Sermayenin gerçek engeli
Sermayenin kendisidir.
Karl Marx
Bu çalışmanın amacı, Türkiye kapitalizminin güncel bunalımı, dinamikleri ve burjuvazinin bu bağlamdaki ekonomik-politik manevra alanlarının belirlenmesi ile ilgili başka bir çalışmanın yaklaşım çerçevesini oluşturmak. Amaç bu olunca, bazı noktaları açıklığa kavuşturmak gerekiyor.
Birincisi, marksist bunalım teorileri üzerine geniş bir inceleme yapmak, bu alanda hiç söylenmemiş yeni düşünceler üretmek iddiasında değilim. Aksine, tümüyle Marx’a ve Marx sonrası literatüre dayanarak kavramsal bir çerçeve oluşturmayı hedefliyorum. Ancak burada da, eldeki teorik mirasın tümünden değil, oluşturulmuş en uç formülasyonlardan hareket etmenin en uygun sonucu vereceğine inanıyorum.
İkinci olarak, böyle bir çalışmanın sonuçlarının hiçbir biçimde “eksiksiz” olamayacağını belirtmek istiyorum. Başka bir yazımda da değindiğim gibi, Türkiye’de marksist ekonomi politiğin kavramlarıyla çözümleme yapmada “henüz çok başlardayız”.1 Türkiye sosyalist hareketinin bir kesimi ekonomi politiği “entellektüel bir faaliyet” olarak görmeye yatkın olduğundan, diğer bir kesimi ise Nikitin’i bu konuda yeterli, fazlasını “gereksiz” bulduğundan, ekonomi politiğin en çarpıcı tarihsel özelliğini içselleştiremedi. Kısaca şöyle ifade edilebilir: Ne Marx Kapital‘i yazarken ne de Lenin Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi üzerine çalışırken salt entellektüel bir çaba içinde değildi. Genel anlamda her ikisinde de belirleyici olan, somut tesbitler üzerine somut siyasi eylem yolları oluşturabilmekti. Başka bir deyişle ekonomi politik bir çözümlemenin doğrudan politik sonuçları olmalıdır ve ancak bunu amaçlayan bir çözümleme ekonomi politiktir. Yukarıda değindiğim eksiklikler bir ölçüde bu hedeften, yani salt akademik kaygılarla yaklaşılmamasından kaynaklanıyor.
Son olarak bir açıklama daha. Ne dünya ölçeğinde, ne de örneğin Türkiye gibi bir ülke bazında kapitalist bunalımların tarihine bu çalışmada girmiyorum. Bunun yerine, bir yaklaşımın örneklendirilmesi açısından söz konusu tarihin bazı kesitlerine referans vermekle yetiniyorum.
Eksik Tüketim: Nereye Kadar?
Kapitalist bunalım teorilerinin tarihine bakıldığında, birbirini dışlayan iki tez olarak ortaya konan iki kuramdan biri “eksik tüketimci” yaklaşım oluyor. Eksik tüketimci yaklaşımın bir özelliği, Marx öncesi kapitalizmi savunan ve savunmayan kuramcıların belirli bir noktada buluştukları bir kuram olması. Marx sonrası ise, oluşturulmuş bu ortak paydaya, kimi zaman Marx’ı “revize etmek” pahasına, marksist bir içerik kazandırma çabası egemen oluyor. Eksik tüketimci kurama bu çerçevede sahip çıkılması kuramın ikinci özelliğini oluşturuyor. Eksik tüketim olgusu, kapitalist yeniden üretimin, dolayısıyla kapitalist birikim sürecinin olanaksızlığını gösteren bir yasa olarak görüldüğünde, hep ileri bir tarihte kapitalizmin mutlak sona ereceğini müjdeleyen, ama kapitalist bunalımların nedenlerini ve bunlardan çıkışı sağlayan dinamikleri açıklamaktan yoksun bir olgu niteliğine bürünüyor.
Bu durumda şu soru önem kazanıyor: Eksik tüketim olgusunu, bunalımların açıklamasında reddetmek gerekir mi? Kanımca, “saf” eksik tüketimcilerin hatalarının sergilenmesi, bu soruya olumsuz yanıt vermek için yeterli.
Rosa Luxemburg’la başlanabilir. Luxemburg, kapitalizmin temel sorununu genişleyen yeniden üretimin kapitalist bir çerçevede olanaksızlığı olarak tanımladı. Başka bir deyişle, yaratılan artı-değer “kapalı” bir kapitalist ekonomide hiçbir zaman gerçekleştirilemezdi. Belli bir dönemde üretilen mallar, değişmeyen sermaye, değişen sermaye ve artı-değerden oluştuğuna ve ilk iki kısım kapitalistlerin yenileme harcamaları ve işçilerin kazandıklarının tümünü tüketmeleri sonucu gerçekleştiğine göre, artı-değer nasıl gerçekleştirilecektir? Bir kısmının kapitalistlerin tüketimleri ile gerçekleştiği varsayılsa bile geriye kalan “birikmiş artıdeğer” kimler tarafından talep edilecektir? Luxemburg ortaya koyduğu bu sorunun çözümünü kapalı ekonomi varsayımının geçersizliğiyle açıklıyor. Kapitalizm yaşamak ve genişlemek için yarattığı artı-değeri satabileceği yeni alanlara ya da “talep unsurlarına” gereksinim duyuyor. Kısacası, kapitalizmin tahliline “dış ticaret” dahil edilmelidir. Ama hangi dış ticaret? Luxemburg’un uslamlamasına göre bu, kapitalist ekonomilerle “kapitalist olmayan alanlar ve kesimler” arası bir dış ticaret olmalıdır. Aksi halde genişleyen yeniden üretim sürecinde birikim yine olanaksız hale gelecektir. Luxemburg’un emperyalizm anlayışı da buradan kaynaklanır: Genişlemesinin sonucunda kapitalizmin daha yüksek bir aşamasını ifade eden bir emperyalizm değil, kendi dinamikleri sonucu gelişemeyen kapitalizmin “son çaresi” olarak emperyalizm.
Luxemburg’un eksik tüketim teorisinin temel sorunu nedir? Her şeyden önce, “kapitalizmin çelişkilerinden, onun olanaksız olduğu, ilerici olmadığı vb. gibi sonuçlar çıkarmaktan daha saçma bir şey olamaz. Böyle yapmak, hoş olmayan ama şüphe götürmeyen gerçeklerden kurtulmak için, romantik hülyaların puslu tepelerine sığınmaktır. Üretimin sınırsız genişlemesine doğru yönelişle sınırlı tüketim arasındaki çelişki, çelişkisiz asla var olamayan ve gelişemeyen kapitalizmin tek çelişkisi değildir.”2
Sorunun bu yönü bir yana bırakıldığında, Luxemburg’un diğer eksik tüketimcilerle aynı hatayı paylaştığı görülüyor. Lenin narodnik iktisatçılar için bu hatayı şöyle ifade ediyor. “Gerçekleştirme sorununa dış pazarı karıştırmakta sağduyunun zerresi var mı ?..onu işe karıştırmak, sorunun çözümünü bir milim ilerletmez, sadece sorunu bir ülkeden birkaçına yayarak çözümü uzaklaştırır… çünkü, eğer gerçekleştirmenin ve bundan doğan ‘bunalımların’ vb. ‘güçlüklerinden’ söz ediliyorsa, bu ‘güçlüklerin’, yalnızca artı-değer için değil, kapitalist ürünün bütün parçaları için, sadece mümkün değil aynı zamanda zorunlu olduğu da kabul edilmelidir… bu güçlükler, yalnızca artı-değerin gerçekleştirilmesinde değil, değişen ve değişmeyen sermayenin gerçekleştirilmesinde de, yalnızca tüketim maddelerinden oluşan ürünün gerçekleştirilmesinde değil, üretim araçlarından oluşanların gerçekleştirilmesinde de, sürekli ortaya çıkar”.3 Luxemburg, değişen ve değişmeyen sermaye ile birlikte ürünün değerini oluşturan artı-değeri üründen soyutlayıp, ürünün bu kısmı için ortaya çıkan “talep boşluğunun” nasıl doldurulacağını sorgulayarak artıdeğerin ürünün satılması sonucu (diğer unsurlarla birlikte) gerçekleşebileceğini gözden kaçırıyor. Lenin’den aktarmaya devam ediyorum. “Kapitalist bir ülkenin dış pazara sahip olma ihtiyacı hiçbir zaman, toplumsal ürünün (ve özellikle artı-değerin) gerçekleştirilme yasaları tarafından belirlenmez, her şeyden önce kapitalizmin ancak, devlet sınırları dışına taşan geniş ölçüde gelişmiş meta dolaşımının bir sonucu olarak ortaya çıkması ile belirlenir. Bu yüzden dış ticareti olmayan bir kapitalist ulus düşünülemez, böyle bir ulus da yoktur zaten”.4
Narodnikler için söylenenler Luxemburg için de geçerli. Kapitalist üretim biçiminde üretimin sınırsız gelişmesi arzusu ile toplumun sınırlı tüketim gücü arasında bir çelişki var. Ama bu çelişki, kapitalizmin tek çelişkisi olmadığı gibi, genişlemesi ve artan bir hızla birikimini sağlaması için aşılmaz bir engel de oluşturmuyor. Neden sonuç ilişkisi tersine çevrilerek sorunun açıklık kazanması sağlanabilir. Eksik tüketim olgusu, kapitalizmin artan ölçekte yeniden üretim koşullarına sahip olmadığını göstermez, aksine kapitalist yeniden üretimin artan ölçekte gerçekleşmesinin bir sonucudur. “Kapitalist üretimin tüm güçlerini kullandığı dönemler her zaman fazla üretim dönemleridir”.5
Fazla üretim veya eksik tüketim, artı-değerin gerçekleştirilmesinin herhangi bir toplumun değil, büyük çoğunluğun yoksulluğa mahkum olduğu kapitalist toplumun tüketici gücü ile sınırlı oluşunun somut bir yansımasıdır. Bu sınırlılık sadece tüketim malları için mi söz konusudur? Bir başka “saf” eksik tüketimciye, Sweezy’ye göre öyle. “Eksik tüketim teorisinin gerçek görevi, kapitalizmin tüketim mallarının üretim kapasitesini, tüketim malları talebine göre daha hızlı genişletme yönünde içsel bir eğilimi olduğunu göstermektedir”.6 Böylece Sweezy, eksik tüketim olgusunu, tüketim malları arz ve talebi arasındaki dengesizliğe indirgemiş oluyor. Dengesizliğin nedeni, Sweezy’ye göre, artı-değerin bir oranı olarak birikimin ve birikimin bir oranı olarak yatırım harcamalarının artması ve sonuçta üretim kapasitesinin tüketime göre daha hızlı büyümesidir. Başka bir deyişle, “Tüketimin büyüme hızının üretim araçlarının büyüme hızına oranı azalır”.7 Bu oranın azalması, giderek artan hacimlerde pazara gelen tüketim mallarının bir talep açığı ile karşılaşması sonucunda durgunluğa ya da bunalımlara yol açar.
Sweezy’de kapitalist üretimi düzenleyen faktör tüketim talebidir. Oysa kapitalizmin belirleyici özelliği ve temel çelişkisi, kullanım değeri (tüketim) için değil, değişim değeri (üretim) için üretim yapmaktır. Elbette bu çelişkinin doğal sonucu, pazarda yığılan metalar olacaktır. Ama bu yığılmanın tüketim mallarından başlaması hiç de zorunlu değil. Shaikh’ten aktarıyorum: “Sweezy’nin çözümlemesindeki temel hata, birinci kesimi (üretim malları üreten kesimi), ikinci kesimin (tüketim malları üreten kesimin) bir girdisi rolüne sokan geleneksel eksik tüketimci hatadır. Bu varsayım bir kez yapıldığında, üretim malları üretimindeki bir artışın tüketim malları kapasitesini genişleteceği sonucu kaçınılmaz olarak çıkarılır. Fakat bu yanlıştır. Üretim mallan, üretim malları üretiminde de kullanılabilir ve … genişleyen yeniden üretim, üretim mallarının bu şekilde kullanılmasını gerektirir”.8 Dolayısıyla, birinci kesimdeki kapasite artışı ikinci kesime birebir yansımayabilir. Dahası, üretim malları kesimindeki hızlı artış, eksik tüketim olgusunun sadece tüketim mallarında ortaya çıkmasını gerektirmez, eksik tüketim birinci kesimde de kendisini gösterebilir. Çünkü üretim araçlarının talebi, her ne kadar son tahlilde bireysel tüketimle sınırlı olsa bile, tüketim malları talebinin bir “türevi” değildir. Daha açık bir deyişle, “değişen sermaye ile değişmeyen sermaye arasında yer alan sürekli dolaşım” (ki bu, üretim araçlarının gerçekleştirilmesinin koşuludur), bireysel tüketime girmeden gerçekleşebilen bir meta kitlesinin varlığını gösterir. Sweezy’nin gözden kaçırdığı da, eksik tüketimin, tüketim mallarından bağımsız olarak, bu meta kitlesinde de ortaya çıkabileceğidir.
Daha önce de belirttiğim gibi, “saf eksik tüketimcilerin” hataları, eksik tüketimin nasıl algılanması gerektiğinin ve hangi koşullarda “açıklayıcı” olabildiğinin ana hatlarını veriyor.
Eksik tüketim, sermayenin artan ölçekte yeniden üretim süreciyle, aynı üretim sürecinin sınırladığı kitlelerin tüketici gücü arasındaki çelişkinin bir ifadesi ya da sonucudur. Daha açık bir biçimde ve Marx’ın terimleriyle söylenirse, “doğrudan sömürünün koşulları ile artı-değerin gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil, mantıksal olarak da birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız toplumun üretici gücü ile, ikincisi ise çeşitli üretim dalları arasındaki oransal ilişkiler ve toplumun tüketim gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmez, nüfusun büyük çoğunluğunun tüketimini, az-çok dar sınırlar içinde değişebilen bir minimuma indirgeyen bölüşümün antagonistik koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir. Tüketim gücü aynı zamanda birikim eğilimi, sermayeyi genişletme ve genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsü ile de sınırlıdır”.9
Toplumun tüketici gücünün aynı zamanda birikim eğilimi tarafından belirlenmesinin anlamı nedir? Kısaca şu: eksik tüketim bir talep eksikliği ile ifade ediliyorsa, bu eksiklik tümüyle kapitalistlerin aldığı kararların bir sonucudur. Başka bir deyişle, eksik tüketim olgusu, tüketim malları kesiminde başlayıp yine orada biten bir olgu değil, artı-değerin sermayeye çevrilmesi, yani birikim süreci ve birikimin niceliği ile ilgili bir olgudur. Artı-değerin tek sahibi olan kapitalist, birikime ayırdığı kısmı tek başına belirlerken10 aynı anda değişmeyen sermaye ile birlikte değişen sermayeyi, kısacası “tüketim talebinin” büyük kısmını da belirlemiş olur. Öte yandan söz konusu değişen sermayenin bir bölümünün üretim malları üretiminde de kullanılacağı bir gerçek olduğuna göre, kapitalistlerin bir sonraki dönem alacakları birikim kararlarının, bu üretim mallarının gerçekleştirilmesinde doğrudan etkisi olacağı açıktır.
Eksik tüketimi başlı başına bir bunalım nedeni olarak reddeden görüşün hareket noktasını, Shaikh’ten bir alıntıyla aktarıyorum. “Her şeye karşın, genişleyen yeniden üretimin olanaklılığı gerçeği, eksik tüketim kuramlarına karşı açık bir tehdit oluşturur”.11 Bu saptamada büyük ölçüde gerçek payı var. Genişleyen yeniden üretimin, hem teorik hem de tarihsel olarak kapitalizmin genel yasası olması, Luxemburg ve Sweezy gibi kuramcıların eksik tüketim kuramlarına karşı öne sürülebilecek en etkin silahtır. Ama bu silah, Shaikh’in yaptığı gibi, eksik tüketimin kendisine yöneltildiğinde, kapitalist bunalımların çözümlemesinde önemli boşluklar ortaya çıkıyor. Örneğin, 1920’lerin sonunda patlak veren bunalımı ve bunalımdan çıkış dinamiklerini, eksik tüketimi ve bu bağlamda Keynesçiliği yadsıyarak açıklamak mümkün olmuyor. Eksik tüketim, tıpkı kar oranının düşme eğilimi yasası gibi, bunalımların bir dinamiğidir ve bu özelliğini, yine kâr oranının düşme eğilimi yasası gibi, kapitalizmin giderek artan ölçekte yeniden üretimi sağlamasından alır. Başka bir deyişle, eksik tüketim, kendi dinamikleri ile genişleyemeyeceği tezine dayanak olarak gösterildiğinde reddedilmelidir. Ama bu reddediş, eksik tüketim olgusunun kendisini kapsadığında anlamını yitirir. Belirli bir bunalım sürecinin tahlilinde önemli olan, eksik tüketimin bir neden olarak mı, yoksa bir sonuç olarak mı yer aldığının saptanmasıdır.
Bu konuya ilişkin olarak, Marx’ın “bütün gerçek bunalımların nihai nedeni, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir”12 değinmesi, kesin bir yargıyı ifade ediyor gibi görünse de, ihtiyatlı yaklaşmak gerektiği kanısındayım. Sweezy, bu değinmeden “eğer Marx çalışmasını tamamlayabilecek kadar yaşasaydı, eksik tüketime birincil önem verirdi” sonucunu çıkarıyor.13 Bu, spekülasyonun da ötesinde, bir zorlamadır. Bunalım, hangi nedenle ortaya çıkarsa çıksın, kapitalizmin içsel çelişkilerinin daha açık görüldüğü, kristalize olduğu bir süreçtir. Marx’ın cümlesini bu açıdan yorumlamak gerekiyor. Kar oranının düşmesi ile başlayan bir bunalım, eksik tüketimi daha belirgin hale getirir. Tersi de mümkün, eksik tüketimin belirleyici olduğu bir bunalım süreci sonunda, kar oranı doğrudan etkilenecektir. Soruna, bunalımın ortaya çıktığı birikim modelinin özellikleri açısından bakıldığında netliğin artacağını sanıyorum. Bu konuya yeniden dönmek üzere, kar oranının düşme eğilimi yasasına geçiyorum.
Kar Oranının Düşme Eğilimi Yasası
Kapitalistin karlılık saikiyle hareket etmesi, başka bir deyişle kapitalist birikimin motorunun kar güdüsü olması ile birikimin kar oranını azaltıcı niteliği arasındaki ilişki, Marx’ın Kapital‘in üçüncü cildinde formüle ettiği yasanın özünü oluşturuyor.
Mekanizme nasıl işliyor? Sorunun yanıtı, yasaya yöneltilen teorik itirazların, mekanizmayı anlamamaktan kaynaklandığını göstermesi ve kar oranının düşme eğiliminin bunalımlardaki rolünün belirlenmesi açısından önemli.
Teorik itirazların örneklendirilmesi için Sweezy yeterli malzemeyi sağlıyor. “Marx, kar oranının düşme eğilimi yasasını, artı değer oranı sabit kalırken sermayenin organik bileşiminin artacağı varsayımı üzerine kurmuştur”.14 Sweezy’ye göre, sermayenin artan organik bileşimi varsayımı kuşku götürmez bir gerçektir. Ama sabit bir artı-değer oranı için aynı şey söylenemez. Artan makinalaşmanın ve artan emek üretkenliğinin doğal sonucu yükselen artı-değer ya da sömürü oranıdır. Ve eğer sömürü oranı yükseliyorsa kar oranının ne yönde gelişeceği en azından belirsizdir.
Sweezy’nin artı-değer oranına ilişkin söyledikleri tümüyle doğru. Ama artı-değer oranı ile kar oranının ilişkisi Sweezy’nin ortaya koyduğu gibi açıklanabilir mi?
Marx’a kulak verelim. “(Kapitalist üretim tarzı), değişmeyen sermayeye kıyasla değişen sermayede giderek nispi bir azalma ve dolayısıyla, toplam sermayenin organik bileşiminde sürekli bir artış yaratır. Bunun doğrudan sonucu, aynı, hatta artan bir emek sömürü derecesinde (italikler benim AD) artı-değer oranının sürekli düşme gösteren bir kar oranı ile temsil edilmesidir… Bu nedenle, genel kar oranındaki sürekli düşme eğilimi tam da emeğin toplumsal üretkenliğindeki sürekli gelişmenin kapitalist üretim tarzına özgü bir ifadesidir”.15 Çok açık, Marx sabit bir artı-değer oranı varsaymıyor. Aksine, artan bir sömürü oranının düşen bir kar oranı ile temsil edilebileceğini belirtiyor. Yasanın sergilediği kapitalizme özgü paradoks da tam tamına budur. Kapitalist, birikim kararını artı-değer oranına göre değil, kar oranına göre verir. Ve kar oranı satılan malın kapitalistçe karşılığı ödenmiş kısmının, değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasında nasıl bölündüğünden tümüyle bağımsızdır. Başka bir deyişle, sömürü oranı, artı-değerin değişen sermayeye oranı olarak tanımlanırken, kar oranı artı-değerin toplam sermayeye (değişen ve değişmeyen sermaye toplamına) oranıdır. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ise tam da bu oranda kar oranında bir düşüş olarak ifadesini bulur.
Emeğin verimliliğini artırmak yönündeki çaba, kısaca makinalaşma, kapitalisti, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye kıyasla daha hızlı artması sonucuna götürüyor. Bu durumda, karşılığı ödenmeyen değerin (artı-değerin) değişen sermayeye oranı artsa bile bu orana tekabül eden kar oranı düşebiliyor. Burada önemli olan şu: azalan karlılıkla belirlenmiş bir bunalımdan, sadece sömürü oranını artırmakla çıkmak mümkün olmayabilir. Hele sömürü oranını yükseltmek, mevcut işgücünü ek bir değişmeyen sermaye üzerinde çalıştırmak yoluyla sağlanmaya çalışılıyorsa… Burada atlanmaması gereken bir nokta şöyle ifade edilebilir; sömürü oranı ve karlılığı artırmanın daha “kestirme” bir yolu, gerçek ücretleri düşürmektir. Daha açık bir deyişle sermaye ve artı-değer kitlesi veri iken değişen sermayeyi azaltarak hem sömürü hem de kar oranını yükseltmek mümkün. Örneğin, 1980 ve sonrası incelenirken, Türkiye burjuvazisinin bu “kestirme” yola hangi yöntemlerle ve hangi ölçülerde başvurduğunun belirlenmesi büyük önem taşıyor.
Kar oranının düşme eğilimi yasasıyla ilgili olarak değinmek istediğim bir nokta da bu yasayı çeşitli dönemlerinde ve farklı ülkelerde test eden “marksist” iktisatçıların “ampirik” itirazları. Hemen belirteyim, ampirik çalışmanın yararlarını yadsımak eğiliminde değilim. Ama ampirik bir çalışmada kullanılan verilerin, temsil ettikleri kavramlarla aynı içeriği taşımalarına özen gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. Konu, kar, artıdeğe,r değişen ve değişmeyen sermaye gibi kavramlarla ilgili olunca, bu gerekirlik daha da önem kazanıyor. “Kar oranının, üretilen ve gerçekleşen artı-değer kitlesinin yalnız sermayenin tüketilen ve metalarda tekrar ortaya çıkan kısmı ile olan ilişkisiyle değil, bu kısmın yanı sıra bir de tüketilmemiş ama kullanılan ve üretimde iş görmeye devam eden kısmı ile olan ilişkisiyle ölçülmesi gerekir. Bununla birlikte kar kitlesi, metaların kendilerinde bulunan ve satışlarıyla gerçekleşecek olan kar ya da artı-değer kitlesinden başka bir şeye eşit olamaz.”.16 Ne kapitalist ülke istatistiklerinde ne de şirket bilançolarında bu tanımlara uygun veriler yer almaz.Her-. hangi bir ampirik çalışmada bu verilerin düzeltilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor. Birkaç istisna dışında, yasaya itiraz eden marksist iktisatçıların böyle bir düzeltme çabasına girişmediği anlaşılıyor.
Savaşan Sınıflar ve Sıkışan Karlar
İşçi sınıfının ücretler üzerine verdiği ekonomik mücadele, kar kitlesinin ve toplam sermayeye oranının düşmesine neden olabilir mi? Burjuva söyleminde bu sorunun yanıtı her zaman için olumlu yöndedir. “Kar sıkışması” adıyla bilinen bu yaklaşım, bunalım teorilerindeki marjinal konumuna rağmen siyasi pratikte çeşitli sol kesimlerce de benimseniyor. Bir ölçüde burjuva söyleminin bunda etkisi olduğu açık. Ama bunun da ötesinde kar sıkışması yaklaşımının bir de “cazip” tarafı var: bunalım sürecinin merkezine sınıf savaşımını koyuyor izlenimini vermesi. Türkiye solunun, yapılan her grevi politik kazanımlar açısından değil de sağladığı ekonomik kazançlar açısından değerlendirme alışkanlığı düşünülürse, söz konusu yaklaşıma değinmek daha da önem kazanıyor.
Bir pasta düşünelim. İşçiler, ister yüksek birikimin bir sonucu olarak, ister ekonomik mücadelelerin sonucunda artan ücretleri nedeniyle daha büyük bir dilim kesiyorlar pastadan. Kapitalistlere kalan pay azalıyor. Kapitalistlerin “doyamayacağı” noktaya gelindiğinde başka bir deyişle ücret artışları karları “sıkıştırdığında” bunalım patlak veriyor. Kar sıkışması teorisinin özü bu.
Her şeyden önce şu söylenmeli: “gerçek ücretler üzerine yapılan sınıf mücadelesi, sermaye birikimi tarafından belirlenmiş bazı nesnel sınırlar içinde işler”.17 Sermaye birikimi, yukarıdaki benzetmede, pastanın büyümesi anlamına geliyor. Başka bir deyişle, genişleyen yeniden üretim içinde artan gerçek ücretlerle birlikte artan bir sömürü oranı hiç de olanak dışı değil. Öte yandan, sermaye birikimi artan ücretlerin etkisini giderici mekanizmaları içinde barındırıyor. “Sermaye birikimi, bir yandan emek talebini artırırken öte yandan ‘işçileri serbest hale getirerek’ emek arzını da artırmakta ve gene bu arada işsizlerin baskısı çalışanları daha fazla emek harcamaya zorlamakta ve bu nedenle de emek arzını bir ölçüde işçi arzından bağımsız hale getirmektedir. Emek arzı ve talebi yasasının bu esas üzerinde işlemesi sermayenin tahakkümünü tamamlamaktadır”.18 Tahakkümün aracı “yedek sanayi ordusudur.” “Serbest hale getirilen” işçi sayısının birikim sürecinde hızla arttığı kapitalist bir toplumda işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle “karları sıkıştıracağını” ileri sürmek çok anlamlı görünmüyor.
Gerçek ücretler artarken sömürü oranı aynı kalsa bile, her ücret kazanımının sermaye birikimini engelleyeceğini ileri sürmek de anlamlı değil. “Emeğin fiyatındaki yükselme birikimin sürmesini engellemediği sürece” devam edebilir. “Bu durumda karşılığı ödenmeyen emek miktarındaki azalmanın sermayenin egemenlik alanını genişletmesine hiçbir biçimde zararlı olmadığı açıktır”.19 Kimi durumda, emeğin fiyatındaki artışlar gerçekleştirme sorunu açısından bakıldığında pazarın, dolayısıyla “sermayenin egemenlik alanının” genişlemesinin bir aracı olabiliyor. 1965-75 Türkiye’sindeki ücret artışlarının bu durumun en açık ifadesini oluşturduğuna inanıyorum.
Ayrıntıya girmeksizin buraya kadar söylenenlerden, kar sıkışması teorisinin bütün radikal görüntüsüne karşın akademik dille ifade edilmiş bir ekonomizm olduğu görülüyor.
Birikim Modeli ve Bunalım
Buraya kadar kapitalizmin bunalım dinamikleri ile ilgili bazı temel tartışma noktalarına değinmeye çalıştım. Bu bölümde, bunalım olgusunun kendisi üzerinde durmak istiyorum.
İflaslar, işsizlik, keskinleşen sınıf çatışması, gözden düşen burjuva ideologları ve politikacıları, yerlerini alan yeniler, ideolojik-ekonomik-politik köklü dönüşüm programları vs… Kapitalizmin bugüne dek yaşadığı bunalımların hangisi ele alınırsa alınsın, gözle görünen sonuçlar bunlar. Peki içinde bulunduğumuz bunalım için bundan daha fazlası söylenemez mi Daha da önemlisi verili nesnelliğe müdahale etmek için bunalım sürecinin tahlilinde, gözle görünen sonuçlardan ötesine ulaşmanın yolu nedir?
Öncelikle benzerliklerin yanıltıcılığından kurtulmak gerekiyor. Bu da bunalımları birikim modelleri ile ilişkilendirmekle mümkün. Dünya ölçeğinde ya da ülke düzeyinde kapitalist bunalımlar, belli tarihsel birikim modellerine bağlı olarak ortaya çıktı. Benzerlikleri kapitalizmin çelişkileri ve hareket yasaları, farklılıkları ise sona erdirdikleri birikim modellerinin bu çelişkileri açığa vurma biçimleri oldu. Her yeni birikim modeli ya da eşanlamlı olarak genişleme dönemi, açığa vurulan bu çelişkilerin üzerinde biçimlendi.
Sınai ya da diğer adıyla iş çevrimlerini bunalım olgusundan ayırmak zorunluluğu var. Belirli bir sermaye birikim modeli içinde dönemsel dalgalanmalar söz konusu olabiliyor. Sistem, bu tür sorunlarını aynı birikim modelinin çerçevesi ve araçları dahilinde ideolojik, politik dönüşümlere gerek duymaksızın atlatabiliyor. Bunalım olgusunun ayırdedici özelliği de burada ortaya çıkıyor. Bir birikim modelinin dayattığı ekonomik ideolojik politik koşullar ve olanaklar, bunalım döneminde kapitalizmin içsel çelişkileriyle birlikte yaşamak yeteneğinden yoksun kalıyorlar. Gelinen bu noktada, mevcut çerçevenin değiştirilmesi gereği ortaya çıkıyor. Bu nedenle bunalıma bir “karar anı”20 , hatta süreci demek de mümkün.
Altı çizilmesi gereken bir nokta, birikim modelinin süreklilik boyutudur. Birikim modeli kavramının temelinde, artı-değerin üretildiği ve sermayeye dönüştürüldüğü ekonomik ideolojik politik bir bütünsellik yatıyor. İşte birikim modeli bu bütünselliği kapitalizme özgü çelişki ve sınırlılıklar çerçevesinde bir sürekliliğe oturtma işlevini yerine getirdiği ölçüde genişlemeyi ifade ediyor. Vurgulamaya çalıştığım, bunalımları önceleyen genişleme dönemlerinde çelişkilerin önemlerini yitirdiği değil, aksine belli bir birikim modelinin bu çelişkiler genelinde genişlemeyi sağladığı.
Genişleme dönemleri ekonomik ve politik dengelerin, düzenin meşruiyetini sarsmayacak ölçüde kurulduğu dönemlerdir. Sermayenin çeşitli kesimleri arasında, başka bir deyişle burjuvazi içinde ve burjuvaziyle diğer sınıflar arasındaki ekonomik-politik dengeleri kastediyorum. Bunalım tüm bu dengeleri bozan bir süreç. Dengelerin yeniden kurulması ise “politik” olanın, “ekonomik” olana göre ön plana çıkmasına yol açıyor. Türkiye açısından bakıldığında bu saptama önemlidir. Türkiye kapitalizmi, dengelerin “hassasiyet derecesinin” görece az olduğu bir dönem yaşamadı. Hassas dengeler Türkiye burjuvazisini hep “temkinli” olmaya zorladı. Politik kaygılar ekonomik kaygıların önüne geçti. Bu saptamalar doğruysa Türkiye kapitalizminin tahliline yönelik her çabanın politik arenaya özel ağırlık tanıması zorunludur.
Bu sadece başlangıç noktası olarak görülmeli. Bir de uluslararası dengeler kapitalist ülkeler arası “işbölümü” vs. sorunları var. Evet, kapitalizm bir dünya sistemidir. Bunun tek bir ülke tahliline doğrudan yansımaları olması da çok doğaldır. Ama belirleme-belirlenme yönünün “dışarıdan içeriye” doğru olması hiç de zorunlu değil. Hele Türkiye gibi, politik istikrarın sağlanamadığı ülkelerde bu pek mümkün de gözükmüyor. “Amerika istedi, Türkiye burjuvazisi uyguladı” türü yaklaşımların kolaycılığından kurtulmak gerekiyor. Birincisi dünya ölçeğinde birikim modellerinin belirleyicisi gelişmiş kapitalist ülkeler olsa bile, bu global birikim modellerinin ülkelere yansımaları farklılıklar gösteriyor. İkincisi, geri kapitalist ülkelerin dünya kapitalizmine “entegre” olma çabaları, dış faktörlerden çok bu ülkelerin iç sorunlarından kaynaklanıyor. Üçüncüsü ve en önemlisi, genel anlamda sermayenin uluslararası gerekirlikleri ile her ülkenin siyasi iktidarını belirleyen nesnellikler birebir örtüşmüyor. Daha önce Gelenek‘te sosyalist sistem için söylenen bir sözü kapitalist sisteme ilişkin olarak yinelemek istiyorum. Dünya kapitalizmi tek merkezden yönetilmiyor. Bu nedenle Amin, Arrighi, Frank ve Wallerstein gibi “marksistlerin”, marksizmlerinden sakınmakta yarar var. Türkiye’nin yakın geçmişindeki ithal ikameci birikim modelinin, 1970’lerin sonunda bunalımla sona ermesini, tek başına dünya kapitalizminin global sorunları ile açıklamak mümkün görünmüyor. Bunalım, 1988 Türkiye’sinde bugün de çözülmüş değil. Bunalımı yaşarken tahlil etmenin güçlüklerine, bir de merkez-çevre yaklaşımının dar perspektifi ve tek boyutluluğu eklenmemelidir.
Son olarak, genişleme ve bunalım dönemlerinde devletin konumuna değinmek istiyorum. Sorun, Türkiye kapitalizminin tahlilinde özel önem taşıyor. Ancak hemen belirteyim, Türkiye’nin “nev’i şahsına münhasır” olmasından değil, tam aksine Türkiye solunun bu inancı taşımasından ötürü önem taşıyor. Bu inancın kaynağı kemalist ideolojiden başlıyor. Kemalizmin “devletçi geleneğini” burjuvaziden daha çok sahiplendi Türkiye solunun iki gelişmenin de inancının yerleşmesine katkısı oldu. Birincisi, kapitalizmin “altın çağının” yarattığı refah devleti mistifikasyonu. İkincisi, Türkiye’ye ilişkin ve aynı dönemin ürünü: 1960’larda başlayan ithal ikameci birikim modeli. İthal ikamesi, ekonomik bağımsızlığın bir ifadesi olarak algılandı. Modelin uygulayıcıları ve iç pazara yönelen kapitalistler (ünlü milli burjuvazi) “ilerici” olarak nitelendirildi. Tüm bunların arkasında görünen devlete ise sınıflar üstü bir misyon biçildi ithal ikamesi içinde devletin üstlendiği roller bu algılamalara uygun düşüyordu. Ya bugün? 1980’lerde yerleştirilmeye çalışılan birikim modeli çerçevesinde burjuvazi, devleti “tu kaka” ilan etmiş gözüküyor. Solda ise 1960’ların devletine sahip olma eğilimi var.21 Oysa her iki dönemdeki devlet de aynı devlet: Burjuva devleti… Sorun, marksist devlet anlayışının içselleştirilememesidir. Sermaye birikimi çerçevesinde devletin niteliğine ilişkin bir alıntıyla yazıyı bitiriyorum: “Görünürdeki yansızlığı devletin asli bir özelliği değildir. Yansızlık daha çok devlet aracılığıyla sermayenin egemenliğinin gerçekleştirildiği fetişize edilmiş biçimin bir özelliğidir. Bu nedenle yansızlık, çözümlemenin başında hesaba katılması gereken bir şey değil, çözümlemenin sonunda ortaya çıkan bir şeydir. Pratikte bu, devletin, sermayenin ortaya çıkışının yüzeysel biçimlerinden türetilmesi yerine, sermayenin yeniden üretimini kuşatan sınıf çatışmalarından çıkarsanması anlamına gelir. Devletin temel özelliği, onun sınıf karakteridir, özerkliği ise sınıf mücadelesindeki rolünün görünürdeki yüzeysel biçimidir.” 22
Dipnotlar ve Kaynak
- Gelenek Kitap Dizisi 13, s.56
- Lenin; “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”, Sol yayınları, 1988, s.43
- ibid, s.32-3
- ibid, s.49
- Marx; “Capital” Vol.2, s.363
- Sweezy; “The Theory of Capitalist Development”, Monthly Review Press, 1964, s.180
- Sweezy; ibid, s.183
- Shaikh; “Bunalım Kuramlarının Tarihine Giriş”, “Dünya Kapitalizminin Bunalımı” (Der. Satlıgan ve Sungur) içinde, Alan Yayıncılık, s.147-8
- Marx; “Capital”, vol. 3, s.244
- Marx; “Kapital”, Cilt 1, Sol Yayınları, s.629
- Shaikh; agm., s.142
- Marx; “Capital”, Vol.3, s.559
- Sweezy; ibid, s.178
- ibid, s.100
- Marx; “Capital”, Vol.3, s.212
- ibid s.229
- Shaikh; agm, s.156
- Marx; “Kapital”, Cilt 1, s.677
- ibid, s.657
- Keyder; “Toplumsal Tarih Çalışmaları”, Dost Yayınları, 1983, s.3O7
- Dev-Yol savunmasında bile bu eğilimi çağrıştıran yönler bulunuyor.
- Clarke; “State Class Struggle and Capital Reproduction”, Kapitalistate, Vol.10/11, 1983, s.115