Lenin 1918’de yazdığı Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri broşüründe, iktidarı aldıktan sonra devrimin önündeki en acil görevin emek üretkenliğinin artırılması olduğunu yazıyordu:
“Bütün sosyalist devrimlerde proletarya iktidarı alma sorununu çözdükten ve esas itibariyle mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek dirençlerini bastırdıktan sonra, kapitalizmden daha üstün bir toplumsal düzen yaratma, yani emek üretkenliğini artırma ve bu minvalde (ve bu amaçla) daha iyi bir emek örgütlenmesini güvence altına alma görevi zorunlu olarak ön plana çıkar.”1
Batılı Sovyetologların önemlice bir kısmı Lenin’in buradaki vurgusunu “totaliterliğin inşası” yolunda bir çağrı olarak yorumluyorlar. Bu yoruma göre Lenin’in bu broşürü, küçük bir devrimci grubun iktidarı halkın desteğiyle aldıktan sonra işçi sınıfı da dâhil halkın bütünü üzerinde tahakküm kurarak iktidarını sağlamlaştırma yoluna girdiğini ifade etmektedir. Oysa Lenin, sosyalist iktidarın kurulabilmesi için emek üretkenliğini artırmanın bir “zorunluluk” olduğuna işaret etmektedir. Bu zorunluluktan ne anlamak gerekiyor sorusunu sormak durumundayız.
Emek üretkenliğinin artırılması sorunu, ihtilalci iradenin işçi sınıfına taşınması sorununun diğer yüzüdür. Devrimden sonra üretici güçleri büyük ölçüde tahrip olmuş bir ülkede emek sürecinin hızlı kalkınma ihtiyacını karşılayabilecek bir düzeye getirilebilmesi yalnızca ihtilalci atılımlarla başarılabilir. Bu ihtilalci atılımlar, işçi sınıfının bu sıçramalara siyasi olarak kazanılmasıyla başarıya ulaşabilir. Dolayısıyla Lenin’in işaret ettiği zorunluluğa bu açıdan bakmak gerekiyor. Emek üretkenliğini artırmaktan yalnızca birim emek zamanı başına elde edilen ürün miktarının artırılmasını anlamak, bu nedenle fazlasıyla sığ bir yaklaşımdır. Üretkenliğin artırılması siyasi bir sorundur ve emekgücünün daha üretken kılınması toplam ürünü artırmanın yolları üzerine verilecek mücadeleleri ve bu çabanın karşı karşıya kalacağı zorlukları aşma gayretini de içerir. Üretkenliğin artırılması işte bu boyutuyla bir siyasi sorundur; bu sürecin yarattığı sınıfsal gerilimleri aşma gayretine üretkenlik politikası da diyebiliriz.
Üretkenlik politikası, sosyalizmin insanının yaratılması sorunundan emek gücünün beceri düzeyinin artırılmasına, uygun tekniklerin seçiminden işçi sınıfının sosyolojik yapısının dönüştürülmesine kadar çok geniş bir düzlemi kapsamaktadır. Reel sosyalizm deneyimleri bu geniş kapsamlı siyasi düzlemin tek tek ülkelerdeki kuruluşunun, önemli ölçüde pratik bir sorun olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin Sovyetler Birliği’nde işgücünün beceri düzeyini artırmanın ve iş disiplini sağlamanın bir mekanizması olarak ücret makasının açılması, Sovyet işçi sınıfının kırla olan güçlü bağlarının uzunca bir süre varlığının devam etmesinden ayrı düşünülemez. Stalin döneminin tarihsel önemi de burada yatmaktadır; Stalin, sosyalist kuruluş sürecini ilerletebilmek için gerekli pratik adımları cesaretle atabilmiştir:
“Hızlı sanayi, yeterli ölçüde proleterleşmemiş köylülük ile kurulmak zorunluluğuyla karşı karşıya geldi. İşçi tulumu giymiş köylüler, eşitlikçi bir ücret sistemine ve maddi kazançlar getirmediği sürece yeni eğitim olanaklarına razı olamadılar. Sovyet yöneticileri, başta Stalin ücret makasını görülmemiş ölçüde açmak ve bilgi artırmayı, artan maddi kazanımlara bağlamak zorunda kaldılar.”2
Şu kadarı açık olmalı: Sovyetler Birliği’nde atılan adımların birçoğu kuramsal bir temele sahip olmayıp, pratik sorunların ortaya çıkarttığı zorunlulukların dayattığı ürünlerdi. Bu pratik adımları bütün sosyalist kuruluş deneyimleri için bir model olarak kabul etmek yanlış olacaktır. Ücret makası sorununda olduğu gibi…
Bu, sosyalizm deneyimlerinden üretkenlik politikasına ilişkin herhangi bir kuramsal sonuç çıkaramayacağımız anlamına gelmiyor. Kanımca, üretkenlik politikasına ilişkin en önemli kuramsal sonuç, ihtilalci iradenin işçi sınıfına taşınması sürecinin Leninist örgüt teorisinin sağladığı zemin üzerine inşa edilmesidir. İşçi sınıfı, söz konusu ihtilalci iradeye halkalar halinde kazanılabilir. Sosyalist iktidarın kuruluşu için atılmak durumunda olan pratik adımları ilk olarak benimseyecek ve sınıfın geri kalanına taşıyacak olan bir öncü işçi kuşağı yaratılmak ve örgütlenmek durumundadır. İhtilali gerçekleştiren öncü işçilerle iktidarın kuruluşu için gerekli pratik adımların taşıyıcısı olan öncü işçilerin tam olarak örtüşeceğini beklemek hayalciliktir. Partinin, işçi sınıfıyla temasını değişen koşullar altında yeniden üretmesi bir zorunluluktur. Buradaki sabit, partinin öncülük işlevini hiçbir zaman bırakmamasıdır.
Lenin 1918’de Taylorist emek sürecinin ilkelerinin benimsenmesinin Sovyetler Birliği için ileri bir adım olacağını savunurken, pratik zorunluluklara Ne Yapmalı’da geliştirdiği teorik temele dayanan bir yanıt üretmeye çalışmaktaydı. Lenin’in, batılı aydınların yine “totaliterlik” olarak yargılamayı pek sevdikleri şu cümleleri üzerinde duralım:
“Rus [işçisi] ileri ülkelerdeki halklara kıyasla kötü bir işçidir. Çarlık rejimi altında ve serfliğin kalıntılarının varlığını sürdürmesi karşısında başka türlüsü de olamazdı. Sovyet hükümetinin görevi, bütün halkı çalışmayı öğrenmeye sevketmektir. Kapitalizmin bu husustaki son sözü olan Taylor sistemi, bütün kapitalist ilerleme gibi, burjuva sömürücülüğünün inceltilmiş vahşetiyle, iş sürecindeki mekanik hareketlerin çözümlenmesi, gereksiz ve acemice hareketlerin ortadan kaldırılması, doğru çalışma yöntemlerinin geliştirilmesi, en iyi muhasebe ve kontrol sisteminin getirilmesi ve bunun gibi bir dizi büyük bilimsel edimin bir bileşimidir. Sovyet Cumhuriyeti, ne pahasına olursa olsun bu alandaki bilimsel ve teknolojik edimlerde değerli olan ne varsa benimsemelidir. Sosyalizmi inşa etme olasılığı kesin olarak Sovyet iktidarı ve Sovyet idari örgütlenmesiyle kapitalizmin çağa uygun edimlerini birleştirmek konusunda elde edeceğimiz başarıya bağlıdır.”3
Burada Taylorist iş örgütlenmesinin Sovyet iktidarı ve Sovyet örgütlenmesi olmadan benimsenmesinden bahsedilmiyor. Emek üretkenliğini artırmak için batıda geliştirilen ve kuşkusuz Sovyetlerin içinde bulunduğu duruma göre bir ilerleme sayılabilecek teknikleri benimsemek, bu süreci Sovyet iktidarının özellikleriyle birleştirmekle mümkündür. Sovyet iktidarının özelliği, kendisi için sınıf olma niteliğini kazanmış işçileri kapsamasıdır. Atılan adımın ileri bir adım olabilmesi işçi sınıfının bu bilinçli kesiminin sürecin taşıyıcısı olması şartına bağlıdır. Kuramsal temel buradadır, gerisiyse pratikten ibarettir.
Bu çerçeve içerisinde değerlendirebileceğimiz zengin bir deneyim birikimi bulunuyor. Sovyet deneyiminde özellikle Stahanov Hareketi akla geliyor. Bu hareketin gelişiminin, yükselişinin ve düşüşünün nedenleri üzerinde durmaya çalışacağım. Stahanovculuğun, sosyalist kuruluşun önemli sorunlarını çözmeye yönelik Leninist bir atılım olduğu görüşündeyim; bunu açmaya çalışacağım.
Küba Devrimi’ni pek çok açıdan bu atılımın teorik mirasçısı olarak görebiliriz. Küba’daki uygulamalarla Stahanovculuk arasında pek çok farklılık var. Pratik şartlar farklı. Ama kuramsal bir süreklilik olduğu kanısındayım.
Süreklilik, özellikle Küba’da sosyalist planlamanın kurumsal-örgütsel yapısına ve özendiricilere dair tartışma üzerinden kurulmaktadır. Küba’nın sosyalist planlama tartışmalarına en büyük katkısının, sosyalist insanın yaratılması sorununun zamanlamasına ilişkin olduğunu düşünüyorum. Devrimin hemen ardından, maddi özendiricilerin ağırlığını azaltma denemelerine başlanması ve bu konuda karşılaşılan pratik güçlükler öğretici bir deneyim sunmaktadır. Altmışlı yıllarda yoğunlaşan bu tartışmalar içerisinde sosyalist insanın yaratılması doğrultusunda atılan adımların pek parlak iktisadi sonuçlar vermediğini biliyoruz. Ancak Küba Devrimi’nin önderlerinin, “sosyalist insanın yaratılması üretici güçlerin belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaşmasından sonra gündeme alınabilecek bir mesele değildir” iddiasıyla yola koyulması, sadece kısa vadeli iktisadi sonuçlar üzerinden yargılanamayacak kadar önemlidir. Bugün Küba toplumunun sosyalist iktidara olan bağlılığının ve inancının sağlamlığında, devrimin başlangıcından itibaren bu iddianın arkasında durulmuş olmasının önemli payı olduğu kanısındayım.
Küba, hiçbir zaman bir “sosyalist planlama modeli” olma iddiasını taşımadı. Sınırlı kaynaklarının yarattığı sorunlarla ve burnunun dibindeki emperyalist tehditle cebelleşmek zorunda kalan Küba sosyalizmi, dört başı mamur bir planlama örneği sunma olanağına hiçbir zaman sahip olmadı. Ancak Küba sosyalizmi, sosyalist planlama ve sosyalist kuruluş tartışmalarının can alıcı sorusuna dair çok önemli yanıtlar üretmiştir; sosyalist planlamanın toplumu harekete geçirme kanalları yaratmasıyla ilişkisi ve ihtilalci iradenin işçi sınıfına aktarılması konusunda Küba Devrimi’nden öğreneceğimiz pek çok şey bulunmaktadır.
Burada Küba’da sosyalist planlama tartışmalarının ilk on yılına değinilecek. Bu on yıl sosyalist planlamanın araçları konusundaki tartışmaların hem Küba, hem de uluslararası sosyalist hareket içinde çok yoğun yaşandığı bir zaman kesitidir. Küba sosyalizminin bu tartışmalarda aldığı konum devrimin daha sonraki yıllarında benimsemeye devam ettiği ekseni kavramak açısından önemli bir veridir. Küba’nın sosyalist kuruluşa ilişkin getirdiği yaklaşım, reel sosyalizm deneyimlerinin birikimine yaslanmaktadır. Altmışlı yıllarda Küba’nın seçtiği yolu daha ziyade Çin’le özdeşleştiren bir yaklaşım hâkim olmuştu. Ancak, kanımca Küba’nın konumu otuzlu yıllarda Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfını harekete geçirmek üzere yapılan denemelere teorik anlamda daha yakındır. Bu yakınlığı saptamak için, Sovyet tarihinin en önemli sınıf hareketlerinden bir tanesi olan Stahanov Hareketi’ne daha yakından bakmak gerekmektedir.
Stahanov Hareketi ve Sovyetler Birliği’nde Üretkenlik Politikası
Aleksei Grigorieviç Stahanov 30 Ağustos 1935’i 31 Ağustos’a bağlayan gece, İrmino Kömür Madeni’nde altı saat içinde üretim normunun on dört katı kömür keserek bir rekora imza attı. Stahanov’un rekoru büyük bir propaganda atağına yol açtı. Kısa süre içinde birçok sektörde Stahanovcu işçiler benzer rekorlar kırdılar.4
Stahanov’dan önce hiç kimse böyle bir rekor kırmamış mıydı? 1932’de bir başka maden işçisinin, Nikita İzotov’un kırdığı rekor biliniyor. Bagitskii Madeni’nde çalışan İzotov, 1932’in ilk üç ayında üretim normunu ortalama yüzde 434 aşmıştı. İzotov’un rekoru da önemli ölçüde ses getirmiş, bu dönemde örneğin İzotovcu okullar kurulmuş ama bu, Stahanov örneğindeki gibi hızla toplumsallaşan bir harekete dönüşmemişti. Neden?
Stahanovculuk üzerine önemli bir çalışmanın yazarı Lewis H. Siegelbaum, bu soruya cevaben şunları yazıyor:
“1932-33’te teknolojiyi özümsemeye ve teknolojiye hâkim olmaya henüz yeni vurgu yapılmaya başlanmıştı. Bu [vurgu] partinin, kıtlığın sonuçlarına, endüstriyel işgücünün yasal zorlamayla istikrara ve disipline kavuşturulmasına ve devasa inşaat projelerinin ne pahasına olursa olsun tamamlanmasına odaklanmış bulunan ilgisiyle rekabet içindeydi. Son olarak ve belki de en önemlisi, parti, 1935 sonrasından farklı olarak teknik uzmanların otoritesini yeniden tesis etmek ve [işletme] yönetimin[in] otoritesini genişletmek konusunda kararlıydı. Ücret oranı cetvellerinin gözden geçirilmesi ve artan oranlı parça başı ücret sisteminin getirilmesiyle işçilere sunulan özendiriciler maddi ödüllere yönelmişti. Ancak, tayına bağlama sisteminin sonlandırıldığı 1935’e kadar parasal ücretler kolaylıkla alım gücüne dönüştürülemiyordu.”5
Partinin inisiyatifiyle öncü işçilerin üretkenliği artırma atılımları başlatmalarının bir modele dönüştürülmesinin, bir dizi koşula bağlı olduğunu görüyoruz. Bu koşullar arasında üretimin mekanizasyonu ve uygun tekniklerin seçimi konusundaki politikaları, ücret sisteminin yapısını teknik entelijensiyanın sosyalist iktidarı özümseme düzeyini sayabiliriz. İzotovculuğun Stahanovculuğun yerini alamamış olması, 1932’de bu koşulların henüz yeterli olgunluğa ulaşmamasına bağlıdır. Bu sonucu daha genel bir çerçeve içerisine oturtabiliriz: Partinin öncü işçileri harekete geçirerek üretkenlik artışı sağlaması, işçi sınıfı içinde gerilimlere yol açacaktır. Bu gerilimlerin göğüslenebilmesi, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine ve devrimci atılımı taşıyabilecek gelişkinlikte bir öncü işçi kuşağının örgütlenmesine bağlıdır. Sovyetler Birliği’nde devrimin hemen sonrasında öncü işçilerin hareketine dayanan böyle atılımlar örgütlenmeye çalışılmış, kızıl cumartesilerden, şok tugaylarına kadar birçok deneme hayata geçirilmiştir. Ancak bu denemelerden hiçbiri Stahanov Hareketi kadar kapsamlı olamamıştır. Stahanovculuk, üretkenlik artışının yarattığı sınıfsal gerilimlerin bütünsel bir siyasi çerçeve içinde ele alınabildiği bir dönemin ürünüdür.
Gerilimlerin niteliğine gelelim. Birinci nokta, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyiyle ilgilidir. Burada hızlı sanayileşme sorununun yarattığı gerilimler karşımıza çıkıyor. Sosyalist sanayileşmede hız sorunu, öncelikle bir teknik seçimi ve sanayide üretkenliği artırma sorunudur. Bu sorunların nasıl aşılacağına ilişkin hazır cevaplar bulunmamaktadır. Örneğin hızlı sanayileşme sorununun, kırdan kente kaynak aktarımıyla ve en ileri teknikleri ithal edip uygulamaya koyarak çözülebileceğini iddia etmek hiç gerçekçi değildir. Neden basit “stratejiler” geçerli olamıyorlar, bu konu üzerinde kafa yormak gerekiyor.
Sovyet sanayileşmesi işgücü kısıtlılığı altında gerçekleşmiştir. Birinci husus budur. Kapitalist sanayileşme deneyimleri, yeni gelişen sanayinin emekgücü ihtiyacını sağlayabilmesi sorununu çözülen feodal üretim ilişkilerinin açığa çıkarttığı emekgücü sayesinde aşabilmiştir. Feodal ilişkilerden kopan emekçiler, kendilerini gelişmekte olan piyasanın ve onun anarşik yapısının içinde buldular. Piyasa cezalandırıcıdır; kırdan kente göçe zorlanan emekçi belirli bir iş tutmazsa bunun bedelini işsizlikle öder. Sosyalizm ise kapitalizmin bu cezalandırıcı ve yıkıcı dinamiklerini redderek işe başlamaktadır. Dolayısıyla sosyalizmde kırdan kente göçen emekçi, kentteki işler arasında dolaşıp duruyor. Bu nedenle sanayileşme bir işgücü kısıtı altında gerçekleştirilmek durumunda kalıyor ve işgücünün disiplinini sağlamak için başka mekanizmaların geliştirilmesi sorunu ortaya çıkıyor.6
Sovyet deneyiminin bu yeni soruna ilişkin teorik temelleri sağlam yanıtlara yaslaması mümkün değildi; nedeni açık, bu tür yanıtlar bulunmamaktaydı. Dolayısıyla pratik adımların denendiğini ve sık sık bu adımlarda geri dönüşlerin yaşandığını görmekteyiz. Örneğin, Birinci Beş Yıllık Plan’da işletme yöneticilerinin rolünün artırılmasının bir çözüm yolu olarak denendiğini biliyoruz. Edinonaçaliye, yani tek kişi yönetimi bu dönemde benimsenmiştir. Bu politikanın bazı önemli sonuçları var:
“Sanayileşme atılımı ile birlikte işletmelerdeki kolektif yönetiminden edinonaçaliye, tek kişi yönetimi, düzenine geçilmesi, teşvik primlerinin dağıtılmasında işletme direktörüne daha fazla yetki verilmesi, işgücü sıkıntısı çeken işletme yöneticilerini birbirinin işçisini ‘kandırmaya’ sevkediyor. Mujik ideolojisinden kurtulması için yeteri kadar zaman geçememiş olan yeni işçi de bir fabrikadan diğerine geçmede hiçbir sakınca görmüyor.
“Bir tablo çıkıyor: Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluş sürecinde bir ‘işçi esareti’ değil işçinin ‘aşırı özgürlüğü’ ortaya çıkıyor.”7
İşgücü sıkıntısının diğer boyutu, işgücü dalgalanmasıdır. Bu sorunun giderilmesi için işletme yöneticilerine daha fazla yetki verilmesi, dolayısıyla yöneticiler üzerinde daha fazla denetim kurulması gerekli görülmüştür. Ancak edinonaçaliye’nin işleyebilmesi için yeterli teknik uzmanlık düzeyi bulunmamaktadır.8 Bu da işletmeleri denetleyen aygıtın hantallaşmasına ve işletme yöneticilerinin üretimdeki aksamalara dair bir yandan denetim kurullarını, diğer yandan altlarında çalışan işçileri suçlamasına yol açmıştır. Bu sorunlar teknik entelijensiyanın sosyalist iktidara siyasi bağlılığının sürekli olarak sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Sorunun çözümü, işçi sınıfı içinden yetişen teknik eleman sayısının artırılması olarak görülmüştür.
Ancak köylü ideolojisinin Sovyet işçi sınıfı içindeki etkinliğinin uzun süre devam ettiğini söyledik. Küçük meta üreticisi ideolojisi, edindiği her yeni beceri için bir karşılık beklemek biçiminde özetlenebilir. Bu nedenle Sovyet işçisinin eğitilmesi, işgücünün beceri düzeyinin artırılması ciddi bir zorluk olmuştur. Bu yüzden Sovyet yöneticileri ücret makasına yaslanmak dışında bir yol görememiş ve yine bu nedenle devrim öncesinin teknik entelijensiyasının yerini alacak Sovyet endüstriyel kadrolarının yaratılması uzun bir süre almıştır.
Burada Engels’in Anti-Dühring’te yazdıklarını hatırlamak durumundayız. Basit ve bileşik emek bahsinde Engels şunları yazıyor:
“O halde bileşik emek için daha yüksek ücret ödenmesine ilişkin çok önemli soruyu nasıl çözeceğiz Özel üreticilerden oluşan bir toplumda nitelikli emekçinin eğitiminin maliyetini özel kişiler veya onların aileleri öderler; dolayısıyla, nitelikli emekgücüne ödenen yüksek fiyat öncelikle özel kişilere tahakkuk eder: Becerikli köle daha yüksek bir fiyata satılır ve becerikli ücretliye de daha yüksek ücret ödenir. Sosyalistçe örgütlenmiş bir toplumda bu maliyetler toplum tarafından karşılanır ve bu nedenle meyveleri bileşik emek tarafından üretilen daha büyük değer de topluma aittir. İşçinin kendisinin ek ödeme talep etme hakkı yoktur.”9
Engels’in yazdıklarıyla ücret makasını kullanarak becerili emekgücünün gelişmesini teşvik etmek arasında bir uyumsuzluk olduğu açık. Ancak Engels sosyalist kuruluşun pratik zorluklarını yaşamamıştır. Hızlı sanayileşmenin ve emperyalist abluka altında kendi teknolojisini geliştirmenin zorunluluk olduğu koşullarda ücret makasının bir özendirici olarak kullanılması pratik bir zorunluluk olmuştur. Ancak bu pratik zorunluluğu teorileştirmek önemli bir hata olacaktır. Zira ücret makasının sürekli olarak başvurulan bir özendirici mekanizmaya dönüşmesi, sınıfsız topluma varmak için gerekli asli dönüşümlerin altını oyacaktır.
Devrimin sanayide yeni bir iş kültürünü hâkim kılacak kadrolar yaratmaya ihtiyacı bulunuyordu. Birinci Plan Dönemi’nde bu doğrultuda adımlar atıldı. Ancak, yeni bir iş kültürü yaratılması doğrultusunda atılan hızlı adımlar, Moshe Lewin’in “bulaşma etkisi” diye nitelediği sorunu açığa çıkartmıştır. Yani, “kırılmalar ve değişim ne kadar hızlı gerçekleştirilirse eski o kadar çok yeniden yaratılır. Tamamen yeni gibi görünen kurumlar ve yöntemler, bakış açısı daha fazla derinleştirilince çoğunlukla şaşırtıcı bir biçimde eski özelliklerin ve biçimlerin yeniden ortaya çıkmasını temsil eder.”10 Bu Stalin karşıtı yazarın yaklaşımının nereye çekersek oraya gidebilecek bir içeriğe sahip olduğunun farkındayım. Meseleyi kolektivizasyonun zamanlaması ve sanayileşmenin hızı sorununu sorgulamaya dayandırmadan şu kadarı söylenebilir: Birinci Plan Dönemi’nde Sovyet işçi sınıfı içinde, çalışmanın sosyalist bir kültürle yoğurulmasını sağlayacak bir kesim bulunmamaktadır.
Ama denemeler var ve bunlar önemli. Bir tanesi “sosyalist yarışma”nın iş kültürünün parçası haline getirilmesi çabası. Ancak bu tür girişimlerin yerleştirilmesi için maddi özendiricilere yaslanmak neredeyse kural halini almıştır. Bunun nedenleri yukarıda açıklandı.
Bu tabloya geç sanayileşmenin getirdiği sorunları eklemek gerekli. Geç sanayileşen ülkelerin en yeni teknolojileri alıp, özümseyebilecekleri ve bu nedenle “geri kalmışlığın avantajı”nı kullanacakları görüşü bir safsatadır. Sanayileşmiş ülkelerde geliştirilmiş olan yeni teknolojilerin kolayca alınıp, geç sanayileşen bir ekonomiye eklemlenememesinin çeşitli nedenleri var: Bir, yeni teknolojiler ekonominin bütünündeki uzmanlaşma düzeyine bağlı olarak ortaya çıkarlar. Sanayileşmiş bir ekonomide yeni üretime başlayan bir işletme ekonomideki verili bir uzmanlaşma düzeyinde çalışmaya başladığından daha verimli olacaktır. İki, yeni geliştirilen teknikler belirli bir pazar büyüklüğünü varsayar. Geç sanayileşen ülkeler genellikle gerekli talep büyüklüğüne sahip değildirler. Üç, yeni teknolojiler her zaman üretilmesinin nedeni olan ihtiyaçları karşılamaz, çünkü yeni teknolojiler, (i) “ekonomideki fiyat matriksinin gerekli kıldığından daha sermaye yoğun olabilmektedir”, (ii) “yoğunluk gibi ölçek de marjinal ve istenen ölçüde artmıyor olabilir”.11 Yani hızlı teknolojik yenilenme dönemlerinde efektif talep baskısı daha fazla olur. Bu nedenle kapitalist ülkelerde hızlı teknolojik yenilenme dönemleri pazarı genişletme basıncının en yoğun olduğu dönemlerdir.
Bütün bunlara sosyalist iktidarın sanayileşmiş kapitalist ülkelerden teknoloji ithal etme şansının olmamasını eklemeliyiz. Öyleyse sosyalist kuruluş sürecinde teknik seçimi sorununun basit yanıtları olmadığını tekrar vurgulayabiliriz. Dolayısıyla emek sürecini artan ölçüde mekanize ederek becerili işgücü ihtiyacını azaltma yolunun sanıldığı gibi açık olmadığını söyleyebiliriz. Dahası yüksek mekanizasyonun pek çok durumda daha yüksek bir beceri düzeyi gerektirdiğini de buna ilave edebiliriz.
Birinci Plan, özellikle sermaye malları üreten kesimde yoğun bir sermaye birikimi sağlamıstır. SSCB, Birinci Planın sonunda makine yapımında ileri kapitalist ülkeleri geride bırakmış ve bütünsel mekanizasyon ve otomasyon adımına geçişin teknik altyapısı hazırlanmıştır.12 Mekanizasyon düzeyindeki artış becerili işçi ihtiyacını artırmış ve bu, İkinci Planın temel sorunlarından bir tanesi olmuştur.
Birinci Planla birlikte becerili işçi sayısında ciddi bir artış sağlandığı biliniyor. Bu dönemde işçi sınıfı içinden yetişen “uzman” personel sayısındaki önemli artış bu yönde bir gelişmedir. 1933 sonu itibariyle toplam 438676 kişiden oluşan sanayi yöneticilerinin 105440’ının fabrika işçiliğinden geldiği bilinmektedir. Yine Birinci Plan döneminde sanayideki ustabaşıların yüzde 77’si işçi kökenlidir.13 Ancak bu dönemde çalışma zamanının veya makine zamanının arttığı yönünde herhangi bir belirti yoktur. Yönetici kesim içinde işçi kökenli kadroların artması, kendiliğinden iş disiplininin ve çalışma yoğunluğunun artırılması sonuçlarını doğurmamıştır.
İlk planda düşünülen müdahalelerden bir tanesi becerilerin veya işlerin birleştirilmesi, yani işin aşırı bölünmesinden vazgeçilmesidir. Ancak bu pratik adımın taşıdığı risklerden bir tanesi Çarlık döneminden kalan artellerin -geleneksel köylü kolektiflerinin- yeniden güçlenmesiydi. Artellerin güçlenmesi yeni bir iş kültürü yaratılması ve yeni bir öncü işçi kuşağı yaratılması hedefleriyle çelişmekteydi. Zira artel, kırdaki geleneksel bağların belirlenimi altındaki bir sosyal yapıdır. Risklere rağmen bu yol denendi. Özellikle yardımcı faaliyetlerin ağırlığının çok olduğu madencilik ve tekstil gibi sektörlerde gerçekleştirilen deneyler önce olumlu sonuçlar verdi. Ancak 1935’in ilk yarısında Donbass Madenlerinden gelen sonuç işlerin birleştirilmesinin iş disiplinini olumsuz etkilediğini ve işgücü dalgalanmasını artırdığını ortaya koydu. Aynı yılın Ağustos ayında Stahanov’un rekoruna ilişkin haberlerin gelmesi, bu zor sorunun sıkıştırdığı Sovyet yönetimini büyük ölçüde rahatlattı.
Stahanov’un rekoru, kesici ile kereste destekleri sağlayan işçiler arasında iş bölümü yapılmasına dayanıyordu. Başka bir ifadeyle, Stahanov’un getirdiği teknik bir yenilik yoktu; o yalnızca işler arasında açık bir ayrım yaparak üretkenliği artırmanın mümkün olduğunu göstererek bir tartışmaya nokta koymuş oldu.
Stahanovculuk, üretkenliği artırma ve yeni bir iş kültürü yaratma sorununun yeni bir insan yaratma sorunundan ayrılamayacağını ortaya koymuştur. Bu nedenle kısaca Stahanovculuğun içine doğduğu siyasi ortam üzerinde de durmak gerekiyor. Otuzların ortasından savaşa kadar olan dönemin siyasi gelişmeleri, hem Stahanovculukta ifadesini bulan yeni insanın yaratılması hamlesini doğurmuş, hem de bu sürecin kısa süre içinde kadük kalmasına yol açmıştır.
Stahanovculuğun Yükselişi ve Düşüşü
Stahanovculuk büyük bir teknik yeniliğe dayanmıyordu; özünde mevcut tekniği mümkün olan en iyi biçimde özümsemek ve emek sürecinin rasyonalize edilmesi sayesinde üretkenliğini artırmak yatıyordu. Bu yönüyle Stahanovculuk emek sürecinin mevcut teknik zemininde yoğunlaştırılması olarak yorumlanabilir.
Bu kısmen doğrudur, ancak önemli ölçüde de yanıltıcıdır. Çünkü emek sürecinin yoğunlaştırılması Stahanovculuğun başlıca işlevi olmamıştır. Daha doğrusu, Stahanovculuk, salt emek sürecine ilişkin düzenlemelerin ötesine geçen boyutlar taşıyan bir harekettir:
“… Stahanovculuğun ana ilkesi Taylorizminki değildi. Taylorizm yöneticilerin görev anlayışıyla işçilerin bu görevleri yerine getirmeleri arasında açık bir ayrım yapılmasına dayanıyordu; Stahanovculuğun dürtüsü bu iki işlev arasındaki farkın ortadan kaldırılmasıydı.”14
Stahanov’un rekorundan Stahanovcu bir toplumsal hareketlenme yaratma atağına geçişte, bütün ekonomi yönetimi üzerinde bu yönde bir baskı kurulduğunu görmekteyiz. Baskının doğrultusu teknik entelijansiyanın ve onları denetleyen parti ve devlet kurullarının Stahanovculuğa öncülük etmesini sağlamak yönünde olmuştur.
Bu sürecin yaratacağı iç gerilimleri göğüsleyebilmek, parti-devlet ilişkilerinde bir dönüşümü gerekli kılmıştı. Stahanovculuğun açığa çıkarttığı enerji partinin ekonomi yönetimi üzerindeki doğrudan denetim işlevlerinden çekilmesi ve siyasi-ideolojik öncülük işlevleriyle daha yetkin bir düzeyde donanması olanağını yarattı. Stahanovculuk sadece emek sürecine getirdikleriyle değil, yaşam tarzına getirdikleriyle de yeni Sovyet insanının bir prototipini sunmak iddiasındaydı. Partinin bu yeni insanın gücüne güvendiğini göstermesi ve öncülük işlevini yeniden tarif etmesi bu nedenle önem taşımaktaydı.
1936 Anayasası bu doğrultuda atılan adımlar içeriyordu. Anayasanın 126. maddesinde, “Komünist Parti, işçi sınıfının sosyalist düzeni güçlendirme ve geliştirme mücadelesindeki öncüsü ve işçilerin, hem genel hem de kamusal bütün örgütlerinin öncü çekirdeğidir”15 denilmekteydi. Başka bir deyişle, 1936 Anayasası’na göre parti, her tür işçi örgütlenmesinin öncü gücü olarak tanımlanıyor ama devletin yürütme ve yargı işlevlerine ilişkin anayasal bir rol üstlenmiyordu.
Bu önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilir, öyle olmadığı kanısındayım. 1936 Anayasası’nın benimsenmesi öncesindeki tartışmaların devlet-parti ve parti-sınıf ilişkileri üzerine yoğunlaştığını akılda tutmak gerekiyor. Anayasa değişikliği seçimlerinin öncesinde özellikle Stalin’in açık ve parti dışından adayların da yer aldığı bir seçimin yapılması konusundaki ısrarı bu noktalarla ilişkiliydi. Stalin, 1935 Ocak’ında Parti Plenumu’nda şunları söylüyordu:
“Seçim yarışmasının olmayacağını düşünüyorsunuz. Ancak olacaktır ve çok canlı seçim kampanyaları olacağını öngörüyorum. Ülkemizde kötü çalışan kurum az değildir. Şu ya da bu yerel hükümetin kent ve kır emekçilerinin çeşitli ve büyüyen ihtiyaçlarını karşılamayı başaramadığı örnekler bulunuyor. İyi bir okul kurdunuz mu, kurmadınız mı? Barınma koşullarını iyileştirdiniz mi, iyileştirmediniz mi? Bürokrat mısınız? Emeğin daha etkin olmasına ve hayatlarımızın daha kültürlü olmasına yardımcı oldunuz mu? Milyonlarca seçmenin adayların uygunluğunu ölçecekleri, uygun olmayanları reddedecekleri, isimlerini aday listesinden çıkartacakları ve en iyi adayları belirleyip listelere koyacakları ölçütler işte bunlar olacaktır. Evet, seçim kampanyaları canlı olacaktır, kampanyalar çok çeşitli, acil sorunlar etrafında, büyük ölçüde pratik bir içeriğe sahip, halk için birincil derecede önemli konular etrafında yürütülecektir. Yeni seçim sistemimiz bütün kurumları ve örgütleri sağlamlaştıracak ve onları işlerini daha iyi yapmaya sevkedecektir. Genel, eşit, doğrudan ve gizli oy kullanma hakkı, SSCB’de halkın kötü çalışan devlet organlarına karşı kırbacı olacaktır. Kanımca yeni Sovyet anayasamız dünyadaki en demokratik anayasa olacaktır.”16
Stahanov Hareketi neden daha önce değil de otuzların ortasında ortaya çıktı sorusunun bir başka düzeydeki yanıtını burada buluyoruz. Sovyet iktidarı otuzların ortasında halkın devlet yönetimine katılımı ve sosyalizmin insanının yaratılması konusunda bütünlüklü bir hamleye kalkışmış bulunmaktadır. Bu hamlenin otuzların ortasına denk gelmesi işçi sınıfı iktidarına duyulan güvenden kaynaklanmaktadır. Stalin’in açık oylama ve parti dışından adaylarla eşit koşullarda yarışma çağrısı üzerindeki ısrarları tam da buna işaret etmektedir.
Stalin’in bu yaklaşımı, ülkenin ve partinin bu çok kritik döneminde genel bir kabul görebildi mi? Maalesef hayır. Muhalefetin tasfiyesinin yoğun biçimde yaşandığı bu dönemde her taşın altında bir “devlet düşmanı” aramak, ne yazık ki Sovyet toplumunun daha fazla siyasallaştırılması çabalarının önünü kesmiştir. Sovyet tarihine ilişkin yapılan yeni çalışmalar, bu dönemde Stalin’in Sovyet halkını siyasallaştırmak ve sosyalizmin insanının yaratılmasına ağırlık vermek doğrultusunda girişimlerini kaydetmektedirler. Ancak Stalin bu mücadelede başarısız olmuş ve statükoculuğa yenik düşmüştür.
Açık seçimlerin yapılması, bürokratizmle mücadele, partinin devlet organları üzerindeki denetiminin siyasi ve ideolojik öncülük işlevleri biçiminde sadeleştirilmesi; bunların hepsi Stalin’in 1934-1937 arasındaki siyasetinin ağırlık noktalarıdır. Stalin ne tür bir dirençle karşılaştı, bu noktaya gelelim.
“Parti Birinci Sekreterleri, sovyetlerde girecekleri herhangi bir seçimde alacakları yenilgi üzerine uzaklaştırılmayacakları Parti mevkilerine sahiptiler. Ancak ellerinde tuttukları geniş yerel iktidar esas olarak Parti’nin ekonominin ve devlet aygıtının her boyutu -kolhoz, fabrika, eğitim, ordu- üzerindeki denetiminden kaynaklanıyordu. Yeni seçim sistemi Birinci Sekreterleri, sovyetlerin otomatik delegeleri olma konumlarından ve diğer delegeleri seçme kabiliyetlerinden edebilirdi. Kendilerinin veya ‘adaylarının’ (Parti adaylarının) sovyet seçimlerinde yenilmesi, aslen yaptıkları çalışmalar hakkında bir referandum anlamına gelecekti. Adayları sandıkta Partili olmayan adaylar tarafından yenilen bir Birinci Sekreterin kitlelerle bağlarının zayıf olduğu ortaya çıkacaktı. Kampanyalar sırasında muhalif adaylar şüphesiz, Parti görevlileri arasında gözlenen yolsuzluk, otoriteryanizm veya beceriksizlik gibi konuları kampanya konusu haline getirecekti. Yenilen adayların komünist olarak önemli zayıflıkları olduğu ortaya çıkacak ve bu muhtemelen değiştirilmelerine yol açacaktı. (Zhukov, Komsomolskaya Pravda, 13 Kasım 2002, Inoy Stalin, s. 226, Getty, “Excesses”, s.122-3)”17
Buradan partinin bütünüyle yozlaşmış olduğu ve Stalin’le parti sekreterleri arasında büyük mücadeleler olduğu sonucu çıkartılmamalı. Stalin, partiye ve işçi sınıfı iktidarına güvenerek, partinin sınanmasını ve toplumun daha fazla siyasallaştırılmasını zorlamıştır. Bu çabanın çarptığı duvar yozlaşma değil, bu hamlenin mevcut statükoyu sarsmasından duyulan korkudur. Parti yöneticileri, devrimden sonra son derece önemli atılımların merkezinde durmuş ve büyük atılımları yönetmişlerdi. Stalin otuzların ortasında partinin bu rolünü yeni bir mecraya taşımaya çalışmıştı ve karşılaştığı direnç işte bu değişim isteğine karşıydı. Yozlaşmış ya da otorite düşkünü olduklarından değil, üstlendikleri rolleri kısmen değiştirerek siyasi ve ideolojik öncülüğe ağırlık veren bir tarza geçmeye çekindiklerinden. Bu nedenle direndiler…
Az sayıda parti yöneticisi dışında Stalin’in açık seçim çağrısı önce geçiştirilmeye çalışıldı. Furr’un alıntı yaptığımız makalesinde ve Yuri Zhukov’un çalışmalarında detayları bulunabilir; özetle parti yönetimi bu dönemde Stalin’in, Molotov’un ve Jdanov’un çağrılarını “duymamayı” yeğliyor ve gündemi Troçkist-Buharinist hainlerin oyunlarına kaydırma yolunu seçiyor. Stalin 1937 ilkbaharına kadar ısrarlı bir biçimde kendisini duyurmaya çalışıyor. 1937 Nisanında artık Stalin’in duyulması olanağı kalmıyor. İçişleri Bakanı Genrik Yagoda itiraflarına bu ayda başlıyor. Ardından ordunun en üst düzeyindeki bazı generallerin ordu sırlarını Almanya’ya verdikleri açığa çıkartılıyor. Bu, Tukaşevski Olayı olarak biliniyor. Hemen ardından 1937’deki parti plenumuna Batı Sibirya Bölge Sekreteri Robert Eikhe tarafından, üst mercilere danışmadan soruşturma ve yargılama yapma yetkileriyle donanmış troykalar kurulması önerisi getiriliyor. Troykaların tutuklama, sürgüne yollama ve idam yetkileriyle donatılması isteniyor. Sovyet iktidarının yaygın bir komployla karşı karşıya bulunduğu yönünde güçlü kanıtlar ortaya konuluyor ve iktidar tabanının genişletilmesi için doğru bir zamanda olunmadığı bir ön kabule dönüşüyor. Özetle 1937’de Stalin’in düşüncesi yenilgiye uğamıştır.
Stalin’in yenilgisi, Stahanovculuğun düşüşü anlamını da taşımaktaydı. Stahanovculuk Stalin’in kişisel inisiyatifi sonucunda doğmadı. Trotskiy’in İhanete Uğrayan Devrim kitabında “kanıtlamaya” çalıştığının aksine Stahanovculuk “bürokratik rejim”in işçi sınıfı içinde bir elit yaratma gayreti sonucunda ortaya çıkmadı. Stahanovculuk gerçek bir taban hareketiydi ve hiçbir zaman bir “elit” hareketi olmadı. Partinin, dolayısıyla Stalin’in inisiyatifi, Stahanovculuğun toplumu kuşatan bir sınıf hareketine dönüştürülmesi noktasındaydı. İhtilalci bilinci sınıfa taşıyan toplumsal halkayı örgütlemek; partinin rolü bu noktadadır. Bu rol partinin kendisi de dâhil sınıflar arasındaki ve işçi sınıfı içinde oluşmuş olan statükoyu devrimin ihtiyaçları doğrultusunda sarsmak anlamına geliyordu.
1935-1937 arasında Stahanovculuk yeni bir işçi sınıfı hareketine dönüşmüş Stahanovcu periyotlar örgütlenmeye başlanmış ve bütün ekonomide Stahanovcu işçilerin sayısı hızla artmıştır. Bu dönemde Stahanovcuların işletme idaresindeki rollerinin artığına tanık olmaktayız. Ancak 1938’den itibaren bu işlevin ivme yitirdiğini görmekteyiz.18
Emperyalizmin Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırganlığı yeni insanın yaratılmasına dönük bu önemli atılımı kesintiye uğratmıştır. Stahanovculuğun pratik zorunluluklar nedeniyle maddi özendiricilere (parça başı ücret sistemi, beceri düzeyine göre ücret farklılıkları yaratılması, Stahanovcu işçilere daha iyi barınma ve tüketim olanakları sunulması, vs) dayanarak ilerlemiş olmasının, eğer atılım istenilen hedefe varabilmiş olsaydı arızi bir nitelik taşıyacağı kanısındayım. Sovyet deneyimi üzerine bundan daha fazlasını söylemek zor. Ancak Küba deneyimi, örgütlü ve siyasallaşmış bir işçi sınıfının toplumu harekete geçirmek konusundaki başarısının bir diğer örneğini bize sunmaktadır. Önemli bir hatırlatma, Küba’da sosyalist planlama deneyiminin otuzlu yılların Sovyet tartışmalarından fazlasıyla beslenmiş olması ve Stahanovculukla teorik bir süreklilik arz etmesidir.
Örgütlü ve Siyasal Bir Toplum Yaratmanın Aracı Olarak Planlama
Marksist değer kuramının getirdiği en büyük yenilik, nesneler arasındaki niceliksel ilişkinin, insanlar arasındaki toplumsal ilişkinin dış görünümünden başka bir şey olmadığını göstermesidir. Marksist değer kuramının getirdiği bu büyük yeniliğin en berrak ifadesini Kapital’in 1. cildinde, meta fetişizmi bahsinde buluyoruz. Bu bölümde Marx şunları yazıyor:
“Öyleyse metanın gizemli bir şey olmasının nedeni yalnızca, içerisindeki insan emeğinin toplumsal özelliğinin onlara emeklerinin ürünleri üzerine damgalanmış nesnel nitelik olarak görünmesinden, üreticilerin kendi emeklerinin toplamıyla ilişkilerinin onlara kendi aralarındaki bir ilişki olarak değil, emeklerinin ürünleri arasındaki bir ilişki olarak sunulmasından kaynaklanır. Bu, emeğin ürünlerinin metaya, nitelikleri duyularla hem algılanabilir hem de algılanamaz olan toplumsal şeylere dönüşmesinin nedenidir. … [Meta], insanların gözünde şeyler arasındaki acayip bir ilişki biçimini alan, insanlar arasındaki belirli bir toplumsal ilişkidir. … Meta olarak üretildikleri andan itibaren emeğin ürünlerine kendisini mal eden ve bu nedenle meta üretiminde ayrılamaz olan bu [özelliğe] Fetişizm adını veriyorum.”19
Değer yasasının aşılması, onun özünde yatan toplumsal ilişkilerin aşılmasıyla mümkündür. Üretim araçlarının devletleştirilmesi, fiyatların planlama sayesinde bilinçli olarak toplumsal ihtiyaçlara göre belirlenmesi, işsizlik sorunun çözülmesi gibi “gelişmeler” değer yasasına indirilen büyük darbelerdir. Ancak meta ilişkileri ve özel mülkiyet -egemen ilişki olmasa da- varlığını sürdürdüğü sürece, değer yasasının dayandığı toplumsal ilişkilerin yaygınlaşması her zaman mümkündür. Planlama ve değer yasası arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Bu çelişki çözülmez, tarihsel olarak aşılabilir.
Sosyalizmde değer yasasının işlemeye devam edip etmediği, reel sosyalizm deneyimlerinde uzun zaman süregiden bir tartışma olmuştur. Kanımca bu tartışma kapsamında ortaya atılan en talihsiz görüş, sosyalizmde değer yasasının başkalaşmış bir biçimde işlemeye devam ettiği iddiasıdır. Genellikle bunun arkasından “komünizmin üst aşamasında değer yasası bu biçimiyle de ortadan kalkacaktır” ifadesi eklenmektedir. Bu ek, durumu kurtarmaya yeter mi? Sanmıyorum…
Sosyalizmde değer yasası tartışmalarının yoğunlaştığı alanlar, insanların üretime sevkedilmesi için dolaysız bireysel maddi çıkarın varlığının gerekip gerekmediği ve ekonominin denetiminin ve kaynak tahsisinin sağlanması için kurulacak mekanizmaların niteliğidir. Sosyalizmde meta ilişkilerini ve kamusal mülkiyet dışındaki mülkiyet biçimlerini meşrulaştıran “değer yasasının başkalaşmış biçimde varlığını sürdürdüğü” iddiası söz konusu tartışmalarda maddi özendiricilere ve iktisadi etkinliği sağlayacak planlama enstrümanlarının kullanımına vurgu yapılmasını beraberinde getirmiştir.
Küba’da daha devrimin ilk günlerinden itibaren bu başlıklar üzerindeki tartışmaların çok canlı bir biçimde yürütüldüğüne tanık olmaktayız. Altmışlı yıllar boyunca devam eden, daha sonra seksenlerin ikinci yarısında başlayan Rektifikasyon Hareketi döneminde tekrar canlanan bu tartışmaların özendirici mekanizmalarının yapısı üzerine odaklandığını görmekteyiz. Dolaysız “bireysel maddi çıkara dayanarak hızlı bir biçimde ekonominin rasyonalleştirilmesi mi sağlanacak, yoksa insanların bilinçsel dönüşümüne mi ağırlık verilecek” sorusu Küba’da sosyalist kuruluşun hemen başında gündeme oturmuştur. Özendiriciler tartışması özünde budur.
Kuşkusuz yukarıda belirttiğimiz iki hedef mutlak anlamda birbirinin karşısına konamaz. Sorun, bir eğilim olarak hangisine ağırlık verileceğidir. Sosyalizmin insanı, üretici güçler yeterli ölçüde geliştirilmeden yaratılamaz. Ancak siyasal bilincin gelişimi ve bununla sağlanan devrimci atılımlar olmadan da üretici güçlerin gelişmesi sosyalizmin insanının yaratılması için yeterli olamaz. Sürekli bir ideolojik mücadeleyle toplumsal bilincin geliştirilmesi, toplumun planlama sürecine katılımının sağlanması gerekir. Özetle sınıfsız topluma doğru yürüyüşü güncel siyasal hedeflerle birleştirme becerisine ve bu beceriyi pratiğe dönüştürecek örgütlülüğe sahip bir toplum yaratılması zorunludur. Maddi özendiricilerin ağırlığını azaltmak ve toplumu siyasi ve ideolojik hedefler üzerinden harekete geçirebilme mekanizmalarını geliştirmek bu nedenle çok önemlidir. Küba’nın bu çerçevede önemi bu tartışmaların oluşmuş ezbere bağlı kalınmaksızın, devrimin hemen başında gündeme alınmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu konuda Che’nin öncü rolüne işaret etmek durumundayız. Che, Bütçeye Dayalı Finansman Yöntemi çalışmasının Değer Yasası Üzerine başlıklı bölümünde, Küba’daki eğilimin farklılığını şu biçimde ortaya koyuyor:
“... üreticilerle tüketiciler arasında var olan çelişkiyi sistematik olarak ifade eden bir serbest pazarın yokluğu koşullarında değer yasasını bilinçli bir şekilde kullanma olanağını reddediyoruz. Devlet işletmeleri arasındaki değişimlerde meta kategorisinin varlığını reddediyoruz. Bütün kuruluşları tek büyük işletmenin yani devletin bir parçası olarak (ülkemizde durum pratikte şimdilik böyle olmamakla birlikte) kabul ediyoruz. Değer yasası ve plan, bir çelişkiye ve bunun çözümüyle birbirine bağlı iki kavramdır.
Sonuç olarak; merkezi planlamanın sosyalist toplumun varoluş biçimi, onu belirleyen kategori, insan bilincinin sonunda ekonominin sentezini yapmayı ve onu amacına, yani komünist toplum çerçevesinde insanın tümden kurtuluşuna doğru yöneltmeyi başardığı bir nokta olduğunu söyleyebiliriz.”20
Sosyalist planlama, ekonomik rasyonaliteyi toplumsal rasyonalitenin belirlenimine sokar. Bu nedenle değer yasasının “bilinçli bir biçimde” kullanılması planlamanın ilkesi değildir, çünkü değer yasası nasıl kullanılırsa kullanılsın nihayetinde toplumu meta ilişkilerine geri götürecektir. Planlama sayesinde yeni toplumsal ilişkileri ortaya çıkartmanın yolları bulunabilir. Çalışmanın zorunluluk olmaktan çıkartılmasını sağlayacak toplumsal ilişkilerin ve mekanizmaların geliştirilmesi bunlardan bir tanesi, belki de en önemlisidir. Aynı süreci, değer yasasının dayattığı bireysel çıkara dayanan yıkıcı rekabetin yerini, örgütlü kitlelerin yoldaşlığa dayanan yarışmasını koymak diye de ifade edebiliriz.
Fazla mı naif görünüyor? Söz konusu olan naiflik değil, insana duyulan güvendir. İnsanlığı büsbütün tüketme noktasına varan emperyalizmin karşısına, insanın değişebilme, öğrenebilme yeteneğine güven duyarak çıkmak zorundayız.
Peki, yeni insanı nasıl tanımlayacağız? Yeni insanın yaratılmasının sosyalizmin temel sorunu olduğunu söylerken, sosyalizmi bir toplumsal romantizmle eşitlemiş mi oluyoruz? Bu sorulara verilebilecek genel bir cevap şudur:
“Öte yandan, yeni insanın tam bir kesinlikle tanımlanamayacağı doğruysa da, yine de onun nasıl olmamasını istediğimizi kesin olarak iyice biliyoruz. Marks’ın, dünyaya yeni bir görünüm vermek için yoksullukların ve savaşların bu uzun yolunu tanımladığı gibi, yeni insan ‘insanlığın tarih-öncesi’nin homo economicusunun karşıtıdır. Bu nedenle sorun, insanların egoizmlerini ve özlemlerini doğuran yapıları, bunları yok etmek ve yerlerine gelecek kuşakları farklı biçimlendirebilecek, yeni tipte toplumsal kurumlar ve mekanizmalar koymak üzere bulup ortaya çıkarmaya dayanmaktadır.”21
Sovyetler Birliği’nde bu doğrultudaki arayışlar ve elde edilen kazanımlar üzerine yukarıda durduk. Küba’da Che’nin önderliğinde gönüllü çalışmanın yeni iş kültürünün bir parçası haline getirilmesi mücadelesi, Bolşevik Devrimi’nin ilk yıllarındaki ruhun yeniden canlandırılması olarak yorumlanabilir. Gönüllü çalışma, çalışmanın toplumsal niteliğini değiştirmeye yönelik atılan bir büyük adımdı. Gönüllü çalışmanın işlevi daha fazla üretim yapmaya indirgenemez; o, çalışmaya yeni bir anlam ve emekçiye yeni bir bilinç yükler. Kritik halka, toplumsal ihtiyaçları görebilen ve onları karşılamak için üzerine düşeni yapmaya kararlı emekçileri, yani yeni bir insan tipini yaratmaktır. Sosyalist planlama bu yeni insanın içerisinde gelişeceği örgütsel-kurumsal çerçeveyi çizer. Yeni insanın gelişmesini sağlayacak bu çerçeve sadece gönüllü çalışmanın kurumsallaşmasına indirgenemez şüphesiz. Sovyet deneyiminde, büyük ölçüde sosyalist ideolojiye bağlı kadroların öncülük ettiği gönüllü çalışma dışında bir emekçi kitlesinin çalışmaya ve emeğin üretkenliğine farklı bir anlam yüklediği Stahanov Hareketi bu nedenle çok önemlidir.
Bu örgütsel-kurumsal çerçevenin anahatları konusunda ne söyleyebiliriz? Ücret sisteminin yapısı, özendirici mekanizmaları ve sosyalist yarışmanın biçimleri bu çerçeve içerisinde ele alınabilir. Küba’da sosyalist kuruluşun ilk yılları bize bu konularla ilgili veriler sunmaktadır.
Küba Devriminin Siyasal İktisadı
Devrimden sonra oluşturulan kurumların devrim öncesinin yapılarından kaynaklanan doğum lekeleri taşıması bir kural olarak karşımıza çıkıyor. Sovyetler Birliği’nde hızlı sanayileşme deneyimi uzunca bir süre mujik ideolojisinin etkisi altındaki bir işçi sınıfıyla yoluna devam etti. Bu işçilerin çalışmaya motive edilmeleri için dolaysız maddi özendiricilere ağırlık verilmesine ve giderek ideolojik mücadele vermekten kaçan parti kadrolarının statükocu bir eğilim içine girmesine yol açtı. Sonuçta toplum ideolojik anlamda dondu. SBKP seksenlerin başında “öğleden önce” içki satışını yasaklayan bir kararname çıkarttığında artık toplumu en basit meselede bile harekete geçirme inisiyatifine sahip olmadığını gördü. SBKP, alkolizmle savaşmayı bile beceremez haldeydi. Belki de bu Gorbaçov’un daha sonraki planını uygulamak için yaptığı bir ön denemeydi bilemiyorum…
Küba, devrimden önce tek ürün -şeker- ihracatına bağımlı bir sömürge ekonomisiydi. Cılız sanayisi neredeyse tamamen Kuzey Amerika tekellerinin denetiminde bulunuyordu. Tekellerin emek üretkenliğini ve buna bağlı olarak geliri artırma eğilimleri neredeyse sıfırdı.22 Tekelci iktisadi örgütlenme ve bağımlılık, devrimin yarattığı yapılar üzerinde üç önemli noktada doğum lekeleri bıraktı: Bir, Küba Devrimi kendisini çok büyük bir teknik eleman kıtlığı içinde buldu. Devrimin işçileri teknik becerilerini yükseltmeye sevketmesi güç oldu. İki, ücretlerle üretkenlik arasındaki bağlantının zayıflığı ve muazzam bir ücret çeşitliliği, devrim sonrasının ücret ve üretkenlik politikalarının önüne önemli zorluklar çıkarttı.23 Üç, mevsimsel işsizliğin büyük boyutlarda olması ve bunun iş disiplini üzerindeki olumsuz etkileri emek sürecinin yeniden örgütlenmesini çok zorlu bir göreve dönüştürdü.
Fidel ve arkadaşları, bu zorlukların her birini aşabilmenin yolunun, devrimin sınıf tabanını örgütlemekten ve siyasallaştırmaktan geçtiğini gördüler. Bu nedenle Küba’da yeni insanın yaratılması mücadelesi daha devrimin ilk yıllarında ön planda tutulan bir hedef oldu. Küba işçi sınıfı devrim öncesinde de Latin Amerika’nın en örgütlü işçi sınıflarından bir tanesiydi. 1939’da komünistlerin öncülüğünde kurulan Küba İşçi Konfederasyonu (CTC), Batista diktatörlüğüne kadar komünistlerin belirleniminde kaldı. 1954’te CTC’nin bir milyondan fazla üyesi bulunmaktaydı. Batista’nın böylesine etkili bir örgütlülüğe sahip olan işçi sınıfı karşısındaki politikası, komünistlerin (PSP’nin) etkisizleştirildiği, düzeniçileştirilmiş bir CTC yaratmak biçiminde gelişti. “Bu nedenle ikinci Batista rejiminde, CTC’nin ulusal ekonomideki ayrıcalıklı konumu sayesinde Komünistlerin emek hareketi içindeki gücünün altı oyuldu ve yolsuzluk düzeni geçici olarak eski ideolojileri görüş alanının dışına itti.”24 Batista, işçi sınıfı hareketini emperyalist tekellerle yerel egemenler arasındaki hassas dengeye zarar vermeyecek bir dinamiğe dönüştürmekte önemli ölçüde başarılı oldu. Bu oyunu devrim sürecinde 26 Temmuz Hareketi’yle PSP arasındaki yakınlaşma bozdu. Ancak şu nokta önemli; Batista diktatörlüğü döneminde de Küba’da sendikal örgütlülük gücünü korudu. Dolayısıyla devrim öncesinde gerek sendikal örgütlenmenin gücü, gerekse tekelci yapı nedeniyle büyük bir ücret çeşitliliği, mekanizasyona karşı direnç gibi özellikler karşımıza çıkmaktadır.
Devrim öncesinden devralınan ücret yapısı, emek sürecine ücret makasını açarak müdahale etme olanağını azaltmıştır. Zira devralınan yapıda aynı beceri düzeyine sahip işçiler arasında bile önemli ücret farklılıkları bulunuyor. Dahası kırda tarım proletaryasının ve sendikal örgütlenmenin gelişkinliği Küba işçi sınıfı üzerinde köylü ideolojisinin Sovyetler Birliği’ne kıyasla daha az etkili olduğunu düşündürtüyor. Kırda kolektivizasyon sürecinde bunu görebiliyoruz. Küba’da kolektif çiftlikler Sovyetler Birliği’nden farklı olarak, devlet mülkiyetinin yanında uzun süre varlığını sürdüren bir mülkiyet biçimi olmuyor. Ulusal Tarım Reformu Enstitüsü (INRA) tarafından kurulan halk çiftlikleri tarım proletaryasının önemli bir bölümünü kısa süre içinde kapsamayı başarıyor. Halk çiftliklerinde ücretler eşitleniyor.
Bu veriler çerçevesinde Castro ve arkadaşlarının devrimin başlangıcından itibaren üretkenliğin artırılması meselesine ilişkin sosyalist yarışmaya yeni insanın yaratılmasına vurgu yapmaları daha anlaşılır olmaktadır. İşçi sınıfının örgütlülüğünü geliştirmek ve işçileri sosyalist ideolojiye kazanmak, iş disiplini sağlamanın ve sosyalist emek sürecini örgütlemenin köşe taşları olarak görülmüştür.
Devrimin ücret politikası çalışma normlarına bağlı, işçilerin beceri düzeyine ve işin niteliğine göre oluşturulan bir ücret skalası geliştirmeye yoğunlaşmıştır. Che’nin öncülüğünde geliştirilen bu skala sayesinde devrim öncesinin büyük ücret eşitsizlikleri giderilecek ve ücret sabitleme politikası sayesinde ücretler ve üretkenlik arasında tanımlı bir bağlantı kurmak mümkün olacaktı. Geliştirilen ücret skalasının tam anlamıyla eşitlikçi bir gelir dağılımı sağlamadığını ve sağlayamayacağını belirtmek gerekir. Ancak devrimden sonraki on yıl içerisinde Küba Latin Amerika’nın gelir dağılımı bakımından en eşitlikçi ülkesi olmayı başarmıştır.
Ücret skalası, farklı işletmelerde aynı işi yapan işçilerin ücretlerinin eşitlenmesi anlamına gelmektedir. Ancak farklı işletmeler farklı verimlilik dolayısıyla farklı kârlılık düzeylerine sahip olabilir. Ücretlerin sabit bir ölçeğe göre belirlenmesi, yüksek verimliliğin getirdiği kârlılığın doğrudan o fabrikada çalışan işçilere dağıtılacak bir pay olarak görülmeyip toplumsal kullanıma aktarılan bir artık olarak kabul edildiği anlamına gelmektedir.
Böylece 1963’te yapılan işin niteliğine göre üç ölçek ve her bir ölçek içinde de işgücünün niteliğine göre belirlenmiş 8 derece saptanmış ve devrim öncesinin ücret anarşisi önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştır. Aşağıdaki tablo yeni ücret skalasına göre ücretlerin dağılımını göstermektedir.
Kaynak: Roberto E. Hernandez ve Carmelo Mesa-Lago, “Labor Organization and Wages”, Revolutionary Change in Cuba içinde, der. Carmelo Mesa-Lago, University of Pittsburgh Press, Londra, 1971, s.228.
1963’te işgücünün yüzde 41,9’u tarım işçisi, yüzde 42,6’sı tarım dışı sektörlerde çalışan işçiler, yüzde 10,7’si idari çalışanlar, yüzde 4,8’i teknik ve yönetici personeldi.25 Tarımda çalışan en becerili işçi, beceri düzeyi en düşük işçiden yaklaşık 2,4 kat fazla ücret alıyor. Diğer yandan bir işletme yöneticisinin veya bakanın ücreti ırgatınkinden 13 kat daha fazla. Kapitalist ülkelere kıyasla ücret eşitsizliği çok az. Ancak sosyalizmin normlarıyla meseleye baktığımızda devrimin ilk yıllarında ücret makasının bütünüyle kapanma yolunda olduğunu söylemek güç. Ancak burada ücret politikasının bir özelliğine değinmek gerekiyor. Belirli bir ücret grubunda yer alan işçinin ücretinden daha fazlasını kazanması için üretkenlik normunu aşması gerekiyordu. Bu durumda işçiye prim ödeniyor ancak ödenecek toplam prim bir üst ücret basamağında yer alan işçinin gelirini aşamıyordu. Ücret grupları işgücünün niteliklerine göre belirleniyor ve bu nedenle bir işçi ücretini yükseltmek istiyorsa daha fazla beceri edinmek durumunda oluyordu.26
1966’dan sonra ücret eşitliği yönünde yeni bir hamle yapılmıştır. 1968 Mart’ında Fidel’in çağrısıyla başlatılan Devrimci Atılım, üretim kotalarının aşılması durumunda prim ödenmemesini, fazla mesai ücretlerinin kaldırılmasını “tarihsel” ücretlerin kaldırılmasını ve devletin sunduğu sosyal hizmetlerin, yani sosyal ücretin ve kolektif tüketimin parasal ücret ve kişisel tüketim karşısında artmasını bir strateji olarak geliştirdi. Bu kampanyanın gelişmesinde 1965’te başlayan “öncü işçi hareketinin” büyük bir önemi bulunmaktadır. Hareketin ana amacı primleri, tarihsel ücretleri ve fazla mesai ödeneklerini kaldırmaktı. Bir başka deyişle bu, siyasi-ideolojik mekanizmalarla harekete geçmeye istekli bir gönüllü işçiler hareketiydi. 1965’te 113.043 işçi harekete katılırken, bu rakam 1969’da 285.000’ine çıkmış, 1970 ortasında 450.000’e, yani işgücünün yüzde 17’sine ulaşmıştı.27
Küba, sosyalist kuruluşun ilk yıllarından itibaren maddi özendiricilerin sönümlenmesi, toplumun örgütlülüğünün ve siyasi bilincinin yükseltilmesi yoluyla giderek eşitlikçi bir düzen yaratılması yönelimine sahip oldu. Küba Devrimi’nin içinde geliştiği özgün şartlar, devrimin önder kadrosunun nitelikleri gibi kimi özgünlükler bu yönelimin erken bir dönemde gelişmesinde kuşkusuz etkili olmuştur. Ancak, bu yönelimin sadece Küba’nın özgünlüğüne atfedilemeyeceğini, Sovyet deneyiminde ortaya çıkan ileri adımlarla bir kuramsal süreklilik taşıdığını bir kez daha vurgulamalıyız. İşçi sınıfının, öncü işçilerden başlanarak örgütlenmesi ve siyasallaştırılması sosyalist kuruluş sürecinin en önemli görevidir. Sosyalist planlama, bu örgütleme ve siyasallaştırma faaliyetinin araçlarını geliştirmeye ona kurumsal bir çerçeve kazandırmaya yarayacaktır.
Günümüzde Küba toplumunun siyasallık düzeyi devrimin ilk yıllarından itibaren sosyalist bilincin gelişimine, yeni insanın yaratılmasına yapılan bu vurguların hiç de boşa gitmediğinin bir kanıtıdır. Sanırım bu, Küba sosyalizminin Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün yarattığı travmayı atlatabilmesinin başlıca nedenlerinden bir tanesidir. Küba sosyalizmi, toplumun siyasi hedeflerle motive edilmesi ve ortaya çıkan sınıfsal enerjiyi akıtacak örgütsel-kurumsal kanalların inşa edilmesi konusunda çok parlak bir sicile sahiptir. Ancak yine de Küba’nın önünde, başta Latin Amerika’daki gelişmeler olmak üzere, daha verilecek çok sınav kazanılacak çok başarı var.
12 numaralı dipnot görselleri
18 numaralı dipnot görselleri
Dipnotlar ve Kaynak
- V.I. Lenin, “The Immediate Tasks of the Soviet Government”, Collected Works, c. 27, Progress Publishers, Moskova, 1965, s.257.
- Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu, 1925–1940, Dönem Yayınevi, 1988, Ankara, s.xxix
- Lenin, agy, s. 259.
- Stahanov Hareketi’nin diğer önemli temsilcileri şunlardı: Alexander Busygin (otomotiv endüstrisi), Nikolai Smetanin (ayakkabı endüstrisi), Yedokiya ve Mariya Vinogradov (tekstil endüstrisi), Ivan Gudov (makine alet endüstrisi), Pyotr Krivonos (demiryolu endüstrisi), Pasha Angelina,, Konstantin Borin ve Maria Demçenko (tarım).
- Lewis H. Siegelbaum, Stakhanovism and the Politics of Productivity in the USSR, 1935–1941, Cambridge University Press, Cambridge, 1990, s. 54.
- Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da yazdığı gibi, maymun anatomisinin anahtarı insan anatomisidir. Tersi doğru değil; maymuna bakarak insanı anlamak olanaksız. Sosyalist sanayileşmeyi kapitalist sanayileşmeye bakarak anlamanın mümkün olmaması gibi. İşgücü kısıtı, sosyalizme geçiş sürecinin özgün bir sorunudur. Bu sorunun kapitalist sanayileşme deneyimlerindeki karşılığını aramak boşa kürek çekmektir.
- Yalçın Küçük, agy, s. 40.
- 1929’da yöneticilerin yalnızca yüzde 10’u yüksek eğitim almıştı (Siegalbaum, agy, s. 27).
- F. Engels, Anti-Dühring, Herr Eugen Dühring’s Revolution in Science, Progress Publishers, Moskova, 1975, s. 230.
- Moshe Lewin, “Social Background of Stalinism”, Stalinism: Essays in Historical Interpretation içinde, der. Robert C. Tucker, Norton, New York, 1977, s. 126.
- Yalçın Küçük, agy, s. 161.
- Çeşitli Ülkelerde Makina Yapımı Alt-Kesiminin Endüstri İçinde Yeri (Yüzde)(BU DİPNOTUN TABLOSU YAZI SONUNDA GÖSTERİLMİŞTİR)
- Lewis H. Siegelbaum, agy, s. 27, s. 30. Edinonaçaliye’nin bu dönemde ortaya atılmış olmasının böyle bir maddi zemine dayandığı açık. Ancak köylü ideolojisinin etkinliğini kırmak için bu yeterli olmamıştır.
- Lewis H. Siegelbaum, agy, s. 12.
- 1936 Sovyet Anayasası madde 126. www.departments.bucknell.edu/russian/const/1936toc.html
- Aktaran Grover Furr, “Stalin and the Struggle for Democratic Reform Part I”, Cultural Logic, clogic.eserver.org/2005/furr.html
- Aktaran G. Furr, agy.
- Aşağıdaki veriler ivme yitimine ilişkin bir örnek teşkil etmektedir.(BU TABLO YAZI SONUNDA GÖSTERİLMİŞTİR) Kaynak: L. H. Siegelbaum, agy, s. 272.
- Karl Marx, Capital, c.1, Progress Publishers, Moskova, 1971, s.77.
- Alıntıyı yapan Carlos Tablada, Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi, Çözüm Yayıncılık, İstanbul, 1996, s.94.
- Carlos Tablada, agy, s.50.
- Küba’da devrim öncesi altmış yılda kişi başı gelir neredeyse sabit kalmıştır. Sabit fiyatlarla kişi başına gelir 1903-1906’da ortalama 201 dolar 1945-1948’de 216 dolar 1956-1958’de 200 dolar seviyesindeydi (James O’Connor The Origins of Socialism in Cuba Cornell University Press Ithaa 1970 s.17).
- Che 1963’te yaptığı bir televizyon konuşmasında durumu şu biçimde betimliyordu: “Kapitalist çağdan bize aynı nitelikler için şaşırtıcı miktarda farklı ücretler, şaşırtıcı çeşitlilikte ayrı ücretler miras kaldı. Bildiğiniz gibi, kapitalizmde, ücret emek gücünün satışının ürünüdür ve sınıflar mücadelesi tarafından etkilenir. Kuzey Amerika emperyalizminin egemenliğinde yeni sömürge bir ülke olan Küba bir dönem boyunca Kuzey Amerika imalatçı endüstrilerinin yatırım alanı idi. Bunlar, ABD’deki işçilerin aynı iş için aldıklarının defalarca kez altında olsalar da, Küba’da görülmemiş cömertlikte ücretler verdiler. “Tüm bunlar, ücret tiplerini çoğaltarak ücretler sorununu karmaşık bir hale soktu. Küba’da yaklaşık 90 bin farklı ücret ve yaklaşık 25 bin farklı ücret nitelemesi olduğu hesaplanabilir.” (Alıntıyı yapan Carlos Tablada, agy, s. 135).
- James O’Connor, agy, s.182.
- Hernandez ve Mesa-Lago, agy, s.228.
- Bu konuyla ilgili olarak Che şunları yazıyor:“İşçilerden daha fazla nitelik istiyoruz. Bunun için, işçilerin bilincine sesleniyoruz – bu bizim görevimizdir – ve genelde çağrımız iyi karşılanmıştır. Ancak niteliğin gerçekten ekonomik mahiyette bir zorunluluk haline gelmesi için önlemler almamız da gerekir. İşçinin, gerçekleştireceği üretim kotaları fazlası ne kadar olursa olsun, kendi kategorisinin – niteliği sonucu yer aldığı kategori – bir üst kategorisinden olan işçiden hiçbir zaman daha fazla bir ücret almamasını garanti eden önlemler almamız gerekir. … İşçinin daha fazla ücret elde etmek için niteliğini yükseltmesinin zorunlu olduğunu kavraması için her şeyi yapmalıyız.” (Aktaran Carlos Tablada, agy, s.139)
- Hernandez ve Mesa-Lago, agy, s.237.