1956’daki 20. Kongre sonrasında uluslararası harekette ortaya çıkan şaşkınlığı, hüznü, hatta hayal kırıklığını şimdi daha kolay anlayabiliyorum. “Buzların çözülüşü” olarak adlandırılan sürecin en keskin dönemeçlerinden birisi bu kongreydi. Hangi haklı gerekçelerle yola çıkılırsa çıkılsın, hangi doğru hedefler gözetilirse gözetilsin, “buzların çözülüşü”nde beceriksizlikler çokçadır ve 20. Kongre de bu beceriksizliklerin bir parçasıdır. 1950’lere kadar uluslararası harekette bugün sanılanın tam tersine, puritan, özverili, inanmış bir kadro birikimi vardı. Özellikle gelişmiş batılı ülkelerde hatta ABD’de (ideolojik tutumları ne olursa olsun) uzaklaşan devrimci nesnelliğe rağmen, bu kadro birikimi canlılığını koruyabiliyordu. Destalinizasyon süreci bu birikime çok önemli bir darbe vurdu.
Tabular, mitler mi yakıldı? Geçiniz! Kapitalist ülkelerde yaratıcı çalışma enternasyonalist çizginin dışına kaydı, hepsi bu…
Şimdi benzer bir dönemden geçiyoruz. Sovyetler 1956’nın sorunları ile çok benzeşmeyen başka sorunlarla karşı karşıya. İki dönem arasında Sovyetler açısından bir analoji kurarken çok ihtiyatlı olmak gerekli.
Ancak, uluslararası harekette geniş anlamıyla “kadro” ya da sosyalist mücadele pratisyenleri üzerinde yeni bir savurma rüzgarıyla karşı karşıyayız. Korkarız ki savrulanlar çok olacak…
Uluslararası harekette veya bizim sevdiğimiz terminolojiyle geleneksel solda tartışmaların, görüş ayrılıklarının uzun erimli bir süreç adına ve yararına sert uçlarından arındırıldığını, böyle bir eğilimin olduğunu (en azından yakın zamana kadar) söylemek mümkündür. Burada Brejniyev dönemi Sovyetleri’nin de büyük katkısı olmuştur. Bu kesinlikle bir “kol kırılır, yen içinde kalır” mantığı değildir. Yalnızca katedilen mesafenin büyüklüğünü gösteren bir olgunluktur.
Bu olgunluktan biraz nasip alındığı için Gelenek‘te uluslararası harekete veya Türkiye’deki kimi kesimlere yönelik yaklaşım ve eleştirilerde belli bir düzey tutturulmaya çalışılmıştır. Bu tavrı beğenmeyenler olabilir, hatta bir aydınımız bu tavır için “ricacılık” demiş; ancak övgü-sövgü sarkacının bir ucundan ötekine geçişte soluk verme ihtiyacını bile duymayanlardan biraz farklı olmak mutlaka yararlıdır. Övmek ya da sövmeyi bilmediğimizden değil!
Uluslararası harekette, son yıllarda, sözünü ettiğim olgunluğun sınırları fazlaca zorlanmıştır. Vurgulamak istediğim, kimi kesimlere yönelik “nokta koyucu”, “dışlayıcı” yaklaşımlar değil. Buradaki sorun, uluslararası hareketin bütününde ve daha önemlisi geleceğinde ciddi problemler yaratacak kimi girişimlerin mümkün olan tek ve kalıcı açılım olacağının lanse edilmesidir. Bir Macaristan’daki adımların belki çok önemi yoktur, sicili zaten pek parlak değil, ancak Sovyetler’de uluslararası harekete yönelik sorumluluklarından ve yükümlülüklerinden oldukça arınmış bir tür yönetici TİP vardır, bunlar diplomatik dil kullanmayı filan da bilmiyorlar, on-onbeş yıl sonra yüzlerini kızartacak denli lakayt çözümlemeler yapıyorlar.
Uluslararası sosyalist hareket bugün üç koldan direnç alıyor: Birincisi toplumsal çelişkiler ikincisi tarih bilinci üçüncüsü somut reel kazanımlar. Bunlarla fazla oynamamak gerekiyor.
Bugün, uluslararası harekette (ideolojik içeriği tamamen bir yana) yeniden yapılanma ve açıklık döneminin yeni bir ruh kazanamamasının en büyük nedenlerinden birisi, coşku ve perspektif bunalımıdır. Bu bunalımın önemli bir parçası kaçınılmazdır. Bunu, Siyaset’in Mart sayısındaki yazımda açmaya çalıştım. Ancak, bunalımın etkisini artıran, acele ve sorumsuz açılımların varlığıdır. Türkiye’de ya da Arjantin’de, farketmez, hiçbir sosyalist, piyasa ekonomisinin kimi faziletlerini hissedip yeni bir hızla mücadeleye sarılmaz.
Ben şimdi Türkiye’den sözetmek istiyorum. Sovyetler’deki kimi “sözcü”lerin yaklaşımlarını “hafifletici” bazı nedenler var. Bunlara çok değinildi. Ancak, Türkiye’dekilerde yeni açılımlar biraz eğreti duruyor; sevimsiz oluyor. Osman Sakalsız’a, Mehmet Karaca’ya sağından bakıyorsun, solundan bakıyorsun, yeni politik kültürü yakıştıramıyorsun. Yıllarca mensubu oldukları parti teşkilatlarında hotzotçu yönetici tipinin en gelişmiş örneklerini oluşturmuşlar, şimdi her söze “haşa demokratız” diye giriyorlar. Hadi diyelim bu da önemli değil; gelişme ve değişmenin diyalektiği!
Ancak mutlaka önemli olan şeyler vardır!..
Geleneksel sol içerisinde, geçmişe yönelik her yeniden yazım girişimi, ya başlangıçtaki “iyi niyet” yörüngesinden günahkar bir rotaya sapacaktır ya da kısa sürede etkisiz ve güdük kalacaktır. Türkiye’deki hevesliler için ise hemen adap ve temkin tavsiye edilmelidir.
İsim de veriyorum, eskiden işçilere seminer veren Gönül Hanım, demokrat araştırıcı Serol Bey ve daha “sol”da kimileri fazla açılmakta acele etmemelidirler. Türkiye’de sosyalist olup da “hasta” olmayanlar, “hala” bu tür eleştirilerden pek hoşlanmayanlar vardır. Ve bu iyi bilinmelidir.
Tipler vardır, örneğin 12 Eylül gelir ve o sabah ani bir karar verir, kent değiştirir ve kısa sürede o kararı benimserler. Ütü masası alev alınca, 5. kattan aşağıya atlayan tez canlı insanlardır bunlar. Kredit yaklaşımlarda arkada kalmayı hiç sevmezler. Çok açık, 1984-85 yıllarında TKP, Haydar Kutlu komutasında sağcı ideolojisine sol görüntü verme niyetindeydi. Sonra en aceleci ve gerici formülasyonları ürettiler. Sınır tanımadılar. Geleneksel solda en eleştirel, en dürüst, en peygamber olma yarışını başlattılar. Milliyet’teki yazı dizisinde, insan bunlar için bile üzülüyor, onlar adına utanıyor. Neredeyse lafı birbirlerinin ağzından kapıp “daha neler yapacağız” yarışındalar. Sıkılmamak mümkün değil. Ve yarışa başkaları da katılmaya niyet ediyor.
Onlarca yıl bu işlerde sorumluluk almış, parti lideri olmuş, doğru-yanlış insanlara bir geleneğin savunulması öğüdünü vermiş bir kişinin doğrudan kendi pratiğine “ruh hastası” diye hitap edenlere “iyi niyetli tavsiyelerde” bulunması, öte yandan Gelenek‘te yazılan bir yazıda sosyalist kuruluşu 30 yıl omuzlamış bir liderin “baba” imajı yarattığını söylediğimizde “tüylerinin diken diken olması” son derece vahimdir. Biraz da başka şeylere karşı “hayretler içersinde kalmak”, “çok şaşırmak” veya “diken diken olmak” gereklidir. Ve burada da yine sınır tanınmamıştır.
Türkiye’de sosyalistler bir inançsızlar topluluğuna doğru götürülmek isteniyor. Biz rahatız. Oturmuş teorik çerçeve, tarihselcilik ve bireysel-kollektif motivasyon bütün sorunları çözer.
Peki ya yıllarca kuru enternasyonalizm edebiyatı ile eğitilen, istihdam edilenler ne olacak? On yıl boyunca “şunu okuma günahtır”, “şunu eleştirme yasaktır” ile “gelişen”lerin “yaptığımız çok şey yanlıştı”, “adamın çapı belliydi” gibi saçmalıklar karşısında direnebileceği mi sanılıyor? Biz bu insanları meyhane köşelerinde görmeye başladık.
Bunun hesabını verebilecek misiniz Gönül Hanım ve daha “sol”dakiler, sorum size!
Ve ne zaman tarihin, uluslararası sosyalist hareketin nesnesi olmaktan kurtulacaksınız?
Sizin bugün söyledikleriniz, 70 yıldır başkaları tarafından dile getirildiğinde neredeydiniz? Stalin’in çapını yeni mi ölçtünüz? Hasta ruhlu komünistleri yeni mi tanıdınız?
Hiç mi düşünmüyorsunuz, “20 yıldır neredeydik?” diye? Eğer gerçekten kimi şeyleri farketmeniz için kuzeyden rüzgar esmesi gerekiyorsa, böyle bir uluslararası yardıma gereksiniminiz varsa, artık daha mütevazi olunuz…
Bir de, tarihin öznesi olmak iddiasında olanlara saygı istiyoruz!