Haftalık Nokta dergisi daha geçenlerde çarpıcı kapağı, dayanılmaz bir humor içeren fıkra ve vinyetleri, nihayet dışardan Glucksmann, Rosanda, içerden de Akad, Belge ile Marksizm defterini dürmüşken söylenecek ne kaldı ki?
Gelenek bu kitabını Avrupa soluna ayırdı. Marksist düşüncenin Avrupa’daki gelişimi de konunun içinde. Nokta‘dan sonra Marksizm için olumlu bir şeyler söyleyebilmenin mümkün olup olmadığını tartarken “uzaktan gözlemler”le yetinebileceğim aklıma geldi. Yakına gitsem Gorz, Glucksmann, Rosanda, Colletti, Bahro vb. kapıda dikilmiş bekliyorlar. Onlardan kurtulsam bizden Özkök’ün, Akad’ın, Belge’nin eline düşebilirim.
Arapça’ya ilişkin olarak Şerif Mardin’in bir kitabında aktardığı değinmeyi hatırlıyorum: Arapça bir cümleyi okuyabilmek için önce o cümlenin anlamını bilmek gerekiyormuş… Marksizmin de giderek buna benzediğini düşünmek mümkün. Pek çok sorun, Marx’ın metinlerinin ön donanımsız biçimde okunması durumunda bile değerinin eksiksiz anlaşılabileceği sanısından kaynaklanıyor. Böyle bir sanının yerleşmesinde kimi marksistlerin, marksizmdeki “bilim” ögesini uygun suz biçimde vurgulamalarının da payı oldu. Oysa Marx’ın verimli biçimde okunabilmesi için öncelikle bir eylem tutkusuna, belirli “bağlanma”lara gerek var diye düşünüyorum.
Bazı şeyler olmayınca olmuyor…
Kuşkusuz bütün bunlar Türkiye’de bizim kendi çalışmalarımız, Marx yorumlarımız için söyleniyor. En azından “biz” böyle yapmalıyız, böyle olmalıyız. Bu yazıdaki sorun ise marksist düşüncenin Avrupa’daki gelişimine ilişkin. Avrupa’da marksizme yönelen insanın tarihsel evrimini buradan Türkiye’den çizebilmek çok güç iş. Bu nedenle “uzaktan gözlemler”le genel anlamda değerlendirmelerle yetinmek gerekiyor.
Gelişme: Kararlılık Değil, Salınım
Yazıda kronolojik bir çabam olmayacak. Sorunun genel sınırlarını belirleyip bu sınırlar içindeki asli dinamiklere eğilen bir yaklaşımın daha yararlı olacağına inanıyorum. Marksist örgütlenmeler ve bunların siyasal pratikleri, yazıdaki çerçevenin önemli ölçüde dışında kalıyor. Asıl ele alınan, Marksizmin, denebilirse kendi iç “teorik” dünyası. Elbette böyle bir “dünya” örgütsel ve siyasal pratikten aralıksız biçimde besleniyor. Gene de yazıda bu pratiği tüm boyutlarıyla değil, sözünü ettiğim dünyaya en çok uzanan yönleriyle sınırlı biçimde ele almaya çalışacağım.
Sınırlar çizildikten sonra sıra söz konusu alan içinde hareketi sağlayan dinamiklerin tanımlanmasına geliyor. Ancak hemen vurgulayalım ki burada elimizde olan bir soyutlamadır; yapılan iş, bir model inşasıdır. Bu yönüyle, bir ilk soyutlamanın eksikliklerini ve zaaflarını taşıması doğaldır.
Böyle bir soyutlamaya olanak verilirse, Marksist düşüncenin gelişimini iki temel eksen çevresinde ele alıp incelemek mümkün olur. Bunlardan ilki, felsefe-bilim ilişkileri eksenidir.
Felsefe-bilim ilişkilerinin son çözümlemede belirlediği (ya da öyle olması gereken) bir teorik yapı ile sınıf mücadeleleri arasındaki ilişkiler ise, ikinci ekseni oluşturur.
O halde bir bütün olarak Marksist düşüncenin gelişimini belirleyen bir yanda felsefe-bilim, öte yanda da teorik yapı-siyasal pratik ilişkileri olmak üzere, bu iki eksen arasındaki karşılıklı alışveriştir.
Salt daha açıklayıcı olabilmek için ekliyorum. Yukarıdaki soyut modeli Marksizmin kurucularının hayatta oldukları 19. yüzyıla taşırsak, sözgelimi şunu söylemek mümkündür: 1844 Elyazmaları ile başlayıp Kapital’e uzanan (ama elbette orada bitmeyen) süreç daha çok felsefe-bilim ilişkileri kapsamlıdır, epistemoloji ağırlıklıdır. Manifesto’dan, diyelim Fransa’da İç Savaş’a uzanan süreç ise teori-pratik ilişkilerini kapsar ve ikinci ekseni oluşturur. Daha da somut ve açık olabilmesi için devam ediyorum: Marksizmin doğumundan günümüze, birinci eksen “özne-yapı ilişkileri” sorunu ile, ikinci eksen ise örgüt-devlet-iktidar çözümlemeleri ile en hararetli tartışma alanlarını oluşturmuşlardır. Marksist düşüncenin gelişiminde en can alıcı sorular, bu alanlarda sorulmuştur.
Bu noktaya ileride yeniden döneceğiz.
Ancak daha önce, yukarıdaki soyut modelin sınırlan içinde söylenebilecek başka neler var, onlara bakmak gerekiyor. Yüzyılımızın olgularının işaret ettiği sonuçları hesaba katmaksızın, Marksizmin gelişimindeki temel sorunlardan birini, ilk eksenin oluşturduğu epistemoloji alanında bulmak mümkündür sanıyorum.
Sorunu özetliyorum: Marksizmde felsefeden bilime geçişi mutlaklaştırmak, bu anlamda marksist felsefenin işlev alanını yapay biçimde daraltmak marksizmin içeriğinin değişen koşullara göre zenginleştirilmesini engelleyici sonuç vermektedir. Eğer felsefenin, başta özne-yapı, birey-toplum ilişkileri olmak üzere bilimin devralacağı sorunları formüle etmek, ayrı bilimlerin ortaya koyduğu sonuçlan “dünya görüşü”ne içselleştirmek ve nihayet güncel gerçekliği bütünsel bir “sorun” olarak dile getirmek gibi işlevleri varsa, felsefenin boşlanması ile güme giden bizzat bu işlevler olmaktadır.
Bu, daha ilk adımdır.
Epistemoloji alanında felsefeden bu sözde “kurtuluş”, başka alanlarda da zincirleme etkiler yaratıyor. Yukarıdaki türde bir kurtuluşun diğer alandaki, yani teori-pratik eksenindeki doğal sonucu, verili siyasal örgütlenmenin ve onun pratiğinin kendi başına, tüm teori alanını önce “doldurması” sonra da sınırlamasıdır. Elbette ortaya yeni sorunlar getirilmediği, ortadaki sonuçlar ise yeni bir kurgusal bütünlükle ifade edilemediği için…
Kısırlık, çoğu yerde de dar pratikçiİik ya da ekonomizm, bu tablonun bilinen siyasal tanımıdır.
19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıla dönülürken Marx’ın düşüncesinin Avrupa’da nasıl ve ne ölçüde etkili olduğuna bakılabiilir.Sözü edilen dönemde Batı Avrupa’da ingiltere hariç hemen her ülkede Marksizmin belirli bir saygınlık kazanmaya başladığı görülür.Ancak şu da oldukça ilginçtir:”Bilimsel” yanıyla Marksizm toplumbilim, tarih, ekonomi biçiminde departmanlara ayrılıyor ve örneğin akademik alanda böyle ilgi çekebiliyor.Başka deyişle bu alanda Marksizm nesnel bir zemine ayaklarını basan, ama genede bir eylem felsefesi olabilen doğal bütünlüğü içinde ele alınmıyor. Akademik ilgi Marksist ekonomi politiğe belirli bir saygınlık sağlıyor, o kadar.
Felsefe çıkışlı aktivist yan, oldukça eksikli kalıyor.
Buna karşılık marksist düşünce başta Almanya ve Fransa, ciddi siyasal hareketlerle de yansıma buluyor. Ancak, çok ilginçtir, akademizmin doğal olarak eksik bıraktığı siyasal pratik öğesi, bu kez de örneğin Almanya’daki sosyal demokrat hareketin tam tamına ekonomizm demek olan kuru “bilimselliği” ile temsil edilebiliyor…Fransa ‘da ise Marksist düşüncenin siyasal pratiğe dönüşmesi, Marx’ın damatlarından Lafargue ile Jaures’nin “vulgerleştirici” olduğu hep kabul edilen adaptasyonları ile gerçekleşebiliyor.
Söylenenleri toparlayabilmek için önemli bir ilk sonuca işaret ediyorum: Teori-siyasal pratik dikotomisi Batı Avrupa’da Marksizmin eski sorunudur.1917 devrimine dek Marksizmin genel kabul gören bilimselliği, pek de verimli sayılayamacak biçimde, iki kanalda temsil olundu. Az önce de değindiğim gibi Marksist yöntemin ve bulguların tarih, toplumbilim, ekonomi alanlarında ayrı ayrı kullanımı ilk kanaldı. Siyaset kanalında ise Marksizm, Alman sosyal demokrasisi ile Fransız sosyalizminin darlıklarına da uyabilecek bir “bilimsel ekstre” sağlıyordu yanlızca…
Çok açık ki, sırada Çarlık Rusyası var.
Ancak Çarlık Rusyası’na geçmeden önce bir başka önemli noktaya daha değinmek istiyorum. Bir bölümü tekrar olacak: Marksizm bir bütün olarak ele alındığında özne-yapı ilişkisi, ilk ekseni oluşturan bilim-felsefe ilişkisinin bir ifadesidir. Öte yandan özne-yapı ilişkisi bu ilk eksende yalıtılmış, başka alanlara uzanımsız değildir. Tersine, siyasal pratiğin çerçevesini oluşturması gereken temel-üstyapı ilişkileri de, özne-yapı ilişkisi ile doğrudan doğruya geçişimlidir. Tekrar oluşturulan bu açıklamalardan sonra asıl söylemek istediğim şu: Marksist düşüncenin gelişiminin bağlı olduğu öz, bilim ile felsefe, yapı ile özne, temel ile üstyapı arasındaki gelgitlerin ya da başka bir sözcükle salınımların ta kendisidir. Esas olan, dinamizmi yaratıp Marksist düşünceyi geliştiren, doğrudan doğruya bu harekettir. Yoksa sorun, kesinlikle ve kesinlikle, saydığım ikililer arasındaki boşlukta sabit bir noktanın “bilimsellik” adına seçilmesi ve burada karar kılınması değildir.
Marksizmi kısırlaştıran, daha doğru bir deyişle donduran, bilim ve bilimsellik adına böyle sabit noktaların aranması, daha kötüsü, bulunduğunun sanılmasıdır.
Çarlık Rusyası’na şimdi geçebiliriz.
Plehanov ile Lenin özgün konumlarını, katkılarını uzun uzadıya anlatacak değilim. Hepsini özetleyen birkaç noktaya işaret etmek yeterli. Rusya’nın koşullarını,geri kalmışlığını ve bu ortamda yaşadığı eşitsizliği de bir yana bırakabilriz şimdilik. Önemli olan şudur: Bir yanda Avrupa özellikle de Alman sosyal demokrasisin “bilimselliği” ,öte yanda Narodniçestvo geleneğinin iradeciliği; Bir yanda tüm ekonomi-politik bilgileriyle legal Marksistler, öte yandan SRler… Plehanov ve elbette daha çok da Lenin, biilim-felsefe, özne-yapı gelgitleri açısından böylece oldukça elverişli bir ortam buldular önlerinde. Ve bunun hakkını da iyi verdiler.
Lukacs’ın, eski çalışmalarından birinde verdiği anlamlı bir örnekten kalkarak düşünebildiklerimi aktarmak istiyorum; Marksizm, sözcüğün dar anlamında bir “bilim”den ibaretse ve bu “bilim”in alanına girebilecek “ideolojik” öğeleri peşinen dışlamak gerekiyorsa Hilferding’in ve Luxemburg’un emperyalizm çözümlemeleri, Lenin’inkinden daha derin, daha bilimseldir…
Ama Hilferding’in ve Luxemburg’un emperyalizm çözümlemelerinden özgün bir devrim teorisinin oturtulamadığı, oturtulmasının da mümkün olmadığı açıktır. Bunu, belki de derinlikli ve etkin, ama son çözümlemede yalıtık kalan teorileştirmelerin Marksist düşünce içindeki gerçek yerinin tam saptanabilmesi açısından örnek olarak veriyorum geçiyorum.
Gelinen bu noktada çok doğal olarak şöyle bir soru belirecektir; Lenin ile birlikte Marksizmin “Marksizm-Leninizm” oluşun dan söz ediliyor; peki, değinilen ikililer arasında Lenin’in gerçekleştirdiği gelgitler sonucunda bir “karalılık noktası” gene mi ortaya çıkmamıştır?
Bu soru, açıkça telafuz edilsin edilmesin, 1917’den bu yana sosyalizm tartışmalarının can damarını oluşturmaktadır. Oldukça ayrıntılı biçimde ele alınması gerekmekle birlikte, bu yazıda yanlızca belirlemelerle yetinmeyi tercih ediyorum:
1. Marksizmin Marksizm-Leninizm olması sözü edilen gelgit yada salınım dinamiğinin sona erip bilim ile felesefe arasındaki “optimum”noktanın bulunması anlamına gelmez. Gelgit ya da salınım, Marksist düşüncenin gelişmesi açısından sürekli bir gerekliliktir.
2. Leninizmin, sözü edilen hareketi sona erdiren değil, aynı harekete daha güçlü silahlarla ve daha donanımlı olarak katılınmasını sağlayan bir katkıdır.
Leninizmin Marksist düşüncenin gelişimine bir katkı oluşu, buna karşılık Marksizm-Leninizm de yeni gelişmelere ve katkılara açıklığı, kanımca ancak böyle bir çerçevede yerli yerine oturabilicektir.
Ne var ki, Avrupa’da 1917’den sonra gerçekleşen bu olmamıştır.Gelişmeler 1917’den sonra giderek bir kilitlenmeye yol açmış, bu kilitlenme son yıllara”Markszimin bunalımı” adıyla uzanmıştır
Kırk Yıl; Canlılık yok, Almaşık da…
Yeniden Lukacs’a ve bir tanıımına dönüyorum. Lukacs Leninizmi “tarihsel materyalizmin proleteryanın günlük kavgasına daha yakın hale gelmesi” biçiminde tanımlamıştır…
Bu tanım 1917 ile yükselen ilk devrimci dalganın coşkusu içinde yapılıyor; Gramsci’yi, 1917’i “kapitale karşı devrim” olarak selamlamaya itende aynı coşkudur. Ne var ki, tarihsel materyalizm-proleteryanın kavgası yakınlaşması, giderek özdeşlemesi, iki tarafa da kesen bir kılıç olabileceği o dönemim coşku ortamında sanırım yeterinece anlaşılamıyordu.
Lukacs ve Gramsci Marksist düşüncenin gelişiminde önemli kilometre taşlarıdır. Çalışmalarının doğrudan içeriğinden çok, simgeledikleri gerçeklikten söz ediyorum. Avrupa’nın Marksizim, 1917 devrimi ve leninizm konusundaki dalgalanmalarını, iki marksist düşünür en iyi biçimde kendi çalışmalarının izlediği çizgide yansıtmışlardır. Lukacs ve Gramsci marksist aydınlar olarak tarihsel materyalizm-proleteryanın kavgası yakınlaşmasının yapıdan çok özneyi, temelden çok üst yapıyı işaret ettiği bir fırtınaya yakalandılar önce. Böyle bir fırtınada olanağan dönemlerde hep “dar” olan siyasal pratik kanalları insanı alıp ta yükseklere, özgün bir eylem felsefesinin derinliklerine taşıyabiliyordu. Bu yükselişte Lukacs “devrimin güncelliği” dedi, Gramsci ise “kapitale karşı devrim”…
Oysa gerçekte buda sözünü ettiğimiz gelgitin bir momentiydi.
Yoksa, Marx’ın 19.yüzyıl boyunca aradığı söylenen bir yanıt kesin olarak bulunmuş ve “iş bitmiş” değildi. Bundan sonra doğal olarak sıra gelgitin öteki momentlerine geldi. Yeni durumda esas alınan salgının, açılım değil geri çekilme, savunma ve korunma oldu. İşte, tarihsel materyalizm-proleteryanın kavgası yakınlaşması bu yeni koşularda çok farklı sonuçlar vermeye başladı. Dün, siyasal kanallar insanı yükseklere taşırken, bu kez felsefenin ve yeni bir dünya için eylem anlayışının soylu bulutlarında dolaşanlar aşağı inmek, bir tahkimat döneminin çok daha dar siyasal kanallarına sıkışmak zorunda kalıyorlardı.
Süreci aşırı ölçüde dramatize etmek istemiyorum. Ama öyle sanıyorum ki, şu model genel kabul görecektir; 1917’nin tecrit edilmesi, Avrupa’nın çeşitli noktalarındaki yenilgiler, faşizmin yükselişi ve egemenliği, başka süreçler bir yana Marksist düşüncenin çok yönlü gelişiminide olumsuz yönde etkilemiştir. Özellikle 20’lerden 60’lara uzanan dönemde Marksist düşüncede yaratıcı ve verimli salınım gündemde değildir artık. Böyle bir salınım yerine elde olan, tek tek her biri kısa dönemli siyasal gerkesinimlere göre belirlenen ve genellikle “bilim”e, “ekonomi”ye ya da “yapı”ya çok daha yakın statik noktalardır.
Dün marksist düşünce siyasal kanallardan kalkarak büyük açılımlar sağlayabiliyordu; bugün ise gerçekleşmiş açılımların kendilerini dar siyasal kanallara uydurmaları gerekiyordu…
Ancak, çok ilginç bir noktada şudur; Yaşanılan tutsaklık ne olursa olsun, sözü edilen yaklaşık kırk yıl içinde Marksist düşünce komünist hareket dışında bağımsız bir gelişme kanalı ve ciddi bir temsilci bulamamıştır.Troçki ve troçkistlerin bu alanda katkılarını oldukça sınırlı sayıyorum.
Bu durumun bir açıklaması olmalı. Bir kaç tür açıklamadan söz edilebileceği kanısındayım. Daha kolay kabul göreceklerden başlıyorum. Önce 1917’nin, sonra da faşizme karşı mücadelenin prestiji komünist partiler pratiğini, marksist düşünce alanında da tekel sahibi yapmıştır. Bundan da önemlisi Avrupa’nın o dönemki durumu, marksist düşüncenin siyasal pratiğin tamamen dışında, entellektüel-felsefi kanallardan gelişebilmesi açısından büsbütün elverişsizdir. Teorik geleneğe sahip kimi toplumlarda faşist rejimlerin egemen oluşu gerçeğini bir yana bıraksak bile parti pratiği dışı marksist ekolü o dönemde henüz yeterince şekillenememişti. Avrupa’nın çaplı marksistleri partiliyseler partilerinde kaldılar. Değilseler ya girdiler ya da çok yakında yer aldılar…
Ek bir çalışma var ve bunu ihtiyatla öne sürüyorum. Gelenek‘in bu kitabında Hikmet Seçkinoğlu’nun yazısı beni bir genelleme için cesaretlendirdi. Şöyle bir genelleme: Atılım ve yükselme dönemlerinin sola salınan modellerin, sonraki gerileme ya da yerleşme dönemlerinde bu kez sağa salınan, “aşırı nesnelci” teorileştirmelere yol açıyor.
Bu tür bir salınımı daha doğrusu doğal salınımı “sağda” bir noktada birleştirilmesi, siyasal öznenin çubuk büküşleri olarak değerlendirip işin içinden çıkmak kanımca yeterli değildir. Ortada, bu hareketi zorlayan, parti direktiflerinden bir ölçüde bağımsız, teori alanına içsel bir motif bulunmalıdır. Eski Gramsci’yi “siper savaşı” çözümlemelerine, “devrimin güncelliği” diyen Lukacs’ı sonraki yaşamı boyunca hep “sınıf mücadelesi dışı global eksen” aranışına zorlayan, böyle bir motif olmalıdır.
Düşündüklerim şöyle: Bir kere yükseliş teorileştirmelerinin genel ya da kıtasal nitelikli oluşu, yerleşme ya da savunma teorilerinin de aynı kapsamda olmasını dayatıyor. Ancak kıtasal teorileştirme, yükseliş dönemlerinde ve kendi soyutlama mantığı içinde, yeterince yükeselemeyeni ayıklayıp radikalizmi zorlarken, savunma dönemlerinde kıtasal bir ortalama için bu kez sivrilikleri törpüleyip nesnelciliği ortaya çıkarıyor. Bunlar doğruysa, eklemek mümkün: Siyasal harekette, atılımın kapsamlı sol teorizasyonu risklidir. Atılımın sol teorisi, atılım sonrasının sağ teori ve pratiğini besler. Önemli olan bundan kaçınmak değil salınım sırasında belirli bir noktada kilitlenmenin önlenebilmesidir. Öyle sanıyorum ki Avrupa’da komünist partiler 1924’den sonra en az bu konuda başarılı olabilirler.
Bu partiler Avrupa’da devrim dalgasının indiği yıllardan 1960’lara dek, siyaset alınımdaki almaşıksız konumlarıyla, Marksist düşüncelerin neredeyse tüm kırıntılarını bile kendilerine “abzorbe” ettiler. Ancak bu tekele rağmen “belki de doğrudan bu tekel nedeniyle” bu dönemde komünist partilerin Marksist düşüncenin gelişimine önemli bir katkısından söz etmek mümkün değildir.
Faşizmi, ardından sıcak ve soğuk savaş içeren yaklaşık 40 yıllık bu tarihsel kesitte Marksist düşünce komünist partiler bünyesinde gerçekte pek az kişiyi doyuran ancak pratik görünen art arda biriken dayatıcılığında bir anlamda “sineye çekilen” ilginç bir sıtabilizasyon yaşadı. Daha öncede değinildiği gibi: Gerek koşulların dayatması, gerekse kimi zorlamalarla, ama en önemlisi kıtasal perpektif zorunluluğun ürünü olarak, Marksist düşünceyi ileriye taşıyan salınım ortadan kalktı onun yerine, Marksizmin geniş alanı içinde belirli noktaların günün koşullarına göre çekilmiş fotoğrafları aldı.
60’lar: Kapak Kalkıyor
İkinci büyük savaşın hemen sonrasını düşünelim Sovyetlerde sosyalizmin temellerinin büyük kayıplara rağmen sağlamlaşması, faşizmin yenilgisi, işgalden kurtarılan kimi ülkelerde sosyalizme geçiş, oldukça ciddi kazanımlardır. Ne var ki böyle başlayan bir dönemin de Avrupa’da Marksist düşünceye bekleneceği ölçüde ciddi katkılar ve açılımlar getirdiğini söylemek mümkün değildir.
Ancak, savaş sonrası kısırlığın da sonu geldi. Soğuk savaşın gevşemesi Avrupa komünist partilerinin üzerlerindeki misyonların hafiflediğini hissetmeleri ve elbette kitle hareketlerinin yükselmesiyle 60’larda Avrupa’da gerçekten yeni bir ortam doğdu. Bu farklı ortam gerçekte çok yakından akraba olan Marksist kökenli iki akıma ebelik etti: Yeni sol ve avrupa komünizmi…
İçeriklerine, siyasal perspektiflerine ilişkin yargılarımız ne olursa olsun, hem yeni solun hem de Avrupa komünizminin, özellikle önceki 40 yılla kıyaslandığında Marksist düşüncede bir canlılık, yararlı bir tartışma ortamı yarattığı açıktır. Komünist partilerde preslenmiş olarak korunan Marksist düşünce, artık çevreyi çok dikkatli biçimde, ama genede bir aceleyle kolluyordu.
Açılış döneminde dikkat ve acele birbirine karıştı. Geçmiş dönemde, kaldırabileceklerinden daha çoğunu sineye çektikleri anlaşılan kimi unsurlar üzerlerindeki kapağın kalkması, ama daha önemlisi ortamın genel anlamda canlanmasıyla birlikte oldukça hızlı davrandılar. Aynı süreçte Çin-Sovyet çatışmasının içeriği ve 1968 Çekoslavakya olayı gelenkesel partilerde yaşanan süreçler açısından birer akseleratör işlevi gördüler. Komünist partilerde yıllarca militanlık ya da teorisyenlik yaparken de bir yandanda “kendilerini biriktirdikleri” anlaşılan marksistler hızla partilerinden koparak kendiliğinden yeni bir marksist odak oluşturdular. Kuşkusuz aralarında ciddi bir homojenlik ve örgütlülük yoktu. Bu odak, zamanla “yeni sol” adını aldı.
Aynı sürecin bir başka yüzünde, geleneksel partilerin bizzat kendilerini Avrupa komünizmine nasıl yöneldikleri ise genellikle biliniyor.
Bunları uzun uzun anlatmaktansa önümüzdeki sorunun özüne ilişkin kimi ayrıntılara dönebilriz. Şu soruları serin kanlı biçimde düşünmenin yararı var: 60’ların bu canlılığı, bugün gelinen noktalar olarak yeni sol ve Avrupa komünizmi dışı ürünleri olabilir miydi? Ve bu soruların tümünü, yazının başlarında ortaya konan problemin diline çevirirsek: 60’ların canlanması felsefe ile bilim, özne ile yapı vb. arasında belirli bir salınım sürecini yeniden hareket geçirebildi mi?
Geçirebilir miydi?
Bir bütün olarak Avrupa’da marksist düşünce 60’larla ortaya çıkan önemli bir olanağı, öyle sanıyorum ki en çok Sovyet deneyimi ve Stalin’i hayeletleştirdiği için, kısırlaştırdı. Marksist düşünce yeni bir başlangıç ararken, Sovyet deneyine ilişkin olumsuz şartlanmaların ön belirlediği bir çerçeve ile yola çıktı. Bu şartlanma yüzünden, koskoca bir alanı taraması gereken projektör, ancak belirli sınırlar içinde işlev görebildi1 .
Yanlış anlaşılmasın; şöyle bir “ütopizm” önermiyorum: Marksist düşünce Avrupa’da 60’ların yeni açılımına hiçbir şey olmamış, yeryüzünde, özellikle de kıtada marksizm adına hiçbir şey yapılmamış gibi başlayamazdı. Ayrıca, bunca sancılı bir döneme yönelik ciddi marksist tepkiler, itirazlar hiç şekillenmesin, bu da mümkün değildi. Ancak “şartlanma” o boyutlara ulaşmıştı ki, bu tür tepki ve itirazları göğüslemesi gereken kesim de rahat değildi. O da şartlanmalardan büyük ölçüde etkilenmiş, nasibini almıştı. Daha sonra net biçimde ortaya çıktı: 60’larda Avrupa’daki komünist partilerin “sovyetik” ideologları, ilginç biçimde ve birer birer Avrupa Komünizmi’nin anti-sovyet sözcüleri konumuna geldiler. Sonuç ortadaydı: Bir yanda Yeni Sol, öte yanda Avrupa’daki komünist partilerin temsil ettiği marksist düşünce, yeni bir dönemde girebileceği yeni alanlara, en başta Sovyet deneyine bir almaşık bulma şartlanması ile yönelecekti.
Avrupa’da marksist düşünce süreci artık tek kanaldan değil, zaman zaman somut stratejik söylemleri de aşarak gelişmeye başlamıştı. Bu süreçleri, başlıca gündem maddeleri açısından özetlemek mümkün. Geleneksel partiler için: Sovyet deneyini çağrıştırmayacak, iç savaşsız bir iktidar ve geçiş modeli leninist “katı”lığı yumuşatan bir örgütlenme ve genel bolşevizmi akla getirtmeyecek ölçüde tartışılmaz bir çoğunluk…
Yeni Sol: Nesnelcilik-iradecilik tartışmalarında en çok “keyfiliğe” karşı sigortalı bir özne-yapı sentezi, burjuva devletine ilişkin olarak iktidarın fethini kolaylaştırma amaçlı çözümlemeler ve nihayet gerek iktidar gerekse kuruluş süreçlerinde demokratizmi tam anlamıyla sağlayabilecek “yepyeni” örgütlenme modelleri…
Avrupa’da marksist düşüncenin gelişimini sergileme açısından bu noktada asıl önem taşıyan, az önce sözü edilen aranışların ne tür zemine oturtulabileceği, ya da içerdikleri gelişme dinamiklerinin hangi ölçütlerle ele alınabileceğidir. Şu soru sorulabilir: Yanıt için, bugün gelinen duruma bakmak en doğrusu olmaz mı? Çekici de görünse, böylesine amprik bir gözlemin 60’larla başlayan sürecin sonuçları konusunda yeterince kapsamlı bir fikir verebileceğini sanmıyorum. Doğru, bugünkü duruma bakıldığında yaklaşık 20 yıllık bir atılım sürecinin sonucunda Yeni Sol’un ve Avrupa Komünizmi’nin geldiği yer hiç de umut verici değildir. Böyle bakılırsa sonuç, yüzeysel bakan pek çok kişinin de düşündüğü gibi “Avrupa’da solun iflası”, “marksizmin bunalımı, hatta “sonu”dur.
Oysa bu hiç de sağlıklı bir değerlendirme olmayacaktır. Bunu zorlama bir iyimserlikle değil, “süreç” kavramını sahiplenen bir gerçeklikle söylüyorum. Özellikle de vurgulamak istiyorum: Marksist düşünce Avrupa’da yeniden yola çıkarken sahip olduğu birikim ve şartlanma ile, ençok bugün geldiği noktaya gelebilirdi; asıl sorun bundan sonrasıdır, bugünün darboğazlarının ne tür silkinişlerle aşılabileceğidir.
Gündemde olan, yeni bir sürece daha sağlıklı, daha şartlanmasız ve daha araştırıcı biçimde başlayabilmektir.
Bu durumda yaşanan en son açılım döneminin genel bir muhasebesi, aşılması gereken şartlanmaların, “denenmiş ve bitmiş” sayılması gereken modellerin saptanabilmesi açısından önem taşıyor. Böyle bir muhasebe aynı zamanda marksist düşüncenin Avrupa’da son 20 yıllık gelişiminin de dökümünü oluşturacaktır.
Avrupa marksizminin son deneylerinin en çok şunu kanıtlamış olduğunu sanıyorum: Ne anti bürokratik söylemle kitlesel radikalizm, ne gelişkin teorizasyonla etkili pratik ne de “sıradanlaşma” ile geniş kitle desteği arasında hep varolduğu sanılan sebep-sonuç ilişkileri bulunmaktadır. Terkedilmesi gereken, öyle sanıyorum büyük ölçüde de terkedilmiş olan, bir zamanlar çok tutulan bu tür sığ ve “bir koy çok kazan” anlayışına dayalı genellemelerdir. Bugün bizzat Yeni Sol’un daha ortodoks temsilcileri “anti bürokratik söylem”in istenilen kesimlerde istenilen etkiyi yaratamadığını, gelişkin teorizasyonların bile pratikte çoğu kez “sol reformist” politikalar izlemeye mahkum kaldıklarını kabul ediyor. Bu yargıları destekleyen başka pek çok örnek bulunabilir.
Ancak bu tür somut örneklerden çok, onların ardındaki temel gerekçelere önem vermek gerekir. Görünen ilk sorunlardan biri şu: Gerek Avrupa Komünizmi’nin gerekse Yeni Sol’un, marksizmin bütününe yaklaşımında egemen olan anlayış, teori ile kitle siyasetinin üstüste yapıştırıldığı ve böylesi bir “bütünlüğün” özelci dış müdahalelerden korunmaya çalışıldığı bir tür nesnelcilik olmuştur. Ekonomizme ve “indirgemeciliğe” karşı tüm söylemine rağmen Yeni Sol, özellikle de özne-yapı ilişkilerini çözümlemeye çalışırken, aşırı ve gereksiz bir “iradecilik” fobisi içinde olmuştur. Bu, Yeni Sol’un çözümlemelerinde önemli bir güç kaybına neden olmuştur.
Az çok benzeri, Avrupa Komünizmi’nde görüldü. Avrupa Komünizmi örneğin “tekeller” teorisi ile bilim-siyaset çakışmasını gerçekleştirdiğine inanmıştı. Çakışma öylesine boyutlara ulaşmıştı ki, ekonomi politiğin bulgularının başka alanlara taşınıp oralarda sınanmasına, bu alanlarda yeni sorular yaratmasına, böylelikle de ekonomi politik kaynaklı bir sonucun bir bütün olarak toplumsal gerçekliğin her alanında yansıma bulmasına gerek bile kalmıyordu. Bu, kuşkusuz bir yanılsama idi. Marksist siyasal çözümlemeyi zaman zaman güç durumlara düşüren bir yanılsama. Basit örneği de vardır: Marksist ekonomi politiğin sağlıklı araçlarıyla vurgulanan “tekeller” ve “tekelleşme” olgularının, tekel dışı sermaye kesimlerinin tutuculuğun kaleleri olmaları gerçeği karşısında ideoloji ve siyaset alanlarında inandırıcılık erozyonuna uğramaları, böyle bir beceriksizliğin ürünüdür. Marksist çözümleme, geçmişte “milli burjuvazi” konusunda da, gerçekte kendi çözümleme araçlarının ve ilkelerinin hiçbir günahı olmayan başarısızlıklara, salt bu yapay bilim-siyaset özdeşleştirmeleri yüzünden tanık olmuştu.
Tüm bu örnekler yıllar öncesini, Hilferding’in ekonomi politik alanında oldukça derin ve bilimsel, ancak siyaset ve ideoloji alanında söylemsiz ya da etkisiz kalan emperyalizm çözümlemelerini hatırlatmıyor mu?
Bu açıklama çabalarına bazı ek katkılar yapmak mümkün. Özellikle Avrupa Komünizmi söz konusu olduğunda marksist düşüncenin gelişimini köstekleyen başka ayakbağları da vardı. Bunlardan göreli olarak daha büyük önem taşıyan ikisine kısaca değinmek istiyorum: İlki, Komünist Parti teorisyenlerinin kıtasal perspektifleri zorlamaları; ikincisi ise “solun birliği” adına izlenen politikaların ideoloji düzeyindeki yansımaları…
Avrupa’da kıtasal perspektif, büyük çoğunlukla törpüleyici ya da ortalamacı olmuş, serpilebilecek öncülük potansiyelleri üzerinde olumsuz etki yapmıştır. Avrupa örneği dışında da, stratejik söylemlere global bir içerik verilmesini genel olarak olumsuz buluyorum. İktidar stratejilerinin belirli konjonktürel teorileştirmelerin ürünü olarak geniş alanlara yayılmaya çalışılması, sosyalist harekette genellikle olumsuz sonuçlar vermiştir. Halk savaşı teorileri, fokoculuk ve Avrupa Komünizmi’nin yolu, bunun örnekleri arasındadır. Sosyalist harekette, aslında öznelliklere çok büyük ölçüde bağımlı alanlarda kurulan genel modeller kısırlaştırıcı etki yapmakta, belirli ulusal hareketlerin başını çekebileceği sıçramaları da ters yönde etkilemektedir.
Avrupa Komünizmi’nin ikinci büyük talihsizliğini oluşturan “solun birliği” politikaları üzerinde uzun durmayacağım. Kuşkusuz burada “solun birliği” adına izlenen kimi politikaları ve bunun adına verilen ödünleri kastediyorum. “Solun birliği” kavram olarak ayrı bir tartışma konusu ve burada buna girilmeyecek. Ancak şu kadarı söylenebilir: İngiliz marksisti Anderson’un da işaret ettiği gibi komünist partilerde “birlik” adına başlatılan ideolojik sulanma ve gevşeme, son çözümlemede sosyal demokrat ve sosyalist partilerin işine yaramaktadır. Gene Anderson’un değindiği gibi: Eğer amaç kitleleri kazanmaksa, kitlelerin birbirine iyice yaklaşan iki akımdan komünist olanını seçmeleri için bir neden yoktur…
Başka bir yerde tartışmak üzere, daha genel bir yargıyı yazıp geçiyorum: İdeolojik planda arı ve sağlıklı bir komünist parti ile, güçlü bir işçi tabanına dayanan sosyal demokrat bir partinin bu konumlarını koruyarak biraraya gelmeleri, doğası gereği “yok” denecek kadar düşük bir olasılıktır.
Yakın Gelecek: Bazı Olasılıklar
Son bölüme şöyle bir soru ile başlamak istiyorum: Avrupa’da marksist düşüncenin akraba iki akımı, Yeni Sol ile Avrupa Komünizmi yenildiler mi?
Bir anlamda “evet”, bir anlamda değil. Bu akımlar temel hedefleri olarak deklare ettiklerinin hemen hemen hiçbirine ulaşamadılar. Yeni Sol, kimileri teorik planda gelişkin de olsa, yalıtık çözümlemeler ötesinde pratiğe de uzanabilen bir yapı oluşturamadı. Avrupa Komünizmi tekelleri kuşatmak üzere yola çıkmışken giderek solun marjinal akımlarından biri konumuna düştü.
İşte, marksizmin “bunalımı”na hatta “ölümü”ne ilişkin çeşitlemeler, değindiğimiz gözlemlerden kalkan, ancak zaman boyutundan yoksun saptamalardan kaynaklanıyor. Oysa gelinen bu nokta, siyasal pratiği bilemem ama, marksist düşüncenin yeni ve çok yönlü bir silkinişi için elverişli her türlü potansiyeli de bünyesinde barındırmaktadır.
Avrupa’da marksizmin en büyük şanssızlığı yaratıcı teorik faaliyet ile siyasal pratik dikotomisi, hatta böyle bir dikotominin giderek “kaçınılmaz” sayılmasıydı. Böylece, teorinin tüm zenginliklerini güncel siyasal perspektiflere indirgeyen, özetle dar pratikçi, ama işçi sınıfı adına siyaset tekelini elinde tutan partilerle, teorik faaliyet alanından siyasal pratik kanallarına bir türlü geçemeyen parti dışı sol, marksizmin Avrupa’daki genel portresini vermeye yetiyordu.
Bu, hiç kuşkusuz kendi başına umut verici bir görünüm değildir.
Ne var ki, geleneksel partilerin ciddi bunalım içinde olmaları, bu partilerin arasında en önemlilerinin bile geleneksel işçi tabanlarını giderek yitirmeleri, ciddi bir silkiniş için yeni olanaklar da yaratabilecektir.
Paradoksal görünen bu saptamayı açmak gerekiyor. Avrupa’nın geleneksel partileri, daha doğrusu Avrupa Geleneksel Solu bundan böyle eski tekelci konumunun rantından, gene aynı konumun sağladığı rehavetten yararlanamayacaktır. Bu, son derece önemli bir gelişmedir; ciddi bir dönemeç noktasıdır. Geleneksel sol sahip olduğu tüm potansiyele, tarihine, kazanımlarına rağmen bugün pek çok Avrupa ülkesinde, sol kesimde “eşitler arasında biri” durumundadır.
Böyle bir durumda geleneksel sol örgütlenmeler bizzat kendi varlıklarını tartışmak zorundadır. Elinde kalan güçle, biriktirdiği teorik araçlarla, deneyimleri ile kendi varlık gerekçelerini tartışan bir geleneksel sol, artık yerleşik ve eskimiş bazı teori-pratik kanalların dışına çıkmak zorundadır.
Aynı türden “ontolojik” bir sorun Yeni Sol’un da karşısındadır. Yeni Sol da kendi teorisizmini sorgulamak durumundadır. Bu sorgulama başladığı içindir ki, dünün pratiksiz Yeni Sol’u, bugün en azından marjinal hareketlere ve kesimlere uzanmaya çalışmaktadır. Ne var ki, Yeni Sol’un bünyesinde de, işçi sınıfını ve sınıf mücadelesini en öne koymakta ısrarlı ortodoks unsurlar vardır. Böylelerinin kendi varlıklarını tartışmaları gene yararlı ürünler verebilecektir.
Ve belki de hepsinden önemlisi uzaklardan gelen seslerin, izlenen hamlelerin olası etkileri: Perestroyka, glasnost vb…
Oldukça dikkatli davranılması gereken bir alana girildiğinin farkındayım. Kesintiye uğramazsa, marksist teori ve sosyalist mücadelenin tarihi gibi alanlarda gerçek anlamda hakkı verilirse, bu tür adımların genel olarak marksist düşüncenin gelişiminde çok önemli, uzun dönemde çok olumlu etkiler yaratacağını sanıyorum.
Sözü edilen açılımların dünya sosyalist hareketinde ilk ağızda “sağa itici” bir işlev göreceği Gelenek‘te önceden de yazıldı. Bu, son derece yerinde bir saptamadır. Ancak aynı etmenlerin sağa itiş katsayısı ülkeden ülkeye farklılık gösterecektir. Söz gelimi perestroyka ve glasnost öteden beri burnundan kıl aldırmayan ve başkalarının burnunu korumaya da çok meraklı Türkiye Geleneksel Solu ile Avrupa’daki Geleneksel Solu farklı farklı noktalarda yakalamıştır. Sovyetler’de başlayan açılımların bazı şeylere kuşkuyla bakmaya öteden beri alışmış, partisiyle birlikte gidebileceği kadar sağa gitmiş Avrupalı komünisti daha da sağa itmesi esasen mümkün değildir. Ya her şeyi bırakacak ya da geldiği noktada varlığını tartışıp yepyeni sentezlere yönelmeye çalışacaktır.
Kanımca Sovyet açılımlarının asıl olumlu etkisi de bu noktada görülecektir. Yeni politikaların sağa yöneltici etkisi, özsel değil biçimsel, kalıcı değil geçici olacaktır. Eğri, dönüş noktasına geldikten sonra, açılımların yeni sentezler için alan temizleyici, araç sağlayıcı, kimi “yasak” levhalarını kaldırıcı işlevleri açık biçimde görülecektir. Evet, bu olanaklardan kimi sağ teoriler de yararlanabileceklerdir. Ama sol girişimler de, o güne dek kendilerine ayakbağı oluşturan tüm faktörlerden kurtulmuş olacaklardır.
Bu koşullarda marksist düşüncenin 2000 yıllarına eski kitlesel gücüyle olmasa bile sağlıklı ve tutarlı bir teorik-felsefi yapılanma içinde yürümesi mümkündür.
Sırası gelmişken önemli bir noktayı vurgulamak istiyorum.
Yeni bir dönemde, marksist düşünce birikiminin ve sınıf mücadelesi deneyimlerinin tabusuz, önyargısız ve yasaksız biçimde, yeni bir bütünlük adına yeniden ele alınmasına itiraz edilemez. Teori planında marksizm adına böyle bir yapılanmayı yerinde ve gerekli buluyorum. Ancak bundan sonrası için çok daha dikkatli konuşmayı öneriyorum. Örneğin, böyle bir yapılanma için gerekli her türlü malzemenin mevcut marksist birikimin içinde olduğuna inanıyorum. Bu nedenle de marksizme “Marx kendinden önceki düşünce birikimine nasıl yaklaşmışsa öyle yaklaşma” gereğinin nereden doğduğunu doğrusu hiç anlayamıyorum.
İkincisi ve daha önemlisi, zengin içerikli yeni olanakların “dilenciye saray hediye etmişsin kapısının önüne mendil açmış” türünden geri yaklaşımlara kurban edilmesinden endişe ediyorum. Eğer iş “demokrasi güçlerinin en geniş birliği”, “barış savaşımı”, “demokrasinin sınırlarının genişletilmesi”, “tekellerin saldırısına karşı emekten yana güçlerin birliği” vb. ise bunlar zaten vardı ve yeni açılımlar da salt bunlar için yapılmadı. Yeni açılımların sağlayabileceği yararlar, tek başına bu eski pratiklerin merceğinden görülürse, doğrusu çok yazık olur. Çok açık söylenebilir: Örneğin eğer savaş-barış sorununun sınıf mücadelelerinden ya da kapitalizm-sosyalizm karşıtlığından bağımsız bir evrensel sorun olarak görülmesi ise iş, bunun da tek başına glasnostla ilgisi yoktur: Örneğin Lukacs gibileri özellikle 50’lerde tüm çabasını buna harcamışlardır…
Peki nedir? Yazık ki bu konuda da kolaycılığa sapma eğilimleri ağır basar görülüyor. Şimdi “yeni politik kültür” böyle bir kolaycılığı simgeleyen anahtar deyiş olacağa benziyor. Öyleleri var, adını sorsanız “yeni politik kültür” diye yanıt veriyor. Uluslararası plandaki yeni açılımlardan nasıl, ne yönde ve hangi amaçlarla yararlanılabileceği, bu yazının temel konusuydu ve bu konuda pek çok ipucu sağlanabildiğini sanıyorum. Son olarak şunu hatırlatmakla yetiniyorum: Yeni dönemin yeni olanaklarını eski sağ çizgilerin yeni gerekçeleri olarak kullanmak isteyenler varsa, inandırıcılıkları umdukları kadar uzun sürmeyecektir. Çünkü bu olanaklardan, aşağı yukarı bu yazıda değinilen doğrultularda yararlanmaya çalışan başkaları da olacaktır.
En önemlisi böylelerine eskisi gibi “enternasyonalist” görünümlü aforizmalar yöneltmek de artık mümkün değildir…
Yazıyı bitirirken son olarak, az önce sözünü ettiğim olanakların gerçekleşebilme şansına bir kez daha eğilmek istiyorum. Herbiri ulusal düzeyde gerçekleşebilecek çok önemli bir koşulu daha var yeni bir canlanışın. Gene ileride ayrıntıları ile tartışmak üzere şöyle tanımlıyorum bu koşulu: Günümüzde sosyalist harekette tarihsel yerini ve önemini klasik anlamda gene koruyan öncü ile en geniş anlamda yığınlar, giderek tarihin bizzat kendisi arasında köprü oluşturabilecek yeni siyasal yapılanmalara pek çok ülkede gereksinim vardır. Yanlış anlaşılsın istemiyorum: Bu tür bir yapılanmanın gerekli ve geçerli olduğu her yerde, öncünün a priori elde hazır bulunması vazgeçilmez bir zorunluluk değil. Sözgelimi İngiltere’de böyle siyasal yapılanma gerekli görülürse, aynı yapılanmanın köprülük yapacağı kuruluşun bugünkü Britanya Komünist Partisi olacağını kimse önceden söyleyemez. Bu parti de kendi ideolojisi, yapısı ve kadroları ile buradaki eşitler arasında birisi (birincisi değil) olacaktır.
Böyle bir yapılanmanın salt siyasal anlamda bir iletişim kayışı oluşturmanın ötesinde anlamı, gerekirliği vardır.
Gerçek marksist öncü, ekonomi politik, sınıf mücadeleleri, kapitalist devlet vb. alanlarındaki çözümlemelerini, başta sahip olması gereken bir eylem felsefesinin ögeleri ile besleyerek, bir iktidar perspektifi bütünlüğü yaratmak zorundadır. Böyle bir perspektif, çağın ve dönemin radikal akımlarına da bir yer bulunmasını gerektirir. Marksist öncü, içine almayacağı ve istese de alamayacağı ortada olan bu kesimlerden büsbütün kopuk kalmamak zorundadır.
Yeni yapılanma, aynı zamanda bu zorunluluğu da karşılayabilecektir.
Avrupa’da marksist düşüncenin gelişiminden söz ederken, engellerden darboğazlardan söz ettik. Sonra, yeni bir canlanma için gerekli koşullara değindik engeller ve koşullar: Epistemolojik, teorik, pratik, tarihsel, hatta kişisel… Mutlaka eklemek gerek: Teorik bir silkiniş ve canlanma için bile, vazgeçilmez koşullardan biri örgütsel olanıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Projektörün taradığı alanın “daralması” bazı yanlış çağrışımlar yaratmamalı. Gerçekte “taranan” alan bir anlamda yukarıda değinildiği gibi yapay biçimde daraltılırken bu darlık içinde derinlere iniyor. Marksizmin çok önceleri gelişip serpilirken “aştığı” düşünceler ve temsilciler yeniden gündeme getiriliyordu. Salt bu yönüyle bakılırsa taranan alan “genişlemiş” oluyordu. 60’ların bu modasında Türkiye soluna isabet eden Aybar sayesinde Proudhon oldu… Ama Aybar yalnız kaldı. Ortada bir sürü kitap varken üstelik Marksizmin bir “bunalım” yaşadığı yolunda en küçük bir düşüncenin varolmadığı bir toplumda kimse kalkıp Proudhon okumadı.