Türkiye Cumhuriyeti’nin seksen yılı aşkın tarihi boyunca doğulu mu yoksa batılı mı olduğuna karar verilemedi. Bu ülke kah doğudan batıya yol alan bir ülke olarak tarif edildi, kah batılılaşma konusunda yeterince gayretli olmayan ve doğulu kimliğini bir kenara bırakamayan bir ülke… Yapısal olarak bırakamayacağı da çok söylendi. Bu ülke asla batılı olamazdı. Ama bu ülke bu saatten sonra belki asla doğulu da olamazdı.
Peki ama bu kararı kim verecekti?
Cumhuriyetin kurucu kadroları mı yoksa ülkenin yönetici sınıfı mı? Ya da kafalarının bu konuda bayağı karışık olduğunu iyi bildiğimiz ülkenin okumuş yazmışları mı? Bu ülkede yaşayan milyonlarca insana ne demeli? Onlar bu konuda kararsızlar mıydı, belki de o insanların bu mesele üzerinde pek de düşünmediği ihtimali yeterince değerlendirilmemişti. Ama mesele üzerinde ayrıntılı düşünmeseler ne olurdu ki? Konu herkesin karşısına bir gün çıkıveriyordu. Kimliğini aramayan bir ülke düşünülemeyeceği gibi kimliğini aramayan bir insan da düşünülemezdi. Üstelik bu arayış her zaman bilinçli bir eylem de olmuyordu.
Doğu ve batının ne olduğunun bilinmediği bir ortamda bunların hepsinin doğal karşılanması gerektiği söylenebilir.
Ama doğal kabul edilemez.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin asıl meselesi doğu ile batının arasında kalmış olmak değildir.
Türkiye Cumhuriyeti yönünü bulamamış bir ülkedir. Aramadığı söylenemez… Ama aradığı yerler o yönü bulamayacağı yerlerdir.
Türkiye’nin doğulu mu yoksa batılı mı olduğuna kim karar verecekti gerçekten? Kimin karar vermesi gerektiği ayrı konu ancak bu kararı geçmişte verenler bu ikilemi yaratanlardır. Bu ikilemi batının sahipleri yaratmıştır. Bu ikilemi karşılarına alanlar, aslında işte bu sahipleri karşılarına almıştır. Bu ikilemi karşıya almak çoğu zaman batıyı karşıya almakla eş anlamlı olmuştur.
Bu bağlamda, cumhuriyetin arayışı hep batının sahiplerini referans almıştır. İşte bu nedenle o arayıştan bir sonuç çıkmaz. Soruyu soran da, yanıtı veren de aynı mercidir. Yönü gösteren, sonra o gösterdiği yönde giderken kaybolan bir ülkenin kimliksizliğini kullananların adresi de değişmemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti yönünü kaybetmiş bir ülke değildir. Cumhuriyet yönünü hiç bulamamıştır ki kaybetsin. Ama aramadığı söylenemez. Asıl önemlisi bu arayışın içinde yalnızca cumhuriyetin kurucu kadrolarının ve onların takipçilerinin ya da yönetici sınıfın ve onların temsilcilerinin değil, bu ülkenin solunun da olmasıdır. Tersi zaten düşünülemez.
Tartışılması gereken solun bu arayışın içinde bulunup bulunmaması değil, bu arayışta solun referanslarıyla diğerlerinin referanslarının ayrılıp ayrılmadığıdır. Referans noktalarının çakışması için solun illa yüzünü batının sahiplerine dönmesi gerekmez. Konuyu keşke böyle basitleştirebilseydik. Ama bu basitleştirme, yüzümüzü batının sahiplerine dönmeyeceğiz diye bu ülkeye sırt dönmeyi içerebilir mesela. Memleketin nereye gittiğinden bihaber, hep aynı sorunların etrafında dönen bir solun batının sahiplerini referans almasa dahi ülkeye yüzünü döndüğü söylenebilir mi?
Bu ülke için durum göründüğünden daha karışıktır. Verili mücadele zemini bu topraklarsa, bu denklemin kestirme bir çözüm yolu yoktur.
Sol, bu ülkeye yön verme mücadelesinde hep varoldu. Hikayenin sonuna da bu varoluşun tamamen tasfiye edilmesi kararıyla gelindi. Çünkü ne sol bu tablodan tamamen tasfiye edilebilirdi, ne de böylesi bir tasfiye girişimi hasarsız atlatılabilirdi. Sonuç bir felaket oldu.
Solun bu denklemdeki yeri bir katsayı olmanın çok ötesindedir. Üstelik solun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmasıyla ilişkisi de kolayca deşifre edilir bir bağlantı değildir. Zaten bu nedenle referanstan hareketle kestirmeci yaklaşımlar sonuç getirmez. Önemli olan, modernleşme veya batılılaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna damga vuran süreçse, solun bu süreçte nerede durduğu ve solun bu sürece bugün nasıl baktığıdır.
Türkiye Cumhuriyeti modern bir devlettir. Modern çağı yaratan ve sonrasında sürükleyen süreç olarak modernleşme, hiç şüphesiz, kapitalizmle doğrudan ilişkilidir. Kapitalist gelişme, yalnızca birtakım maddi olgulardan hareketle gözlenebilen ekonomik ve siyasi bir süreç değildir.
Toplumsal formasyonun tamamında, ideolojik alan da dahil olmak üzere, kökten değişikliklerle kendini gösteren kapitalistleşme süreci, bir bütün olarak kendi ürünü olan insanı yaratmıştır. Modernleşme, yaşantısıyla, dünyaya bakışıyla, ilişkileri ve davranışlarıyla kapitalizmin insanını yaratan bütünsel değişimin tam da kendisidir.
Cumhuriyetin kuruluşu bu bütünsel değişimin en önemli evresidir.
Bu değişimleri incelerken marksizmin işinin kolay olduğunu kimse söyleyemez. Çünkü daha en baştan, marksizmin kapitalist gelişmenin görece erken yıllarında ortaya çıkması ve kapitalist gelişmenin ürünü olan iki modern sınıfın, proleterya ve burjuvazinin arasındaki antagonizmayı veri alması teorik olarak işleri zorlaştıran bir durumdur.
Dahası, kapitalizm bugün, modernleşme olarak kodlanabilecek sürecin pek çok özelliği için bir redd-i miras aşamasından geçmektedir.
Bir yükten kurtulmaya çalışan kapitalizmin karşısında o yükle olumlu veya olumsuz bir ilişkisi olan marksistler ve o yükle ilişkisini korumaya çalışan kesimler vardır.
Marksizmi modernizmle eşitleme çabaları da bununla bağlantılıdır. Bugün pek esameleri okunmasa da, bir ara bayağı moda olan postmodernizm zırvalarının hiçbir iz bırakmadan gelip geçtiği söylenemez. Esamelerinin okunmamasını postmodernizmin kayboluşu veya yenilgisiyle değil, burjuva ideolojik üretimi açısından bir sonraki evreye geçildiği ile açıklamak daha doğrudur. İdeolojik olarak uzun süre altı boşaltılan kavramlardan pratikte de kurtulmanın zamanı gelmiştir.
Postmodernizm aslolarak modernizme değil, marksizme yöneltilmiş bir saldırıydı. Kolay ve etkili bir yöntem tercih ediliyordu: Marksizm ve modernizm eşitlenerek birlikte çökertilecekti. Çünkü kalkınma, ilerleme ve hatta planlama gibi modernizmle de özdeşleştirilebilecek kavramların tamamıyla 20. yüzyıl boyunca marksizm olumlu bir ilişki içine girmişti.
İlk sosyalizm deneylerinin hem yaşama geçtiği coğrafya hem de zaman, bu deneylerin kalkınma ve ilerleme gibi birtakım temaları öne çıkartması zorunluluğunu doğuruyordu. Buna ek olarak, kapitalist gelişme yoluna sonradan giren ülkelerin komünist hareketleri de siyasi mücadelenin gereklerine uygun olarak değişik tonlarda yine aynı vurguyu yapıyordu.
Oysa marksizmin birtakım kavramlara yüklediği anlam ile kapitalizmin veya modernizmin yükledikleri anlam ve işlev arasında büyük fark vardır. Mesela pazar ekonomisinin varolmadığı koşullarda sosyalist planlama ile kapitalist devletin bir pazar ekonomisine planlama ile müdahale etmesi arasındaki fark, ilkinin daha fazla “planlamacı” olması değildir. Sosyalist iktidarın bilinçli müdahalesi ve katılım mekanizmaları ile kapitalizm koşullarında iktidarın benzer eylemleri arasındaki fark bir nicel katsayıya bakıp incelenemez.
Bu teorik yaklaşım aslında marksizm ile modernizm arasındaki ilişki incelenirken temel yöntemdir. Sosyalizmde üretici güçlerin gelişimi ve bu gelişimle ilgili tüm diğer olgu ve yöntemlerde esas olan, bir sınıfın diğer sınıfı sömürmesini engellemektir. İşçi sınıfı iktidara, kendisinin ve tüm diğer sınıfların sonunu hazırlamak için gelecektir.
Örnekler çoğaltılabilir elbette. Eşitlik ve özgürlük gibi burjuvazinin ilericilik dönemlerinde doğmuş ideallerin de marksizmde aynı içerikte kullanılmadığı, bu kavramlara bambaşka anlamlar yüklenerek kavramların yeniden üretildiği de hatırlanabilir.
Bu yeniden üretilme süreci aslında bir ideolojik mücadeleyi de içerir. Sol bu kavramları kendi istediği gibi yeniden biçimlendirebiliyor ve bu haliyle topluma mal edebiliyorsa, aslında bir başarıdan söz edilmelidir. Üstelik bu mücadele, bir dönüştürme ve eklemlenme sürecini içerir ve konu yalnızca bir kavramın yeni haliyle topluma servis edilmesinden veya benimsetilmesinden ibaret görülemez. Bizzat bu yeniden üretim ikincisiyle bir arada, kavramın topluma mal edilmesi işlemiyle birlikte düşünülmelidir. Bunlar basit anlamda kronolojik olarak sıralanabilecek süreçler değildir. Sol, bu kavramları daha yeniden üretirken bu işi işçilerle ve toplumun geniş kesimleriyle birlikte yapabiliyorsa başarı kazanabilecektir. Bu mücadeleyi, saf ve dolayısıyla risksiz bir mücadele olarak kurgulamak hatalıdır.
Örneğin, bağımsızlık idealini, bir ülkedeki kendi geçmiş ve tarihinden koparıp marksist anlamda en saf haliyle yeniden üretmek yerine, bu ideali, o ülkedeki kendi tarihiyle birlikte dönüştürmenin ve sosyalist ideolojiye eklemlemenin bir yolu bulunmalıdır. İlki, en iyi olasılıkla akademik bir çabadan ibaret kalacaktır, ikincisi ise devrimci teori ve siyasettir.
Marksizm bunları yapabildiği için modernizmi aşmaya muktedirdir. Kapitalizmin ise yapabileceği yalnızca modernleşmenin reddidir.
Bu reddiye, kapitalizmin ilkel birikim ve ardından gelen gelişme dönemine dair bir günah çıkartma olarak okunamaz. Hıristiyan epistemolojisine pek yakışan şekilde reddiyeyi böyle okumak eğiliminde olan akademisyenlerin ciddiye alınır bir tarafı yoktur. Sonuçta önerilen aynı günahı işlememek adına kalkınma ve ilerlemeyi çöpe atmak ve geri kalmış ülkeleri tüm zenginliği ellerinde tutan emperyalist ülkelerin varlığında aynı geri kalmışlığa mahkum etmekse bunu kim nasıl ciddiye alabilir. Nepal’in dağlarında huzur arayan Batılıların hezeyanlarını teorize etmekle, böylesi bir günah çıkartmanın arasında bir fark yoktur.
Ama bu reddiye ciddiye alınmalıdır.
Çünkü bu reddiyenin bir dünya sistemi olarak emperyalizmin yapısal dönüşümü ile yakından ilgisi vardır.
Batı bir kez daha kendi doğusunu yaratmaya soyunmuştur. Doğu bir kez daha batılılaştırılacaktır.
Modern bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti bundan nasibini almaktadır.
Batı Nerede, Doğu Nerede?
Batı’nın bir kez daha kendi doğusunu yaratmaya soyunduğu bugünlerde, batı ve doğunun sınırlarını tekrar tartışmanın vaktidir. Ama bu tartışmanın iddia edildiği kadar zorlu olduğu düşünülmesin. Çünkü bir noktadan sonra coğrafya tartışmanın fazla anlamı yoktur. Daha doğru bir ifadeyle, yalnızca coğrafya tartışmanın bize kazandıracakları sınırlıdır.
Coğrafyanın da bir siyasi ve ideolojik yanı olduğunu biliyoruz. Doğu ve batı tartışmasının bu bağlamda basit bir coğrafya tartışması olmadığını da…
İsteyen geçmişe doğru bir yolculuk yapabilir ve hatta doğu ile batının kökenlerini Europa’nın Zeus tarafından Asya’dan Girit’e uçurulmasını anlatan efsaneye dayandırabilir. İlk karşıtlığın orada çıktığı söylenebilir. Ya da doğu ile batının ayrımının Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle başladığı iddia edilebilir. Doğu ve batı kavram çiftinin ortaya çıkışının Roma’nın içindeki bir meseleyle ilişkili olmasının bugünü anlamak açısından ne kadar anlamı olabilir ki? Ya da renkli bir efsanedeki Avrupa ve Asya mücadelesinin…
Tarihte böyle ayrımlar olmaması değildir mesele. Bu ayrımlar vardır. Doğu ile batı arasındaki mücadelenin geçmişi eskiye dayanır. İstanbul’un alınmasından sonra yıllarca doğudan Avrupa’yı tehdit eden Osmanlı’nın ve dolayısıyla Türklerin bu tehdidin üzerine kurulu imgesinin Avrupa’nın toplumsal hafızasından kolayca silinebileceği düşünülmemelidir.
Ancak toplumsal hafıza hiçbir zaman ideolojik mekanizmalardan bağımsız değildir. Bu anıyı canlı tutmak da, önemsizleştirmeye gayret etmek de aynı mekanizmalarla bağlantılıdır. Batı’da, İslam’ın bir tehdit olarak kurgulandığı bugünlerde, geçmişin savaşlarının ve karşıtlıklarının farklı düzlemlerde tekrar servis edilmesi bir rastlantı olarak görülemez.
Avrupa ve Batı için yıllarca Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler doğuyu temsil ettiler. Öyle ki, Osmanlı’nın doğusu herkes için “Uzakdoğu”ydu. Balkanların da Osmanlı topraklarının bir parçası olması, sınırın çizilmesini kolaylaştırıyordu.
Zaten, batılılaşma süreci için de bir Osmanlı batılılaşmasından söz etmek daha doğru olacaktır. Sonrasında herkes kendi yoluna gidecek olsa da…
Balkan ülkeleri ve Türkiye ve hatta Mısır gibi ülkeler modernleşmeye birlikte adım attılar, kapitalistleşme yoluna birlikte girdiler. Ulus devletlerin oluşumu aşamasında bu ülkeler elbette farklı karakterlere sahip yollardan gittiler.
Doğu ile batı arasında ezeli ve ebedi bir sınır yoktur. Bu sınır dönemin siyasi ve ideolojik koşullarına göre değişir. Tarihe bakarken de aynı yaklaşım geçerlidir.
Söylemin, gerçekliği yeniden yaratabilecek gücü karşısında dikkatli olmak zorundayız. Bir başlangıcı olan sınırın hep varolduğuna inanılmaya başlanmasını başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki? Kavramlar için ezeli ve ebedi tarihler yaratılmasının bir açıklaması olmalıdır.
Kavramların da elbette kendilerine özgü bir tarihleri vardır. Ancak bu tarih maddi gerçeklikten bağımsız veya bu maddi gerçekliği baştan aşağıya yeniden kuracak bir güce sahip olamaz. Kavramların tarihi ve bu kavramlara dönemsel olarak yüklenen anlamlar, bu kavramlar aracılığıyla tarif etmeye kalkıştığımız tarihselliği değiştiremez. Tam tersine, içinde yaşadığımız dönemin koşullarında her defasında yeniden üretilen kavram, üretildiği zaman ile tarihsellik arasındaki gerilimi içinde barındırır.
İşin tuhaf ve çekici yanı, şimdiki zaman ile tarihsellik arasındaki gerilim eşitsizdir. Kavramlar da ilişkide oldukları maddi gerçekliğin eşitsiz gelişiminden nasibini almaktadır. Aynı gerçek tarihsel zaman içinde toplanan ayrık tarihlerin ifadesindeki gerçek zorluktur bu. Çünkü kavramların üretim süreci de bir gerçek tarihsel zamana bağlıdır ve gerçek tarihsel zamanla birbirine bağlanan kavramlar ve olgular, bir araya geldiklerinde oluşturdukları bütün tarafından ideolojik olarak belirlenmektedir.
Kavramların anlamsal süreksizliğini bu belirlenme belki açıklayabilir. Ama bu süreksizlik veya kavramların farklı zamanlarda başka anlamlar taşıyor oluşu aslında maddi gerçekliğin kendisini değiştiremez. Bu onu nasıl ifade ettiğimiz ve kavradığımızla ilgilidir. Ancak ifade edişin doğruluğunun, gerçeği ne kadar kavradığımızla doğrudan bağlantılı olduğu asla unutulmamalıdır.
Doğrudur, dilsel bir yapı gerçeği anlamamıza yardımcı olurken, gerçeğin yerini alamaz ve kelimeler ve şeyler arasındaki sınır kalıcıdır. Bu sınır ihlal edildiğinde, kelimeler veya kavramlar gerçekliği algılamamıza değil, onu hayal etmemize veya yaratmamıza hizmet eder. Ama kavramları olgulardan, kelimeleri şeylerden ayıran sınır, aradaki ilişkiyi ihmal etmemizi gerektirmez.
İşte bu sınırın ihlali, doğu-batı karşıtlığı özelinde, doğu ile batının ilişkisinin yüzyıllardır benzer dinamikler sergilediğini düşünme ve bu ilişkinin hangi dönemlerde ne gibi değişiklikler yaşadığını önemsizleştirme tehlikesini barındırır.
Elbette kimse, örneğin kapitalizmin ortaya çıkışını ve daha sonra kapitalizmin farklı bir aşaması olarak emperyalizmin bir sistem olarak varolmasını, hele de konu ezilen halklarla ve sömürüyle yakından ilişkilendirilebilecek doğu-batı karşıtlığıysa, önemsizleştirmeye çalışmayacaktır. Ama hep varolan ezeli bir ilişkinin biçim değiştirmesi ile bu ilişkinin belki de baştan sona yeniden yaratılmasının arasında çok fark vardır. Kapitalist üretim tarzının dünya üzerinde görülmeye başlanması ile dünya eskisinden çok daha farklı bir hale gelecek ve aslında bugün üzerinde durulan doğu-batı kavram çifti, kapitalizmle birlikte bir anlam kazanacaktır.
Kapitalist üretim tarzı ile birlikte anlamlı olacak karşıtlıkları zaman içinde bir yolculuğa çıkartmak, bu karşıtlığın nereye oturduğunun anlaşılmasını güçleştirdiği gibi insanları bu üretim tarzının varolmasından önce ve aslında olmayan izlerini aramaya teşvik etmektedir. Geleceğimiz yer bu defa ezeli ve dolayısıyla ebedi bir kapitalizm algısıdır; bundan mutlak surette uzak durulmalıdır. Kapitalizmin bir başı olduğu gibi bir de sonu vardır.
Bu sınıra, bugün, kapitalizmin çerçevesinden bakıldığında, sınırın kapitalistleşmenin kronolojisine bağlı olduğu görülür. Zaten bu nedenle, Osmanlı uluslarının kapitalistleşme yoluna birlikte girdikleri ve ayrı ayrı çıktıkları vurgusu önemlidir. Sınır o zaman çizilmiştir.
Bugünden geriye bakan batılı için hareket noktası da tam olarak budur. Kapitalistleşme yoluna geç giren ülkeler ile daha erken kapitalistleşen ülkeler arasındaki sınır, bu bölgenin önemli bir kısmının Osmanlı hakimiyeti altında olması gerçeğinden hareketle kalınlaşmakta, tarihte ileriye ve geriye doğru yolculuğa çıkabilmektedir.
Ama asıl önemlisi, kapitalistleşme sürecinin ortaya çıkardığı sınıfsal karşıtlık ve bu karşıtlıktan hareketle ezilen sınıfın iktidara aday olmasıdır. Bölgenin ve Doğu’nun kaderini çizecek gelişme, elbette yine kapitalistleşme ile bağlantılı olarak, aslında budur.
Osmanlı Doğusu’nun yerine Doğu Bloku’nun yerleşmesi zaman almıştır. Üstelik, Osmanlı Doğusu tüm parçalarıyla Doğu Bloku’nun parçası olmamıştır ve Bloğu niteleyen temel ülke de hiçbir zaman Osmanlı’nın hakimiyeti altına girmemiş Rusya’dır. Ancak Rusya’nın da Osmanlı Doğusu’nun bir parçası değil, ama kendi başına bir Doğu temsilcisi olduğu unutulmamalıdır. Rusya da Avrupa’nın gözünde doğuludur; Rusya da geç kapitalistleşen ülkelerin arasındadır.
Doğu ile batı arasındaki mesafe kapitalizm dönemine ait bir mesafedir, sınır da kapitalizmin sınırıdır. Ancak sorun, kapitalizme özgü yapıların, karşıtlıkların ideolojik amaçlarla geçmişte yeniden üretilmeye çalışılması, bugünün kavramlarının geçmişe yönelik olarak izinin sürülmesidir.
Doğu ile despotizmi tarihsel olarak da eşleme çabası güzel bir örnektir. Doğu despotizmi kavramı aydınlanma düşünürlerinin karşı olduklarını Doğululukla etiketlemeleriyle ortaya çıkmıştır. Sanki batıda hiç despotizme benzer rejimler görülmemiş gibi, despotizmin bir doğulu alışkanlık olduğunu söylemek, üstelik bunu SSCB ve diğer sosyalist ülkelerdeki rejimleri anlatmak için kullanmak ise burjuva ideologlarının sık başvurduğu bir yöntemdir. Bugünkü Doğu imgesi de kendisini bu yaklaşımdan kurtaramamaktadır. Yaratılan yeni Doğu da despotik ve kurtarılmayı bekleyen bir doğudur. Özgürleştirme söylemi de bu noktada devreye girmektedir.
Kavramlar üzerindeki tüm oynama çabalarına karşın kapitalizm öncesi dönemde insanlığın gündeminde bugünkü anlamıyla bir doğu-batı karşıtlığı yoktur. Dolayısıyla, kapitalistleşme öncesinde bir doğu da yoktur batı da…
Burjuvazinin ilerici döneminde Avrupa’da ortaya çıkan bir olgu olarak batı, kapitalistleşmeyle birlikte anlaşılması gerektiğinden, burjuvaziyle aynı hızda ve zamanda kirlendi. Kapitalizm emperyalizm aşamasında, aydınlanmanın yüzlerinden biri olan “Batılı değerler”in de aydınlanmaya ait tüm diğer olgular gibi dönüşüp değişerek emperyalizmin emellerine alet olması kaçınılmazdı.
Batı, sömürgelerin doğusuna, Ekim Devrimi’nden sonra başlayan süreçte sosyalizmin Doğusu’na karşı emperyalizmin Batısı’dır. Aydınlanmanın Batı’sı, tüm günahların Doğu’dan geldiğini söylerken suçluydu belki, ama kendi günahlarından ve suçlarından arınma çabası içinde bir değerler sistemi yaratmaya çalışırken masumdu en azından.
Burjuvazinin ilericiliğe elveda demesinin ardından, emperyalizm döneminde bu değerler sistemi tamamen çökecek, enkazın altında kalanlardan birisi de “Batı” imgesi olacaktı…
Geriden gelerek batıyı takip edenlerin, bir başka deyişle batılılaşanların işte bu “Batı” imgesiyle yetinmekten başka çareleri yoktu.
Yönünü işte o “Batı”ya çeviren Türkiye Cumhuriyeti de istisna olamazdı. O gün için o imgenin dahi bir değeri vardı elbette. Tarihte ileriye doğru atılan her adımda olduğu gibi…
Modern bir devlet kurmanın şartı bir paradigma yaratmaktır. Ancak yine devletin geleceğini de belirleyen, o kuruluş felsefesinin nereye doğru götürüleceğidir. Tarih, zaten ileriye doğru gidemeyen her kurumun zorunlu olarak çürüyüp öldüğünü bize göstermektedir.
Cumhuriyet’in devraldığı değerlerin her durumda ileriye doğru taşınması zorunludur. Üstelik devralınan değerlerin zaten çürümeye başlamış bir sistematikten devşirildiği düşünüldüğünde, ileriye taşıma zorunluluğunun şiddetinin nasıl da artacağı tahmin edilebilir.
Türkiye bu nedenle de vakti çok olan bir ülke değildi. Bir devlet için kısa sayılabilecek sürede ömrünü doldurması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Batılılaşmanın ilk evresine kapitalistleşme damgasını vurdu. Bölgenin kaderini ise bu süreçte sosyalist devrim çizdi. Batılılaşmanın ilk evresi aslında sosyalizmi doğurmuş ve Ekim Devrimi ile devrimler çağını hem açmış, hem kapatmıştı.
Doğu’nun tüm ülkelerinin kaderi bu devrimle birlikte çizildi. Balkanlar, Yunanistan’ı dışarıda tutarak, savaş sonrası sosyalist kampın bir parçası haline geldiler. Yine aynı savaş sonrasında, Ortadoğu’nun haritası ve yapısı da bu güç dengesinin ışığında tekrar şekillendi. Şimdi o doğunun çözülmesinin ardından bir sürecin sonuna gelindi. Yeni bir süreç başladı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ise daha kuruluşunda Sovyetler Birliği’nin varlığı muazzam rol oynadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Ekim Devrimi’nin belirlediği dünya koşulları belirleyiciydi.
Tüm bölge ülkelerinin kaderlerinde olduğu gibi Sovyetler Birliği, Türkiye’nin geleceğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktı. Emperyalizmin ileri karakolluğuna soyunan Türkiye, tüm iç yapısını da buna göre biçimlendirecek, kuruluşunu borçlu olduğu bir dengeyi Batı’dan yana fazlasıyla zorlayacak, müthiş bir öngörüsüzlükle kendisini adım adım tamamen emperyalizmin kollarına bırakacaktı. Bu sürece içeride solun bitirilmesinin eşlik etmesi kaçınılmazdı. Sovyetler Birliği’nin olmadığı koşullarda bu cumhuriyetin varlık zemininin nereye kayacağı o dönemde kimsenin aklına gelmemişti belki…
İşin doğrusu bir devlet için böyle hesap da yapılmazdı. Ama her şeyiyle bağımlı, sol yanı sakat bırakılmış bir ülkenin geleceğinin istisnasız tüm koşullarda tehlikeye girebileceği düşünülebilirdi. Türkiye’nin kaypak ve korkak egemen sınıfları, nasılsa kendimizi kurtarırız hesabıyla hareket ettiklerini her fırsatta gösterdiler. Bugün de temelde hiçbir şey değişmedi. Her fırsatta kendini kurtarmaya hazırlıklı bir sınıfın memlekete sırtını dönmesinden daha doğal bir hareketi olamazdı.
Türkiye Cumhuriyeti bir batılılaşma hamlesiyle doğmuş, varlığını ise Doğu’nun ortaya çıkmasına dayandırmıştır.
İki kültür arasında yaşayan bir memleket tasvirinin, bu saptama olmaksızın yalnızca kötü edebiyat olacağını bilelim. Kulağa hoş gelen kültürel egzersizlerin, oryantalist değerlendirmelerin, tarihsel farklılıkların hoş paketler içinde sunumunun bir noktadan sonra anlamı yoktur.
Batı veya Avrupa ile aramızdaki kültürel farklar önemlidir. Hatta bu kültürel farklar siyasi yaklaşımlara ve stratejilere girdi sağlayacak kadar önemlidir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esprisi bu dar kültürel yaklaşımın basit dışavurumu olarak okunabilecek bir doğu-batı karşıtlığı değildir.
Dönüşüm ve Reddiye
Her batılılaşma hamlesi yeni bir doğunun doğmasının hikayesidir. Doğu bu hikayede kendi rolünü kendi yazmaya başladığı anda kendi kendisini yaratmaya başlar. Doğu işte o zaman batının kendisi için yarattığı bir tahayyülün ötesine geçer, kendisi için varolur.
Batılılaşma için batılı olmayanlara ihtiyaç vardır. Batılılaşan ülkeler ise batının bir parçası haline gelmezler. Batı, kendi iç dengeleriyle olduğu gibi kalmaya devam edecektir.
Batının iç dengeleri ise elbette değişebilir. Örneğin emperyalizmin hegemonik gücünün yeri bir savaştan sonra okyanusun ötesine kayıverir. Ama bu bir iç sorundur. Batının dışındaki ülkelerin kaderi işte bu yüzden bu iç sorunları bir noktaya kadar dikkate alarak ama mutlaka emperyalist sistemin dışında aranmalıdır. Makus bir kaderin peşinde koşmak yönünü bulamamakla eş anlamlıdır.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle, varlığını kapitalistleşmeyle başlayan bir sürece borçlu olan 20. yüzyılın Doğusu çözülmüştür. Bu bir çağın sonudur.
Bugün sorulacak soru, yeni doğunun nerede ve nasıl kurulduğudur.
Bir tesadüf değil elbette, yeni Doğu ile eski Doğu coğrafi olarak çakışmaktadır. Bir zamanlar sosyalizmin hüküm sürdüğü toprakların, Balkanların bir kez daha batılılaşması sürecin dinamikleri açısından beklenilir bir durumdur.
Çünkü ilk batılılaşma deneyimi de ülkelerin dünya sistemi olarak kapitalizmin bir parçası haline gelmesini anlatıyordu. Şimdi bir zamanlar sistemin dışına çıkmış ülkelerin, tekrar sistemin içine alınmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Irak gibi sosyalizmin Doğusu ile emperyalizmin Batısı arasında durmayı başarmış ülkelerin sisteme entegrasyonu da kapitalizmin dengeleri açısından akla yatkındır.
Ancak Türkiye Cumhuriyeti gibi batının dizinin dibinden ayrılmayan, kendisini hep sistemin bir parçası addeden bir ülkenin yeniden batılılaştırılması ilk bakışta ilginç gelebilir.
Yeni batılılaşma, her şeyden önce Batı’nın, Doğu’yu emperyalist sistem içinde tekrar konumlandırarak sistem içi dengeleri yeniden kurmasıdır. Hegemonya, sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin baştan aşağı bir kez daha yapılandırılmasıdır. Bu süreç eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunu doğal olarak içerecektir.
Bu değişim, bir zamanlar aynı topraklarda kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin tasfiye edilip kapitalizmin yerleşmesiyle eşitlenemez. Yine doğal olarak, bu değişime eşlik edecek ideolojik ve kültürel dönüşümün de farklı olması beklenir. Yaşantısıyla, dünyaya bakışıyla, ilişkileri ve davranışlarıyla kapitalizmin insanını yaratan modernleşme ile günümüzün yeniden batılılaştırılması arasındaki fark belirgindir.
Üstelik ilk dönüşüme damgasını vuran, kapitalistleşme ile birlikte ortaya çıkan modern sınıflardan birinin, işçi sınıfının bir ülkede iktidara gelmesi idi. Devrimin geç kapitalistleşen ülkelere etkisi muazzam olmuştu. Bu etki, bireyi yaratan tüm süreçlerde hissedilebiliyordu.
Sosyalizm yalnızca geç kapitalistleşen ülkelerde değil tüm kapitalist ülkelerde modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan değerlere damgasını vurdu, bu değerlerin bazıları dönüştü ve işçi sınıfının kendi kavgasının vazgeçilmezleri haline geldi, bazıları da düzenli olarak bir ideolojik mücadelenin nesnesi oldu.
Hep atlanılan işte bu dönüşümdür.
Bu dönüşümü anlamaksızın bugünkü reddiye dönemini ve yeni batılılaşmayı idrak etmek imkansızdır. Tıpkı bunu anlamaksızın solun bugün ne yapmak zorunda oluşunu kavramak gibi…
Burjuvazi bugün çok uzun zaman önce terk ettiği ilericilik değerleriyle tekrar hesaplaşmıyor. Bunun teorik olarak bir açıklaması olamaz.
Burjuvazi bugün geç kapitalistleşmenin, tüm dünyadaki sınıflar mücadelesinin dinamiklerinin ve elbette reel sosyalizmin dönüştürdüğü modernizm değerlerinin işte bu son hallerini toplumsal hafızadan kazımak istiyor.
Reddiye insanlığın kolektif hafızasında, insana yakışan tüm değerlere karşı girişilmiş bir büyük saldırının ismidir.
Bu saldırının gelişmemiş ülkelere karşı nefret, sol düşmanlığı ve anti-komünizmden başka anlamı olabilir mi? Bu reddiye siyaset ve ideolojiye başka türlü tercüme edilebilir mi?
Peki bu korkunç girişimin tüm dünyada bir gericileşme ve barbarlaşmayı öne çıkartmaktan başka çıkış yolu var mı?
Yoktur.
Olmadığı için de yeni batılılaşma operasyonunun öne çıkan isimleri Bush ve avanesi gibi gerçekten çılgın yobazlardır. Bush’u, Sarkozy’i, Merkel’i ve benzerlerini dünyanın başına gelmiş bir talihsizlikten ibaret görenlerin süreci anlamadıkları aşikardır. Dahası, bu adamlar deli rolü yapmamaktadır. Yobazlık normal insan psikolojisinin sınırlarına sığamaz. Uluslararası sermaye bu dönüşümü yönetmek için en doğru adamları göreve getirmiştir; insanoğlunun tarihi boyunca yarattığı olumlu tüm değerlere karşı girişilen bu saldırıda ihtiyaçları olan işte o yobazlıktır.
Aynı yobazlık olmaksızın, yeni batılılaşmanın en önemli halkalarından müslüman halklara fütursuzca saldırı da mümkün değildir. Kendi planları için, dinler savaşını zorlayan bu kafaların damgasını vurduğu bir çağın karanlık karakteri dünyayı pençesine almıştır. Bu saldırının karşısında, saldırılanların da dine sarılması beklenilir bir gelişmedir. Tüm dünya hızla dinselleşmektedir.
İlk batılılaşmayı niteleyen tek başına kapitalizmin doğuşu değildir. Sürece damgasını sosyalizm vurmuştur. Batı’nın değerleri de sosyalizmin önce düşünsel olarak ortaya çıkışı, sonra bazı ülkelerde iktidara gelişi ile geri döndürülemeyecek şekilde değişmiştir. Kapitalizm açısından, bu değerleri reddetmekten başka çıkar yol yoktur. Sosyalizmin çözülüşü bu fırsatı yaratmıştır.
Yeni modernleşme veya yeni batılılaşma budur işte… Kapitalizmin doğuşu sırasında burjuvazinin ilericilik döneminden kalan ve sosyalizm tarafından aşılan değer ve kavramların bu dönüşmüş hallerinin reddiyesi ve yok edilmesi… Bu kavram ve değerler kümesi üzerine kurulmuş tüm somut yapıların dönüştürülmesi, gerekiyorsa parçalanması ve yeniden kurulması… Bu saldırının siyasi ve ideolojik olarak şiddeti büyüktür. Dünyanın içinde olduğu hal bu şiddetle açıklanmalıdır.
Yeni batılılaşma hiç tartışmasız tarihsel olarak gericidir.
Yeni batılılaşma örneğin Türkiye’de, Avrupa Birliği etiketi altında pazarlandığında bu karakteri değişmez. Demokrasi ve insan hakları palavralarının bu yüzden altı boştur. Batı bir kez daha özgürlük yalanına sığındığında artık komik olmaktadır.
Yaratılan yeni Doğu’ya Batı, demokrasi, insan hakları ve özgürlük değil; yoksulluk, kan ve bolca acı ve gözyaşı getirmiştir.
Bu reddiyeyi anlamak zorundayız.
Tehdidin nereden geldiğini açıkça görmek durumundayız.
Doğu’ya ve bunun bir parçası olarak Türkiye’ye yönelen tehdit doğudan değil, Batı’dan gelmektedir. Muhatabımız emperyalizmdir.
Batı, Doğu’ya karşı her saldırısında yeni bir Doğu ortaya çıkmıştır. Yeni bir Doğu yaratmanın küçümsenir bir tarafı yoktur. Yeni bir Doğu, yeni bir değerler sistematiği ve yeni bir coğrafya demektir. Yeni bir coğrafya ise yeni sınırlar…
Bir devletin sonu başka türlü nasıl gelebilir? Sınırları değişen, tüm değerler sistematiği alt üst edilen, kuruluş felsefesi değiştirilen bir ülke nasıl aynı kalabilir?
Türkiye Cumhuriyeti ilk batılılaşma dalgasına doğmuştu. Nihai halini de yeni bir Doğu’nun ortaya çıkışına borçluydu.
İkinci batılılaşma dalgasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu haliyle devam etmesinin bir yolu kalmamıştır.
Yeni bir doğu ortaya çıkarken ve şimdilik bu doğuyu yaratan tek belirleyici kuvvet emperyalizm ya da Batı iken, Türkiye aynı haliyle yola devam edemez.
Türkiye ya yönünü bir kez daha emperyalizme çevirecek ve onların kurduğu yapıda bambaşka bir ülke olarak yoluna devam edecektir ya da bu memleket kendi yönünü kendisi çizecek, geleceğini bambaşka bir yerde arayacaktır.
Batı ile Doğan, Batı ile mi Ölür?
Doğuya doğru saldıran, Doğu’yu yeniden yapılandıran bir Batı’dan söz ediyoruz. Bu Batı bunları yaparken aslında kendi değerlerine değil, bu değerlerin sol tarafından dönüştürülmüş haline de saldırıyordu.
Peki ama bu tabloda Doğu’nun hiç mi suçu yoktur? Kendisine yapılan bu muameleye karşı Doğu ne yapmaktadır?
Doğrudan sorarsak, bu tablo içinde Doğu, Doğu’nun içinde Türkiye bu kadar mı acizdir?
Türkiye’nin suçu çoktur. Doğu’nun da…
Bu ahval içinde elbette tek odak tasvir edilemez. Her batılılaşma macerası Doğu’nun da rol aldığı bir hikayedir. Doğu’nun payına bu defa karaktersizlik düşmüştür.
Bir ülkenin tamamının bu batağa saplanması tabii ki düşünülemez.
Ancak karşı devrime kucak açan Balkanlar’da kim ki karşı devrime hizmet etmiştir, onlar bu karaktersizliğin bir parçasıdır. İşgal edilen veya işgali planlanan ülkelerde yabancı kuvvetlerle işbirliğinin karaktersizlikten ve şerefsizlikten başka bir adı var mıdır?
Türkiye’de tehdide aldırmayanlara, memleketin koşar adım bir uçuruma doğru gitmesi karşısında en ufak bir rahatsızlık duymayanlara ne demeliyiz?
Ama Türkiye bugünlere bir günde gelmedi.
Saldırılan solun değerleridir. Çünkü Türkiye’nin yeniden batılılaştırılmasının önündeki tek engel onlardır. Türkiye tekrar batılılaştırılırken bu defakinin sonucunun bağımsız ve modern bir kapitalist ülke olmayacağı açıkça görülmüştür.
Reddiyenin belirlediği yeni dalga, yeni ülkeler veya uluslar değil, yeni sömürgeler ve cemaatler yaratmaktadır.
Türkiyeli egemenler bu yola gönüllü girmiştir. Veballeri büyüktür.
Türkiye Cumhuriyeti yönünü hep batıda aradı. Bunda ilk bakışta belki bir anormallik yoktu. Kapitalistleşme yolunda ilerleyen her ülkenin yaptığını Türkiye de yapıyordu.
Ancak Türkiye’nin Batının ilk hamlesinin ardından ortaya çıkan Doğu karşısındaki tutumu, ülkenin kaderinde belirleyici olan ilk adımdı. Devamında onlarca yıl boyunca, içeride soluna karşı son derece acımasız davranan Türkiye, o adımın devamını getirmiş, kendi sonunu hazırlamış oldu.
İkinci dalgaya karşı direnmenin yolu sola sahip çıkmaktı. Solunu tahkim etmiş bir memlekette bugün başka konular tartışılıyor olurdu.
Oysa, başta Türkiye’nin kurucu kadroları, sonra o kadroların izleyicileri sola karşı bırakın mesafeli olmayı, hep acımasız ve düşmanca davrandılar. Kemalizmi terk eden bir bütün olarak sol değildi. Ortada daha en başından bu yana bir ittifak yoktu elbette, ama sol açısından ne kadar doğru olduğu tartışmalı olsa da zaman zaman özellikle ideolojik zeminde paslaşmalar oluyordu. Son darbeyi ise 1960’ların sonu ya da 70’lerin başında yine Kemalistler vuracaktı.
Kemalistlerin ve burjuvazinin kaçırdığı çok önemli bir nokta vardı. Bu memlekette o zamana kadar dahi, iyi olan, insandan yana olan ne varsa, sol ona damgasını vurmuştu.
Ekonominin merkezindeki devlet teşekküllerinde, bağımsız işlemeye çalışan yasama, yürütme ve yargı mekanizmalarında, toplumsal yaşantının insanı ilerletebilen anlarında solun imzası belirgindi.
Sol, Türkiye’de hiçbir zaman iktidara gelmemişti. Solun Türkiye’deki iktidarı etkileyebildiği anların sayısı bile son derece sınırlıydı. Ancak, sol, aydınlarıyla ve kadrolarıyla ve zaman zaman yarattığı kitlesel hareketlerle bu memleketin kaderinde yine de belirleyici oldu.
Türkiye’nin uçuruma gidişinin hızlanması bu etkinin azalmasıyla başlar.
Solunu budadıkça, Türkiye’nin ödediği bedel büyümüştür.
Ama başka türlüsü de mümkün değildir. Türkiye çapındaki bir ülkenin bu hale düşürülmesinin başka yolu olmadığı da bilinmelidir.
Bu ülkede sol varken kimse devlet teşekküllerini böyle yok pahasına elden çıkaramazdı. Ama bu ülkenin yeniden batılılaştırılmasının yolu özelleştirmeden geçiyordu.
Bu ülkede meclis hiçbir zaman bu kadar pespaye çalışmadı. Bu memleketin meclisi bir çeviri bürosu haline getirilecekse, solun etkisi azaltılmalıydı.
Bağımsızlık çok uzak geçmişte kalmış bir efsaneye dönüştürülecekse, önce solla olan hesap görülmeliydi.
Türkiye bugün toplumsal yaşamın her alanında görülmemiş bir karanlıkla boğuşuyorsa, sebep solun yeterince güçlü olmamasıdır. Önce, solun toplumu aydınlatan kanalları tıkandı.
Türkiye yönünü hep batıda aradı ve yanı başında kurulan Doğu’ya karşı da o Batı’nın koçbaşı oldu. Doğu düşmanlığı veya aynı anlama gelmek üzere anti-komünizmin çürütücü etkisi dayanılmazdı.
Üstelik Doğu düşmanlığının toplumu sarsan etkisinin panzehirinin de doğudan bulunduğu düşünülüyordu. Din, Türkiye’de batılılaşmayı terbiye eden bir unsur olmuştu. İslam, hiçbir zaman kapitalistleşmenin karşısında olmadığı gibi kapitalizmin Türkiye’de tutunması ve yerleşmesi için ihtiyaç duyulan ideolojik mekanizmalara da burjuvazi açısından vazgeçilmez girdiler sağlıyordu.
Ancak, dinin Türkiye’nin doğu-batı meselesinde durduğu yer de hiçbir zaman küçümsenmemelidir.
Din, Türkiye’nin “doğusu”nda alan bırakmamış, Türkiyeli bir doğuyu iğdiş etmiştir. Üstelik Türkiyeli İslam batılıdır. Yalnızca bugün değil, Türkiyeli İslam geçmişte de batılıdır.
Bugünkü anlamıyla modern İslamcılık, ulusçuluk ile beraber aynı dönemin, kapitalistleşmenin ve batılılaşmanın çocuğudur. Hem İslamcılık hem de ulusçuluk Türkiye’de bir siyasi akım olarak Osmanlı modernleşmesinin çocuklarıdır. Ancak bunların arasında İslamcı ideolojinin, esas olarak Balkan kökenli ulusçuluğu öncelediği belirtilmelidir. İslamcılık bir siyasi akım olarak doğarken aynı yüzyılda Osmanlı padişahları da ilk kez halifelik kurumuna ve ünvanına büyük önem veriyorlardı. Batılılaşma öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda halifelik söylemi oldukça güçsüzdür.
Türkiyeli bir pencereden Doğu-Batı karşıtlığının en anlaşılmaz noktası burasıdır. İslamcılık hep batılılaşmanın tam karşısına yerleştirildiği ölçüde Türkiye’de İslamcılığın modernleşmeyle olan ilişkisi kavranamaz.
Sorun biraz da kemalizmin modernleşmeyle eşitlenmesinden kaynaklanır. Türkiye’de cumhuriyet sonrası kemalizmin batılılaşmanın temel ve sürükleyici ideolojisi olması, bu eşitlenmenin kaynağında yatan nedendir. Oysa kemalizm, Türkiye’de egemen ideolojiyle birebir eşitlenemeyeceği gibi Türkiye kapitalizminin bütünsel bir yönelimini ifade eden batılılaşma ideolojisiyle de eşitlenemez.
Dolayısıyla, İslamcılık ile kemalizm arasındaki gerçek gerilim ve karşıtlıklar, İslamcılık ile batılılaşma veya İslamcılık ile kapitalistleşme arasındaki ilişkilere birebir yansıtılamaz, İslamcılığın batılılaşma ile kurduğu ilişki kemalizmle ilişkisinin bir türevi şeklinde görülemez. Tersi, İslamcılığın sınıfsal temeliyle de çelişirdi zaten.
Türkiye’de İslamcılık Batı’ya karşı çıkışın değil, hayali bir Doğu’nun yaratılmasının ideolojisidir. O Doğu, sosyalizmin doğusu gibi sömürülenlerin doğusu değildir.
Her batılılaşma macerası, kendi doğusunu yaratmaya soyunur. İşte Türkiye’de İslam’ın doğusu, Batı’nın o Doğusu’dur.
İslamcılık bu nedenle Türkiye’de hiçbir zaman ne emperyalizmi ne de kapitalizmi karşısına alacaktır. Cumhuriyet dönemi boyunca modernizm eleştirisi adı altında yapılanlar ise bir modernizm yorumu olarak kemalizmin eleştirisinden ibarettir. Ama İslamcılık esas olarak hep sola karşı bir silah olarak yedekte bekletilecektir.
Türkiye modernleşmesinin lider kadroları, batılılaşmanın bir çocuğu olarak İslamcılığı tam boy karşılarına almadılar. İslamcılığın da, kendi içinden çıkardığı, aslında önemsiz birtakım fraksiyonları dışarıda bırakırsak, batılılaşmayı cepheden karşısına alma niyeti hiç olmadı. Türkiye kapitalizmiyle sorunlu olduğu düşünülen İslamcılığın, 1960’lardan sonra Türkiye’de sola karşı bu denli kolayca bir silaha dönüşmesi de kimileri için garipti. Ordunun İslamcılıkla olan gerilimli ilişkisinin ne kadar kolay başka yönlere kayabileceği, özellikle 12 Eylül döneminde bazıları için şaşırtıcı oldu. Dinin egemen sınıfın elinde hep bir silah olması, kapitalizmin hakim sınıflarının bu denli güçlü bir ideolojik aracı hiçbir zaman ellerinden bırakmayacak olmaları olgusunun üzerine İslamcılığın Türkiye modernleşmesi ile varolan ontolojik bağı eklendiğinde tüm gelişmeler aslında oldukça berraktı.
Tüm bunlar, İslamcılık ile modernleştirici irade arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca yaşanan gerilimlerin hiçbirini önemsizleştirmiyor. Tersine o gerilimler bugüne de ışık tutuyor. Ama genel olarak gerilimin yapısı ve aradaki ontolojik bağ, yalnızca İslamcılığın bu memleket için çizdiği perspektifin ufuklarını değil, Türkiye modernleşmesinin aydınlanmacı ve ilerici karakterinin sınırlarını da belirliyor.
İşte o sınırlara dayanıldığında, İslamcılık bugün, Batı’nın yönlendirmesiyle, solu karşısına alırken, bu defa cumhuriyeti bir bütün olarak karşısına almaktan çekinmeyecektir.
Çünkü cumhuriyetin değerler silsilesi kapitalizm için reddedilmesi gereken bir mirastan ibarettir. Sol ise o değerleri ileri taşımak görevi ile karşı karşıyadır. Denklem islamcılık açısından hiç bu kadar sade, hiç bu kadar basit olmamıştır.
Batı’nın hayalindeki Doğu, İslamcılığın hayalindeki doğuyla özdeşleşmiştir. Türkiyeli İslamcılık, yeni batılılaşmanın, tüm dünyada yaşanan reddiyenin has çocuğudur.
Osmanlı rüyalarının tekrar görülmesi de Türkiye Cumhuriyeti’nin reddiyle uyumludur. Türkiye’deki modernleşme ideolojilerinin hepsi, kemalizm hariç, Anadolu’ya hapsolma fikriyle aslında barışamamışlardır. Türkiye’nin genişlemesi fikri aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünün korunması fikri ile taban tabana zıttır. Aynı eksende yeni ortaya çıkan yapılarla farklı ilişkiler kurulduğunda, daha fazla daralmanın da İslamcılığa ideolojik olarak sorun yaratmayacağı temelde bilinmelidir.
Yeni batılılaşma Türkiye’de sınırların değişimi konusunda bu nedenle o kadar rahattır.
İslamcılık, muhalif pozisyonuyla cumhuriyet dönemi boyunca süreci hep dışarıdan destekler bir konumdadır. Türkiye kapitalizmi de, gericiliğin toplumsal kaynaklarını kurutmadığı ölçüde bu pozisyona razıdır. Dahası, İslamcılığın kapattığı doğulu ideolojik alan da egemen sınıfların tüm taraflarını memnun eden bir durumdur.
Bugün İslamcılığın devleti çözücü etkisinin bu denli yoğun olmasının nedeni İslamcılığın devletin tamamen dışından değil, kısmen içinden; Doğu’dan değil, Batı’dan geliyor oluşudur.
İslamcılık, Türkiye’deki hiçbir devlet mekanizmasına yabancı değildir. Yine İslamcılık, Türkiye kapitalizminin dün tanıştığı bir olgu değildir. Bu topraklardaki etkisi büyüktür.
Ancak bugün terazinin ibresi çok keskin olarak bir yanı göstermektedir. Sorun buradadır.
İslamcılık, egemen kanatların birini veya ötekini destekleyen bir konumdan kurtulmuş ve bugün daha hakim bir noktada örneğin liberalizmi kendisini destekler konuma getirmiştir. Bu dönüşümün yaşanması için de solun Türkiye’de üzerine şiddetle gidilmesi gerekmiştir.
Bu dönüşümden rahatsız olanlar Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutan değerlerin aynı paradigma içinde savunulamayacağını görmek zorundadırlar.
Türkiye bugüne, yarım yamalak bir laiklik ve kırık dökük bir bağımsızlıkla gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, bu paradigma içinde aynı laiklikle, aynı bağımsızlıkla ve hatta aynı sınırlarla yola devam edemez.
Türkiye, ya siyasal yaşantıdan dini tamamen tasfiye edecek ya da o yarım laikliği de kaybedecektir. Türkiye, ya tüm karar mekanizmalarını baştan aşağı değiştirecek ve tam bağımsız bir ülke olacak ya da bir sömürge haline gelecektir. Türkiye, ya Türklerin ve Kürtlerin eşit ve özgür yaşayacakları bir memleket olacak ya da bölünecektir.
Türkiye’de batının emperyalizminin taşeronluğunu, köken olarak doğulu olduğunu iddia eden ve bunu aslında iyi kullanan, din simsarları yapmaktadır. Oysa, liberalizm olmaksızın İslamcılığın bugün hiçbir anlamı yoktur. En önemli tarikat şeyhinin ABD’den fetva veriyor olması, tarihin bir ironisi değil, gerçeğin ta kendisidir.
İslamcılığın bu topraklardaki yüz elli yılık tarihi doğal sonucuna ermiştir. İslamcılığın tarihinin temel belirleyeni, çok kaba anti-komünizmden postmodern söylemler eşliğindeki ince saldırılara kadar geniş bir yelpazede sol düşmanlığıdır.
Onların önünü bu kadar açan da, aynı zamanda hem solu durdurmak için İslam’ın bir formül olarak düşünülmesi, hem de solun üstüne vahşice gidilmesidir.
Oysa, Türkiye’yi yarım yamalak da olsa ayakta tutan değerler kapitalizm tarafından çoktan terk edilmiştir. O değerlere varoldukları şekliyle solun ikirciksiz sahiplenmesi mümkün değildir, ancak o değerleri bir yerlere getirebilecek olan, onları aşma yetisine sahip tek güç de soldur.
Bugün Batı değerlerinin aydınlanma değerleri ile arasındaki mesafe sabit ve değişmezdir. İslamcılık aslında bu mesafenin kendisine sağladığı hareket özgürlüğünden de faydalanmaktadır. Batının güncel olarak vazettiği “çağdaş” değerlerin ilericiliği, “özgürlük” paradigması da dahil olmak üzere fena halde şüphelidir. Yalnızca İslamcılığın değil, burjuva modernizminin tüm bileşenlerinin, emperyalizm çağında, aydınlanmacılığın ilkelerine sahip çıkmasının önünde yapısal engeller vardır. Kapitalizmin içinden geçtiği genel reddiye döneminin tüm dünyada dinle, Türkiye’de ise İslamcılıkla buluşmasının nedeni budur. İslamcılığın tarihi olarak doğulu yüzü yalnızca bir ayrıntıdır. Doğunun sınırlarını o tarihsellik belirlememektedir.
Tüm bunların muazzam bir entelektüel kısırlıkla götürülüyor olması da kimseyi şaşırtmamalıdır. Öncelikle dünyada da karanlık bir dönemi işaret eden böylesi bir dönüşümün bir derinliği olmasını beklemek hatadır. Dahası, Türkiyeli hakim sınıfların gelenekleri derinliği değil, pragmatizmi barındırır. Ama iyi ki öyledir. Bu sürecin ideolojik olarak iç bunaltıcı bir yavanlıkta yürümesi solun lehinedir. Hep bu yavanlıktan, kendi ideolojisini derinlemesine üretemeyişinden dolayı kemalizmi eleştirenler, aynı yanlıştan muzdarip olduklarının farkında bile değillerdir.
Örneğin Türkiye’de İslamcılığın doğu hayalinin mütefekkirliği Erdoğan ve Gül’ün cahil danışmanlarına ve fırsatçı liberallere kalmıştır. İkinci grupta bir dönem sol adına konuşma cesareti bulanların da varolması kimseyi üzmemelidir. Hele, onların derin olduğu hiç düşünülmemelidir. Onların görevi sola küfretmektir. Tarihte küfürle derinleşmenin hiç örneği yoktur.
İlk batılılaşma tüm dünyada solu da yaratan bir dönüşümdü. İkincisi kapitalizm açısından ilkinin yarattıklarına karşı sistematik bir reddiyeyi içermek durumundaydı.
Bu reddiyeyi sol Türkiye’de de veri almak durumundadır. İlkinden geriye ne kaldıysa aşmak bizim işimizdir. Reddetmekse onların işi…
Aşmak ileri olanı sahiplenmekle başlar. Reddedenlerin yanında sahiplenmekten korkmak solun işi değildir; reddedenlerin yanında ama bu değerler onların demenin bir anlamı yoktur. Üstelik sol bu aşma işine dün başlamamıştır. Bu kavramlarla olan ilişkimiz, yüzyılın başına, ilk modernleşme ve batılılaşma süreciyle girdiğimiz ilişkiye dayanır. Sosyalizmin doğusunun bir tarihi vardır. Bu tarihin bize bıraktığı miras, bu bağlamda hiç şüphesiz olumludur.
Türkiye böylesi bir dönüşüm sırasında bir kez daha, doğaldır ki, yönünü arayacaktır. Zaten bu evreden eskisi gibi çıkamayacağı kesinleşmiştir.
Türkiye’nin yine yönünü kaybetmesine izin verilmemelidir.
Daha önce de söylenmiş olabilir, hiç zararı yok, yeni bir Batı, yeni bir Doğu yaratmanın tam vaktidir.