İdeoloji ve siyaset, Marksist teoriye ilişkin tartışmalarda özellikle ilgi toplayan alan haline geldi. Gramsci’nin “keşfedilmesi” ve Althusser’in çalışmaları, Avrupa’da tartışmaların odak noktasını oluşturdu. Siyaset ve ideoloji ile doğrudan bağlantılı bir üçüncüsünü, “kapitalist devlet”i de katınca, üstyapı olarak tanımlanan alan büyük ölçüde dolmuş oluyor. Devlete ilişkin tartışmalarda Miliband, Laclau, Poulantzas gibi isimler öne çıkıyor. Böylece, ayrıntılı üstyapı çözümlemeleri, Gramsci’nin ölümüyle Marksist teoride yitirir gibi olduğu yeri son 20-25 yılın çalışmaları ile yeniden bulmuşa benziyor.
Türkiye’deki sol okurun bu birikimden büsbütün kopuk olduğunu söylemek mümkün değil. Üstyapının sözü edilen alanlarına ilişkin çalışmaların önemli bölümü, bu arada Gramsci’nin en canalıcı çalışmaları dilimize aktarılmış bulunuyor. Bundan da ötesi artık ülkemizde, önde gelen Marksist düşünürlerin ilgili çalışmaları, aktarmacılık dışında, eleştirel düzeyde de ele alınabiliyor.
Ancak gene de bir eksiklik sanırım hemen göze çarpacaktır. Türkiye toplumunun yüzyılın başlından günümüze uzanan evrilmesine, devlet, ideoloji ve siyaset alanlarındaki Marksist tezlerin sınanması amacıyla yaklaşan, bu alanlardaki özgüllükleri saptamaya yönelen çalışmalar pek azdır.
Gelenek okurları belki anımsayacaktır: Bu geniş konu üzerindeki dağınık gözlemlerimi, herhangi bir iddiadan uzaklığı özellikle vurgulama amacıyla “sesli düşünceler” başlığı altında aktarmıştım. Sözkonusu “sesli düşünceler” yakın geçmişimizin siyaset ve ideoloji içerikli deneyimlerine ilişkindi. Bu yazıdaki amacım “sesli düşünceler”i, eğer yapabilirsem, daha sistematik bir öze kavuşturmak.1
Alanı bir kez daha tanımlamak istiyorum: Önce, gelişme dinamikleri ile ideolojik ve siyasal oluşumlar arasındaki etkileşimin teorik düzeyde bir modeli; sonra aynı modelin2 ülkenin son 80 yıllık gelişiminde sınanması…
Dikkat edilirse yukarıda yapılan yalnızca gevşek bir alan tanımlamasıdır. Yoksa, böyle bir yazının sınırları içinde aynı alanın tümüyle “doldurulması” gibi olanaksız bir misyon elbette yüklenilmiyor. Bu sınırlılığa rağmen, soruna yaklaşımda anahtar rol oynayabilecek özel vurgulamaları dile getirmenin de sakıncası olmamalı. Özetle burada, yalnızca “bana göre” en kritik uğrakların ön plana çıkarıldığı, bu açıdan da oldukça “sınırlı” sayılabilecek bir model önereceğim.
Kuşkusuz, kanıtlanmaya muhtaç tezleriyle birlikte.
– Marx ve Engels’de Temel Kavramlar
Özellikle Marx’ın çalışmaları söz konusu olduğunda, üstyapı çözümlemelerinde kullanılan kavramların bir metin için geçerli olacak kesin tanımlarını yapmak kolay değildir. Bu güçlüğü Marx’ın “muğlaklığı”na bağlamak yanlış olur. Gerçek neden Marx’ın nesneleri pozitivist anlamda tanımlamaktan çok uzakta kalan, bunların hareketini çözümleyen temel yaklaşımıdır. Böyle bir yaklaşımda ilkeler rahatça tanımlanabilse bile, sonuçlar ya da bulgular kendi tikelliklerinde değil, ancak oluşturdukları bütünle birlikte gerçek anlamda tanımlanabilirler.
Bu zorunluluğu bir ölçüde zorlamaya, yeterlilik sınırlarını bile bile, kimi tanımlamalara yönelmeye çalışacağım. Pratik nedenlerin dışında bu zorlamanın haklı sayılabilecek bir gerekçesi şu: Tanımlar, hiç olmazsa, en aykırı uçlardaki yorum ve yakıştırmaları dışlayarak belli bir alanın netleşmesine katkıda bulunabilirler. Örneğin bu tür tanımlarla, devletin “tüm kötülüklerin anası”, ideolojinin yalnızca “bilinçli yalan üretimi”, politikanın da “sınıf mücadelesinin yozlaşması” sayılmadığı daha en başında peşinen ilan edilmiş olur. Bu da, bir başlangıç için, küçümsenemeyecek bir açıklıktır.
Başlıca üç temel kavram üzerinde duracağım: İdeoloji, devlet ve siyaset. Öyle sanıyorum ideoloji bu üçü arasında tanım açısından en tartışmalı olanı. Bu tartışmaları, “ideoloji eşittir yanlış bilinç” yaklaşımının dar ve dengesiz bir yorumundan kaynaklanıp Marksizmi bir ideoloji olmaktan “kurtarmaya”, giderek bir “bilim-ideoloji” karşıtlığı yaratmaya yönelik çabalar biraz daha kızıştırıyor.
Kanımca ideoloji konusunda ulaşılması gereken ilk netlik, bunun tek başına, sınıf çıkarı adına bilinçli ve kasıtlı yalan üreten bir öznel etkinliğe indirgenemeyeceğidir. Tarihselci yaklaşımın candamarı, olguları köken ve oluşumları ile birlikte ele almaktır. Böyle bakıldığında, ideolojileştirme süreci ve ideoloji, yadsınmaz sınıf kökenine rağmen içinde bir nesneleştirme (şeyleştirme-reification) sürecini de mutlaka barındınr. İdeolojileştirmenin kökeni, toplumun sınıflara ayrılmasında ve işbölümünde yatar. İşbölümü, Marx’ın deyişiyle, “pratiğin bilincini yabancılaştıran” etmendir.
Belirli bir açıdan bakıldığında, tarihsel kökenleri ve oluşum süreçleri bakımından ideoloji ve devlet ortak bir “çizgi” izlerler. Bu ortak çizgi şöyle özetlenebilir: Gerek devlet gerekse ideoloji, ilk doğuşları, ortaya ilk çıkışları açısından toplumun sınıflara bölünmüşlüğüne doğrudan doğruya bağımlı, ancak tek tek bu sınıfların herbirinden “bağımsız” olabilirler; aynı olguya bu kez süreç ya da tarihsel gelişim açısından bakıldığında ise, kaçınılmaz olan, hem devlet hem de ideolojinin, nihai biçim ve kullanımlarına egemen sınıfın elinde kavuşmalarıdır.
Yukarıdaki yaklaşımda hareket ve değişme olgularının, kavramların ele alınışında ana belirleyici oldukları dikkati çekmiştir. Hep böyle gitmesi gerekiyor. İdeoloji kavramını açmayı sürdürürken, aynı amaçla bir başka uyarı da şöyle yapılabilir: Aynı, işbölümü ve bunun gelişmesi gibi, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin derinleşmesi de, ideoloji ile gerçeklik arasındaki mesafenin belirleyicisidir. Sözkonusu çelişkinin derinleşmesi, gerçeklik ile ideolojinin nihai biçimi arasındaki uçurumu daha da büyütür. Marx’ın deyişiyle kasıtlı yalanlar (deliberate deceits) üretimi böylesi koşullarda daha çok gündeme girmeye başlar.
Hemen vurgulamak gerekir ki, burada bir eğilim en kalın çizgileriyle anlatılmaya çalışılmıştır. Yoksa, ne kapitalizmin ciddi bir tehdit yaşamadığı dönemler kasıtlı yalanları dıştalar, ne de temel çelişkinin derinleştiği dönemlerde ideoloji üretimi mutlak denetime alınabilir. Ana yönelimin dışındaki çeşitlemeler her dönemde görülebilir.
Bu noktada bir toparlamanın gerekli olduğunu sanıyorum. Sınıflara ayrılmış toplumda “pratiğin gerçek bilincine” giderek yabancılaşan özne, dış dünyaya ilişkin olarak, zamanla sistemleştirilip kapsamlı bir içeriğe de kavuşturulacak olan yanlış fikirler üretir. İdeolojinin nesnelliği, bu aşamadadır; bu üretimin, belirli nesneleştirmelere dayanmasındadır. İdeoloji ise, bu fikirlerin sistemleştirilmesidir. En başta bu sistemleştirme sürecinin bizatihi kendisi, egemen sınıfın belirleyiciliği altındadır. Bundan sonra, sistemleştirilmiş ideolojilerin kullanımı gündeme gelir ki, kullanım aşamasında da egemen sınıfın nihai belirleyiciliği söz konusudur.
Egemen sınıfın nihai biçimlendiriciliği ve kullanımcılığı, ideolojinin kullanım alanını daraltmaz. Bir noktadan sonra, ideoloji, egemenlik anlamındaki asıl işlevinin yanısıra, sermaye birikimi süreçlerinin önündeki engellerin temizlenmesi gibi ekonomik egemen sınıf ve kesimler arasındaki ittifakın sağlanıp pekiştirilmesi gibi siyasal işlevsellikler de yüklenir.
İdeoloji kavramına yaklaşımda mutlaka vurgulanması gereken bir başka nokta daha var. Kapitalist toplumda “yanlış bilinç” olarak ideolojilere karşı mücadelenin temeli, bunların karşısına bir “bilim” dikmek değildir. Kapitalist toplumda pratiğin bilincine yabancılaşma eğer nesnel bir olgu ise, bu yabancılaşmayı aynı toplum içinde yoketmek, yani ideolojinin tüm gölgelerini gidermek mümkün değildir. Verili bir anda, bu an için geçerli olan çözüm, belirli bir gelecek modeline ait ögelerle de desteklenen siyasal bir bütünü oluşturabilmektir.
Sınıf niteliğini hiç gözetmeden ideolojiyi kavram olarak yadsıyıp çare olarak bilimsel sosyalizmin “bilim”liğini öne çıkartmak, ancak iki durumda haklı olabilir: Proletaryanın yabancılaşmadan ya da ideolojik etkilerden, maddi konumu nedeniyle bağışık olması durumu; ya da bu tür bir bağışıklığın eğitim aracılığı ile sağlanabileceği durum. Görüleceği gibi, her iki durum da kapitalist toplumun tanımı ile çelişmektedir. Sonuçta, proletaryanın kendi gerçek kimliğinin ve misyonunun bilincine varabileceği tek kanal, siyasal mücadele sürecidir. Böyle bir mücadelenin ilk kalkış noktasını ve çerçevesini de bir sınıf ideolojisi oluşturmak zorundadır.
Ayrıca, bir noktayı daha vurgulamakta yarar görüyorum. “İdeolojileştirme” olgusunun, egemen ve ezilen sınıflar açısından bir ve aynı görülmesi düşüncesi, Marx ve Engels’in çalışmalarının üstünkörü okunmasına dayanır. Önce, ideolojileştirme sürecinin bir yanına kulak verelim: “Devlet bir kez topluma karşı bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku teorisyenleri, özel hukuk uzmanları, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler.”3
Bunun hemen ardından ve bunu unutmadan, bir başka ideolojileştirme sürecine kulak verelim: “Ezilen sınıfın egemen sınıfa karşı mücadelesi, zorunlu olarak siyasal bir mücadele haline, ilkin bu sınıfın siyasal egemenliğine karşı yürütülen bir mücadele haline gelir; bu siyasal mücadelenin ekonomik temeli ile olan ilişkisinin bilinci bulanıklaşır, ve hatta bütünüyle kaybolabilir.”4
Engels’in bu yaklaşımlardan hareketle, ideolojileştirmenin en azından “farklı” düzlemlerinin saptanabileceğini sanıyorum. Birincisi: İşbölümüyle, devletin ortaya çıkmasıyla yaşıt olan, toplumsal pratiğin gerçek bilincine yabancılaşma sonucu ortaya çıkan fikirlerin egemen sınıflar adına sistemleştirilmesiyle oluşturulan, temel çelişkinin derinleşmesiyle kullanımı giderek öznelleşen ideoloji(ler). İkincisi: Egemen sınıfa karşı mücadelenin zorunlu olarak siyasal bir nitelik kazanması sonucunda, bu siyasal mücadelenin fikirlerinin, ekonomik temeli giderek daha az yansıtır olmasıyla oluşmuş ideoloji(ler).
Bu iki tanım düzleminin hem birlikte, hem de belirli bir gelişim süreci içinde ele alınmasının, ideoloji konusundaki bulanıklığı büyük ölçüde giderebileceğine inanıyorum. Çünkü ancak bu sayede, birincisi, ideolojinin burjuvazinin bilinçli yalanları dışında da bir kaynağı olduğu; ikincisi, sosyalizmin tek başına bir “bilim” değil, aynı zamanda işçi sınıfının siyasal mücadelesini, yabancılaşabildiği ekonomik temele doğru yönelten bir ideolojisi olduğu kabul edilebilir.
İdeoloji ile olan ilişkilerinden kalkarak burada siyaset kavramına da belirli bir yaklaşımın sağlanabileceğini sanıyorum. Marx’ın gençlik yapıtlarında siyaset hep irade, istenç vb. tür kavramlarla birlikte anlatılıyor. Marx’ın bu yapıtlarında siyasetin nesnesi de açıktır: Devlet ve Devlet’in biçimleri. Bu durumda, siyaseti, nesnesi devlet ve biçimleri olan iradi etkinlikler bütünü olarak tanımlamak mümkün.
Bu kadarının yeterli olmayacağını biliyorum. Siyaset, üstyapının, temele en yakın alanı olarak ayrı bir önem taşır. Başka deyişle siyaset, toplumsal üretim düzeyindeki sınıf karşıtlıklarının, anlatımlarını, öznel irade ve etkinliklerde bulabildikleri alandır. İdeoloji ile bağlantıları açısından bakıldığında ise siyaset, amaç dışına taşma eğilimi gösteren ideolojilere, yeniden ve doğrudan güncel sınıf bağlantıları kazandıran güçtür. İdeoloji, kendi adına siyasal etkinliği elbette etkiler. Ancak ideoloji üzerinde asıl belirleyici olan, sınıf mücadelelerinin ilk aktarıcısı olarak siyasal pratiktir.
Marx ve Engels’in devlet konusunda yaklaşımı Marx’ın ilk çalışmaları ve bu arada Yahudi Sorunu’ndan başlayarak, Engels’in son dönem çalışmalarına dek uzanır. Arada, daha doğrusu başlarda, ikisinin birlikte kaleme aldıkları Alman ideolojisi vardır. Başta da değindiğim gibi, devlet konusunda da aşırı yerleşik tanımlardan çok, süreç ve tarihsel gelişim ögelerini gözeten bir yaklaşım yerinde olacaktır. Gene de, net belirlemelere gerek duyulduğunda Engels’in hemen buraya alacağımız iki açıklaması yararlı olacaktır. Birincisi: “Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme ihtiyacından doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan, ve bunun sayesinde, siyasi bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.” 5 Engels’in bu yaklaşımı ve tanımladığı “aidiyet”, bir başlangıç mutlaklığı koymayıp süreç fikrini vurguladığı için oldukça öğreticidir.
İkincisi: “Toplum, dış ve iç saldırılara karşı, ortak çıkarlarını savunmak üzere kendine bir organizma kurar. Bu organizma devlet iktidarıdır. Devlet, daha doğar doğmaz kendini toplumdan bağımsız kılar, ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.”6
Engels’den yapılan iki alıntı bizi doğrudan doğruya “göreli bağımsızlık” kavramının açılmasına davet ediyor. En başta şunu söylemek gerekir: Engels’in yukarıdaki yaklaşımları, çok daha önce, Alman İdeolojisi‘nde devlete tanınan bağımsızlık marjını daha da kısıtlama eğiliminde. Burada devletin şu ya da bu biçimde “göreli bağımsız” kalabildiği zaman süresini kastediyorum. “Sosyal tabakaların gelişerek sınıf durumuna gelemedikleri koşuluda devletin bağımsızlığı” fikri 7 Alman İdeolojisi‘nden sonra, Engels’in yukarıda sözü edilen değinmelerinde yoktur.
Ancak kanımca bundan çok daha önemlisi, Engels’in Feuerbach‘daki yaklaşımının, “göreli bağımsızlık” kavramının açılması açısından verimli bir içerik taşımasıdır. Burada devlet egemen sınıfa bağımlılaştığı ölçüde topluma bağımsızlaşmakta, topluma karşı bağımsızlaştığı oranda da egemen sınıfın devleti olmaktadır. Bu ters orantılı süreç “bağımlılık” ya da “bağımsızlık” kavramlının “neye göre” sorusuyla birlikte ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Kanımca devlet, böylece, bir kez daha ideoloji ile aynı kaderi paylaşmaktadır: İdeoloji, gerçek yaşamdan uzaklaştığı ölçüde egemen sınıf aidiyetine giriyor; devletin toplumdan bağımsızlaştığı oranda aynı süreci yaşaması gibi… Kanımca devletin toplumdan bağımsızlaşması, gerçekte toplumun ve insanlarının ürünü olduğu halde giderek onlara yabancı, dışsal bir varlık haline gelmesi, aynı anlamda, nesneleşmesidir. Nesneleşen, “şeyleşen” her kurum gibi devlet de, şeyleştiği oranda egemen sınıfın doğrudan aracı olmaktadır.
Burada durmak gerekir.
Bununla çizmeyi aşmamayı, Marx ve Engels’in kavramlarını belirli sınırlar ötesinde zorla somut durumlara sokarak örselemekten kaçınmayı kastediyorum. Sözgelimi Marx ve Engels’ten hareketle, devlet, ideoloji ve siyaseti bir bütünde özetleyen bir yaklaşım talebi olsa, en çok şunun söylenebileceğini sanıyorum: Bünyesinde, mevcut ideolojik birikimin kurumsallaştırıldığı, yeni ideoloji üretiminin ise sürdürüldüğü; gene bünyesinde, sınıf ilişki ve mücadelelerinin anlatımı olarak siyasetin kurallara bağlanıp sınırlandığı yapının adıdır devlet.8
Marx ve Engels’ten kalkarak, devlet, ideoloji ve siyaset konularında başka çok şey söylenebileceğini biliyorum. Ancak, burada gerçekleştirmeye çalıştığım özetin teorik içeriğinden daha ötesini zorlamayı, riskli ve sübjektif buluyorum. Kanımca bundan sonrası, “somut durumun somut tahlili” çerçevesinde yapılacak kimi teorik ve özellikle de siyasal vurgulamalara aittir.
Sözgelimi Lenin’in Devlet ve İhtilal’i dönemin koşulları ve Rusya’daki siyasal perspektifler ışığında, devletin baskıcı temel özelliğinin vurgulanmasını gerekli görüyordu. Devlet ve İhtilal’de Marx ve Engels’in yaklaşımlarına aykırı bir nokta, bir ekleme, bir çıkartma yoktur. Ama aynı çalışmada Marx’ın koyduğu problematiğin teorik olarak genişletilmesi de söz konusu değildir. Bu açıdan Devlet ve İhtilal’i “Marksist devlet teorisine büyük bir katkı” saymak ne ölçüde zorlama ise, aynı çalışmayı “ideolojik aygıt ve işlevlere yer vermediği” için yetersiz bulmak da aynı ölçüde çiğliktir. Marksizm, pozitivizm değildir.
Farklı koşullarda ise, zaman zaman oldukça tartışmalı ve çelişkili sonuçlara yolaçan Bonapartist devlet kavramını öne çıkartmak mümkündür. Bonapartizm ve Bonapartist devlet çözümlemeleri, değindiğim gibi, Marx’ın sistemine dışsal, rastlantısal bir “sızma” değildir. Az önce Engels’den yapılan aktarmanın içerdiği, topluma göre artan, sınıfa göre azalan bağımsızlık diyalektiğinin, kuşkusuz doğrudan değil dolaylı olarak, Bonapartist biçimi de içerdiğini sanıyorum. 18. Brumaire’de yer alan ve çelişkili olarak yorumlanabilecek ifadeleri bir yana bırakırsak (bunlar küçük burjuvazi ve köylülüğe ilişkindir), aynı diyalektiğin, “iktidarın bir bütün olarak burjuvaziden bağımsızlaştığı ölçüde, burjuvazinin özel bir kesimine bağımlılaşması” bağlamında kullanılabileceğini sanıyorum.
Elverişli içeriğine rağmen Bonapartizm, yerli yersiz kullanımı ile en çok örselenmiş kavramlardan biridir. Temel yanılgı, tarihsel gelişimi ve bu gelişimin belirleyiciliklerini yeterince görememektir. 19. yüzyıl ortalarındakinden çok farklı, bütünleşmiş bir dünyada, sosyalizm iktidar olarak mevzi kazanmışken, kapitalizm-sosyalizm çelişkisinin belirleyiciliği evrensel ölçekte yaşanırken, yüzyıl öncesinin “göreli bağımsızlık” koşullarının ya da bir Bonapartist modelin, bunlardan hiç mi hiç etkilenmeyip 19. yüzyıldaki matrisi aynen koruması herhalde düşünülemez. Bu, nedense, yeterince görülememektedir.
Burada söylenenler üstyapının bu önemli alanlarına ilişkin olarak söylenebileceklerin kuşkusuz pek azıdır. Ancak amaç, öncelikle bir model oluşturmak, sonra da bu modeli belirli bir somutlukta sınamaktı. Bu amacın koyduğu sınırları gözetmeye çalıştım. Sonra, Marksist üstyapı çözümlemelerine 20. yüzyılda teorik katkıların olduğu da bir gerçektir. İşte, buraya dek söylenenlerden “daha çoğunu” 20. yüzyılın önde gelen marksist düşünürleri ile birlikte söylemek mümkün.
II- Üstyapı ve Çağdaş Yorumlar
Bugün “üstyapı çözümlemeleri” dendiğinde akla gelecek ilk isim herhalde Gramsci olacaktır. Gramsci’yi bu alanda yoğun bir zihinsel çaba harcamaya iten, 1917’den hareketle kendi batılı toplumunu anlayıp yerli yerine oturtabilmektir. Özetle Gramsci 1917 coşkusunu, bu başarılı deneyin Batı Avrupa için mekanik tekrarı beklentisine götürmeyecek ölçüde dengeli bir derinliğe sahipti. 1917’yi siyasal öznenin belirleyiciliği olarak değerlendirdi ve çabalarını üstyapı kurumlarının çözümlenmesinde yoğunlaştırdı.
20. yüzyılda üstyapıya ilişkin önemli başka çözümlemeler de yapıldı. Sözkonusu çözümlemelerin siyasal ortamı, bu yazının konusu değil. Ancak hepsini değerlendirdiğimizde ortaya çıkan sonuç şu oluyor: Yapısalcı yaklaşım dışında, 20. yüzyılın diğer Marksist üstyapı çözümlemeleri, Marx ve Engels’in az önce değindiğimiz temel problematiği ile en genelde tutarlı kalabilmişlerdir. Dolayısıyla Marksist akım içinde geçekleşen 19.yüzyılda oluşmuş özgün problematiğin yadsınması ya da tam boy radikal bir dönüşüme uğratılması değil, geliştirilip açılması ve ayrıntılandırılmasıdır. Yineliyorum: Yapısalcı yaklaşım, bu sürekliliğin kanımca dışında kalıyor. Yapısalcı üstyapı çözümlemelerinin, önemli alanlarda, materyalizmin tarihsel ve diyalektik özünden uzaklaştığına inanıyorum.
Son söylenenler, elbette, “Marksizmin özgün problematiği ile tutarlı” sayılan 20. yüzyıl çalışmalarının dönüp dolaşıp Marx ile Engels’in söylediklerini yineledikleri ve “tutarlılığı” da ancak böyle sağlayabildikleri anlamına gelmiyor. Tersine, Gramsci ile başlayan teorik çalışmalar, üstyapı konusunda gerçekten önemli açılımlar sağlamıştır. Katkının ve sağlanan açılımın önemi, her zaman, ilk çıkışın yapıldığı çerçevenin nereye dek değiştirildiğiyle ölçülmez. Çağımızın kimi çözümlemeleri, temel Marksist çerçeveden hareket edip orada kaldıkları için, katkıları “tutarlı” nitelik taşır; öte yandan bu tutarlı çözümlemelerin bir bölümü, işin içine eksik olanı, yani eşitsiz gelişim olgusunu katıp “belirlenme” kavramını ayrıntılandırdıkları için de “katkı” sıfatına hak kazanır.
Çağımızda siyasetin en çarpıcı gerçeği, kapitalizm ile sosyalizmin, iki karşıt sistem olarak, evrensel planda göğüs göğüse gelmeleridir. Bu üstyapı alanlarını, evrensel ölçüde ve doğrudan belirleyen bir veridir. Önce bir siyasal olgu olarak 1917’nin bizzat, sonra da kapitalizm-sosyalizm karşıtlığının özellikle üstyapı alanlarında yarattığı köklü oluşumlar, Marksist araştırmaları tahrik edici ilginç eşitsizlik ve “anomali”ler ortaya çılardı.
Öyle ki 1917’den sonra dünyanın hemen heryerinde, devlet, ideoloji ve siyaset alanlarındaki egemen üretimde, doğrudan bir sonuç olarak anti-komünizme rastlamamak mümkün değildir. Gene bu yüzyılın başlarında devrim beklenen ülkelerde sermaye iktidarının yeni bir biçiminin, faşizmin ortaya çıkması, sınıf mücadelesinin henüz keskinleşmekten çok uzak bulunduğu ülkelerin bile devleti ve ideolojik yapılarını anti-komünizmle tahkim gereği duymaları, bu tür “eşitsizlik”lere verilebilecek en basit örneklerdir.
Üstyapının teorik çözümlemelerinde 20. yüzyıl koşullarında gerçekleştirilen ilerlemeleri, tek tek düşünürlerden bağımsız, ortak bir temele oturtmak mümkün mü? Belirli bir soyutlama düzeyinde mümkün olduğunu sanıyorum. Devlet çözümlemelerinde toplumsal sınıflarla ilişki biçimlerinin ve “göreli bağımsızlık” kavramının açılması; ideolojiye ilişkin çalışmalarda ise ideolojinin kaynağından çok sınıfsal kullanım süreçlerine, yani siyasete eğilinmesi, hemen hemen tüm marksist araştırmacıların ortak noktası olmuştur.
Gramsci, Althusser, Poulantzas, Miliband vb.’dan, tüm çözümlemeleri ve katkılıyla söz etmek, bu yazının sınırları içinde mümkün değil. Ancak herşeye rağmen amaç Türkiye’ye ilişkin az çok net bir modele ulaşmak olduğuna göre, önemli tezleri yararlılık ve riskleriyle birlikte özetlemekte yarar olabilir.
Devlet ile başlıyorum.
Devletin göreli bağımsızlığı kavramına getirilen bir açıklık, sorunu aşırı yerleşik kalıplardan sıyırıp belirli dinamiklere göre değişkenlik gösteren bir içeriğe kavuşturmakla sağlanmıştır. Böyle bir yaklaşım, esasen Marx’ın ve Engels’in yaklaşımlarında içkin olan devleti belirleyen egemen sınıfların dayattığı sınıfsal çıkarlar ve bunların belirleyicilikleri ile, bir kurum olarak devletin gözetmek zorunda olduğu özel ve “ulusal” çıkarlar arasında uyum sağlanması sürecidir. Örneğin Miliband’ın yaklaşımı böyle bir süreci öne çıkartır.9
Öte yandan devlet gelişmiş kapitalist ülkelerde ve diğerlerinde, farklı hedeflerle, önemli ekonomik misyonlar da yüklenebilir. İlki “tekelci devlet kapitalizmi”nin, ikincisi ise örneğin Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin anlaşılması açısından önem taşır. Ancak şu da açıktır: Bize devletin gerçek özünü verecek olan, yüklendiği ekonomik misyonların mantığı değil sınıflar ve sınıf mücadeleleridir.
Bu, bir baskı aracı olarak devletin temel işlevinin özüdür. Devletin ekonomik işlevleri konjonktürel ve görelidir; gene devletin bir ideoloji üreticisi olarak işlevi de, öze ilişkin olmakla birlikte, son tahlilde onun siyasal işlevinin bir uzantısıdır ve siyasallık tarafından belirlenir.
Buradan bir adım daha atılabilir: Devlet, baskı işlevini gereğince yerine getirebilmek için, egemen sınıf ve kesimlerin en geniş desteğini sağlamak zorundadır. O halde devletin, aracı olduğu egemen sınıf ve kesimlere karşı da, biri siyasal diğeri ideolojik ağırlıklı iki işlevi vardır. Devlet, toplumun egemenlerinin ittifakını siyasal düzlemde tescil ve temsil eder. Aynı devlet, bu siyasal tescil ve temsili sağlamada, başka deyişle temsil ettikleri arasındaki bağı kalıcılaştırmada, bu amaca yönelik kendi özel ideolojik söylemini de oluşturabilir. Miliband’ın değindiği “ulusal çıkarlar” gibi.
Burada, gene temel Marksist problematiği yadsımadan önemli bir ek daha yapılabileceğini sanıyorum. Bir yandan kapitalizm-sosyalizm çelişkisinin damgaladığı, öte yandan sistemsel bütünleşmenin ileri boyutlara ulaştığı çağımızda devlet, ekonomi, siyaset ve ideoloji alanlarında daha global ve uzun vadeli prespektiflerin taşıyıcısı kimliğiyle, bir tür “uzmanlık alanı” oluşturan özel işlevler de üstlenebilmektedir. Ancak bundan hiçbir şekilde, dar anlamıyla “devletin daha bağımsız oluşu” sonuçları çıkarılmamalı. Özellikle 20. yüzyılın sonlarına gelirken devlet, bağımlı olduğu sınıfın gerçek çıkarları adına, belli alanlarda özel bir “göreli bağımsızlık” sergileme durumundadır. Öyle sanıyorum ki Miliband’ı devlet çözümlemelerinde sınıf iktidarı ve sınıf güçleri ile devlet iktidarı arasında ilişkileri merkeze almaya yönelten de bu noktadır.10
Çağdaş devlet çözümlemelerinde yeterince tutarlı olmayan tezlere rastlamak da mümkündür elbette. Ancak, böylesi tezler daha çok devletin ideoloji ve siyaset alanlarıyla oluşturduğu bütüne ilişkin olduğundan, eleştirileri de orada yapmaya çalışacağım. Devlet konusunu şimdilik geçerken, buraya dek söylenenlerden çıkan ve ileride anlamlı olacak bir sonucu yeniden özetliyorum: Çağımızın sınıflı toplum devleti, tek başına kendi toplumundan ve burada sınıf ilişkilerinden türetilmeyecek ideolojik-siyasal yapıları ve perspektifleri, bir yandan kapitalizmin her anlamdaki uluslararasılaşmasından öte yandan da kapitalizm ile sosyalizmin evrensel karşıtlığından edinir.
Şimdi ideoloji‘ye ve Gramsci’ye dönebiliriz.
İtalyan Marksistinin kanımca en güçlü yanı, ideoloji, devlet ve siyaset alanlarının sisteminde özel ve kendi içinde tutarlı bir bütünlük oluşturmasıdır. Aynı şeyi başka türlü söyleyecek olursak Gramsci’nin bu alanlara ilişkin çözümlemelerinde görülen şudur: Alanlardan her biri, gerçek işlevine, ancak diğer ikisiyle oluşturduğu bütünlükte kavuşabilir.Gramsci’nin üstyapı çözümlemelerini dikkate değer kılan, budur.11 Örneğin bu çerçevede, Gramsci’nin çözümlemelerinde büyük önem ve yer verdiği ideoloji, çeşitli uğraklarda siyasallık tarafından belirlenen ve kullanıma sokulan bir yapıdır. Kuşkusuz böyle bir kavram kullanılmıyor ama, bir benzetme yapacak olursak, Gramsci’de tüm önemine karşın ideoloji, realizasyon aşamasına ancak siyasal kullanımla ulaşan bir “değer”dir.
İlerleyebilmek için bu ara noktada bir tanım yinelemesinde yarar buluyorum: İdeolojilerin, toplumdaki çeşitli sınıfların fertlerinin, kendi pratiklerine ilişkin yanlış fikirlerinin sistemleştirilmiş biçimi olduğunu söylemiştim. Buradan önemli bir sonuç çıkar sanınm: Burjuva ideolojisi, kesinlikle, özel olarak sermaye sahiplerinin yanlış fikirlerinin sistematizasyonundan ibaret değildir. Böyle olsaydı burjuva ideolojisinin tüm topluma yönelik hiçbir çekiciliği olamazdı. Burjuva ideolojisinde sanayicinin, tüccarın, köylünün, esnafın, memurun, işçinin vb. ortak duyguları, yanılsamaları içkin durumdadır. Burjuva ideolojisini burjuva ideolojisi yapan, doğrudan doğruya, bünyesinde işçi sınıfının gerçek yaşam pratiğini çarpıtmasıdır. Daha doğrusu, ortaya çıkan sistemi, henüz siyasal kullanıma sokulmadan burjuva nitelikli kılan, bu özdür. Kuşkusuz bu öz çok daha ayrıntılı ve farklı ideolojik söylemlerle de süslenecektir.
Ancak şu da açık ki burjuvazinin siyasal kullanımı, ideolojileri sınırları tam tamına belirlenmiş bir alanda tutamaz. Ayrıca burjuvazinin sınıf mücadelesinde gözettiği kitlesel destek açısından böyle dar ve kesin belirlenmiş sınırların yararı da yoktur. Bunun doğal sonucu olarak, burjuva ideolojisinin kaynak heterojenliği etkisini sürdürür ve her ideolojik yapı “yorum” ve “çekiştirme”lere açık, amorf biçim alır. Gramsci “hiçbir burjuva örgütünde ideolojik düzeyde yüzde yüz homojenlik bulunmaz” derken buna işaret ediyordu.12 Buna bir ekleme yapmak istiyorum: Hiçbir burjuva ideolojisi, yüzde yüz homojen bir siyasal içerikle dolmaz.
Buraya kadar belki de herşey “güzel”. Çok önemli olup da benim burada değinemediğim konuyla ancak dolaylı biçimde ilgili başka “güzellik”ler de olabilir. Ama bunları keserek, hemen “kuşkulandırıcı” bölümlere geçmek istiyorum.
Gramsci’nin nihai modelini somut durumlar karşısında eleştirip kimi önermelerine karşı çıkmak elbette mümkündür. Ayrıca Gramsci’nin kendisi de çalışmacının odak noktasını batılı toplumların oluşturduğunu vurgulamıştı. Burada yineliyorum: Gramsci’nin nihai modelini, elbette bütünlüğü içinde, örneğin Türkiye için siyasal bir perspektifin temeli olarak almak kanımca en çok bir zorlama olacaktır. Ancak bu, kesinlikle, Gramsci’nin çözümlemelerinden ve kavramlarından bizim hiç mi hiç yararlanamayacağımız anlamına gelmez. Tam tersine Gramsci’nin kendi modelini oluştururken kullandığı tanımlayıcı kavramların, Türkiye toplumu çözümlemelerinde de büyük yarar sağlayacağına inanıyorum. Örneğin “zor” ve “onay” kavramlarına neden itiraz edilsin, kullanımlarına neden karşı çıkılsın ki? Ama zor ile onay’ı Gramsci’nin Batılı dozlarında katıştırıp Türkiye’ye ithal etmek, boş bir çabadır.
Biraz daha “uca” gitmeyi öneriyorum. Özellikle çağdaş yorumcularının sivrilttiği kimi Gramsci perspektifleri, bana göre, belirli somutluklara uymamanın dışında, genel Marksist çerçevenin sınırlarını da zorluyor. Örneğin sınıflı bir toplumun temellerinin, zor’u giderek yokluğa iten bir onay’a dayanabileceği, kanımca teorik düzlemde de yadsınması gereken bir perspektiftir. Burada onay ile zor arasında “diyalektik bir bütünlük”ten değil, tam tamına zor’un öncelikli ve temel niteliğinden söz ediyorum. Zor’un bizzat kendisi, oluşturduğu caydırıcılık, doğrudan doğruya “salgılanmış” bir ideoloji olduğu gibi başka her türden ideolojinin de vazgeçilmez temelidir. İdeolojilerin işlenmişliği, etkinliği ya da kitle tabanı bu temelin vazgeçilmez niteliğini hiçbir biçimde azaltmaz. En çoğu, bu temeli çok daha iyi gizlemeye yarar.
Gramsci’nin modeli, ayrıca, parlamenter burjuva demokrasisini, karşıt sınıfların ve ideolojilerinin adeta tam serbesti içinde boy ölçüşebilecekleri bir “tarafsız saha” olarak görme anlayışına dayanır. Oysa Anderson’un da haklı olarak değindiği gibi, burjuva demokrasisi, batı kapitalizminin baş ideolojik silahıdır.13 İdeolojinin özü yanlış fikirlerin sistemleştirilmesi, siyasal işlevi de son tahlilde pasifikasyon ise, kapitalist toplumların tarihlerinde bu alanda burjuva demokrasisi kadar etkili başka hiçbir biçim görülmemiştir.
Çağdaş Gramsci yorumcularından bir bölümüne özgü aşırı iyimser modeller ideolojinin özel bir tanımından ve ideoloji alanına bu tanım çerçevesinde tanınan işlevlerden kaynaklanıyor. Burada, bu iyimser zorlamalara bir örnek vermek istiyorum. Temsilcileri arasında Laclau’nun da yer aldığı yorumda, ideolojinin eklemlediği ögelerin “nötr” yanına ağırlık tanınıyor. Daha doğrusu sınıfsallık, ancak bu ögelerin belirli bir “ideolojik eklemlenme”den geçmesiyle ortaya çıkabiliyor.14
Laclau’nun söyledikleri bununla kalsaydı, az çok katılınıp küçük rezervasyonlarla yetinmek mümkün olabilirdi. Ancak, dikkatli okurlar ardından neyin geleceğini tahmin etmiş olmalılar: Sınıfsallığı “öz” değil de biçim belirtiyorsa, önemli olan bu ideolojik ögelerin eklemlenme biçimidir.15 Dolayısıyla toplumda yaygın olan kimi ideolojik ögelerin işçi sınıfı adına eklemlenmesi, bu yeni ideolojik sistemi sosyalizm adına kullanılabilir kılacaktır…
Laclau’nun ve diğerlerinin bu yaklaşımına itiraz etmek gerekiyor. Laclau’nun yanılgısının, Gramsci’nin ideoloji ve daha önemlisi hegemonya kavramlarına yapısalcı etki altında yeni bir içerik kazandırmaya çalışmasından kaynaklandığını sanıyorum. “Yapısalcılık”tan sözetme gereğini şunun için duydum: Eğer ideolojik ögeler, parçalar olarak tarihi belirli bir bütünle birlikte yaşamıyorlarsa, kendi özgün tarihsellikleri içinde, başka özgün tarihsellikleri belirlemek üzere hazır bekliyorlardır; varsayılan budur. Bu durumda sosyalizm, tarihselliğin dışında, bu nedenle de “sınıfa indirgenemeyecek” bu ögeleri alıp kendi amaçlarına uygun biçimde eklemleyecektir.16
Burada savunulan, özdeki temel çelişkinin kendini tarihsel koşullara göre farklı biçimlerde açığa vurması (manifest) ve bunun dayattığı siyasal ittifaklar değil, sosyalizm adına elde tutulanın başka ideolojik söylemlerle yeni bir bütünlük oluşturmasıdır. Kendi adıma, bunu da Marksist problematiğin dışında sayıyorum. Nedenlerini açıklamaya çalışacağım.
İdeolojik ögelerin “sosyalistçe” eklemlenmesi önerisine karşı çıkarken, başta da değinmiştim, ideolojinin karşısına bilimin dikilmesini öneriyor değilim. Ayrıca Laclau’nun öteki tarafa, burjuvazi cephesine ilişkin gözleminin doğru olduğunu, orada gerçekten de sözünü ettiği türden bir eklemlenme işi yapıldığını kabul ediyorum.
Ancak, ittifaklar, siyasal mücadele birliktelikleri vb. dışında, sosyalist mücadelenin ideolojik söyleminin mutlaka mevcut sistemin dışında kalması gerektiğine inanıyorum. Bu bir “keskinlik manifestosu” değildir. Ayrıca kuşkularım sosyalist birikimin bu tür bir eklemlenmeyi başaramayacağına ilişkin de değildir. Tam tersine, bu dönemde, böyle bir iş için meraklı, hevesli ve umutlu olanlar çoktur. İşte, kuşkum buradan kaynaklanıyor: Bugün hem batıda hem de Türkiye’de sosyalizmin kendi adına en kolay eklemlenebileceği ideolojik söylemler, tarihsel akışın bütünlüğü içinde, özellikle devrimci marksizme karşıtlık bazında belirlenmiş olanlardır. Bir paradoks olarak görünse de, böyledir. Batıda, bir devrimci Marksistin, bir çevreci ya da bir feministle “eklemlenirken” ya da yeni solun kimi türevleriyle ortaklık bulmaya çalışırken, hıristiyan demokratlarla olacağından daha çok ödün vermeye zorlanacağı açıktır. Türkiye’nin de özellikleri vardır. Milliyetçilik, popülizm (ve belli çevrelerde Kemalizm) en yoğun ya da etkili ideolojik söylemlerdir, ve Marksizm tam 70 yıldır bunların esaretinden kurtulmaya çalışıyor. Batıya göre Türkiye’de pek az yer tutan neo-radikal söylem ise, bırakıldığı cami avlusundan, en çok Marksizmi topa tutuyor.
Bu nedenlerle sosyalizm cephesinde geçerli ve gerçekçi olan, yerleşik ideolojik ögelerin devrimci Marksizmden ödünler veren bir eklemlenmeye gitmesi değildir. Türkiye için konuşulursa: Bugün, bu aşamada, sosyalizm için zorunlu olan, klasik ittifak ve birlik politikaları dışında, mevcut ideolojik söylemlerle eklemlenmek değil, kendi öz söylemini gene kendi öz üretimiyle genişletmektir.
Şimdi buraya kadar söylenenlerin sürekli tahrik etmiş olabileceği bir tartışma alanı için, küçük bir parantez açmayı düşünüyorum: Adının ne ölçüde konduğundan bağımsız olarak, bir yandan tarihselci öte yanda da yapısalcı yaklaşım biçimleri, konumuz açısından da büyük önem taşımaktadır. Kanımca üstyapıya ilişkin istisnasız tüm çözümlemeler, son tahlilde, bu iki ana yaklaşımdan birine oturmak zorundadır.
Ve ikisi arasında son derece önemli farklar olduğuna inanıyorum.
III- Bir Parantez: Tarihselci ve Yapısalcı Yaklaşımlar
Tarihselci ve yapısalcı yaklaşımlar: Kuşkusuz her ikisinin de bilinçli, titiz düşünürleri, araştırmacıları var. Ancak bunların dışında, her Marksist kendisi farkında olsun olmasın sorunları bu iki yaklaşımdan birine eğilimli olarak düşünecektir. Belki bir bakıma Moliere’in konuşurken “nesir yaptı-ğını” bilmeyen kahramanı gibi.
Akla şu soru gelebilir: Marksist düşünceye ilişkin çeşitli yorum ve yaklaşımlar arasında, yapısalcı eğilim neden ancak 60’lı yıllarda şekillenebildi? Gerçekten de Marksizmin yapısalcı yorumunun, 60 öncesinde kendine hemen hemen hiçbir Marksist öncül bulamayışı ilginçtir. Marksizmin yapısalcı yorumlarının, üstyapı çözümlemeleri söz konusu olduğunda Gramsci’den sıkça yararlandıkları, bu anlamda Gramsci’ye çok şey borçlu oldukları doğrudur. Ancak bu, hiçbir biçimde, Gramsci’nin de bir tür yapısalcı olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, başta Althusser, yapısalcılar da Gramsci’nin “tarihselciliği”nde birleşiyorlar.
Genel olarak yapısalcılık Marksizmin dışında, ayrı bir yaklaşım olarak şekillenmiştir. Yapısalcılığın Marksist versiyonuna (ya da Marksizmin yapısalcı yorumuna) yolaçan, sosyalist pratiğe damgasını vurduğuna inanılan ekonomizme, “sınıf indirgemeciliği”ne ve tüm bu dertlerin anası olduğu sanılan tarihselciliğe almaşık oluşturma çabasıdır.17 O halde, bu noktada geçici bir genel tanımla yetinilirse, yapısalcı Marksizm, tarihin bütünselliği-bütün’ün tarihselliği anlayışının karşısına, herbiri farklı tarihsellikleri temsil eden “alan”ların eklemlenmesiyle oluşan farklı bir bütün’ün çıkarılmasıdır. Kuşkusuz, bundan çok daha ileride açıklıklara ulaşılması gerekiyor. Tarihselci ve yapısalcı yaklaşımlara ilişkin bu tür açıklıklar için, önce, kavramlar konusunda kısa bir notun yararı olabilir. Marksizmin yapısalcı yorumunca (örneğin Althusser) kullanılan ve bu nedenle ancak yapısalcı yaklaşımlara uyabildiği sanılan kimi kavramlardan, farklı yaklaşımların yararlanabilmeleri de mümkündür.18 Üstelik, böyle bir kavram takviyesiyle tarihselci çözümlemenin daha da zenginleşeceği söylenebilir. Yalnızca bir örnek: “Üst belirlenme” kavramının, gerekli değişiklikler ve tarihselci bir içerikle hizmete sokulmasında yarar vardır.
Şimdi, tarihselci yaklaşımın özüne ilişkin birkaç söz. Önce, çok yaklaşık bir özet: Belirli bir “asıl”dan, eğer denebilirse devinimin “motoru” olan bir özden çıkış yapan “kümelenmiş bağlamlılıkların” oluşturduğu bir bütün; sonra bu bütünün deviniminden ve bu devinim sırasında “Öz”ün açıldığı tarihsel uğraklardan oluşan bir gelişme…
Elbette çok yaklaşık bir özet bu. Ama Marx’ın yaklaşımının “suyunun suyu” da sayılmamalı. Örneğin Marx’ın şu sözlerine kulak vermekte yarar var. “Sermaye ile toprak, kar ile rant, her ikisiyle ücret ve endüstri ve tarım ve taşınabilir ve taşınmaz özel mülkiyet arasındaki ayırım -bu ayırım gerçekten özsel önemde değildir, tarihi bir ayırımdır, sermayeyle emek arasında antitezin şekillenmesi ve gelişmesinde yerleşik bir uğrak noktasıdır.” 19 Tarihselci yaklaşımın burada çok net görülebileceğini sanıyorum. Ama gene de bir “yorum” ekliyorum: Temel antitezin (öz) deviniminde çeşitli uğraklardan geçiliyor. Kanımca Marx “yerleşik uğrak”lar olarak, temel üretim tarzlarından söz ediyor. Bu anlamda kapitalizm, sermaye ile emek arasında antitezin şekillenmesi ve gelişmesinde yerleşik bir uğrak noktasıdır.
Gene “küçük” bir örnek: Marx’ın ünlü “ideolojilerin tarihi yoktur” değerlendirmesi… Sanırım “indirgemeciliğin” daha yetkin bir örneğini bulmak güçtür (!) Marx burada da aşırı vurgulama yapıyor: İdeolojileri, gerçekten tarih olan bir öze bağımlılaştırdığı için, onları kendi başlarına tarihsizleştiriyor. Bu noktada bir sonuç daha belirginleşiyor: Tarihselcilik, tarihselliklerin gerçek özünün bulunup tekleştirilmesidir; anti tarihselcilik, ise tam bir tarihsellikler enflasyonudur.
İki yaklaşımı ve aralarındaki farklılıkları kavramak için, bu kez de Marksizmin yapıcı yorumuna daha yakından bakılabilir.
Yapısalcı Marksizmde dört temel düzeyin (ekonomi, bilim, siyaset, ideoloji -Althusser) herbirinin kendi özgül oluşum süreçleri var. Burada ekonomi, diğer düzeylerin oluşumunu belirlemiyor. Ekonomi, yalnızca, bu farklı düzeylerin eklemlenmesini belirliyor. Ama doğrusu bunu da kendi öz “belirleyiciliği” saymamak gerekiyor. Çünkü son tahlilde ekonomi yapının kendisini değil, yapıyı neyin belirleyeceğini belirtiyor. Örneğin Althusser’de ekonomi gene “kral”dır; ama sürekli olarak kendi yerine fiilen kimin krallık yapacağını tayin edebilen bir kral…
Birinci sonuca buradan geçebiliriz. Yapısalcılığın ve bu arada Althusser’in bütünü, tarihselci bütünden, önce tanımıyla farklılık gösteriyor. Yapısalcı “totalite” eklemlenmiş bir birliktelik olarak, gerçek anlamda bir bütünselliği temsil etmez. Bunun en açık kanıtı da Althusser’in sözkonusu “totalite”sinde öze ilişkin herhangi bir hareket motifinin, yani bütünün doğrudan kendisine içsel bir devinim ögesinin bulunmayışıdır. Özetle Althusser’e dikey boyut yoktur.
İkincisi yapısalcı bütünde öznenin de anlamlı hiçbir yeri yoktur. Tarihselci yaklaşımın belki de en zengin yanını oluşturan nesne-özne geçişmesi, yapısalcılığa büsbütün aykırıdır. Yapısalcı Marksizmde, eğeradına öyle denecekse “özne”, yapının bütünüyle dışında, bu yapıyı gözleyerek “yeni teorik sorunlar ve sistemler” oluşturur, o kadar. 20
Değindiğim gibi tarihselci yaklaşım, özne ile nesne arasında olanaktanıdığı geçişim sayesinde, özneye, bütünün içinde çok önemli bir eylemlilik alanı açıyor. Bu nokta üzerinde durmak istiyorum.
Gramsci tarihselcidir. Yapının “şimdiki zaman içinde” çözümlenemeyeceğini, bu nedenle belirli bir eylemlilik alanı açmak üzere, aynı yapının “geçmişte” çözümlenmesi gerektiğini vurgulamak, geleceğe geçmişle yürümektir; tarihselci bir yaklaşımdır. İkincisi, eylemci bir yaklaşımdır: Geçmişte çözümlenen yapı, birikmiş ve “nesnelleşmiş” eylemleri göstererek, öznenin güncel önemini vurgular. Üçüncüsü, bugünün eylemliliği için oluşturulabilecek tek zemin eylemin nesnesine ilişkin “kökensel” ve “oluşumsal” çözümlemeler ise, ki öyledir tarihselcilik aynı zamanda eylemliliğin de vazgeçilmez koşuludur. Tarihselci yaklaşıma içkin bulunan görelilik, her zaman, pratik siyasal etkinliğin de çerçevesini oluşturur. Trotskiy’in de değindiği gibi:21 Teorinin cebirsel nitelikleri, tarih ve eylem içinde, yerlerini aritmetik niceliklere bırakıyor.22 Yapısalcı yaklaşım ise cebirsel niteliklere, bilinmeyenlere yer tanımıyor. Sonuçta ortaya çıkan şudur: Başta onbirincisi olmak üzere, Feurbach üzerine ünlü tezlerin tarihselci yaklaşım dışında, anlamlı herhangi bir yoruma tabi tutulabilmesi mümkün değildir insanın isterse peruk ve takma sakal da takıpyapabileceği en “semptomatik okuma” bile, Marx’ı özellikle belirli tarihselci yaklaşımlardan koparmayı olanaksız bulacaktır. Althusser, belki de bunu gördüğü için Feuerbach Tezleri’ne ilişkin olarak “aldatıcı biçimde berrak görünen bu onbir tezin gerçekte birer bilmece olduğunu birgün göstermek zorunda kalacağız” 23 sözleriyle Marx’ın tarihselciliğine karşı göğüs göğüse bir mücadeleyi “ileriye” erteliyor.
Ve nihayet üçüncüsü: Tarihsel materyalizmin 19. yüzyıldaki şekillenişinde temel bir öge durumuna getirilemeyen eşitsiz gelişimi bütüne sokmak ve orada dinamik bir öze kavuşturmak mümkündür. Oysa aynı olguyu, esasen var göründüğü yapısalcı yaklaşımda dinamik kılmak mümkün değildir. Yapısalcı yaklaşımda yer alan eşitsiz gelişim olgusundan, en çok saptanıp koddan sabit değerler olarak söz edilebilir. Ötesi “bilim dışı”dır, “ideolojik”tir. Eşitsiz gelişimin hareket halindeki bütünün etkili öznesiyle birlikte kavranması, yapısalcı yaklaşımın dışına düşer.
Şimdi sıra “Sezar’ın hakkının” verilmesine geliyor. Bunun için de, eşitsiz gelişimi tarihselci yaklaşıma entegre etmenin ihmal edilmiş ciddi bir sorun olduğunu kabul etmek gerekiyor. Daha da ötesi, eşitsiz gelişimi “içselleştirmede” görülen bu geriliği, Althusser’in tarihselci yaklaşımlarda görüp haklı olarak eleştirdiği bir eğilime bağlamayı da kabul ediyorum: Bütünselliğin çeşitli düzeyleri arasındaki mesafenin aşırı ölçülerde küçültülmesi. 24
Tarihselciliğin uçta yer alan, gerçekten de “indirgemeci” yorumu, öz ile bölümler arasındaki mesafenin gerçekten de aşırı küçültüldüğü, böylelikle “belirlenme” sürecinin de olağanüstü basitleştiği “tıkız” bir yapıyı öngörür. Ancak mesafelerin bu biçimde küçültülmesinin, tarihselci yaklaşımın içsel ve kaçınılmaz bir sonucu olduğunu düşünmek de son derece yanlıştır. Yapılması gereken, öz ile bölümler (diyelim devlet, ideoloji, din, bilim, ahlak, kültür vb.) arasındaki mesafenin eşitsiz gelişmenin kavranmasına olanak tanıyacak ölçüde açılması ve içeriği ayrıca saptanmak üzere “üstbelirlenme” kavramının da aynı bütüne sokulmasıdır. Nihayet global bütün ile tikel bütün (belirli bir ülke, toplum) arasındaki karşılıklı etkileşim ilkelerinin saptanması da marksist teorik araştırmaların en önemli görevleri arasındadır.25
Yukarıda sözü edilen alanlarda kılavuzsuz olunduğunu kimse söyleyemez. Daha 1846’da, üretici güçlerle ekonomik ilişkiler arasındaki çelişkinin, uluslararası ekonomik ilişkilerin genişlemesi sonucunda, henüz gelişmemiş başka ülkelere de aktarılacağı yazılabiliyordu. 26 Artık herhangi bir çözümlemenin hazırlığı için değil, yalnızca yüreklendirici örnekleri sıralama amacıyla sürdürüyorum. Gene yıllar önce, tam tamına tarihselci bir konumdan, şöyle gözlemler de yapılabiliyordu: “Bir ulusun ekonomik yaşamı ne ölçüde doğrudan doğruya uluslararası ilişkilere tabi kılınırsa, bir siyasal partinin ortaya çıkıp bundan başka partiler aleyhine yararlanması durumu da o kadar ön plana çıkar.” 27
Bunlar, aydınlatıcı bir birikimin göstergeleridir. Herbirinde, tarihselci bir üstbelirlenme kavramının geliştirilebilmesi açısından önemli “yeşil ışık”lar vardır. Önemli olan, uluslararası kapitalist bütünleşmenin ilk ağızda çağrıştırdığı “sıkıştırıcı” ya da az önce kullanılan sözcükle “tıkızlaştırıcı” etkiye rağmen, gerçekte mesafelerin nerelerde açıldığı nerelerde ise çarpık (eşitsiz) biçimde kapandığı, son derece önemli bir araştırma alanıdır.
Gerçekte, bütünün devinimi sonucunda, global bütün ile tikel bütünün etkileşimlerinin ürünü olarak kimi mesafelerin açılırken kimilerinin de gerçekten küçülmeleri, doğrudan doğruya eşitsiz gelişimin özüne ilişkin bir sorundur. 28
İlk bölümü burada bitiriyorum.
İlk bölümü bitirirken, eksik pek çok noktanın kaldığını da biliyorum. Poulantzas’ın kimi çözümlemeleri, Althusser’in DIA’ları da bunlar arasında. İster istemez burada da bir ölçüde yapmama rağmen, salt teorik düzlemde kalan bir eleştirinin kimi durumlarda ne yazık ki “havanda su dövmenin” ötesine geçmediğini bildiğimden, gerçekten teorik içerik taşıyan yaklaşımları Türkiye’nin ve yakın geçmişinin somutluğunda ele almak istiyorum.
Bu bölümde hep “genel” konuşuldu. Ancak dikkatli okur, genele bile belli bir seçmeciliğin yansıdığını farketmiş olmalıdır. Özetle, burada, ikinci bölümde yararlanabileceğime inandığım teorik vurgu ve nüansları özellikle ön plana çıkartmaya çalıştım. Bunların ayrı bir özetini vermiyorum.
İsteğim bunların, yakın geçmişimizin bilinen olgularında, kişilerinde daha canlı olarak görülebilmesi. İşte, ikinci bölümde de bunu yapmaya çalışacağım.
Dipnotlar ve Kaynak
- Söz konusu yazıda Türkiye’de “üstyapı sekillenmeleri arası esitsizlik”ten söz ediliyor. Böyle bir baslangıç noktasını bugün de yararlı buluyorum. Ancak bunun daha genel bir yaklasımın içine oturtulup somutlandığı sürece yapısalcı çağrısımlar yaptırması da mümkün. Bu yazıda bunun önünü almaya çalısacağım. (bk: Gelenek no:2 Aralık 1986)
- Burada “model” sözcüğünü altını özellikle çizerek kullanıyorum. Her model bir soyutlamaya dayanır. Bu soyutlamada arastırıcı belirli olguları sınanmak üzere öne alma baskalarına ise daha az yer tanıma hakkına sahiptir. Özetle “model” denilen her seyin bulunabileceği bir olgular kataloğu değildir ve böyle görülmemelidir.
- Engels, F; Ludwig Feuerbach ve…, çev: S. Belli, Sol yay. Ank. 1976, s.60
- Engels; a.g.e., s.59
- Engels; Ailenin Özel Mülkiyetin ve…, Çev: K. Somer, Sol yay. Ank. 1967, s.241
- Engels; Ludwig Feuerbach ve…, s.59
- Marx-Engels; Alman İdeolojisi, çev: S.Hilav, Sosyal yay. İst. 1968, s.109
- Marx ayrıca devletin devlet olarak doğası gereği büyük sermayeyi kollayıcı islevler tasıyacağından sözediyor. Marx’a göre devletin sınıf uzlasmazlıklarını bir ölçüde de olsa dengeleyebilmek için uyguladığı kimi kurallar yasalar küçük sermayeye iyice ağır gelmeye baslar ve zamanla bunları silici etki yapar. (bk. Kapital Çev. M.Selik I.cilt II. Kitap Odak yay. Ank.1974 s.194)
- Miliband, R; “State Power and Class Interests” New Left Review no:138, 1983, s.64-65
- “Ralph Miliband ile Görüsme”, 11.Tez, no:6, s.28,30
- Gramsci için kullanılan “üstyapılar teorisyeni” sözü bana çok rahatsız edici geliyor. Bir kere bunun eski deyimle mefhumu muhalifinden bir de “altyapılar teorisyeni” olması gerektiği ortaya çıkıyor. O da Marx olduğuna göre is tamamlanıyor. İkincisi aynı sözcük “yolların aslanı” acıların kadını” türünden ilkel çağrısımları da ister istemez yaptırıyor. Kanımca hiç kullanılmasa daha iyi olur.
- Gramsci, A; Prison Notebooks, Camelot Press, s.366
- Anderson, P; Gramsci, DoğuBatı Sorunu… çev: T.Günersel, Alan yay. İst. 1988, s.49
- Laclau, E; İdeoloji ve Politika, çev: H.Sarıca, Belge yay. İst. 1985, s.106
- A.g.e., s.174
- Tüm bu tartışmaları “soyut” ve Türkiye’ye ilgisiz bulanlar olursa. somutluğun tam da burnumuzun dibinde olduğunu söylemek gerekecek. Türkiye’de sosyalist hareket herbirini “sahipsiz” sandığını milliyetçiliği, devletçiliği, batıcılığı, populizmi ve Kemalizmi kendi “sosyalist” hedefleri adına gene kendi elleriyle eklemlemeye çalışmadı mı yıllar yılı? Türkiye sosyalist hareketi ancak siyasal ittifaklar düzleminde ele alınabilecek bir nesnellikten, zaman zaman farkına varmadan, sosyalizme ideolojik eklentiler yaparak yararlanmaya kalktı.
- Bir not da burada gerekiyor. Üçüncü Enternasyonal’in kimi pratiklerinin Marksist düsünceyi “boğduğunu” belirli dönemlerde standart ekonomist yorumlarla yetinmeye zorladığını aklı basında herkes kabul eder. Ancak buna yönelik tepkilerin zamanla adeta “vur abalıya” mantığıyla tarihselciliğe yönelmesini ciddi bulmuyorum. Ve bir a posteriori not daha: Ekonomizm ve sınıfindirgemeciliğine karsı almasık adına yola çıkan çözümlemelerin pek çoğu bence kesinlikle rastlantı sayılmayacak biçimde ideolojik ve siyasal pratikte “sosyalizmin sulandırılması” gerektiği sonucuna ulasmıslardır!
- Sönmez, Sinan; “Azgelismislik ve Yöntem”, 11. Tez, sayı:3, s.77
- Marx K; 1844 Felsefe Yazıları, çev: M.Belge, Payel yay. İst., 1975 (2.baskı), s.86
- Althusser’in özellikle Reading Capital’deki kimi yaklasımlarına yönelik kısa elestiriler için (bk. Çulhaoğlu; “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru” Gelenek No. 4 Subat 1987)
- Bu alıntıyı yaptığımda bir yandan gülümserken öte yandan da içten bir burukluk duydum. Değerli arastırmacı Sungur Savran Gelenek’in zaman zaman Trostskiy’e ve savunucularına da atıflarda bulunmasını “Troçkizm tarafından büyülenmis olma” ile açıklıyor. ( bk: Sınıf Bilinci s.61) Çok sasırdığımı söylemeliyim. Eğer bugüne kadar Gelenek’te atıfta bulunulan diğer Marksistler de Trorskiy kadar büyüleyici iseler kursun döktürmekten baska çaremiz kalmıyor. Gülümsediğim yan burası. Üzüldüğüm yan ise Savran’ın yazısında giris bölümünde yazılanlarla ilgili: Herkes oklarını Troçkizme yöneltiyor özelestiri yapan Türkiye solunda gözler bir anda Troçkizme çevriliyor bu arada Gelenek’i büyüleyen Troçkizm dizinin ve yazarların nerede ise alter ego’su haline geliyor vb. Siyasal yasamda baska örneklerini de gördüğüm için sasırmadan üzüldüm: Konjonktürel narsizm. Zamanla geçebilir.
- Troçki L; Sürekli Devrim, çev.A.Muhittin, Köz yay. İst. 1976, s.190
- Althusser L; For Marx, Penguin 1969, s.36
- Althusser, L; Reading Capital, New Left Books, s.138
- Türkiye’de Marksist çerçevede bu yazıda üzerinde durulmaya çalısılan konulara iliskin olarak oldukça verimli ve umutlandırıcı çalısmaların yapılabildiğine de değinmek gerekir. Burada değinmeksizin geçmek istemiyorum.Örneğin Sinan Sönmez’in ( bk.”notlar”, no:12) sözedilençalısmasında tarihsel gelisimde belirlenme sorununa iliskin önemli saptamalar yer almaktadır. Bütünü meydana getiren nesnelerin “daha önce sahip olmadıkları özelliklerin bütünde ortaya çıkması” “bütünün belirlenmesinin ilk olusuma ve gelisimine bağlı olması” vb.( a.g.y.s.80) herhangi bir topluma iliskin Marksist çözümlemede mutlaka dikkate alınması gereken nitelikte değerlendirmelerdir
- Marx, K; Alman İdeolojisi, s.128
- Gramsci A; Prison Notebooks s.176
- Sungur Savran’ın benim açımdan tartısma götürür ve zaman zaman da karsı çıkılması gereken bölümler içeren bir yazısında bu konuya iliskin oldukça doyurucu sayılabilecek bir yaklasım da yer alıyor. (Bk: “Esitsiz ve Birlesik Gelisme” 11.Tez sayı:3 s.65)