba indirgemecilik testinden hangisi sınıfta kalır?
Sınıf analizi Kürt sorununu bir emekçi sorunu olarak görmekle başlıyor; ama bu noktayı buraya koyduğumuz anlamına gelmemektedir. Arayışımız müdahale olanaklarını bilince çıkartmak yönündedir ve bu arayış sadece sınıflar mücadelesinin dinamiklerinde karşılık bulabilir. Sadece TKP’nin bu konuda ürettiği külliyat bir yazıda ele alınması mümkün olamayacak hacimdedir. O nedenle bu yazıda son süreçteki gelişmeleri TKP tezleri çerçevesinde ele alacağız.
Savaş Alanında Devlet ve Sınıf
Türkiye’yi bir savaş alanı olarak görmek durumundayız. Bunun pek öyle kabul edilemez bir tez olmadığı kanısındayım. Zira özellikle yabancı basını izleyenler, Türkiye’nin artık bir savaş alanı olarak kabul edildiğini muhakkak fark etmişlerdir.4 Kaldı ki ülkenin herhangi bir yerinde onlarca insanın ölümüne yol açan vakaların yaşanması karşılığında Türk uçaklarının ülke içinde ve dışında hedefleri bombalaması, binlerce asker mobilize edilmesi artık normalleşmiş vakalar sayılmaktadır. Bu konuda fazla tartışma yok, ancak asıl tartışılan savaşın biçimidir. Bir iç savaştan mı yoksa dış savaştan mı söz ediyoruz, tartışma bu noktadadır. Son yirmi beş yıldır değişik adlarla -düşük yoğunluklu savaş, psikolojik savaş, vs.- zaten bir iç savaştan söz ediliyor. Ancak bugün Türkiye’nin bir savaş alanı olarak tanımlanmasının bu çerçeve içerisinde ele alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin bugün bir iç savaş mı, yoksa dış savaş mı yaşadığı konusunda teorik bir belirsizlik bulunmaktadır ve bunun başlıca nedeni iç dinamiklerle dış dinamikler arasındaki ayrımın hayli silikleşmiş olmasıdır. Birinci nokta budur.
İkincisi, Kuzey Irak, işgal öncesinde olduğu gibi bir “serbest atış sahası” olmaktan çıkmıştır ama Kuzey Irak’a yapılan müdahalenin bir dış savaş ilanı olarak görülmesi de olanaklı olmamaktadır. Çünkü emperyalizm bölgeyi baştan aşağı yeniden yapılandırmakta, sınırları anlamsızlaştırmakta ve hükümsüzleştirmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin içinde bulunduğu savaşın tanımı konusunda bir muğlaklık vardır. Neokonservatiflerin “teröre karşı savaş” ideolojilerinin kapsamı bu örnekte bir kez daha netleşmektedir: Tanımı kapsamı ve olası sonuçları belirsiz bir savaşı sürdürmek. Bu ideolojinin savaş ve devletin egemenlik tanımı arasındaki ilişkiye dair hayli ilginç sonuçları bulunuyor. Birkaç istisna dışında tamamı Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında patlak veren iç savaşları ele alan bir çalışmada yazılanlar akademik çevrede de bu savaş-devletin egemenlik alanı ilişkisinin aldığı yeni biçimi teorik olarak anlama çabalarının bulunduğunu gösteriyor:
“Mevcut devlet-içi savaşların ekonomisi Batı deneyiminin ‘geleneksel’ devlet inşası mantığıyla çelişen yapılar yaratmaktadır. Ancak hikâyenin bütünü bu değildir: Devletin kaynak toplama, coğrafyanın kontrolü becerileri ve ‘devlet zihniyetleri’ açısından bakıldığında aksi yönde eğilimler de mevcuttur. Bu çelişen eğilimler sonucunda iç savaşlarla ortaya çıkan siyasi biçimler, klasik devlet anlayışıyla kastedilenden daha farklı olmaktadır.”5
Bu çalışmada Yugoslavya, Lübnan, Somali ve Kuzey Irak örnekleri ele alınmaktadır. Afrika’da yaşanan başka örnekleri de -Eritre, Rwanda, Liberya, Sudan, Kenya, Kongo, vb.- bu kapsam içerisinde ele almak mümkün. Çalışma, Weber-Tilly-Elias ekolünün Batı Avrupa’da devletin fiziksel güç tekelinin oluşumu ve savaşlar yoluyla kendisini meşrulaştırma-kurma görüşünün bu örneklerde yaşanmadığı, iç savaşın her örnekte kendine özgü bir elitler hiyerarşisi yarattığı ve teritoryal denetimin birden fazla devlet benzeri yapının egemenliğine girdiği tezlerini öne sürmektedir. Kuşkusuz bu tartışmanın büyük eksikliği emperyalizmin sürece nasıl dâhil olduğunun ele alınmamasıdır. Örneğin bugün Lübnan’ın tek bir devlet olarak kabul edilmesine karşılık Yugoslavya’nın birçok devletçiğe ayrılmış olması emperyalizmin sürece içkin oluşu dışında bir unsurla açıklanamaz. Nerede,, hangi egemenlik mekanizmasının destekleneceğini ve devlet olarak meşrulaştırılacağını emperyalist çıkarlar belirlemektedir. Dolayısıyla yaşanan savaşın şekli de -iç ya da dış- nihai olarak emperyalizm tarafından tayin edilmektedir. Aynı çalışmada emperyalizm faktörüne değinmeden, devlet içi savaşla devletlerarası savaşlar arasındaki geçişkenliğin artışına şu şekilde vurgu yapılıyor:
“Ekonomiyi ‘yeniden formelleştirme’ -yani ekonomiyi tekrar devletin denetimi altına sokma- çabaları savaşı tekrar başlatma eğilimlerini besleyebilir. Bu, söz konusu ilişkiler uluslararası sınırlara yayıldığından zorlu bir dönüşümdür. Dolayısıyla teritoryal denetim olmadan kaynak toplamak mümkün olmazken, yeterli kaynak olmadan da teritoryal denetim sağlanamaz ve sürdürülemez. Bazı örnekler kaynak toplama işleviyle teritoryal denetim becerileri arasındaki bu hakiki döngüselliği ortaya koymaktadır. Liberya iç savaşının Sierra Leone’ye ve diğer komşu ülkelere sıçraması bu bakımdan tipik bir örnektir. Ancak Uganda ve Rwanda silahlı kuvvetlerinin Kongo’daki (Zaire) savaşa müdahale etmeleri de şöyle bir yolun devamı olarak görülebilir: İktidar kaynaklarının şiddet yoluyla ele geçirilmesi. Bu örneklerde devlet içi savaşla devletlerarası savaş arasındaki ayrım, devleti betimleyen başka herhangi bir sınır gibi, belirsizleşmektedir.”6
Bu belirsizliğin tespit edilmesi önemli, ama bunu devlet inşa etme çabasının bir sonucu olarak açıklamak meselenin üzerinden atlamak anlamına geliyor. En başta şu soru yanıtsız kalmaktadır: Neden belirli coğrafyalarda (Afrika, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkaslar vb.) devlet içi ve devletlerarası savaşlar kolayca geçişkenlik kazanmaktadır? Burada Weberyen açıklama “post-kolonyal devlet oluşumu” diye işin içinden çıkmaktadır. O zaman örneğin Yugoslavya’yı nereye koyacağız? Ya da Türkiye’yi?
Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında emperyalizm sınırların değişmezliği ilkesini artık bir lüks saymaktadır. Bir yandan ülkelerin kapitalizmden kopuş dinamikleri olabildiğince baskı altına alınırken diğer yandan emperyalist tahakküm geri kalmış ülke burjuvazilerinin belirli bir ulusal pazar üzerindeki denetimine dayanarak yürütülmek yerine değişen ihtiyaçlara göre yeniden tanımlanan muğlak bir ilişkiye bağlanmaktadır. Demek ki birbiriyle ilişkili iki sınıfsal dinamik iş başındadır: Yerel egemenlerin ulusal pazar üzerindeki denetiminin emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden tariflenmesi ve bu ilişkinin akışkanlığını sekteye uğratabilecek sınıfsal eğilimlerin baskı altına alınması. Savaş hem emperyalizmle yerel egemenler arasındaki ilişkinin yeniden kurulmasının hem de karşı sınıfsal eğilimlerin baskı altına alınmasının araçlarından bir tanesidir.
Bu ilişkilerin son derece berrak şekilde gözlemlenebildiği bir örnek Irak’ta petrol yasasıyla ilgili süregiden kavgadır. Yasa ülkenin petrol kaynaklarının yüzde 64’ünün yabancı şirketler tarafından çıkartılmasını öngörüyor.7 Ancak Üretim Paylaşımı Anlaşması diye adlandırılan sistemle petrol yataklarının mülkiyetini biçimsel olarak yerel devlete bırakıyor. Başka bir ifadeyle yerel devlet emperyalist tekellerin bekçiliği görevini üstlenmektedir ve bu rolün tek bir devlet tarafından üstlenilmesi gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Yasanın kime “egemenlik” hakkı tanınacağı sorusu etrafında bir savaşı tetiklediği artık muhafazakâr Batı basınınca bile kabul edilmektedir. Bu eksende yürütülen savaşa karşı tek direnç odağı işgale karşı direnen ve ülkenin bütünlüğünü merkeze alan direnişçilerdir ve bu nedenle emperyalizmin hedef tahtasının merkezinde bulunmaktadırlar.
Bu ilişki biçimine göre tanımlanan egemenlik mekanizmasından, bütünlüklü bir hukuk sistemine egemen olduğu coğrafyada güç tekeline sahip olması, yani klasik anlamda bir devlet olması beklenmemektedir. Emperyalizme hizmet karşılığında kayırmacılık ilişkisinde üstlerde yer almak yeterli koşuldur, diğer boşluklar emperyalizm tarafından nasılsa doldurulmaktadır:
“Savaş bittikten sonra bu biçimler -kendini savunmanın öznesi olarak milisler ‘taban adaletinin’ çeşitli kurumları ve güvenliğin özelleştirilmesi- bir devletin şiddet kontrol sistemine dâhil edilmeli ve düzenli kamu yönetimi ilişkileri yeniden inşa edilmelidir. [Bu yapılar], devletin üzerindeki yükü hafifletmek üzere bazı görevlerini, aracılara daha geniş bir manevra alanı bırakacak biçimde taşerona devretmesi anlamında devletin bir süre için ‘décharge’ı olarak görülebilir. Ancak bu kuşkusuz aracıların giderek daha fazla güç sahibi olmalarına ve daha sonra ilişkiyi tepetaklak etmelerine yol açabilir. Bu durumda devlet gerek teritoryal olarak gerekse işlevsel olarak parçalanacaktır.”8
Burada “aracılar”dan kastedilen, özel güvenlik şirketlerinden tutun, uluslararası “sivil toplum örgütlerine” ya da doğrudan doğruya tekellere kadar her şey olabilir. Savaş, egemenlik mekanizmasını gerek işlevsel gerekse coğrafi olarak temsil eden devlet yapısının parçalanmasının, daha popüler ifadeyle yerelleşmesinin bir aracıdır. Sonuçta ortaya çıkan yapı Yugoslavya’da olduğu gibi farklı adlarla anılan “devletlerden” ya da Lübnan’da olduğu gibi halen eski isimle anılan tek bir devletten oluşabilir ancak siyasi yapının emperyalizmin çıkarları doğrultusunda şekillenmiş olması kuraldır.
Bu noktada savaşın devam ettirilebilmesi ve devletin emperyalist çıkarlara uygun bir biçimde parçalanması için yerel egemenlerin çıkarlarının gerektiği şekilde kışkırtılması ve emperyalizme bağımlı kılınması gerekmektedir. Söz konusu olan burjuva çıkarları olduğunda bunu başarmak pek zor değil. Bu ilişkiyi bozabilecek her türlü karşıt sınıf dinamiğinin tasfiyesi ise gerek koşuldur. Başka bir ifadeyle bu bütün anarşik görüntüsüne karşın “yapılandırılmış” bir süreçtir ve örneğin Hobbesiyen anlamda bir insanın insanın kurdu olduğu, devletin yokluğu hali olarak görülemez.
“Lübnan’daki savaşın sıkça Thomas Hobbes’un doğal durumuna, yani herkesin herkese karşı olduğu bir savaş düşüncesine eşitlenmesi Lübnan gerçekliğini doğru bir biçimde yansıtmamaktadır. ‘Ne savaş ne barış’ dönemleri yaşanmış ve silahlı çatışmalardan doğrudan hiç etkilenmemiş veya çok az etkilenmiş bölgeler olmuştur. Ayrıca 1975’le 1990 arasındaki yıllar rasgele şiddetin yol açtığı kaosla değil, fiziksel zorun yapılandırılmış bir biçimde uygulanmasıyla ifade edilebilir. Askeri mücadele heryerde ve her zaman var değildi ve fiziksel zoru kontrol etmenin ve düzenlemenin çeşitli biçimleri ortaya çıkmıştı. Yalnızca milisler güvenlik ve sosyal hizmetler sağlamadılar; Lübnanlılar da kendilerini savaş düzenine göre ayarlamayı ve gündelik hayatlarını şiddet yapılarının varlığına uygun hale getirmeyi öğrendiler. Dahası Lübnan coğrafyasının milis denetimi altındaki kantonlara bölünmesine ve neredeyse homojen teritoryal birimlerin yaratılmasına karşın çeşitli cephelerde kişisel temaslar devam etti. Bu süreklilik biçimleri ulusal piyasaların varlığı açısından da eşit ölçüde geçerlidir.”9
“Savaş ekonomileri” kavramından, silahı eline alanın devlet olarak kabul edildiği siyasi olarak birbirinden bağımsız ve çatışan grupların iktisadi düzenini anlamamak gerektiği açık olmalı. Bu kavram emperyalizmle çeşitli şekillerde eklemlenmiş kendisini yeniden üretebilme potansiyeli bulunan ama bir şekilde daha geniş bir ulusal piyasaya bağlı birimleri anlatmaktadır. Sermayenin yeniden üretiminin olanaklı olması kritik halkadır ve bu birikim alanları emperyalizm tarafından tanımlanmaktadır. Savaşan tarafların burjuvalaştırılması, savaş ekonomilerinin ve doğal olarak savaşın devamlılığı için gerekli bir koşuldur. Türkiye’nin bir savaş alanı olmasında bu unsur duru bir biçimde karşımıza çıkmaktadır.
Cumhuriyetin Tasfiyesi
Yukarıdaki bölümde tartışılan örneklerle Türkiye’deki durum arasında tam bir örtüşme olmadığının farkındayım. Lübnan, Yugoslavya, Irak veya çeşitli Afrika ülkelerinde emperyalizmin inisiyatifiyle tam bir boğazlaşma yaşanmış ve bu örneklerin bazılarında ya ayrı devletler oluşmuş ya da devlet içinde devlet denebilecek enklavlar tesis edilmiştir. Burada örneğin PKK’nin Güney Lübnan’da Hizbullah’ın oynadığına benzer bir rol üstlenebileceğini iddia etmiyorum. Türkiye kapitalizmi yukarıda sayılan örneklerin hepsinden daha fazla “gelişmiştir”. Gelişmişliği sermaye egemenliğinin çok daha asimetrik bir güç ilişkisi yaratmış olması olarak da anlayabiliriz. Ülke içerisinde Türkiye burjuvazisine rakip olabilecek, kendisini yeniden üretme potansiyeline sahip başka bir sermaye teşekkülü mümkün görünmüyor. Türkiye kapitalizminin kendi iç dinamikleri ülkenin bir savaş alanı haline gelmesi için gerekli rolü oynamaktadır. Dolayısıyla öncelikle meselenin bu boyutuna bakmak yerinde olacaktır.
Doksanlardan bu yana Türkiye’ye para girişinin üç kaynağı oldu: Özelleştirmeler yoluyla kamu sektörünün yağmalanması, kamu ve özel sektör borçlanması ve kayıt dışı faaliyetler. Artık bu kaynaklardan ilkinin tükendiği ikincisinin de bir bacağının tıkanmakta olduğu biliniyor. Daha önce gerek Gelenek’te gerekse soL’da sıkça yazdığımız için ayrıntılarına girme ihtiyacı duymuyorum: 2003’ten bu yana özel sektör borçlanmasının yurtdışından para girişinin en önemli kaynağı haline geldiğini biliyoruz. Bu dinamiğin iki önemli sonucuna değinmek gerekiyor: (1) Üretim süreçlerindeki parçalanma ve yurtdışına kayış, (2) aşırı borçlanmanın yol açtığı plansız yatırımın tüketici kredileri tarafından yaratılan taleple karşılanması.
Birinci sonuç Türkiye’nin giderek bir hizmet ekonomisi haline gelmesi ve üretilen az sayıdaki mamul malın satılacağı piyasaların yabancı sermaye tarafından belirlenmesi olarak biraz daha açılabilir. Bu üretime yatırılan Türkiye sermayesinin maliyet azaltmak üzere kaçacak delik araması ve ülke içinde istihdamı ve ücretleri baskılamak yönünde artan bir basınç uygulaması anlamına geliyor. Öte yandan Türkiye kapitalizminin kabusu yabancı sermayenin ülkeden kaçması. Yurtiçindeki büyümenin (Buna balon demek daha doğru olur.) borçlanmayla finanse edilebilmesi için yabancı para girişinin dolayısıyla özel-kamu borçlanmasının sürdürülebilmesi gerekli. Ancak burjuvazi, Türkiye’ye dair risk algısı değiştikçe değirmenin suyunun bir yerde kesileceğinin ve elde avuçta ne varsa satmak durumunda kalacağının farkında. Bu nedenle yabancı tekellerin dümen suyunda ilerlemeye belirli sektörlerde onların marka ve modelleriyle işaret edilen pazarlarda satış yapmaya mahkum. Emperyalist tekellerle daha güçlü ittifak kuranın, hem borçlanma, hem de pazar bulma olanakları açısından “kazanacağı” bir dönemden geçiyoruz.10
Bu aynı zamanda sermaye içi kompozisyonun hızlı değiştiği bir dönem anlamına da gelmektedir. Nitekim son beş yılda kimi tekeller tasfiyenin eşiğine gelirken -örneğin Karamehmet, Uzanlar vb.- kimileri de hızla büyüdü ; Zorlu, Çalık Grubu, Limak vb. örnek gösterilebilir. Bu kompozisyon değişikliğine bakarken bundan on sene kadar önce tartışıldığı gibi İslami sermaye-İstanbul sermayesi gibi ayrımlar anlam taşımamaktadır. Güç dengeleri emperyalist tekellerle kurulan ilişkilerin sağlamlığı tarafından belirlenmektedir.
İkinci sonuç toplumun geniş kesimlerini her tür ekonomik felakete hazırlamakta, tutuculaştırmakta ve çürütmektedir. Yığınların faiz-kur hareketlerine bu denli “duyarlı” olduğu bir dönem Cumhuriyet tarihinde yaşanmadı. Toplum faiz-kur “istikrarı” adına her şeyi feda edecek noktadadır. Nedenini Ergun Çağlayan’ın bir yazısından aktaralım:
“Sadece son iki yıl içinde tüketici kredileri, 43 milyar YTL gibi inanılmaz bir alım gücü yaratmış. İşte yılda 30 milyar doları geçen özel sektör borçlanmasının neden olduğu aşırı ve plansız yatırım, karşılığında yılda 20 milyar doları geçen tüketici kredisinin yarattığı talep. Üstelik bu talep, bu süreçte düşen döviz kurunun neden olduğu suni ucuzlukla ithal ürünlere kayıyor. 2001 yılında 45 bin kişi konut kredisi kullanmışken bugün bu rakam 630 bine ulaştı. Yine 2001 yılında 1,4 milyon kişi ihtiyaç kredisi kullanırken bugün 5,3 milyon kişi, ortalama 4.250 YTL, yani kişi başı asgari ücretin on katı büyüklüğünde borca sahip.”11
O halde, (1) Türkiye burjuvazisi sermaye birikiminin yeniden üretilebilmesi için dış kaynaklara ve piyasalara muhtaçtır, (2) bu sürecin karşısında durabilecek sınıfsal dinamikler, şimdilik, büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir. Başka bir ifadeyle, Türkiye her bakımdan emperyalizmin savaş alanına dâhil olmuş bulunuyor.
Buraya kadar tartışmadığımız, savaşın diğer tarafının da aynı dinamiklerin etkisi altına alınması sürecidir. Aydemir Güler 2001’de şöyle yazıyor:
“İçine yakın zamanda girilen yeni döneme, Kürtlerin artık burjuva ‘yarıları’ ağır basan egemenleri tarafından damga vurulması beklenmektedir. Eğer bu gerçekleşirse, Türk ve Kürt işçi ve yoksul köylülerinin, Türk ve Kürt sosyalist ve devrimcilerinin kırk yıllık emeklerinin üzerine burjuvazi oturmuş olacaktır. Bu gasp vakasından mevcut Kürt tarafı Türkiye kapitalizmiyle barışık bir Kürt dinamiği ummakta, Türk tarafı ise kuşkusuz barışık, ama mutlaka boynu eğik, güçsüz ve asimilasyon rotasına sokulmuş bir Kürt topluluğu yaratmayı hedeflemekte…”12
Aradan geçen yaklaşık yedi yılda bu süreç tamamlanmıştır; Kürt dinamiği artık burjuvalaşmış bulunmaktadır. Bu noktada Kürt dinamiğine açıkça ve doğrudan doğruya yön veren sermayedarlar aramak abesle iştigal olacaktır. Kürt sermayedarlar vardır, ama Aydemir Güler’in işaret ettiği gibi bu süreç onları da içeren Kürt topluluğunun asimilasyonunu da şart koşmaktadır. Bu durumda Kürt dinamiğinin siyasi rotasına bakmak ve burjuvalaşmayı sınıfsal zemininin nesnel gelişkinliğinden kısmen ayrı bir bilinç kategorisi olarak ele almak durumundayız.
Bu noktaya gelmeden Güler’den yaptığımız alıntıdaki “barışıklık” vurgusu üzerinde bir miktar durmak gerekiyor. Barışık olmak savaşın olmamasına değil çatışan tarafların yüzlerini aynı doğrultuya dönmelerine denk düşmektedir. Bu, yukarıdaki “savaş ekonomileri” tanımıyla uyumludur. Zira çatışma hali devam ederken örneğin Irak işgali, yerelleşme, Avrupa Birliği gibi konularda aynı doğrultuya bakmak “barışıklık” kavramından ne anlaşılması gerektiğini ortaya koyuyor. Başka örneklerde devletin parçalanması şeklinde tezahür eden mekanizma, Türkiye’de devletin çözülmesi ve cumhuriyetin tasfiyesi olarak şekillenmektedir. Savaş hali en azından yakın gelecekte sürekli olacak; barışıklık hali de…
Kürt Burjuvalaşması
Bir önceki bölümde Kürt dinamiğinin burjuvalaşmasının ne şekilde anlaşılmaması gerektiği üzerinde durdum. Kürt dinamiğinin sınıfsal olarak sermaye temelli bir belirlenime girmesinde yerel yönetim deneyimleri ve Irak işgaliyle iyice belirginlik kazanan pro-emperyalist konumlanış hızlandırıcı rol oynamıştır. Bu iki başlıkta Kürt dinamiğinin Türkiye kapitalizmiyle barışıklığı çarpıcı bir düzeydedir. Birkaç örnek vermekle yetineceğim.
Birinci örnek, yerel yönetim deneyimlerinin ne biçimde değerlendirildiğine ilişkin. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin iştiraklerinden bir tanesi olan Diyar A.Ş.’nin internet sitesinde belediye başkanı Osman Baydemir yerel yönetime hangi “stratejik” perspektiften baktığını ortaya koymaktadır:
“DİYAR A.Ş.’nin öncülüğünde ve katılımıyla kurulacak: Doğalgaz dağıtım, ulaşım,, kültür ve dayanışma şirketleriyle birlikte; Büyükşehir’in önderliğinde bir anlamda YEREL YÖNETİM GİRİŞİMCİLİĞİ başlatılarak, kentimizde ve bölgede yatırım ve kalkınma hamlesinde yerinden yönetim anlayışıyla gerek yerli gerekse yabancı özel sektör yatırımcıları teşvik edilmiş olacak ve Büyükşehir’in sürdürülebilir ve sağlıklı kentleşme ve buna paralel büyüme hedefini yakalaması sağlanmış olacaktır. Yılların ihmaliyle birikmiş olan yatırım eksikliği ve buna bağlı ortaya çıkan sosyo-ekonomik sorunların çözümü, sağlıklı kentleşme, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve insanların gelir düzeyinde refah sınırına erişebilmeleri ancak uygulamaya koyduğumuz bu yerel yönetim girişimciliği ve özel sektörü teşvik STRATEJİMİZ ile mümkün olabilecektir.
“(…) Bu hedefi gerçekleştirirken, kaliteyi en üst seviyede tutma konusunda da öncü ve girişimci olacağımızın ve vahşi-kâr elde etme hırsından yana değil seviyeli kâr fakat üstün-kalite ve yüksek-ciro elde etme konusunda şirket politikası güdeceğimizin de bilinmesini isterim.”13
Aynı satırlara Melih Gökçek’in de imzasını koymayacağını kim iddia edebilir? Fakat bu mantık örneğin DTP tarafından “Özerk Bölgeler Projesi” şeklinde ifade edilince kıyamet kopmaktadır. DTP’nin raporunda şunları okuyoruz: “Bu idari modelde ademi merkeziyetçilik işletilerek birbiriyle yoğun bir şekilde sosyokültürel ve ekonomik ilişki içinde bulunan illeri kapsayan ve il genel meclislerine benzer bir şekilde seçimle işbaşına gelen bölgesel bir meclis merkezi hükümet adına dışişleri, maliye ve savunma hizmetleri ile merkezi ve bölge yönetimlerince birlikte yürütülecek emniyet ve adalet hizmetleri hariç, eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmet alanlarından sorumlu olacaktır.” Bu satırlar AB Katılım Ortaklığı belgesinde ve AKP’nin hazırladığı Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’nda öngörülenlerle aynıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi kural, hem barışık, hem de kavgalı olmaktır.
İkinci örneğe geçelim. Emperyalist işgale yarattığı sermaye birikim ve paylaşım olanakları üzerinden bakmanın bir burjuva bakış açısı olduğu herhalde fazla tartışma götürmez. Ruşen Çakır’ın hazırladığı Türkiye’nin Kürt Sorunu başlıklı çalışmada mülakat yapılan Kürt siyasetçilerin tamamı Kuzey Irak bir cazibe merkezi mi sorusuna aynı doğrultuda yanıt veriyor. Bunlardan bir tanesini, Feridun Çelik’in yanıtını buraya almak yeterli olacaktır:
“Irak Kürtlerinin siyasi çıkışları Türkiye’deki Kürtlerin de hoşuna gidiyor, işin doğrusu. Bir yerde resmileşiyorlar, meşrulaşıyorlar, dünyada bir kimliğe sahip oluyorlar. Türkiye’deki Kürt işadamları orada iş yapmak istiyor. Kendilerine kolaylık sağlanacağını da düşünüyorlar. Ama aklı başında, demokratik düşünen, Türkiye’yi tanıyan bilen, Avrupa’nın politikalarını azıcık bilen hiçbir Kürdün orayı cazibe merkezi olarak gördüğüne tanık olmadım. Ama siyasi başarılarını istiyorlar.”14
Bugün herhangi bir Kürt siyasetçisinin çıkıp, “Evet, Kuzey Irak Türkiye Kürtleri için bir cazibe merkezidir.” demesi mümkün değil. Kürt siyaseti emperyalist projelere burjuva ideolojisinin süzgecinden baktığı ölçüde pro-emperyalist bir konumlanışa oturmakta, ama aynı zamanda Aydemir Güler’in hayli önce işaret ettiği bir açmazın içine düşmektedir:
“Şu anda Kürt siyaseti emperyalistlerle bağ kursa burjuvazinin yanıtı dış mihrak, bölücülük olmaktadır. Tersi yapılsa uzlaşmaya hazır olduğunu kanıtlayamayacak ve yalnızlaşacaktır. Burada mesafe alınabilecek bir koridor bulunmamaktadır. Emperyalizmle ilişki konusunda Kürt siyaseti şu anda ne yapsa, Türkiye toplumu nezdinde puan kazanma imkanına sahip değil.”15
Söz konusu açmaz bizzat emperyalizm tarafından sürekli kılınmakta ve Türkiye’nin geleceğine tasallut etmenin bir aracı olarak işlevli hale getirilmektedir. Ruşen Çakır’ın aynı çalışmasında CIA “uzmanı” Graham Fuller’ın Kuzey Irak ve Türkiye Kürtleri bağlamında söyledikleri, ABD emperyalizminin Kürt burjuvalaşmasını Türkiye’nin savaş alanında kalması anlamına gelen, cumhuriyetin varlık koşullarını tartışmaya açan bir enstrüman olarak kullandığını itirafı niteliğindedir:
“Mutlu bir Diyarbakır, şu anda Türkiye’nin sorunla ilgili en büyük sigortası, ilacı; ne derseniz deyin. Öte yandan mutsuz Diyarbakır tehlikelidir. Türkiye’deki Kürtler, mutlu bir hayatları olduğunda, Irak’taki Kürtlerle iyi geçinmeye çalışacaklar, ama orada, eğer kurulursa, federal bir devletin ya da başka türlü bir oluşumun doğrudan bir parçası olmak istemeyeceklerdir. Zaten Irak halen istikrarsız bir bölge. Türkiye Kürtleri neden bunun bir parçası olmak istesinler? Olaya AB açısından bakarsak BASK çözümü, hatta daha iyisi Katalan yaklaşımı; İngiltere’deki Gal, İskoç parlamentoları akla geliyor. ‘Esas model şudur’ demiyorum. Çünkü AB’de sınırlar artık önemini kaybediyor. Bölgesel etnik gruplar olabilir. Sonuçta AB’nin bir parçası olan demokratik Türkiye bölgedeki Kürtler için büyük bir çekim alanı olur, pek çok insan bunun parçası olmak isteyecektir, gönüllülük temelinde yeni bir Osmanlı İmparatorluğu bile yaratılabilir.”16
“Mutlu Diyarbakır” kent yoksullarının, göçertilmiş köylülerin, mevsimlik işçilerin Diyarbakır’ı değil kuşkusuz… Burjuvalaşan Diyarbakır, Osmanlılaşan Türkiye; neden olmasın?
Sınıftan Bakmak…
Sonsöz yerine Aydemir Güler’in Yolları Birleştirmek’te liberalizme ve milliyetçiliğe karşı sıraladığı, çıkış yolunu aydınlatan tezlerden bir tanesini buraya aktarmak istiyorum. Aslında sonsöz, yazının girişinde belirttiğim üzere ilk sözümüzdür:
“Kürt sorunu bir ulusal sorun olduğu kadar bir sınıfsal sorundur. Kürt emekçileri Türkiye kapitalizminin yedek sanayi ordusu ile düşük işlerde istihdam edilen işgücü bölmesini ağırlıklı olarak doldururlar. Kürtlere karşı diri tutulan ayrımcılık, açık anlamını kapitalist sömürü ilişkilerinde kazanıyor. Kürt sorununu bölgesel eşitsizlik ve bölgenin kalkınmasına, ulusal-kültürel haklara, feodal/aşiretçi mülk sahibi sınıfların kapitalizme eklemlenmelerine, köylülük sorununa vb. indirgeyen yaklaşımların karşısına Kürt sorununun bir emekçi sorunu olduğu tezi çıkartılmalıdır.”17
Kürt sorununun ekonomi politiğinin eleştirisine noktayı buraya koyabilir ve işe buradan başlayabiliriz.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Barış geldiğinde bu despotizmin barışıydı.” (Lucan, Pharsalia I, 670)
- Immanuel Kant, Principles of Lawful Politics: An Annotated Translation of Immanuel Kant’s Toward Eternal Peace, W.Schwarz, 1998, Aalen, Scientia Verlag.
- Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, www.marxists.org.
- Bir örnek aktarmakla yetinelim: “Fars devleti etkin bir biçimde dört savaş alanı tarafından çevrelenmiş bulunmaktadır. Ankara, güney sınırında Kürtlerle bir ‘mini gerilla savaşı’nın içine çekilmiş göründüğünden bunlardan ilki Türkiye’yi kapsamaktadır. Diğer üçü –Irak, Afganistan ve şimdi de Pakistan– iyimser bir deyişle kanlı boğazlaşmalardır.” (Michael Werbowski, “Russian-Iranian Rapproachment a Necessary Evil?”, www.worldpress.org, 30 Aralık 2007.
- Klaus Schlichte, “State Formation and the Economy of Intra-State Wars”,, Shadow Globalization, Ethnic Conflicts and New Wars. A Political Economy of Intra-State War içinde, derleyen Dietrich Jung, New York: Palgrave, 2003, s.29.
- agm, s.31.
- “Crude Designs: The Rip-off of Iraq’s Oil Wealth”, www.carbonweb.org. Bu yasayla petrolün varil fiyatı imzalanan sözleşmelerin geçerlilik süresi boyunca ortalama 40 dolar kabul edilirse, sözleşme süresi boyunca yalnızca ilk 12 petrol yatağından Irak’ın kaybının 74 milyar dolarla 194 milyar dolar arasında olacağı tahmin edilmektedir. Üretim Paylaşımı Anlaşması diye adlandırılan bu sözleşmelerin yaklaşık 30 yıl geçerli olması beklenmektedir. Bu sözleşmelerin yabancı şirketlere net getirisinin ise yüzde 42 ile 162 arasında olacağı tahmin edilmektedir. İşgal öncesinde sektörün ortalama kârlılığının yüzde 12 ve şu anda petrolün varil fiyatının 100 dolar civarında olduğu düşünüldüğünde yasanın ne boyutta bir kaynak transferini öngördüğü daha iyi anlaşılabilir.
- K. Schlichte, agm, s. 34.
- Jürgen Endres, “Profiting from War: Economic Rationality and War in Lebanon”, Shadow Globalization… içinde, s. 126.
- Türkiye İstatistik Kurumu’nun Türkiye’de 15-24 yaş arası gençlerin işsizlik ve eksik istihdam oranının yüzde 24,8’e çıktığını duyurmasından çok kısa bir süre sonra Mısır’da “Türk Sanayi Bölgesi”nin temel atma törenine katılan Abdullah Gül, “Artık gücü olan bütün piyasalara erişebiliyor. Gücü yetenin herkese mal satabildiği bir dünyada yaşıyoruz.” diye konuşuyordu. (soL, 19 Ocak 2008).
- Ergun Çağlayan, “İşsiz ve Borçlu”, soL, 16 Ocak 2008.
- Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek. Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun, İstanbul: Gelenek, 2001, s.102.
- Büyük harfler metnin orijinalinde o şekilde. www.diyar.com.tr
- Ruşen Çakır, Türkiye’nin Kürt Sorunu, İstanbul: Metis Yayınevi, 2003, s.131.
- Aydemir Güler, age, s.201.
- Ruşen Çakır, age, s.116.
- Aydemir Güler, age, s.248.