Dünya krizinin Türkiye’ye olan etkisini ele alırken, üzerinde en fazla argüman üretilmesi gereken başlığı işsizlik oluşturuyor. Türkiye ekonomisi krizden kredi olanaklarının daralması ve ihracat pazarlarında talebin düşmesi üzerinden etkilenirken, bu etkilerin işçi sınıfı açısından en ağır sonucu felaket boyutlarına varan bir işsizlik artışı oldu. Krizin kuşkusuz sınai üretimde düşüş, özel sektörün dış borç çevriminin pahalılaşması gibi sonuçları da var, ancak işçi sınıfı üzerindeki en ağır etkisi olan işsizliğin altının daima burjuvazi üzerindeki etkisinden daha kalın biçimde çizilmesi ve diğer sonuçların bu sonuç ile bağının kurulması gerekiyor.
İşsizlik bu açıdan çok önemli bir siyasi başlık niteliği de taşıyor. Zira burjuva biliminin (dilerseniz burjuvazinin dünya çapındaki egemen ideolojisinin de diyebilirsiniz) en önemli parçası olan burjuva iktisadının temel varsayımları, bizim anladığımız anlamda işsizliği reddeder. Bu düşünceye göre emek piyasası her biri tek tek emek üretip piyasaya arz eden “emek üreticileri” ile bu emeği talep eden “emek tüketicilerinden” oluşur ve her piyasa gibi bu piyasa da arz-talep dengesi üzerine kurulur. Arz ve talebin dengede olduğu noktada bir ücret düzeyi oluşur ve bu ücret düzeyine razı olmayan “emek üreticileri” emeklerini arz etmeyerek piyasadan çekilirler. Dolayısıyla verili bir durumda çalışmayan insanlar, emek piyasasında oluşan ücret düzeyini beğenmedikleri için, yani “kendi istekleriyle” çalışmıyorlardır ve istem dışı işsizlik yalnızca iş değiştirme süreci gibi arızi durumlarda, geçici olarak oluşur.
Aynı düşünce çerçevesinde, devletin ücretlere müdahalesinin de, emeğin her türlü kolektif ücret mücadelesinin de “piyasa mekanizmasını bozacağı” ve işsizlik yaratacağı iddia edilir; zira işçilerin topluca daha yüksek ücret talep etmesi durumunda daha az patron bu yüksek ücret seviyesine razı olur ve arz-talep dengesi daha yüksek bir ücret, ancak daha düşük bir istihdam seviyesinde oluşur. Dünya Bankası ve IMF’nin işsizlik-yoksulluk arasındaki ilişkiyi inceleyen bütün çalışmaları bu varsayıma dayanır: Asgari ücreti kaldırın, çünkü ücret seviyesini suni olarak yükseltir ve işsizlik yaratırsınız…
Bu argüman Türkiye’de de krizin ilk günlerinden bu yana zaman zaman iktidar cephesi tarafından da dillendirildi; 1 ancak tarihinin en büyük işsizlik oranını deneyimlemekte olan, birkaç ay içinde yüzbinlerce kişinin işsiz kaldığı bir ülkede devletin işsizlere “iş beğenmiyorlar” rahatlığıyla yaklaşması mümkün değil. Bunun karşılığında, içinden geçmekte olduğumuz dönemde, işsizliğin arızi bir durum değil, kapitalist ekonominin doğal bir sonucu, çalışmanın ise herkesin sahip olması gereken bir insan hakkı olduğunu savunmak büyük önem kazanmış durumda.
Dolayısıyla işsizliğe dair argümanlarımızı somut gerçekler ile güçlendirmemiz ve merkezi siyasetimiz ile bağlantılandırmamız gerekiyor. Bu yazıda, bu konuda yapılmakta olan çalışmalara katkı koymayı amaçlıyorum.
İşsizlik verilerinin düzen tarafından makyajlanması
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) tanımına göre işsiz, “referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan (kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiç bir işte çalışmamış ve böyle bir iş ile bağlantısı da olmayan) kişilerden iş aramak için son üç ay içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişi”dir.2 İşsizlik kavramının bu kapsamda ele alınması, çalışmak isteyen, ama çalışamayan pek çok insanı işsizlik kavramının dışında bırakmakta ve bu nedenle eleştirilmektedir. Bu eleştirilere yakın zamanda bir çerçeve getirerek yineleyen iktisatçı Mustafa Sönmez, daha geniş içerikli bir “gerçek işsizlik” tanımı yapılmasını önermektedir. Sönmez’e göre yukarıda tanımı sunulan açık işsizlerden ayrı olarak istatistiği tutulan, “iş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar”, “mevsimlik çalışanlar” ve “eksik istihdam” kategorilerinin de işsiz tanımına dahil edilmesi gerekmektedir. 3 Bu kategorilerden “eksik istihdam” işgücüne dahil edilmekte, ancak işsiz sayılmamakta, diğer ikisi ise işgücünün tamamen dışında tutulmaktadır.
Sönmez bu konuda kuşkusuz haklıdır. 4 Biz, TÜİK’in dar işsizlik tanımının yalnızca TÜİK’e ait olmadığını, TÜİK’in bu tanımı işgücü konusundaki en büyük uluslararası otorite olan Uluslararası Çalışma Örgütü’nin (ILO) işsizlik tanımından 5 alarak kullandığını not edelim ve işsizliğin gerçek boyutlarının ne olduğuna bakalım…
TÜİK’in verilerini kullanarak şu hesaplamayı yaparsak:
Gerçek işsizlik oranı = (işsizler + eksik istihdam + iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar + mevsimlik çalışanlar) / (işgücü + iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar + mevsimlik çalışanlar)
Görüldüğü üzere, bu şekilde hesaplandığında ortaya çıkan gerçek işsizlik rakamı ile resmi işsizlik rakamı arasında yüzde 75-80 civarında bir fark bulunuyor.
TÜİK’in işsizden saymadığı bu alt kategorilerin işsiz olduklarını savunmak için gayet güçlü argümanlar üretmek mümkündür. Her şeyden önce, “iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar”ın işsiz sayılmamasını, sadece burjuva bilimcileri mantıklı bulacaktır. Bu insanların çok önemli bir bölümü “iş bulma umudunu kaybetmiş olanlar” şeklinde bir alt kategoriye mensuptur ve işsiz olarak sayılmamalarının tek sebebi, işsizlik rakamlarının düşük tutulması çabasıdır. Benzer biçimde, mevsimlik işçilerin çalıştıkları mevsim dışında iş aramadıkları, dolayısıyla işsiz olmadıkları varsayımı tamamen gerçek dışıdır: Herhangi bir mevsimlik işçi, yıllık ve güvenceli bir iş bulması durumunda derhal mevsimlik çalışmanın cefasını terk edecektir. Aynı durum “eksik istihdam” kategorisinde de geçerlidir, zira bu kategoride olanlar, çalışmakta oldukları iş ile geçinemiyor oldukları (yarı zamanlı çalıştıkları, ya da sahip oldukları niteliklere uygun olmayan ve daha az gelir getiren bir işte çalıştıkları) için iş aramaktadır; dolayısıyla işsiz sayılmalıdırlar.
İşsizlik oranları geçmişe yönelik olarak bu şekilde bir kez daha hesaplandığında, ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
Grafik 1: Resmi ve Gerçek İşsizlik ( 1989-2009 )
TÜİK’in işgücü verileri bir başka açıdan daha sorunludur. Nüfus kayıt sisteminin 2007 yılında altüst edilmesinin ardından veriler Kasım 2007–Aralık 2008 döneminde Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ne (ADNKS) göre yeniden düzenlenmiş, Ocak 2009 sonrasında ise yeni nüfus projeksiyonlarına göre bir kez daha revize edilmiştir. Dolayısıyla ortada, tam olarak birbiriyle uyumlu olmayan üç ayrı veri seti (2007 öncesi, 2007-2008 ve 2008-2009) bulunmaktadır ve yeni veri setlerinin geriye doğru yeni serileri oluşturulmamıştır. Bu çalışmada, 2007 yılına kadar olan dönem için eski veri setini, 2007 yılı için ADNKS’ye göre yeniden düzenlenmiş verileri, 2008 ve sonrası için ise yeni nüfus projeksiyonlarına göre hazırlanan verileri kullandım. Ancak TÜİK’in veri seti konusundaki tutarsızlığının bir beceri sorunundan çok, kasıtlı biçimde geçmiş ile karşılaştırılamayan bir veri seti yaratma çabasını andırdığını düşünüyorum.
Son olarak, Sönmez’in önerdiği gerçek işsizlik tanımına bir ek yapmak gerekiyor. Hatırlanacağı üzere Maliye Bakanı Mehmet Şimşek kriz günlerinde işsizliğin artmasını, başta ev kadınları olmak üzere normalde iş aramayan kişilerin iş aramaya başlamasına bağlamıştı. 6 Krizin etkilerinin en ağır biçimde hissedildiği Ocak-Nisan 2009 döneminde işgücüne katılma oranındaki artış 2008 yılının aynı dönemine göre toplamda yüzde 1,2, kadınlarda ise yüzde 1,4 iken, resmi işsizlikteki ortalama artış yüzde 3,4, gerçek işsizlikteki artış ise yüzde 5,5 olarak gerçekleşti. Dolayısıyla rakamlar Şimşek’i yalanlıyor. Ne var ki Şimşek’in sözleri çoğunlukla göz ardı edilen başka bir gerçeğe dikkat çekiyor. Kadın emeği, bilhassa bazı yerelliklerde, dönemsel olarak büyük hareketlilik arz ediyor. TÜİK’in yerel düzeydeki işgücüne katılım verileri, Anadolu’nun pek çok bölgesinde kadın nüfusunun işgücüne katılımında, ekonomik durumla bağlantısı açık olmayan (ve araştırılması bu çalışmanın kapsamının dışında olan) bir oynaklık gösteriyor. Örneğin 2004-2008 arasındaki dönemde kadın nüfusun işgücüne katılım oranı Erzurum, Erzincan ve Bayburt’ta yüzde 21,8 ile yüzde 42,5; Kastamonu, Çankırı ve Sinop’ta yüzde 14,6 ile yüzde 34; Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt’te ise yüzde 3,1 ile yüzde
16,1 arasında ve birbirlerinden farklı biçimde değişiyor. Bu hareketlilik, herhangi bir tarihsel dönemde “ev kadını” kategorisinin azımsanmayacak sayıda işsizi gizlediğine işaret ediyor.
İşsizlik felaketinin arka planı ve günümüzde işsizlik
Bugün Türkiye işçi sınıfının üzerine çökmüş olan işsizlik kabusunun boyutları, krizin etkisinin öncesindeki on yıl içerisinde oluşan ve kemikleşen işsizliğin üzerine binmesiyle katlanmıştır. 2008 yılının ortasında kriz patlak vermeden önce Türkiye’de işsizlik yüzde 10 civarında, yani hiç azımsanmayacak boyuttaydı. Dolayısıyla bugünün işsizlik meselesini incelemeden önce, geçmişten bugüne gelen işsizlik sorununun içeriğine kısaca bakmakta fayda var.
Türkiye’de yüzde 10 düzeyinde bir işsizliğin krizden çok önce kalıcı hale gelmiş olmasının iki sebebi var. Bunlardan birincisi, 2001 krizinin yarattığı işsizliğin telafi edilememiş olması, ikincisi ise 1990’ların sonuna kadar tarımda istihdam alanı bulmakta olan işgücünün dramatik biçimde çözülmesi. Her iki olgunun etkilerini detaylı inceleyebilmek için, işgücü yapısında yaşanan değişimlere sektörel bazda bakmakta fayda var.
16,1 arasında ve birbirlerinden farklı biçimde değişiyor. Bu hareketlilik, herhangi bir tarihsel dönemde “ev kadını” kategorisinin azımsanmayacak sayıda işsizi gizlediğine işaret ediyor.
2001 krizinin istihdama etkisinde ilk göze çarpan nokta, en büyük darbeyi sanayideki istihdamın almış olmasıdır. Krizin bankacılık sektöründen başlamış olması durumu değiştirmemiş, sanayi istihdamı 2001’in ikinci çeyreğinde, krizin hemen ardından yüzde 10’un üzerinde daralmıştır. 2001 yılının tamamında tarımsal istihdamda yaşanan artış ise işini kaybedenlerin bir kısmının kırsal bölgelerdeki akrabalarının yanına dönüp krizin en zorlu dönemini orada geçiriyor olmalarına işaret etmektedir.
Sınai istihdamında daralma 2004 yılına kadar sürmüş ve ancak sonrasında toparlanmaya başlamıştır. Tarımsal istihdamdaki artış ise kısa süreli bir savunma mekanizmasına işaret etmektedir. Zira 2001’in dördüncü çeyreğinden itibaren tarımsal istihdamda 1998’den beri sürmekte olan daralma yeniden, hızlanarak devam etmiştir.
Bu arada resmi işsizlik yüzde 6,5’tan yüzde 10,5’a; gerçek işsizlik ise yüzde 20,9’dan yüzde 23,2’ye yükselmiştir.
İki kriz arası dönemde (ki bu dönemin büyük bir bölümünü AKP’nin yakaladığı büyüme konjonktürü oluşturuyor) imalat sanayiinde ciddi bir üretim artışı yaşanmış, ancak aynı artış istihdamda görülmemiştir. Sanayide istihdam artışı, 2005 yılının ilk üç çeyreği dışında sürekli olarak üretim artışının altında kalmış, hatta AKP iktidarının ilk bir yılı boyunca (2002’nin ilk çeyreğinden 2003’ün ilk çeyreğine kadar) negatif seyretmiştir. Bu seyir Grafik 2’de görülmektedir. Sanayideki üretim artışları tipik olarak verimlilik artışları ile sağlanmış, yani istihdam edilen işçilerin kriz öncesine göre daha fazla sömürülmesi sayesinde elde edilmiştir. AKP’nin iktidara geldiği 2002’nin son çeyreğinden krizin patlak verdiği 2008’in 3. çeyreğine kadar sınai üretimdeki artış yüzde 50’yi bulmaktadır. Buna karşın yaşanan istihdam artışı ise (birbirini tutmayan serilerden ardışık olarak hesaplanabildiği kadarıyla) yalnızca yüzde 27’dir. Bugün yaşanmakta olan işsizlik felaketinin ardındaki sebeplerden birincisi, imalat sanayiinde yaşanan istihdam yaratmayan büyümedir.
1990’ların sonu itibariyle Türkiye’de yüksek işsizliğin kalıcı bir olgu haline gelmesinin ikinci nedeni ise tarım sektörünün sürekli olarak istihdam kaybetmesidir. 1999 yılında uygulamaya konan IMF programıyla tarımdan tüm devlet desteğinin çekilmesinin ardından tutarlı bir destek sistemi oluşturulmamış, bu mesele AKP döneminde de bilinçli olarak ertelenmiş ve tarım sektörü kaderine terk edilmiştir. Bunun sonucunda, resmi rakamlara göre tarım sektöründe istihdam 1998 yılında 9 milyon kişiden, 2008 yılında 5 milyon kişiye kadar gerilemiştir. Aradaki 4 milyon istihdam kaybı, başlı başına bir felaket demektir ve tedricen yaşanan bu yıkım, tarım sektöründen kopan niteliksiz işgücünün diğer sektörlerde tutunmasının zorluğu da düşünüldüğünde, Türkiye’de yüzde 10 düzeyinde bir işsizliğin krizden çok önce de kalıcı bir olgu hale gelmesinin ikinci sebebi olmuştur.
Bugün yaşanmakta olan kriz, işsizlik etkisini en belirgin biçimde bir kez daha sınai istihdamı üzerinde göstermektedir. Bilhassa ihracata yönelik pazarlarda dünya talebinde yaşanan daralmanın büyük etkisi olmuş, otomotiv ve tekstil gibi büyük miktarda işçinin istihdam edildiği sektörlerden derhal işçi çıkartılmaya başlanmıştır.
Tablodan da görüleceği üzere krizin darbesi bir kez daha, bu kez 2001’dekinden çok daha ağır biçimde sınai istihdama inmektedir. Bu sektörde yaşanan resmi iş kaybı 800 bin kişi civarındadır. Sektörel incelemeler, yalnızca tekstil sektöründe 200 binden fazla işçinin işini kaybettiğini göstermektedir.
Bugün gelinen noktada Türkiye emekçilerinin TÜİK’e göre yüzde 15’i, bize göre ise yüzde 26-27’si işsizdir. Bu felaket önümüzdeki aylarda krizin seyriyle daha da derinleşebilir, ancak kısa sürede hafiflemesi mümkün değildir. Dolayısıyla artık krizin gelecekte izleyeceği seyirden çok, yaşanan felakete odaklanarak düşünce üretilmesi gerekmektedir.
AKP’nin kriz politikası ve verilmesi gereken yanıt
Türkiye’de işgücünü kalıcı biçimde ucuzlatmak ve ülkeyi bilhassa emperyalist Avrupa ülkeleri için bir ucuz emek cenneti haline getirmek iktidara geldiği günden bu yana AKP’nin ajandasında bulunuyordu. 7 Bu yalnızca AKP’nin hedefi değil, aynı zamanda emperyalizmin beklentisi ve kapitalist sistemin doğal yönelimiydi. Türkiye kendisine benzeyen Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelere göre emeğin göreli olarak pahalı olduğu bir ülkeydi ve bu durum düzeltilmeliydi.
Ne var ki, Türkiye işçi sınıfının kazanımlarını buharlaştırmak sanıldığı kadar kolay değildi. Bölgesel asgari ücret uygulamasına geçmek, kıdem tazminatını kaldırmak, özel istihdam bürolarının önünü açmak için, Türkiye işçi sınıfının örgütlü mücadele geleneği ve bilinç düzeyinin olduğundan çok daha geriye çekilmesi gerekiyordu. AKP, bütün iktidarı boyunca sistematik biçimde bunun için çaba gösterdi. Dinci-gerici sendikaların önünün açılması, sosyal devlet kurumlarının kadük edilmesi ve toplumun bir bütün olarak cemaatleştirilmesi, “Cumhuriyetin tasfiyesi” olarak kodladığımız sürecin parçalarıydı ve bu süreçten işçi sınıfının payına örgütsüzleşme, bilinç yitimi ve gericileşme düşüyordu.
Öte yandan, altı buçuk yıllık AKP döneminin ilk beş buçuk yılında yaşanan büyümeye rağmen işsizliğin azalmaması ve kayıt dışı çalışmanın yaygınlaşması gibi faktörler, işçi sınıfının en alt kesiminde giderek genişleyen bir tabakanın lumpenleşmesini de beraberinde getirdi. AKP için bu, kazara olan veya dikkatten kaçan değil, arzu edilen ve desteklenen bir yönelimdi. İşçi sınıfının sayıca büyümesi ve buna paralel olarak düzenli çalışma olanağı bulamayan, kronik işsizlikle boğuşan, yoksulun yoksulu bir kesimin genişlemesi, AKP’nin arzu ettiği karanlık Türkiye tablosundan işçi sınıfına düşecek olan payı gösteriyordu. Başbakan Erdoğan’ın pişkince 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne denk getirdiği “üçer çocuk yapın” çağrısı, “Evleniniz, çoğalınız. Ben kıyamet gününde ümmetimin çokluğuyla iftihar edeceğim” hadisiyle değil, bununla ilgiliydi.8Dolayısıyla dünya krizinin Türkiye’de yarattığı işsizlik felaketi, AKP’nin niyetleri açısından . Bu, bütünlüklü biçimde tekrar tekrar altı çizilmesi gereken bir meseledir. Krizin başından beri AKP, işsizliği azaltmaya yönelik hiçbir somut önlem almadı, dahası işsizlik sigortasında bulunan parayı ya kısa çalışma ödeneği9gibi yollarla doğrudan patronların cebine ya da dolaylı yoldan sermaye sınıfına peşkeş çekmek üzere devlet bütçesine aktardı.10Krizden aylar sonra, istihdam yaratacağı iddiasıyla oluşturulan teşvik paketinden ise milyonlarca işsizden 120 binine “bakım-onarım işleri, çevre-park-bahçe düzenlemesi, ağaçlandırma” işlerinde güvencesiz çalışma, 200 binine günde 15 TL ödenekle meslek eğitimi gibi komik bir pay düştü.11Bütün bunların birer oyalama taktiği olduğu ve AKP’nin krizi işçi sınıfına kalıcı bir darbe vurmak için “fırsata dönüştürüyor” olduğu çok açık. 2001 krizi, resmi işsizlik seviyesini kalıcı biçimde yüzde 7’lerden yüzde 10’lara yükseltmişti. Şu ana kadarki gidişat, dünya krizinin bu seviyeyi kalıcı biçimde yüzde 15 civarında bir yere yükselteceğine işaret ediyor. Yukarıda yaptığımız hesaplara göre bu durumda gerçek işsizlik de yüzde 25-30 arasında olacak.
Bu tam olarak AKP’nin istediği durumdur. AKP iktidarının hayalindeki Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir bölümü Sao Paolo, Johannesburg veya Yeni Delhi varoşlarındakine benzer bir sefalete mahkum edilecek ve sosyal devletin adının bile unutulduğu bu sefaletin içinde tarikatlar tek güvence olarak sunulacak. Böylesi bir ucuz emek cehennemine bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları, kaldırılmış kıdem tazminatı, kadük edilmiş sosyal güvenlik sistemi gibi olguları da eklediğinizde resim tamamlanmış oluyor.
Bizim cephemizden yapılacak olan tüm kriz analizleri ve bu analizler üzerinden üretilecek olan siyaset, işçi sınıfını bu karanlığa karşı uyarma ve örgütleme hedefini gütmelidir. Krizin burjuvazi cephesinde yarattığı yıkımı tartışmanın bir yerden sonra önemi kalmıyor. Burjuvazi saflarında bazı iflaslar yaşanıyor ve bir takım patronlar hayatlarının geri kalan kısmında o ana kadar insan sömürerek biriktirdikleri parayı harcamak üzere “ceketlerini alıp çıkmak” zorunda kalıyor olabilirler. Ancak geçmiş bütün deneyimler, işçi sınıfının kuvvetli bir mücadele vermediği durumda krizin yarattığı üretim daralmasının geçici, istihdam daralmasının ise kalıcı olduğunu, burjuvazinin krizlerden daha yüksek sömürü oranlarını kalıcı hale getirerek çıktığını gösteriyor. Dolayısıyla bizim krize yönelik analiz ve siyasetimizde ana öğenin daha çok burjuvaziyi ilgilendiren üretim daralması değil, doğrudan işçi sınıfını ilgilendiren işsizlik olması gerekiyor.
Bu yönelim, teorik açıdan da tutarlıdır. Burjuva iktisadı, kendi gelişimini ekonomik büyüme ile ölçer ve işsizliği yoksayar. Bizim bunun karşısında, büyümenin sınıflar mücadelesinden bağımsız bir açıklayıcılığı olmadığını ve mücadele etmeyen işçi sınıfının payına büyümeden zırnık düşmeyeceğini; diğer yandan kapitalizmin işçi sınıfını her krizde daha fazla işsizliğe mahkum ettiğini ve bunu önlemenin tek yolunun da insanca çalışma hakkı için mücadele etmek olduğunu ısrarla vurgulamamız yaşamsal önem taşıyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Bir de beğenmiyorlar! Yeşilkart da var…”, , http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetsag/13063.html, 21.04.2009.
- http://www.tuik.gov.tr/MetaVeri.do?tb_id=25&ust_id=8
- Mustafa Sönmez, “Gerçek İşsizlik Yüzde 26’ya Yakın, Gelecek Daha Da Ürpertici”, , http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=22162, 17.02.2009.
- Bir ufak düzeltme ile… Sönmez, “iş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar” ve “mevsimlik çalışanlar” kategorilerini “işsizler”e dahil ediyor, ancak “işgücü”ne dahil etmiyor. Burjuva iktisatçıları için böyle metodolojik hatalar, sözün özünden daha önemlidir ve ellerine böyle malzemeler vermemekte fayda vardır. Not edelim ve geçelim.
- http://laborsta.ilo.org/applv8/data/c3e.html
- “Herkes iş ararsa işsizlik olur tabi!”, 18.03.2009, http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetsag/11616.html
- “Unakıtan: Avrupa’nın Çin’i olacağız”, http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=26035 , 17.11.2007.
- Metin Çulhaoğlu, “Sınıfa Demografik Saldırı”. http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=29928, 05.04.2008.
- “AKP’nin Kriz Paketi Meclis’te”, http://haber.sol.org.tr/ekonomi/9744.html, 06.02.2009.
- “İşsizlerin Parasına Da El Koydular”, http://haber.sol.org.tr/mansetler/anamanset/15740.html, 27.06.2009.
- “Hükümetten Yine Umutsuz Paket”, http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetsag/14840.html, 05.06.2009.