İdeoloji kavramı hakkında yazılacak çok şey var elbette; ancak bir yazı bütün bunları kapsamaya yetmez. Burada amacım, ideoloji tartışmalarında önemli bir yere oturduğunu düşündüğüm “egemen ideoloji” kavramına değinmek ve bu tartışmalara belirli bir katkıda bulunmaya çalışmak.
Bu tartışmalara aşağıdaki iki başlık altında katkı yapmayı deneyeceğim:
- Egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisi midir? Yani ona özgü müdür, yoksa egemen ideolojilerin öncelikli belirleyeni kendisinden önceki toplumdan devraldığı miras mıdır? Eğer öyleyse bu miras nasıl bir döngüyle devrolur?
- İdeoloji egemenlik temelini nereden alır ve bu temele nasıl müdahale edilir? Daha açık ifade etmek gerekirse, egemen ideolojiyi değiştirmek için ona hangi açıdan, nasıl yaklaşmak gerekir?
Birinci sorudan başlamak gerekirse, bir Marksist olarak, bu sorunun cevabının tutarlı bir tarihsel değerlendirmenin ardından verilebileceği kanaatindeyim. Bu yazının çerçevesi de en çoğu bunu karşılayabilecek ve buna yoğunlaşabilecek kadar dar.
İdeolojilerin bütününün temelde maddi kaynaklı olduğu tezinden yola çıkacağım. Bunun gerekçesinin anlaşılacağını umuyorum.
Başlayalım:
Evre 1: İlkel toplumlardan sınıflı toplumlara geçiş
İlkel (komünal) toplumlarda bilindiği gibi ilkel anlamıyla sınıfsız bir toplumsal formasyon görülür. Bu formasyonun öne çıkan özellikleri arasında, insanların henüz birbirleriyle mücadele etmeye başlamamış olmaları, aksine doğayla bir yaşam mücadelesine girmeleri var. Bunun yanında insanların doğayla mücadelesi süresince birbirleriyle ister istemez ortaklaşalık üzerine kurulu bir yaşantıları var.
Dolayısıyla, bu yaşantının belirleyenleri arasında, doğa koşullarını dönüştürene kadar onlara uyumluluk başta geliyor. Gene başta gelen bir şey daha var ki, asıl onun üzerinde duracağız: Doğal zorlanma karşısında ortaklaşa yaşama zorunluluğuyla beraber bütün düşünsel gücü doğayla mücadeleye aktarma.
Bu noktada şöyle bir tez öne sürülebilir: İdeolojiye ihtiyaç, doğa anlaşılmaya başlanıp maddi eşitsizliklerin ve sömürü koşullarının ortaya çıkmasıyla belirir.
Buna dayanarak şu söylenebilir: Maddi eşitsizliklerin ortaya çıkması, onları gizleme ihtiyacını da beraberinde getirir.
Bunlara geleceğiz. Devam edelim:
Doğanın anlaşılmaya başlamasından kastım; insanların nasıl hayatta kalabileceklerini öğrenmeleri, alet yapımına başlamaları ve işbirliğinin yanı sıra cinsiyete dayalı ilkel işbölümünün ortaya çıkması.
Cinsiyete dayalı ilkel işbölümünü çok açmaya gerek yok. Erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapar vs. Bence asıl değinilmesi gereken konu, bir basamak üst işbölümü: Kabile tarzı yaşamaya başlayan topluluklarda kabile reislerinin ve büyücülerin üretimden kopmasını sağlayan işbölümünden bahsediyorum.
Bu tarz işbölümünü biraz açarsak, karşımıza kabilelerin nasıl oluştuğu ve sistemlerini nasıl ayakta tutabildikleri sorusu çıkıyor. Oluşmaları, insanın sosyal bir varlık olması kadar normal. Bir o kadar normal olan şey de, oluşan kabilelerden üretimden kopacak bireyler çıkması. Dönem insanlarına işbölümünü öğreten bu olayları, bu özelliklerinden dolayı, ilerici olarak tarif ediyoruz. Ancak burada işimiz, egemen ideolojinin nasıl ortaya çıktığını araştırmak olduğundan, sorunu bu sistemin nasıl oturtulduğuna ve bir sonraki sisteme kadar nasıl ayakta kalabildiğine evriltmemiz gerekiyor.
Yukarıda, maddi eşitsizliklerin ortaya çıkması, onları gizleme ihtiyacını da beraberinde getirir demiştik. Aynı zamanda, yukarıda yaptığımız incelemelerin ardından bir şeyden daha söz edilebilir: Bu gizleme, servet gizlemesi olarak değil, sömürü gizlemesi olarak kendini gösterir.
Egemen ideoloji kavramına yaklaşıyoruz.
Korku ideolojisi
Normal olduğunu söylediğimiz sınıf ayrışması, bundan belki yüz binlerce yıl öncesine dayanmasına rağmen, bugün bu ayrımın nasıl gerçekleştiğine dair fikirler üretip tartışabiliyoruz. Bilimin şu an geldiği nokta bu alanda bize büyük kolaylık sağlıyor. Elimizde bu konuda inceleme yapabilecek kadar veri de var. O halde gerçeğe en yakını bulabilmek için gerçekliği kanıtlanmış verilerden gitmek en sağlıklısı. O zaman şöyle başlayabiliriz:
İlk toplumların tarımla uğraşmaya başladıkları dönemden sonra, toprağa bağlı yaşam, üretim artığı oluşmasını sağladı. Bu üretim artığıyla beraber onu dağıtmak gibi bir dert de ortaya çıktı. Dolayısıyla, kabile içinde daha güçlü olan bireyler, artık üründen daha fazla pay almaya başladılar. Bu, şimdi kabile reisliği diye adlandırdığımız yönetim mekanizmasını doğurdu. Fakat, bu mekanizmanın doğması yetmezdi, kendi sürekliliğini de sağlaması gerekiyordu.
İdeoloji kavramının oluşum sürecinde en önemli noktanın bu olduğu kanaatindeyim. Bu kavramın ortaya çıkış süreci, kabile reislerinin kendilerini üst bir varlık olarak gösterme ihtiyacıyla başlamıştır.
Bu ihtiyacı karşılayabilecek en önemli silah ise “korku”dur.
İlkel toplumlar tarihi boyunca korku, insanların doğayla verdikleri mücadelede hep karşılarına çıkmıştır. Bu korku önce doğanın çeşitli mekanizmalarına tapınma, sonrasında kendi ürettiklerine tapınma şeklinde gelişse de, doğanın psikolojik saldırı mekanizmalarından biri olarak tanımlayabileceğimiz korkuyla mücadelenin kazananı hep insanlar olmuşlardır. Zaten aksi takdirde doğaya karşı verilen yaşam mücadelesinin kazanılması da mümkün olmazdı.
Ancak, bunun zorlu bir mücadele olması, egemenliğini kabul ettirmek isteyenlere önemli yollar göstermiştir.
Şöyle: Egemenliğini kabul ettirmek isteyen kabile reisi, insanların korkularının üstüne giderek, korkularını yenmeleri için kendisine ihtiyaçları olduğunu, bu yüzden kendisinin üst bir varlık olduğunu kabul ettirmenin en kolay yöntem olduğunu keşfetmiş, ardından bunu uygulamıştır. Bununla beraber, üst sınıfa yükselen büyücüler vb. kesim de aynı mekanizmayı kullanarak, tarihte ezenlerin ezilenlere sürekli uygulayacağı temel politikalardan birinin temellerini atmışlardır.
Evet. Egemenliğin ilk ortaya çıkışında kullanılan düşünsel zeminin “korku” üzerine kurulduğunu söyledik. Buna farklı bir açıdan bakmak gerekirse, ilk egemen ideoloji, doğrudan korku tarafından oluşturulan “korku ideolojisi”dir. Bu kavramın ilk defa kullanıldığını sanmıyorum, ama zannedersem bu anlamda ilk defa kullanılıyor.
Dolayısıyla söylediğimi açmak gibi bir sorumluluk hissediyorum:
Korku ideolojisi derken, ister istemez ideoloji kavramına değinmek zorundayım. İdeolojiyi belli bir doğrultuda, belli şeyler ifade etmek amacıyla gelişen/geliştirilen düşüncelerin bütünü olarak tanımlıyorum; konuma ve konumuma göre, bunun görece daha az tehlikeli bir tanımlama olacağı kanısındayım. Bu noktadan hareketle “korku ideolojisi” tanımlamasını; insanların basit anlamda epistemolojik eksikliklerinden kaynaklanan korkuları üzerinden, bu korkuları egemenlik ilişkilerinde belirleyen olarak kullanmak amacıyla geliştirilen düşüncelerin bütünü, olarak yapabilirim. Bu ideolojinin geliştiricileri olarak da ilkçağ egemen sınıflarını hedef gösterebilirim.
Bir noktaya daha vurgu yapmak isterim ki, o da; korku ideolojisinin gelişiminin tamamıyla kendiliğinden olduğudur.
Korku ideolojisi, egemen sınıfların egemen olmak için verdikleri bir mücadelenin sonucu olarak değil, egemenliklerini pekiştirmek ve sağlamlaştırmak istemelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü ilkçağ topluluklarında elinde fiziksel güç olan bireylerin diğerleri üzerinde egemenlik kuracağı açıktır. Asıl mesele o egemenliği “tanrısal” ilan etmektedir. Bu da, egemenlerin doğada buldukları -ve kendilerini de az çok etkileyen- korku mekanizması üzerine yoğunlaşmalarını, onu çıkarları doğrultusunda kullanmalarını getirir. Bunun sebebi ise tamamen epistemolojiktir; yani biraz güçlü olan ve zekasını yeterince kullanabilen bireyler, ekstradan bir bilgiye gereksinim duymadan egemenliklerini kurup, pekiştirebilmişlerdir.
İlk egemen ideolojiyi saptamaya çalıştık. Bu bağlamda önümüze “korku ideolojisi” kavramı çıktı. Şimdi bu kavramın, ilk sınıflı toplum belirtilerinden, sınıflı toplum yapısının hakimiyetini resmen ilan ettiği köleci toplumlara kadarki gelişimini irdeleyelim.
Egemen ideoloji şekilleniyor
Köleci toplumları tanımlarken, dikkatinizi çekmiştir, “sınıflı toplum yapısının egemenliğini resmen ilan ettiği toplumsal formasyon” tanımını kullandım. Bunun elbette birkaç nedeni var:
Öncelikle köleci toplumlardan önce, yeni oluşmaya başlayan egemenlik ilişkileri gelişmeye ve pekişmeye başlamış, bu da egemen sınıfı ister istemez korku salgılayan bir düşünsel mekanizma üretmeye itmişti. Bu bağlamda ideoloji diye adlandırdığımız kavram ilk belirtilerini “korku” alanında vermişti.
İşte tam da bu noktada sorulması gereken önemli bir soru daha var: Köleci toplumlar oluştuğu sırada insanlar halen kabileler halinde mi yaşıyorlardı? Yani daha açık haliyle, insanların basit anlamda baskı ve korkuyu birleştirerek ürettikleri egemenlik mekanizmaları statik halde miydi, yoksa kendi iç dinamikleriyle ve toplumsal -kendine göre dış- etkenlerle birlikte dinamik bir gelişme sürecine mi girmişti?
Herhalde, cevabı ikinci seçenek olmasa sorulmayacak bir soru.
Değişim ve gelişim tabii ki ilkçağ topluluklarında da vardır. Tabii ki ilkçağ toplulukları da belli bir dinamizmi yakalamadıkları takdirde -çözüleceklerini değilse de- sarsılacaklarını fark etmişlerdir.
Bu noktada inceleyeceğimiz alan konusunda bir çerçeve çizmek gerekirse; üretim mekanizmalarında “korku ideolojisi”nin köleci topluluklar oluşturmadaki rolü, yeterli bir çerçeve oluşturacaktır diye düşünüyorum.
Bu çerçevede, köleci toplumların oluşma sürecine bir bakalım.
Yukarıda anlattıklarımız, üretenler ve yönetenler ayrışmasının ilk zamanlarından bahsediyordu. Şimdi anlatacaklarımız ise kelimenin tüm anlamlarıyla “ileri” bir zamandan bahsediyor. İleri; çünkü insanoğlu işbölümü mekanizmalarını, tarih boyunca epistemolojik gelişimine bağlı olarak geliştirmiştir. Zaten Marx’ın komünal toplumların çok daha ileri bir seviyesini savunuyor olmasının nedeni de budur. Bu ayrı bir konu. Biz konumuza dönelim.
İlkel kabile topluluklarından; gerek coğrafi, gerek fiziksel üstünlüğe doğrudan bağlı bir şekilde gelişenler, tıpkı iç sınıf farklılaşmalarında olduğu gibi kendileri dışındaki kabileler üzerinde üstünlük ve egemenlik mekanizması kurma yoluna gitmişlerdir. İster istemez bunu yapmışlardır, çünkü doğayla mücadele bir yandan sürmekte, bir yandan da iç egemenler egemenliklerinin getirdikleriyle yedikçe doymayan insan türünü oluşturmaya başlamaktadırlar.
Böyle bir ortamda kuşkusuz ilk oluşan; barbar kabile tipidir. Barbar kabileler, yaşamlarını diğer kabileleri egemenlikleri altına alarak sürdüren, sömürü mekanizmalarının tümünü doğrudan gerçekleştiren, tek gizlemeyi korku yoluyla yapan ve bunu da fiziksel temellere dayandıran kabilelerdi. Sömürülerinin ideolojik bir temele dayanmamasının nedeni, insanları düşünsel zeminde sindirme ihtiyacı duymamalarıydı.
Buradan hareketle şu sonuca varabiliriz: Sömürünün gizlenmesi gerekliliği, yani dolaylı olarak ideolojilerin kullanılması gerekliliği, sömüren, sömürülenden nicel ve fiziksel olarak güçsüz olduğu durumda ortaya çıkar.
Buna dayanarak şöyle bir fikir yürütebiliriz: İlkel komünal toplumdan köleci topluma geçişte rol oynayan barbar kabileleri, kabile olarak varlıklarını sürdürememişlerdir, çünkü nicel varlıkları itibariyle ancak kendilerini sınıf olarak belirttikleri ve fiziksel müdahalenin yanında ideolojiler alanına da müdahale ettikleri ölçüde egemenliklerini sürdürebilirlerdi. Dolayısıyla böyle yapmak, yani düşünsel anlamda sömürüyü gizlemek zorunda kalmışlardır.
Buradan bakıldığında da rahatça anlaşılacağı gibi egemen ideolojilerin oluşum süreçleri tamamıyla maddi temellidir.
Barbar kabilelerin sınırlarını genişleterek ve daha çok insan üzerinde egemenlik kurmaya başlayarak ilk örneklerini verdiği köleci toplumlara gelelim:
Köleci toplumların özelliklerine değinmek gerekirse;
- Sömürü doğrudandır. Sömürüyü tanrısal kuvvetlerle meşrulaştırmak onu gizlemek olmadığından; sömürünün gizlenmesinin henüz söz konusu olmadığını söyleyebiliriz.
- Egemen sınıfın salt fiziksel değil, ideolojik olarak da egemenliğini pekiştirme zorunluluğunu ilk duyduğu toplumsal formasyondur. Dolayısıyla ilk düşünsel üretimler, felsefi soru ve sorunlar, teoriler, ütopyalar vs. bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Egemen ideoloji bağlamında incelemeye devam edersek, önümüze yukarıda “korku ideolojisi” diye adlandırdığımız ideolojinin daha ileri bir formatı çıkar. Bu formatta, yeni oluşmaya başlayan sınıflı toplumlardakinden farklı olarak, düşünsel üretim doğallığını kaybetmiş, insanlar doğada gördüklerini doğrudan değil, dolaylı olarak yansıtmak zorunda kalmış, bu da ideolojik üretimi -oluşturmasa bile- hızlandırmıştır.
Bunun nedenine değinmek gerekirse;
Köle toplulukları egemenlerden nicel olarak açık bir farkla üstün duruma geldiklerinde egemenlerin elinde kalan tek silah nitel üstünlüklerini kullanarak ezilenleri asimile etmek, onlara nicel üstünlüklerinin bir şey ifade etmediğini anlatmak, kısacası yanlış bilinç üretmektir.
Son yazdığımız paragrafın bütününe değinelim:
Öncelikle egemenlerin sınıf haline gelme süreçlerinin onlar açısından bir değerlendirmesini yapalım. Bir barbar kabilesi, üretici bir kabileyi işgal eder ve makul miktarda toprak ve köle sahibi olur. Aynı kabilenin, aynı işi yapan başka kabilelerle karşı karşıya geldiğinde de kazanmış, üstün gelmiş olduğunu varsayarsak, barbar kabilenin elindeki toprak birikimi hızla artmaya başlar. Fakat kabile -doğumlar ve ölümler dışında nicel olarak- hala aynı kabiledir ve biriken toprağı biriken kölelere işletmekte pratik zorluklarla karşı karşıya kalır.
Bu noktada egemenlerin yapabileceği iki şey vardır:
Birincisi; fazla köleleri öldürür. Fakat eğer böyle yaparsa, diğer topluluklar karşısında güçsüz kalır. Hem fiziksel anlamda hem maddi üretim artığı (burada kâr da denilebilir) anlamında. Aynı zamanda üretimde kullanılmayan ve yağmaya son derece açık topraklara sahip olur ki; bu da onun gerek diğer kabileler karşısında gerek iç toplumsal hesaplaşması konusunda sonunu hazırlar.
İkincisi ise; köle ve toprak miktarını artırmaya devam ederken, bütün bunları elinde tutmasını sağlayacak bir sistem kurmaya başlar. Bu sistem; bugünkü devletin ilk örneğini teşkil eder. (Bu noktada değinme zorunluluğu hissediyorum: Devletin ortaya çıkması da egemenlerin ikinci seçeneği tercih zorunluluklarından kaynaklanır.) Devlet örgütlenmesini oluşturan kabile veya kabileler, en başta egemenliklerini korumak için doğal yollardan yaptıklarını, bir üst düzeye çıkartıp yinelemek zorunda kalırlar. Yani doğal korkuların yerine suni korkular koyup, insanların kendilerinin oluşturduğu devlet örgütlenmesini kutsallaştırmalarını sağlamak zorundadırlar. Bu da haliyle düşünsel üretim zorunluluğunu beraberinde getirir.
Yukarıda anlattıklarımız üzerinden şöyle bir tez geliştirilebilir:
İdeoloji, oluşumu sırasında ilk örneklerini verdiği sırada, bu örnekler egemenlerin ideolojisi olduğundan ve toplumsallaştırılma zorunlulukları doğduğundan, ideolojinin ilk örnekleri egemen ideolojilerdir.
Yukarıdaki somutlamayı tersten ele almak isterim. Yani asıl ele alınması gereken ama alınmayan perspektiften, ezilenlerin perspektifinden:
Tersten baktığımızda; barbar kabilelerin değil, üretici kabilelerin, yani ezilen sınıfları oluşturacak olanların gelişim süreçlerini incelememiz gerekiyor. Bunu yaparken yukarıdaki kronolojik sıralamayı kullanacağız.
Üretici kabileler, işgal edildikten sonra, ilk anda sorgulayabilecekleri bir şey yoktur, çünkü olaylar doğal gelişim süreçlerine paralel gerçekleşmektedir. Daha açık söylemek gerekirse, burada bahsettiğimiz Engels’in zor teorisiyle yalınlaştırılabilir: Doğrudan saldırı yoluyla egemenlik altına alma. Yani işgal edilen kabile, zorla barbar kabilenin egemenliği altına girer.
Ancak, süreç ilerledikçe, köle haline getirilen ezilen kabile mensupları, köleliklerinin nedenini fiziksel (tanrısal da kullanılabilir, o da son tahlilde “fiziksel”dir) belirlemelerden uzaklaştırmaya başlamışlardır. Gittikçe sayıları artan ezilenlerin, düşünce yapıları salt fiziksel korkudan uzaklaşmış; ancak onun yerinde oluşan boşluk, devlet örgütlenmesi tarafından doldurulmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz “köleci toplumların egemen ideolojisi”; kendini bu şekilde kabul ettirmiştir. Zaten baskı ve zordan başka bir egemenlik aracı olmayan egemenlerin, burada yapabileceği tek şey, korku ideolojisinden yola çıkarak “mutlaklaştırma”dır.
Yeni bir kavram değil “mutlaklaştırma”; fakat biraz açmamız gerekiyor. Burada bu kavrama biraz daha farklı ve fazlaca bir anlam yüklemeye çalışacağız.
Korku mekanizmaları kendilerini -yukarıda bahsettiğimiz gibi tanrısal dahi olsalar, son tahlilde- fiziksel belirlenimler üzerine kurmuşlardır. Bu dahil yukarıda bahsettiğimiz şeyler köleci toplumlara kadarki süreç içinde ele alınıyor. Fakat köleci toplumlardan sonra durum değişmese bile gelişmek zorunda kalmıştır: Korku mekanizmaları, soru sorma potansiyeliyle dolan bir boşluk yaratmış, bu başlık; devlet aygıtının “kutsal, mutlak, dokunulmaz” olarak gösterilmesiyle doldurularak soru sorma potansiyeliyle dolmasının önü kapanmıştır. Yani mutlaklaştırmanın ilk örneği, devlet aygıtının mutlaklaştırılmasında karşımıza çıkar da denilebilir.
Köleci toplumlarda egemen ideolojinin, “korku ideolojisi”nin bir üst safhası olan “mutlaklaştırma” olduğundan bahsettik. Buraya kadar söylediklerimizden, birinci soru bağlamında ayrıştırıcı değil, birleştirici bir sonuç çıkıyor:
Egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir; aynı zamanda egemen sınıfı zorlayan nesnel koşullarla bir önceki egemen ideolojiye revizyon getirilerek oluşturulur. Bu bağlamda bir kopuşu da temsil eder; fakat bu kopuş, sıfırdan yeni bir ideoloji kurmak değil, kapsayıp aşmak suretiyle olmak zorundadır.
Bu noktaya gelmemizi sağlayan teze tekrar bakalım: İdeolojinin ilk örneklerini egemen ideoloji olarak verdiğinden bahsetmiştik. Biraz önce söylediklerimizle birleştirirsek:
Egemen ideoloji, ilk ideolojik düşünce biçimi olarak; -buraya kadar ayrı bir tez olarak da alınabilir- sömürüyü gizleme mekanizması gerekliliğinin ortaya çıkmasıyla oluşmuştur.
Bu oluşmaya tekabül eden zamanın; üretim ilişkilerinin en sert ve dolaysız yaşandığı köleci toplumlarda ortaya çıkışı tesadüf değil. Çünkü toplumlar tarihi, -kapitalizme kadar- egemenlerin egemenliklerini koruyabilmek için sertlikten ve yalın sömürü mekanizmalarından ödün vermeleriyle ilerlemiştir.
Bu durum kapitalizme kadar geçerlidir; çünkü kapitalizmde egemenler çekilebilecekleri en geri noktaya çekilmişlerdir. Buna ileride değineceğiz.
Şimdi, kapitalizm ve emperyalizm dönemine kadar egemen ideolojilerin hangi dinamiklerden beslendiğine yoğunlaşacağız.
Elbette bu noktada köleci toplumları oldubittiye getirmek kolaycılık olur. Onun yerine köleci toplumların -zorunlu olarak- bağrından çıkan feodal toplumlara geçiş aşamasına ve bu noktada egemen ideolojinin uğradığı değişimlere, sebepleriyle birlikte değinmek istiyorum.
Evre 2: Köleci toplumlardan feodal toplumlara
Yukarıda bahsettiğimiz mutlaklaştırma ideolojisini uzun yıllar rahatlıkla kullanan egemen sınıflar, bu sürecin uzunluğunu ezilenlerin bir düşünme mekanizması oluşturamamasına borçluydular. Fakat sömürü mekanizmaları oturduktan ve sömürü sistematikleştirilmeye başladıktan sonra; ezilenlerin (burada kölelerin) düşünmeye başlamasıyla beraber yeni bir ihtiyaç doğdu. Kuşkusuz ezilenlerin düşünce üretmeye başlamalarının arkasında sömürünün salt doğal görünümlü olmaktan çıkması ve ideolojik boyutu ağır basan bir mekanizmaya dönüşmesi vardır.
İhtiyaca gelelim. Sömürü mekanizmalarının doğallıklarını yitirmesiyle beraber, salt çoğunluğu sağlayan köleleri elde tutabilmek için varolan koşullar yetersiz gelmeye başlamıştı. Bu yüzden egemenler geri adım atmak zorundaydı. Yeni oluşan feodal toplumların konumuzla alakalı ve önemli özelliklerine değinecek olursak;
- Bu tür toplumlarda egemenlik ilişkilerinde zor kullanımı aynı sertliğiyle devam etse de, asıl “gelişme” bu zor kullanımını saklamak noktasında yaşandı.
- Buna bağlı olarak, ezilen sınıf içerisinde -sadece yaşama özgürlüğü de olsa- özgürlük sahibi bireyler oluşmaya başladı.
Açalım:
Egemenlik ilişkilerinde zor kullanımını saklamak konusunda “gelişme” yaşandığını söyledik. Evet egemen sınıf geri çekilmek zorunda kaldığında -ki bunun nedeni bu yazının temel konusu olmasa da temel konusunun temeli olan üretim ilişkileridir- bırakmak zorunda kaldığı ilk mevzi özgürlük konusunda oldu.
Kölelere özgürlükleri verilerek oluşturulan serf sınıfına uygulanan ideolojik baskının temellerine inecek olursak, karşımıza tekrar mutlaklaştırma ideolojisi çıkacaktır. Fakat yeniden bir kopuş süreci yaşayarak, aynı zamanda ezilen sınıfların değerlerine de sahip çıkıldığını sanmalarını sağlamak anlamında kullanacağımız “zannettirme” ideolojisine dönüşerek.
Bu da, mutlaklaştırma gibi yeniden üretilmiş ve burada biraz daha geniş anlamlar yüklenecek bir kavramdır. Somutlayalım:
Egemen köle sahibi, üretim koşullarının gelişmesi ve yukarıda saydığımız bir dizi koşulla beraber, tekelinde bulundurduğu mevzilerden geri adım atmak zorunda kalır. Bunun için öncelikle yapmak zorunda kalacağı şey, kölelerinden bir kısmına toprakta çalışmak üzere özgürlüklerini vermektir. Aynı zamanda kendisi de toprak sahibi olduğundan; kölelere kendi sahip olduğu topraklarda yaşama hakkı verdiğini, bunu güvence altına aldığını ve kölelerin kendisinden bağımsız bir yaşamları olabileceğini, kendi kararlarını kendileri verebileceklerini ve dolayısıyla özgür insanlar gibi yaşayabileceklerini “zannettirecek”, bu sayede eski köle-yeni serflerini egemenlik altında tutmakta problem yaşamayacaktır. “Zannettirme” kavramının çıkış noktası burasıdır.
Yukarıda yazılanlardan da görüleceği gibi, egemen ideoloji geri adım atmak zorunda kaldığından, toplumsal alanda bir ilerleme söz konusu oluyor, bu olurken de birincil belirleyen yine maddi üretim ilişkileri oluyor.
Egemen ideolojinin kendi içerisinde evrilmesini ve egemenliği mükemmel koşullarda sağlayabilmesini olanaklaştırmaya yönelik çalışmalar ise, egemen sınıfların yapmak zorunda kaldıkları çalışmalar olarak görülüyor. Bu koşullarda şundan söz edilebilir:
Egemen ideoloji, maddi üretim koşulları değiştiğinde kendisini evriltmek ve koşullara uyum sağlamak zorundadır. Bunu yaparken, kendisinden önceki toplumların egemen ideoloji mirasını bütünüyle devralır; fakat o mirası devraldığı haliyle kullanamaz, değiştirmek zorunda kalır. Tamamen geri adım atmaya dayalı bu evrim kendi içerisinde -sırf bu yüzden- bir kısır döngü barındırır.
Bu kısır döngünün en üst safhasına geldik.
Buraya kadar toplumlar tarihi incelemesiyle beraber götürdüğümüz konumuzu buradan sonra farklı bir yola sokmak zorundayız. Bu yol konuya yoğunlaşmak olacak. Çünkü toplumlar tarihinin en karmaşık kısmı olan kapitalizmi bir iki sayfayla anlatmaya çalışmak -özellikle böyle bir yazıda- öncelikle Marx’a haksızlık olur diye düşünüyorum. Bu yüzden konu üzerine yoğunlaşarak yola devam…
Evre 3: Kapitalist toplum ve ötesine giden yol
Üzerinde özellikle durulması gereken toplumsal formasyon, konumuz açısından şu anda yaşanıyor olmasından daha öte bir değere sahip. Bu kısır döngünün en üst safhası derken kastettiğimiz, elbette sonu pasifizme varan bir yargı olmayacak. Kastettiğimiz, tümüyle değiştirilebilme potansiyelinin büyüklüğü üzerinde durmak gerektiği olacak.
Kapitalizmin -konumuzu yakından ilgilendirenlerle sınırlandırmak zorunda kalacağımız- özelliklerini inceleyelim:
- Sömürünün doğrudanlığının üzeri örtülür. Öyle ki, sömürünün varlığından çok onu gizleme mekanizmaları üzerinde durmak zorunda kalıyoruz. Eğer sömürünün varlığı üzerinde durmaya çalışırsak -konu dışına çıkmasak da- çerçevemizi aşmış oluruz.
- Egemen sınıflar sömürüyü gizlemek için kendilerini özel olarak üretmeye zorlamaktan kurtulmuşlardır. Onu yapan mekanizmalar oluşturulmuş, egemen sınıf mensupları kendilerini sömürüyü derinleştirebilmek için çalışmaya adayabilmişlerdir. Tabii bunun yanında düzenin keyfini sürmeye de…
Burada ilk bakışta karşımıza kendini açık etmeyen bir sömürü mekanizmasının ideolojik tabanının nasıl oluşturulabileceği sorusu geliyor. Burada da, diğer başlıklarda yaptığımızı yapacak, yeni bir kavram kullanacağız. Bu seferki kavramımız “uyutma” ideolojisi.
Her ne kadar üzerine yüklenebilecek bütün anlam kelimenin kendisinde ilk bakışta kendini gösterse de, biz birkaç noktayı somutlayarak inceleyelim:
İçinde yaşadığımız toplumdan bir işçiden örnek verelim. Sabah kalkıp işine giden işçimiz, işyerinde din, dil, ırk çatışması yaşatılmak suretiyle, eve gelirken yolda tuttuğu takımın maç sonucunu elindeki ekmekten -hatta elinde ekmek olup olmadığından- daha çok düşünmek durumunda bırakılması suretiyle ve eve geldiğinde televizyonun başından kalkamayarak uyumaktadır. Bu açıdan yaklaştığımızda, karşımıza çözülmek zorunda olduğu kadar çözülmesi zor bir problem çıkar: Değişmesi kaçınılmaz olması gereken, ancak “uyutma” ideolojisini mükemmele yakın ilerletmeyi başardığı için içerisinde giderek zorlaşan görevler barındıran düzenin “değiştirilmesi” problemi.
“Değiştirilmesi” kelimesine özellikle vurgu yapma ihtiyacı hissettim, çünkü bu, bize asıl öne alınması gereken meselenin insanların kafalarındaki yargıları toptan değiştirmek olmadığını, aksine en öncelikli meselenin üretim ilişkilerini tersyüz etmek olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor.
Korku ideolojisi tabanında güncel görevler
Bilinç ve siyaset kavramları arasındaki ilişkinin, burada çok büyük anlamlar taşıdığı kuşkusuz. Şöyle açıklayabiliriz:
Bugün; yukarıda bahsettiğimiz koşullarda yaşayan işçi sınıfına doğrudan bilinç götürmeye çalışmak rüzgara karşı işemeye benzetilebilir: Önünde sonunda elimize yüzümüze bulaşır. Bu yüzden yapılması gereken “uyutma” ideolojisinin ters tepmesini sağlayacak araçlar geliştirmektir. Bu araçların merkezi bir planlama yoluyla geliştirilmesi, günümüz koşulları göz önünde bulundurulduğunda yerel anlamda yüzde yüz yeterlilik içeremeyeceğinden, her bir öncü bireyin kendinde görmesi gereken öncelikli sorumluluklarından biri “üretim”dir.
Özellikle vurgulamak istiyorum, burada üretim derken kastedilen şey; teori, ideoloji, düşünce vs. üretmek değil; hepsini birden kapsayabilecek şekilde kendi iç mekanizmalarımızı yeniden üretmektir.
Ya da Lenin’e ithafen sonsöz
Buraya kadar hem egemen ideolojilerin tarihsel gelişimine değindik, hem de tersten bakıldığında bir kaynak arayışına girmiş olduk. Bulduğumuz kaynak “korku ideolojisi” oldu. Daha açık söylemek gerekirse, bütün egemen ideolojilerin kendilerinden sonraki tarafından kapsanıp aşılması söz konusu olduğundan, egemen ideolojilerin egemenliklerinin kaynağını korku olarak tespit etmiş bulunuyoruz.
Marksistler olarak bizim görevimiz, olaylara bütünlüklü bakabilmek yanında olayların temel nedenleri -ve nasıl değiştirilebilecekleri- üzerine kafa yormak olduğundan; son söz olarak şöyle söylememiz uygundur diye düşünüyorum:
İnsanların diğer insanlar üzerinde egemenlik kurabilmelerini ilk sağlayan şey fiziksel üstünlükleri ise, ve bu aynı zamanda zihinsel bir üstünlük sağlamalarına yol açıyorsa, zihinsel üstünlüğü kırmak, kaynağın üstüne gitmeyi gerektirir. Ve zihinsel üstünlük olmadığında fiziksel üstünlük de çökecektir. Bu mücadelede gereksinim duyulacak kadroların, zihinsel açıdan üstün bireyler olduğunu bilmek gerekiyor. Yukarıda yazılanların bütününe de, Lenin’in öncülük teorisine de, Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe’ye de bu açıdan yaklaşmak en doğrusu olacaktır.