Kapitalist sistemin krizi 2007 yılının yaz aylarında ABD’deki ipotekli konut piyasasında patlak veren sorunlarla kendini hissettirmeye başladığında, konunun uzmanı sayılan insanlar, önce bunun ABD’deki finansal piyasalarla sınırlı olduğunu iddia etmişlerdi. Arkasından, bunun küresel finans piyasalarıyla sınırlı olduğunu söylemeye başladılar; ama çok geçmeden ekonomik kriz terimini kullanır oldular. Nihayet krizin ilk belirtilerinden yaklaşık bir sene sonra, toplumsal krizden de söz eder oldular.
Bütün bu zorunlu kabullenişlerin ardından tahmin becerileri bu krizin ne kadar süreceği, toparlanmanın ne zaman başlayacağı konularına yönelmeye başladı. 2008 sonlarını işaret edenler, çok geçmeden 2009 sonlarına işaret etmeye başladılar; ancak bu da yetmedi, bu sefer 2010 yılı için de kötümser tahminlerle, beklentileri sözde gerçekçilik çizgisine, oluşabilecek herhangi bir tepkiyi de kabulleniş çizgisine çekmeye çalıştılar. Bu arada dünyanın neredeyse her tarafında uzun süredir tek doğruymuş gibi okutulan iktisadi teoriyi de yine kendileri tartışmaya başladılar.
Oysa krizi teorik bir yaklaşımla ele almak, her şeyden önce, kapitalist sistemin nasıl işlediğine dair bir teorik yaklaşım gerektirmektedir. Bu tür teorik yaklaşımlar içinde Marksizmin en önemli üstünlüklerinden biri, toplumsal ilişkiler ile maddi süreçler arasında kategorik bir ayrımı mümkün kılmasıdır. Böylelikle, kapitalist üretim ilişkilerinin ne olduğu, nasıl bir mantığa sahip olduğu, temel kategorilerinin neler olduğu gibi sorunları kendisine konu edinen Marksizm, bizzat bu nedenle sistemin kendi işleyiş mekanizması içinde var olan çelişkileri açıklayabilme kapasitesine sahip olabilmektedir. Bir başka ifadeyle, Marksizm, toplumsal kavram ve kategorilerin gerçekliklerini ve bu kategorilerin nasıl mümkün olduğunu açıklamayı kendisine konu edindiği için, bu gerçekliğin dayandığı toplumsal ilişkileri ve bu kategorilerin yeniden üretilmesinin nasıl imkansız olduğunu açıklamanın teorik olanaklarına da sahiptir. Bu nedenle Marx’ın kapitalist üretim ilişkilerini açıklamak için kullandığı kavramlar, aynı zamanda, bu üretim ilişkilerinin işleyiş mantığını açıklamak için de anahtar niteliğindedir. Bu kavramların en temel nitelikte olanlarından biri metadır. Bunun nedeni metanın, biraz basitçe ifade edecek olursak, toplumsal ve maddi nitelikleri diyalektik bir şekilde birleştiren (bu nedenle bu ikisini teorik olarak ayrıştırmayı da mümkün kılan) temel bir kavram olmasıdır. Bu yazıda buna açıklık getirmeye çalışacağım.
Kapitalist sistemin krize girdiğini, tarihinin krizlerle dolu olduğunu görmek için kapitalist sisteme muhalif olmak gerekmediği açıktır. Kapitalist sistemin savunucusu olanlar bile, teorik açıdan olmasa bile, pratik olarak krizi kabullenmek durumunda kalmaktadırlar. Ne var ki, kapitalist sistemin Marksist karşıtları sadece bu krizlerin tarihçesini aktarmakla ve krizlerin varlığına işaret etmekle; bu krizlerin işsizlik, yoksulluk gibi toplumsal sonuçlarına dayanarak muhalefet oluşturmakla yetinemezler. Marksist düşüncenin ayırt edici yanı, sisteme karşı muhalefeti özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilemez olduğu konjonktürlerde kavramsal ve teorik bir düzeyde örgütlerken, düşünsel eleştiri silahını bu sistemin doğalmış gibi görünen kategorilerine yöneltmek, böylelikle yeni bir kavrayış tarzını siyasete içselleştirmektir.
Bu eleştirel yaklaşımın özünde yer alan temel unsurlardan biri, bu sistemin sadece iktisadi bir ilişkiye indirgenerek açıklanmasının mümkün olmadığı, temel sorunun toplumsal nitelikte olduğu tespitidir. Kapitalist sistemin krizi, temelde iktisadi bir olgu olarak görünürken ve açıklanması için kullanılan kategoriler iktisada ait olanlarla sınırlı tutulurken, öze ilişkin kategoriler dışarıda bırakılabilmektedir. Bu tür bir yaklaşımın, Marksist olduğu ileri sürülen teorilere de içkin olduğunu söylemek mümkündür. Basit bir şekilde ifade edecek olursak, kâr oranlarının düşmesi ya da kârların realize edilememesi gibi sorunlar kapitalist sistemin krizinin kendisini açıklamak için yeterli görülebilirken, kârın veya daha genel olarak değer kategorilerinin ne olduğu tartışması kenarda bırakılabilmektedir. Böylelikle kapitalist sistemin krizi, kapitalist sisteme özgü tarihsel kategorilerin kendisiyle (bu kategorilerin kendisi eleştiri konusu yapılmadan) açıklanmakta, bu da sistem eleştirisi için yeterli görülebilmektedir.
Oysa Marksist bir yaklaşım krizin, toplumsal ilişkilerin kendisine içkin çelişkilerden kaynaklandığını, bu çelişkilerin de iktisadi kategorilerin kendisine değil, bu kategorileri gerçek ve mümkün kılan toplumsal ilişkilerin kendisine içkin olduğunu ortaya koymak; sistem karşıtı muhalefeti toplumsal ilişkilerin kendisine yöneltmek durumundadır. Dolayısıyla eleştiri sadece krizlerin yarattığı toplumsal sorunlarla sınırlı kalmamalı, temel kategorilere yöneltilmelidir. Bu temel kategorilere yönelik eleştirinin, sadece bir muhalefet çizgisinde kalmayıp, sistemin kendi mantığına yöneltilebilmesi için yöntemsel bir yaklaşım geliştirmek zorunludur.
Kavramlar ve yöntem
Kavramlar bir teorinin temel yapı taşlarıdır; yani kavramlar olmadan teorik bir yapı kurmak mümkün değildir. Kavramları bu şekilde tanımlamak doğruysa da, yöntemsel olarak kavramların aynı zamanda belirli bir kavrayışın ürünü olduğunu söylemek gereklidir. Yani kavramlar, belirli bir toplumsal ilişkiler bütününden kendiliğinden türemezler; kavramların gerçekliği iki ayrı düzlemde mevcuttur. Birincisi, kavramlar sistemin kendisine içkindir; diğer bir deyişle kavramlar, belirli nedenselliklerin açıklanması için zorunlu olarak sistemin kendisinden türetilmiş soyutlamalardır. İkincisi, kavramların sadece verili nesnellikte “mevcut olması” yetmemekte, bunların türetilmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle, nesnel olarak mevcut olduğunu söyleyebileceğimiz kavramların, 1 aynı zamanda öznel olarak ‘keşfedilmesi’ zorunludur. Ancak nesnel olarak var olsalar da, bunların kendiliğinden keşfedilemiyor oluşu, toplumsal süreçlerin dolayımsız olarak tecrübe edilememesiyle ilgili olduğu kadar, insanların kendilerini toplumsal bütün içinde kavrama biçimleri ile toplumun bütününü kavrama yöntemi arasında bir takım ayrımların ve dolayımların olmasıyla da ilişkilidir.
Kavramların varlığı ile bunların keşfedilme süreçleri arasındaki ilişki, dolaysız bir ilişki değildir. Belirli bir toplumsal yapının nedenselliğini, belirli bir toplumsal ilişkiyi ifade eden kavramların bu nedenselliklerin kendisinden türetilebilmesi için sadece nesnel süreçlerin mevcudiyeti değil, aynı zamanda bu gerçekliğin belirli bir şekilde tecrübe edilmesi ve bu tecrübeyi mümkün kılan bir toplumsal pratik gereklidir. Hemen bir örnek verecek olursak, birinci olarak, Marx’ın soyut emek ile somut emek arasında yaptığı ayrım, kendinden önceki politik iktisatçılarda bulunmayan bir kategorik ayrımdır ve soyut emek kavramı Marx’a aittir. İkinci olarak vurgulanması gereken şey de, bu ayrımın gerçekliğinin Marx’tan önce de var olmasıdır. Dolayısıyla, bir gerçeklik olarak bu ayrımın yapılmasını mümkün kılan bir toplumsal yapı söz konusuyken, bu ayrımın yapılması, aynı zamanda öznel bir sürece de işaret etmektedir; toplumsal nesnelliğin kendisi kavramların türetilmesine zemin sunmakla birlikte, bu kavramların türetilmesini dolayımsız olarak gerektirmemektedir.2 Elbette, tekrar etme pahasına söyleyecek olursak, mesele sadece belirli kavramlar türetmek değildir; kavramlar, aslında, toplumsal ilişkilerin, belirli toplumsal süreçlerin kavranışıyla bağlantılıdır. Yani kavramların türetilmesi aynı zamanda toplumsal yapının içinde belirli bir siyasi, ideolojik konumlanışı ifade eder. Bu nedenle kavramların türetilmesi, siyasetin nasıl belirlendiğini de ifade eder. Belirli siyasi ve toplumsal gelişme aşamalarına eşlik eden teorik sıçramalar, aynı zamanda belirli kavramların türetildiği veya var olan kimi kavramların yeni bir anlam kazandığı oluşumlardır.
Diğerlerinin yanında değer kavramının Marx’la birlikte yeni bir tanıma ve anlama kavuşması da bunun bir örneğidir. Bundan başka, emek, sermaye, soyut emek, meta gibi kimi kavramlar, politik ekonominin eleştirisi temelinde Marx’ın düşüncesinin temel unsurları olarak anlaşılmalıdır. Bu nedenle bu kavramların nasıl anlaşıldığı ve nasıl kullanıldığı Marksist düşünce açısından hayli önemlidir. Ne var ki, Türkiye’de bu tür kavramsal tartışmaların özellikle sol düşünce içinde fazla ilgi görmemesi, düşünce tarihimiz açısından talihsizlik olarak görülmelidir.
Marx’ın Kapital’i bu açıdan, elbette Grundrisse’yle birlikte, en talihsiz kitaplardandır. Bu talihsizlik, aynı zamanda çeviriyle ilgili büyük sorunlarla da ilgilidir. Çeviri sorununa girmeden kavramsal olarak Kapital’in kimi temel meselelerini tartışmak mümkün olsa da, çeviri meselesinin pek gündeme gelmemiş olmasını Kapital’in kendi gelişim süreci tanımlanabilir bir tartışma konusu yapılmamış olmasının bir göstergesi sayabiliriz. Kapital’in kendisi kadar, meseleyi Marx’ın anlaşılması bağlamında ele almak da mümkündür. Türkiye’de gençler, sol düşünceyle tanışmaya başladıklarında, genelde önlerinde tartışılmış veya tartışılmakta olan teorik meselelerle karşılaşmazlar; bunun tersine, ne anlama sahip olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği belli ve kesinleşmiş kavramlar varmış gibi mevcut sol düşünceyi kendiliğinden içselleştirirler. Oysa kavramların mevcudiyetinin sadece toplumsal nesnelliğin bir türevi olmayıp, aynı zamanda belirli bir öznel konumlanış ve kavrayışla ilgili olduğunu (bir anlamda öznenin yaratılmasıyla yakından bağlantılı olduğunu) düşünürsek, verili bir kavrayış biçiminin ve yönteminin kavramların kendileriyle birlikte gelmediğini kabul etmemiz gerekir.
Tam bu noktada, Marx’ın kimi kavramlarının nasıl anlaşıldığı ile ilgili temel sorunun, bu kavramların nasıl anlaşılması gerektiği tartışmasından, bunların bir şekilde anlaşıldığı meselesine kaydırılması gerektiğini ileri sürebiliriz. Aşağıda da tartışacağım gibi, kimi temel soruların Marx’ın kavramlarının anlaşılıp anlaşılmadığı meselesinden, belirli şekillerde zaten kavrandığı ve bu kavranış biçiminin nasıl değiştirilebileceği (fazla abartılı bulunmamasını ümit ederek—“kavranış biçiminin nasıl kavrandığı”) meselesine kaydırılması gerektiğini söyleyebiliriz. 3 Bu yazının temel konusunu oluşturan meta kavramı ile ilgili olarak örnek verecek olursak, temel bir sorun, metanın nasıl kavranması gerektiğinden önce, metanın bir şekilde zaten kavrandığıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin kendisinden doğan kavramların, bu kavramlara ilişkin bir açıklama getirilmeden de biliniyor ve belirli bir biçimde anlaşılıyor olmasının, sistemin yeniden üretimini sağlayan önemli bir unsur olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin meta kavramı ile ilgili olarak temel sorun, metanın ne olduğunun nasıl açıklanması gerektiğinden önce, meta diye bir şeyin zaten biliniyor oluşu ya da metayı bizim zaten bir şekilde kavrıyor oluşumuzdur.
Meta
Meta, Marx’ın Kapital’in başlangıcında, analizin başlaması gerektiği yer olarak tanımladığı temel kavramdır. Marx, Kapital’in birinci cildine şu cümleyle başlamaktadır: 4“Kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak görünür; tekil meta da bunun temel formu olarak görünür.” 5
Ancak Marx, meta ile ilgili olarak, ilk başta garip görünen kimi ifadeler kullanmaktadır. Marx, örneğin, metayı hayaletimsi bir varlık olarak tanımlarken, teolojik özelliklere, metafizik bir varoluşa sahip olduğunu söylemektedir. İlk başta, bunların biraz da edebi bir dilin ürünü olduğu düşünülebilir ve “materyalist” bir bakış açısıyla, üzerinde durulmaması gereken soyut ifadeler olduğu ileri sürülebilir. Ancak meta fetişizmi kavramsallaştırması kendi başına Marx’ın büyük önem verdiği toplumsal bir olguyu ele almaktadır ve orada, kullanılan bu terimlerin basit tesadüfler olmadığı görülmektedir.
“Bir meta ilk bakışta son derece açık, basit bir şey olarak görünür. Ancak metanın analizi onun hayli tuhaf bir şey olup, metafizik ve teolojik inceliklerle dolu olduğunu ortaya koymaktadır. Kullanım-değeri olarak kaldığı sürece, ister insan ihtiyaçlarını karşılayan özellikleri itibariyle isterse bu özellikleri insan emeğinin ürünü olarak alması itibariyle ele alalım, gizemli bir tarafı bulunmamaktadır. … Fakat bir meta olarak karşımıza çıktığı andan itibaren, duyusallığı aşan bir şeye dönüşür.” 6
“Kendisi olarak” ele alındığında sadece bir cisim, bir yararlılık nesnesi olan maddi bir varlığın, meta niteliğini alır almaz “duyusallığı aşan” bir karaktere sahip olması, üzerinde durulması gereken bir şeydir. 7 Diğer benzetmelerinde olduğu gibi burada da Marx’ın metanın toplumsal karakteriyle ilgili olarak soyut bir nitelemede bulunduğunu görüyoruz.
Bu garip nitelemelerin nedeni, değerin toplumsal bir kavram olmasıdır. Bunun anlamı, değerin maddi bir karaktere sahip olmaması, değerin varoluşunun maddi bir varlığa indirgenememesidir. Bunu da en iyi, yine Marx’ın ilginç bir nitelemesi anlatmaktadır:
“Metaların değer olarak nesnelliği, bir insanın onu nerede bulacağını bilmediği bir şeydir. Metaların değer olarak nesnelliğine bir tek atom bile girmez; bu onun fiziksel nesnel olarak maddi duyusal nesnelliğinin tam karşıtıdır. Bir metaı elimizde istediğimiz gibi evirip çevirebiliriz; onu değere sahip bir nesne olarak kavramak imkansızdır.” 8
Marx’ın burada hayli pedagojik bir dille anlattığı gibi, bir metayı elimizde evirip çevirerek, hatta herhangi bir kimyasal analize sokarak, onun cisminde maddi bir şey olarak bulunan değerin varlığını keşfetmemiz imkansızdır. Bu durumda akla gelen soru, değerin varlığını nasıl bildiğimizdir. Metanın maddi varlığı olarak adlandırdığımız şey, onun kullanım-değerinin tanımlı olduğu cisimden başkası değildir; ancak bu fiziksel varlığın kendisinde değer olarak bir şey mevcut değildir. Bu durumda sorunun, “metanın değer karakterini nereden ya da nasıl biliyoruz?” şeklini alması doğaldır. Daha açık bir örnekle ifade etmek gerekirse, tarihte binlerce yıldır var olan tahılın kullanım-değeri olarak nitelediğimiz özelliğinin tüm zamanlarda ve tüm farklı toplumsal formasyonlarda var olmasına karşılık, bu tahıl ürününün değer niteliğinin hiçbir zaman bu nesnenin fiziksel varlığında var olmadığını söyleyebiliriz. Buğdayın, kapitalist üretim ilişkileri altında, ona değer niteliğini kazandıracak farklı fiziksel özelliklere sahip olmaması, meta olarak bildiğimiz şeyin, salt maddi bir varlık olmadığını, metafizik özelliklere sahip olduğunu göstermektedir. Marx, “metaların değer olarak nesnel karakterleri, tamamen toplumsaldır” 9 derken anlatmaya çalıştığı şey de budur.
Metaların değer olarak nesnel karakterleri Marx’ın dediği gibi sadece toplumsalsa, o zaman, bu toplumsal karakterin mevcudiyetini meta olarak nitelenen kullanım-değerinin kendisinde, yani metanın fiziksel varlığında aramak anlamsızdır. Öyleyse bu toplumsal varlığı nerede, nasıl aramak gerekmektedir?
Tam bu noktada, yukarıda ele almaya çalıştığım bir konuyu hatırlamakta fayda bulunmaktadır. Metayı değişim-değeri olarak kavramamız, metanın herhangi bir maddi özelliğinden kaynaklanmamakla birlikte, biz onu değerli bir şey olarak kavrayabilmekteyiz. Toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilerin yarattığı kavrayışların neden olduğu bu durum, aslında metanın taşıyıcısı olduğu toplumsal niteliklerin ne olduklarıyla ilgilidir. Bizim dolaysız olarak sadece maddi bir varlık olarak algıladığımız meta nesnesi, bizim onda var olduğunu düşündüğümüz toplumsal nitelikleriyle karşımıza çıkar. Ancak bu şekilde karşımıza çıkarken, aslında o, hiçbir değişim geçirmez; ne fiziğinde, ne de kimyasında bir değişiklik olur. Demek ki maddi bir varlığın toplumsal niteliği, bizim onu kavrayışımızla ilgilidir ve bu kavrayış, aslında maddi varlıkların kendinde var olduğunu düşündüğümüz toplumsal niteliklerden değil, bizim kendi toplumsallığımızdan kaynaklanır. 10 Bütün bunların sadece metanın ne olduğu ile değil, aynı zamanda değerin ne olduğu konusuyla da ilgili olduğunu vurgulamak gerek. Değer olarak adlandırdığımız toplumsal ilişki, gerçekte metaların maddi varlıklarına içkin bir şey olarak mevcudiyet göstermezler. Metaya değer olarak en ufak bir atomun bile içkin olmaması bununla ilgilidir. 11
Metanın maddesine içkin bir şey olmayan değerin nerede ve nasıl mevcut olduğu sorusu akla gelmektedir hemen. Marx da, Kapital’in ilk bölümlerinde esas olarak bu konuyu ele almaktadır. Bu tartışmanın önemi, Marx’ın parayı kavrayışında da karşımıza çıkmaktadır. Marx’ın politik iktisat üzerine yazdıklarının ve bütün yaklaşımının, aslında politik iktisadın eleştirisi tartışması olduğunu unutmamak gerekir. Bunun nedeni, maddi olarak ele alındığı sürece üretim, bölüşüm, tüketim süreçlerinin, politik iktisadın kavramlarıyla açıklanmasının imkansız oluşudur. Diğer taraftan, bu süreçler politik iktisadın kavramlarıyla açıklanmaya kalkıldığında da, bu kategoriler ebedileştirilmiş olmakta, kendiliğinden tüm zamanlarda toplumsal ve maddi hayata içkinmiş gibi kavranmaktadır.
Meta kavramının toplumsal ve maddi niteliklerini kategorize ederek, bu niteliklerin varoluş mekanları arasında ayrım yapmanın nedeni ve önemi, bir yararlılığa sahip herhangi bir nesnenin kendiliğinden meta formunu almamasından kaynaklanmaktadır. Marx’ın kavramları, bu nedenle, yalnızca toplumsal ilişki olarak anlaşılmalı ve nasıl gerçekleştiklerinin analizi yapılmalıdır. Eğer meta, metanın değeri, genel olarak değer, para, sermaye, kâr gibi kavramlar, kendi başlarına mevcut olan kategoriler (kendinde şeyler) olarak alınacak olursa, o zaman bunların “kendileri olamadıkları” aşamalar olarak karşımıza çıkan krizleri de anlamlandırmak mümkün olamaz. Çünkü krizler, toplumsal kategorilerin kendisi olarak realize olamadıkları, dolayısıyla bunları gerçek ve mümkün kılan toplumsal ilişkilerin sistemin mantığının gerektirdiği biçimde gerçekleşemediği konjonktürler olarak görülmelidir.
“Metalar dünyaya kullanım-değeri ya da maddi mallar biçiminde gelirler. Bu onların düz, basit, doğal biçimidir.” 12
Bu alıntıdaki ilk cümlede bir çelişki olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü dünyaya maddi mallar biçiminde gelen bu varlıklar, aslında henüz meta değildirler; bunların meta biçimini, “toplumsal formunu” kazanması, kendileri dışında bir ilişkinin gerçekleşmesini gerektirmektedir. Burada belli ölçüde meseleyi abarttığım düşünülebilir. Ne var ki, kategorik olarak bu tür bir ayrımı yapmamızı bir anlamda talep eden, bizzat Marx’ın kendisidir. Marx’ın vurgularının bu kadar açık olmaması indirgemeciliğe düşmemek adına yapılan bir tercihtir. Ancak daha önemlisi, Marx’ın kavramlarının ancak bir süreç içinde anlam kazanıyor oluşuyla ilgilidir. Örneğin meta, öncelikle, bir kullanım-değeri olarak, yani maddi bir yararlılık nesnesi olarak dünyaya gelmekle beraber, meta üretimini harekete geçiren şey, onun toplumsal niteliklerinin süreç içinde gerçekleşeceği varsayımıdır. Dolayısıyla toplumsal nitelikler ve bu niteliklerin gerçekleşeceği sürecin mantığı, toplumsal ilişkilerin kendisine içkindir ve toplumsal varlıklar olarak insanlar, bu ilişkilerin gerçekleşmesi sürecinde belirli öznellikler kazanmaktadırlar. Maddi varlıkların toplumsal niteliklere sahip olması ve bunun nasıl mümkün olduğunun açıklaması, insanların içinde bilinçli özneler olarak yer aldıkları bu toplumsal pratiklerin mantığına içkindir.
Ancak somut süreç bu dolayımları göstermekten uzaktır. Bu nedenle toplumsal ilişkilerin açıklanması ve kavraması, sadece oluşun olduğu gibi aktarılmasıyla sınırlı olmayıp, esas olarak yöntemsel bir yaklaşım gerektirmektedir. Bunun bir nedeni, bütünün tahlilinin ve açıklanmasının zorunlu olarak belirli momentlerden geçmesidir. Bunun da temelinde yatan şey, maddi varoluşun dolayımsız ve an’da (momentte) tanımlı olmasına karşılık, toplumsal oluşumun dolayımlı ve süreçte tanımlı olmasıdır. Bu nedenle meta kavramını açıklamak için yapılacak bir teorik tartışma, kaçınılmaz olarak tahlilin ileri bir aşamasında, hatta tartışmanın en sonunda bütünsel anlamı ortaya çıkacak bir takım kavramları en başta kullanmayı gerektirmektedir. Bu durum, yukarıda Marx’tan yaptığımız alıntıda olduğu gibi, sözel ya da biçimsel olarak çelişkiler doğurmaktadır. Chris Arthur’un vurgusu bu nedenle yerindedir:
“Dolayısıyla diyalektik bir akıl yürütmede, bütünsel bir resimde herhangi bir unsurun öneminin başlangıçta tam olarak tanımlanması mümkün olmadığından, kavramların anlamları değişimlere uğrayacaktır.” 13 Bu çelişkinin ortaya çıkmasının bir nedeni de, Marksist teoride önemli bir yere sahip olan öz-biçim ya da öz-görüntü meselesiyle ilgilidir. Öz olarak tanımlanan şey ele alınan teorik konuya, incelenen toplumsal ilişkiye göre değişiklik göstermekle birlikte, genel olarak öz’ü, toplumsal ilişkinin ve bu ilişkiyi tanımlayan nedenselliğin kendisi olarak tanımlamayabiliriz. Öz ve biçim, kesinlikle birbirine indirgenebilir şeyler değildir ve bizim iki ayrı kavramla kategorize etmemize rağmen bunlar, aynı bütünün farklı düzeylerde kavranabilir farklı yönleri olarak anlaşılmalıdır. Temel meselelerden biri, bu iki kategorinin birbirini varsayması, ancak bu iki kategoriyi birden barındıran bütünün sadece süreçte tanımlı olmasıdır. Bir ilişkinin özünü oluşturan bir nedensellik belirli maddi dolayımlardan, belirli momentlerden geçmek zorundadır. Bu maddi dolayımlar ya da momentler, kendi başlarına bir anlama sahip olmamakla birlikte, öz, bütünsel sürecin mantığını açıklayan, o bütünün belirli bir tarzda gerçekleşmesini sağlayan bir nedensellik olarak mevcudiyetini korumaktadır. Altı çizilmesi gereken mesele öz’ün kendisi olarak görünmesinin imkansız oluşudur; ancak Hegel’in ünlü ifadesiyle, “öz, görünmek zorundadır”.
Patrick Murray’ın ifadesiyle öz, dolayımsız olarak (özün) kendisi olmayan bir şeyde görünmek zorundadır; çünkü özün kendisi dolayımsız bir varoluşa sahip değildir. Öz görünmek zorundadır, çünkü o sadece düşünsel bir varlıktır ve böylelikle düşüncenin mantığıyla ilişkilidir, öyle ki bu düşüncenin nesnesi olarak bir şeyin verili olması gereklidir; bu şey, görüntüdür. 14 Ancak mesele hiçbir koşulda sadece özün belirleyiciliği, buna karşılık biçimin ya da görüntünün rastlantısallığı şeklinde değerlendirilmemelidir. Özün ne olduğu ve ne tür bir nedensellik içerdiği, mantığının ne olduğunu, aynı zamanda biçimin de ne olduğunu açıklayan, dolayısıyla her tür biçim altında kendisini ifade edebilen bir şey olarak görülmemelidir. Backhaus’un ifade ettiği gibi, diyalektik yöntem, sadece formdan tekrar öze yönelişin gösterilmesiyle sınırlı tutulmamalı; bunun yanı sıra özün, neden şu ya da bu form şeklinde göründüğünü de açıklamalıdır. Bu konu, özellikle para tartışmasında Marksist yaklaşım için önem kazanmaktadır. Burjuva iktisatçıların yaptığı yöntemsel yanlışa, birçok Marksist de düşebilmekte ve değer ilişkisi karşısında parasal fiyatların ikincil bir öneme sahip olduğu düşünülebilmektedir. Ya da “emeğin yarattığı değerin belirleyiciliği altında” esas meselenin, emeğin yarattığı değerin “doğru bir şekilde ifade bulmaması” olduğu düşünülebilmektedir. Oysa Marx, her şeyin fiyatının “içerdiği” emek zamanıyla belirlenmesiyle ve bu emek zamanını gösteren bir zaman makbuzu ile fiyatın ifade edilmesinin krizleri ortadan kaldırabileceğini sanan Proudhoncuları, değer ve fiyatı birbirine indirgemekle ve bu ikisi arasındaki farkı anlayamamakla eleştirmekteydi. 15 Meta kavramıyla ilgili olarak bu öz ve biçim ilişkisi, metanın toplumsal karakterinin ya da değişim-değerinin ifade bulması bağlamında da karşımıza çıkmaktadır. Kendinde bir şey olarak ya da dolayımsız olarak sadece maddi bir yararlılık nesnesi olarak metanın maddesi, ne meta karakterini, ne de onu karakterize eden değişim-değerini kendi başına ifade edebilir. Marx, metaların değer olarak nesnel karakterlerinin yalnızca meta ile meta arasındaki toplumsal ilişkide görünebileceği sonucuna ulaşılacağının zaten belli olduğunu belirtmektedir. Böylelikle değer ile değişim-değeri arasında kesin bir ayrım yaparak, değişim-değerinde gizlenmiş olan değerin izini sürmek için, değişim-değerinden veya metaların mübadele ilişkisinden yola çıktığımızı belirtmektedir.
İtalikle yazdığımız terimler, genellikle gözden kaçan, yukarıda dile getirdiğimiz önemli teorik tespitlere işaret etmektedir. Birincisi, metaların değer olarak nesnel karakterleri doğrudan gözlemlenebilir şeyler değildir ve yalnızca metalar arasında bir ilişki ile ifade bulmaktadır. İkincisi, belirttiğimiz gibi, Marx, değer ile değişim-değeri arasında kesin bir ayrım yapmaktadır; ancak bu ayrım, bu ikisinin ayrı süreçlerde var olduğunu ima etmemektedir. Üçüncüsü, “değişim-değeri” terimi ile “metaların mübadele ilişkisi” deyiminin, birbirlerinin yerine kullanılabilir olduğunu ifade etmektedir. Böylelikle biz, değişim-değerinin kendi başına bir mevcudiyetinin söz konusu olmadığını anlamaktayız. Metanın değerini yalnızca bir başka meta ile ilişkisi içinde ifade edebilmesi, Marx’ın değer teorisiyle ilgili olarak genellikle atlanan temel bir meseledir. 16 Meta, diğer bir deyişle, dünyaya belli bir kullanım-değeri olarak gelmekle birlikte, ancak bir başka meta ile ilişkisi içinde meta olarak toplumsal niteliğini kazanmaktadır.
Sonuç yerine
Kapitalist üretim ilişkileri, maddi ve toplumsal süreçlerin bütünlüğü içinde anlaşılabilir bir mantığa sahiptir. Bunun anlamı bu sistemin yeniden üretiminin, maddi ve toplumsal süreçlerin birbirini varsaydığı, gerektirdiği ve birbirinin dolayımında gerçekleştiği bir bütünlük arz etmesidir. Dolayısıyla ne maddi varlıklar kendi başına toplumsal ilişkilerin gerçekleşmesini kendiliğinden garanti eder, ne de toplumsal ilişkiler belirli bir maddi somutluğa dönüşmeden var olabilirler. Bu iki sürecin diyalektik bütünlüğü, aslında Marx’ın Kapital’de eliptik hareket olarak nitelediği duruma denk düşmektedir. Meta kavramı, bu ilişkiyi en özlü biçimde anlatan temel bir kategoridir. Kullanım-değeri olarak dünyaya gelen bu varlıklar, meta biçimini, yani değişim-değeri karakterini kazanmak için toplumsal ilişkiler içinde, Marx’ın deyimiyle, ölümcül saltolar gerçekleştirirler.
Bu ölümcül salto, tek bir metanın kendi başına gerçekleştirdiği bir eylem değildir. Meta kendi değerini ifade etmek için bir başka metaya gereksinim duyar; böylelikle metada tanımlı çifte karakter, metanın kendisine dışsal bir varlıkta, yani bir başka metada ifade bulur. Bir metanın değeri, bir başka metaın vücudunda “nispi biçim” olarak ifade bulmak zorundadır. Metanın değerinin bu şekilde bir başka metada ifade bulmak zorunda olması, metanın kendi başına değerini ifade edememesi, değerin toplumsal bir ilişki olarak mevcudiyetinin en somut göstergesidir. Ancak bir başka metanın vücudunda kendi değerini ifade eden metanın değer büyüklüğü, toplumsal emeğin bir bileşeni olarak tanımlıdır. Bir metanın değerinin gerçekleşmesi ve bu değerin fiyat olarak parada ifade bulması, özünde metanın içerdiği çifte nitelikle karakterize olan çelişkileri barındırır. Kapitalist sistemin mevcut krizini bir para krizi olarak görenlerin anlayamadıkları da esas olarak budur.
Dipnotlar ve Kaynak
- Elbette, kavramların verili bir toplumsal nesnellikte mevcut olduğunu söylemek, kendi içinde çelişkili bir ifadedir. Bir yandan bunların mevcut olduğunu söylerken, diğer yandan bunların “keşfedilmesinin” ayrı bir süreç olduğunu söylemek, tartışmalıdır. Ancak bu konuda yürütülecek bir tartışmanın, böyle bir çelişkinin olup olmamasından çok, bu iki düzlem arasındaki dolayımların ne olduğu ve “keşfin yöntemi” üzerine yürütülmesinin daha sağlıklı sonuçlar doğuracağı kanısındayım.
- Ancak buradan belirli kavramların, dolayısıyla belirli tarzlardaki kavrayışların ortaya çıkması için, bunları mümkün kılan belirli bir tarihsel gelişmenin zorunlu olduğu tespitine aykırı bir sonuç çıkarılmaması gereklidir.
- Marx’ın kavramlarının nasıl anlaşıldığı meselesinin sadece teorik bir mesele olmadığı açıktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kimi kavramların nasıl anlaşıldığı meselesi, toplumsal ilişkilerin ve süreçlerin nasıl tecrübe edildiği ile de ilgilidir. Ne var ki, bilinçli olarak belirli bir siyasi ve ideolojik konumu tercih eden insanların ve siyasi mücadele içinde yer alanların farklı düşünsel eylemlere yönelmelerini beklemek yersiz görülmemelidir.
- Kapital’in Alaattin Bilgi çevirisiyle Sol yayınlarından çıkmış olan baskısında (Ankara, 1986, s. 49), bu cümledeki “temel formu” terimi, çevirinin dayandığı orijinal kitapta olduğu gibi (Almanca aslından İngilizceye yapılan Moore ve Aveling çevirisi) “temel birimi” olarak geçmektedir. Kavramsal olarak büyük yanlışların bulunduğu bu çeviri, ayrı bir yazının konusu olmayı hak etmektedir.
- Marx, Karl, Capital, c. I, çeviren: Ben Fowkes, Penguin, 1976, s. 125.
- Marx, age, s. 163.
- Burada, “duyusallığı aşmak” olarak tanımlanan şey, Türkçe çeviride (s. 86), “tamamen farklı bir şey olmak” olarak geçmektedir. Bu iki terim arasındaki farklılık, sadece bir çeviri sorunu olarak görülemeyecek kadar büyüktür.
- Marx, age, s. 138.
- Marx, age, s. 139.
- Burada tartıştığım konu, doğrudan, Marx’ın “meta fetişizmi” olarak adlandırdığı toplumsal durumla ilgilidir. Ancak bu konunun, Lenin’in tanımladığı “kendiliğindenlik” ile de doğrudan bağlantısı olduğunu, bir başka yazı konusu olarak ele alınması gerektiğini belirterek geçelim.
- Geçerken belirtmek gerekir ki, maddi bir şey olarak metalara içkin olmayan değeri “yaratan” emeğin de nesnel bir faaliyet olarak görülmemesi gerektiği açıktır. Elbette Marx’ın soyut emek ve somut emek şeklinde yaptığı ayrım, bununla ilgilidir ve emeğin bu çifte karakterinin birbirine indirgenmesine izin vermeyen bir kavramsallaştırmadır.
- Marx, age, s. 138.
- Arthur, Chris J., The New Dialectic and Marx’s Capital, Brill, Leiden, 2004, s. 25.
- Murray, Patrick, “Money as Displaced Social Form: Why Value cannot be Independent of Price,” Marx’s Theory of Money: Modern Appraisals içinde, der. Fred Moseley, Palgrave Macmillan, Houndmills, 2005, s. 40.
- Marx, Karl, Grundrisse, çev. Martin Nicolaus, Penguin, Middlesex, 1973, s. 137-138. Buradaki “emek zamanı” kavramsallaştırmasının temel problemi, “soyut emek” kavramından türememesi ve toplumsal olarak gerekli emek zamanı kavramını yansıtmaktan hayli uzak oluşudur.
- Değerin, genellikle, emek faaliyeti sonucunda metada “cisimleşen”, emek ürününe “içkin” bir şey olarak anlaşılması, hayli sorunludur. Bu tür bir sonuç Marx’ın, sadece kimi izole edilmiş cümlelerinden çıkarılabilse de, en hafif deyimle, Marx’a büyük bir haksızlık olarak görülmelidir.