Siyaset “doğru” olarak bellenen bazı saptamalar üzerinde oluşturulur ve sürdürülür. Burada sözünü ettiğim, kısa vadeli hedefleri de içeren daha somut düzeydeki siyasettir. Yoksa, siyasi faaliyet içinde bulunanların ayrıca önsel ideolojik çerçeveleri, nihai hedefleri de vardır. Ne ki bunlar kesintisiz gündelik siyaset için kendi başına yeterli sayılamaz.Gündelik somut siyaset için, verili yapının belirli bir uğrağa özgü ekonomik, siyasal, sosyolojik, kültürel vb. doğrularının yakalanabilmesi gerekir. Bu aşağı yukarı bütün siyasal yapılanmalar için geçerlidir.
Elbette sol için de. Ancak Türkiye solunun durumunu daha farklı bir planda değerlendirmekte yarar vardır. Bugün Türkiye’de gerçek anlamıyla siyaset yapabilen bir sol yoktur. Bu, elbette önemli bir eksikliktir; ama, öyle hiç görülmemiş olağanın dışında bir zaaf da değildir. Çünkü, sosyalist hareket, çok daha kapsayıcı bu geniş kapsam içindeki bazı alanların inceden inceye işlendiği birikmiş bir ideoloji temeline dayanır. Bu yüzden sosyalist ideoloji, genel sınırları içinde deyim yerindeyse daha buyurgan bir özellik taşır. Örneğin bu sıralarda gazetelerde izlediğimiz onca gerginliğe rağmen ANAP’ın “liberal” kanadı ile “milliyetçi-muhafazakâr” kanadının özel olarak siyaset gereği yeni bir uzlaşmaya varması mümkün ve muhtemeldir. Ama “ben piyasacıyım” diyen sosyalistle böyle olmayanın özel olarak siyaset gereği bir uzlaşma zemini bulmaları hiç mi hiç mümkün değildir.
O halde, sosyalist harekette, ideolojik zemine ilişkin bulanıklık ve bunalımların somut siyaset dahil başka her şeyi soğurup bir süre işlevsiz bırakması, doğal sayılmalıdır. Sosyalistlerin, kendilerine uzak olanların şaşkın gözlemciliğinde ıvır zıvır sayılan konuları aylarca tartışmaları da öyle salt bize özgü bir durum değildir. Ayrıca bu “küçük” ya da “marjinal” sola özgü bir durum da sayılmamalıdır. Örneğin Fransız ve İtalyan Komünist Partileri’nin bile, son dönemde bilinen anlamda siyaset üretip siyaset yapabildiklerini söylemek çok güçtür.
Sosyalist hareketin kendine özgü bıçak sırtı dengeleri burada özellikle öne çıkar. Burada, alışılmış anlamda siyaset olmayan bir “özel çizgi”yi hayata geçirme zorunluluğu vardır. Örneğin, doğal olanı “doğaldır” diye kendi haline bırakamazsınız; bir yerden sonra onu aşmanın yollarını zorlamak gerekir. Aşılması gerektiği halde aşılamayanı da “gevezelik” diye bir yana itemezsiniz; çünkü bir nesnelliği vardır ve son çözümlemede siz de o nesnelliğin bir parçasısınızdır.
İşte solun “içine” yönelik bu özel uygulama, bazı doğrulara dayandırılır. Başka deyişle, solun içindeki her yapılanma yakın çevresine ilişkin uygulamalarında temel aldığı bazı “doğru”lara sahiptir. Buraya dek söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, bu doğruların bu uğrakta Türkiye’nin ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel dinamiğini asgari düzeyde de olsa kucaklayıcı nitelik taşımaları pek mümkün değildir. Böylesi bilinen içeriğiyle siyaset yapabilecek konumdaki bir hareketin işidir. Türkiye solunun bugün temel aldığı doğrular ise, tarihle ideolojinin yakın geçmişteki öznel deneyimlerle teorinin ilginç bir karışımı sonucu ortaya çıkmışlardır.
Nedir bunlar? Bazıları çıkarsama, bazıları önerme niteliğindedir. Hiçbirine, kestirme yoldan ve tümüyle yanlış diyemezsiniz; ama hiçbiri bir takım tuzaklardan ve sağlıksız yorumlardan büsbütün muaf değildir. Bunları sol hareketle şöyle ya da böyle ilişkisi olan kime tekrarlasanız, çoğunlukla “sahiden öyle” yanıtını alırsınız. Buna rağmen, bu onaylayıcıların aynı “doğru”ları çok yanlış yerlere dek üretebileceklerini bilirsiniz. Türkiye’de solun marjinal olduğu, devletçi sosyalizmin çöktüğü herşeyi kitle hareketinin belirleyeceği, sosyalizmin en büyük sorununu sosyalist demokrasinin oluşturduğu, asıl hedefin eylemde birlik olduğu. önce “nasıl bir sosyalizm”de anlaşmak gerektiği, vb. vb. solun bugün pek revaçta olan doğrularını, daha doğrusu yarı doğrularını oluşturuyor.
Aralarından birini “solun marjinalliği”ni kısaca ele almaya çalışacağım.
Ne zaman marjinal değildik?
Bugünün Türkiyesi’nde sosyalist hareketin eldeki yapının bütünü içinde “kıyıda” bir yerlere sıkıştığını inkâr etmek herhalde mümkün değildir. Örneğin kim ne derse desin şu an “yükselen kitle hareketinin düzenden büsbütün umut kesip radikal aranış içine girdiğini” düşünmek güçtür. Genç kuşaktan aydın orta sınıf kesimlerin kendilerine özgü bir öfkeyle sosyalizmi aradıklarını da söyleyemeyiz. Bu yüzden, toplumu kökten sarsmasa bile etkileyen bir fikir hareketi olarak ya da düzenin dengelerini kendi başına altüst etmese bile en azından belirleyici maddi etmenlerden biri olarak sosyalizm, bugün Türkiye’de gerçekten “kıyıda” kalmaktadır, gerçekten marjinaldir…
Ama bu işin yalnızca bir yanıdır.
Solun marjinal kalmasına yol açan nedenler enine boyuna incelenmezse, bu kez marjinalliğin, her ne pahasına olursa olsun aşılması gereken bu yüzden de her tür aracın kullanımını mübah kılan bir belâ olarak algılanması gündeme gelir.
En başta marjinal olmak ya da olmamaktan kimin ne anladığına bakılması gerekir. Eğer “marjinal olmamak”tan anlaşılan, binbir türlü iletişim kanalıyla topluma dayatılan siyasal,, ideolojik ve kültürel örüntünün şöyle böyle bir parçası haline gelmekse o zaman işin rengi değişir. Ölçüt olarak bu alınırsa, o zaman sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya hedefinin bizzat kendisinden ödün vermeden bu güncel marjinalliğin aşılamayacağı düşünülecektir. Sonrasını, hepimiz görüyoruz…
Bana göre “marjinal olmamak” gelişen süreçlerin mevcut yapıda yarattığı yarıklara ve çatlaklara nüfuz edebilmek, bu yarık ve çatlakların içine düşen ya da kıyısına gelen kesimlerle sürekli biçimde beslenebilmek demektir. Örneğin sol 1971 öncesinde ya da 1975-80 arasında marjinal miydi, değil miydi? Marjinal olduğunu söyleyene rastlamadım. O halde 1980 sonrası solu öncekine göre marjinal kılan nedir? Birinci TİP’in yüzde 3 küsurluk oyu mu solu marjinalliğin dışına taşımıştı Örneğin bugün herhangi bir sosyalist parti yüzde 1 oy alsa, marjinallik eşiğinin yalnızca yüzde 2’lik bir farkla gerisinde kalındığını mı söyleyeceğiz? Ya da üniversite kampüslerinin eskisi kadar hareketli olmaması mıdır marjinalliğin göstergesi?
Evet, bugün Türkiye’de sol gerçekten marjinal sayılabilir; ama bunun göstergeleri başka yerdedir. 12 Eylül’ün yıllar süren kişiliksizleştirici baskılarını, idamları, işkenceleri, hapisleri unutmamak gerekir; bu doğru. Ancak bunun da ötesinde bazı gerçekler vardır. 1961-71 dönemi orta sınıfların çöküş yaşadığı bir dönem hiç değildi; aynı dönemde işçi sınıfının özel olarak okkanın altında kaldığı da söylenemez; bugünkü durumla kıyaslandığında 1961-71 dönemi köylülüğün çok kötü koşullarda yaşadığını gösterir kanıt da yoktur. Ama 1961-71 döneminde Türkiye’de bir sol vardı ve benim görebildiğim kadarıyla bu sol bugünkü bakış açısıyla “marjinal” sayılmıyor.
Bence de sayılmaz. Aldığı oyla, estirdiği kampüs fırtınalarıyla ya da cunta bağlantılarıyla olmasa bile, başka nedenlerle marjinal değildi. Çünkü bu dönemde sol, toplumdaki nesnel dinamiklere denk düşen ve bu anlamda hem Türkiye gerçekliğine ait olan hem de radikal dönüşüm vaadeden bir söylem tutturabilmişti. Kabul etmek gerekir: Başarılı oldukları dönemlerde hem TİP hem de devrimci demokrat aktivizm, toplumun öyle çok geniş kesimlerine olmasa bile, düzendeki yarık ve çatlaklara sürüklenen unsurlara uzanabilmişti.
Başka türlü de söylenebilir. 1960’ların Türkiyesi, en başta kırdan kente göç olgusunun damga vurduğu, ağırlıklı olarak kırsal bir toplumdu ve sosyalist söylem bu genel yapının içerdiği dinamiklerle belirli düzeyde bir ilişkiye geçebilmişti. 1990’ların Türkiyesi ise, kentleşmiş bir topluma sahiptir (sosyolojik terminoloji tartışmalarına girmemek için, “kentleşmiş” ve “kentlileşmiş” sözcükleri arasındaki ayrımı bir yana bırakıyorum). Kırdan kente göç ve kentsel alanda ilk yerleşim olgusunun yarattığı belki daha çarpıcı ama kısa soluklu sarsıntılara göre, kent yaşamında eskimenin yarattığı belki daha az gürültülü ama daha uzun soluklu, nüfuz edici ve kalıcı dinamiklerin sosyalist söylemin uzanımı açısından çok daha geniş olanaklar vaadetmesi gerekir. İşte sosyalizm, bu gereksinimin gerisinde kalmıştır ve marjinallikle ilgili temel gerçek de budur.
Bir adım daha ileri gidebiliriz. Bugün Türkiye solunu marjinal kılan etmenlerin temelinde, tarihsel akışın, Türkiye’deki genel dinamikler ile solun özel gündemini birbirinden ayıran bir sonuç vermesi yatmaktadır. Son gelişmeler, sosyalist hareket için bazı yeni olanaklar vaadederken, Türkiye solu kendi özel gelişim çizgisinin dayattığı daha içrek daha teorik bir alana hapsolmak zorunda kalmıştır. Bu, özel olarak kimsenin hatası değildir. Ayrıca pek çok solcu bu gündem çatallaşmasının farkındadır. Ama bu algılama, henüz özgün ve çözücü aranışlara yol açabilecek olgunlukta değildir. Örneğin, bugünkü çatallaşmanın ve onun ürünü olan tıkanıklığın, demokratikleşmeye, katılımcılığa, insanı öne çıkarmaya, bürokratsızlığa, otoritesizliğe vb. vurgu yapan söylemlerle aşılabileceği düşüncesi bir yanılsamanın ürünüdür bence. Az önce sözü edilen türde temalar, örneğin küskünlük içindeki bazı eski sol kadroları işe yeniden ısındırmada ya da marksizme ilişkin teorik tartışmaların zenginleşmesinde belirli işlevlere sahip olabilirler. Bunu inkâr etmiyorum. Ama eğer sosyalizmin marjinalliğin dışına açılma gibi bir sorunu varsa, bu sorunun çözüm anahtarlarını bu temalarla ulaşılabileceği sanılan bazı nihai doğrularda görmek bence biraz fazla safça bir tutumdur.
İşin başı, marjinalliktir
61-71 dönemi ile bugünün karşılaştırılmasında, başka noktalara da değinilebilir. Bir farklılık, bana oldukça anlamlı ve çarpıcı geliyor. 1961-71 döneminde, en ortadaki halkayı oluşturan komünistlerden başlayarak dışarıya ve daha ötelere uzanan halkalar arasında bir tür iletişim, asgari bir gündem ortaklığı, hatta bir kültürel zemin benzerliği bulunuyordu. Dolayısıyla, halkalar arasındaki akışkanlık sayesinde, en ortadaki halka büsbütün yalıtık kalmaktan kurtuluyordu. Çok daha karmaşık toplumsal ve kültürel etmenlerin yanısıra, bu asgari düzeydeki geçişimi sağlayan veriler arasında (bugünü beğenmesek bile) bir kalkınma paradigması ile birlikte populizm, milliyetçilik ve Kemalizm gibi bu toprağa ait bazı ideolojik şekillenmeler ve örneğin devletçilik gibi ideolojik-pratik birikimler yer alıyordu. Bugün beğensek de beğenmesek de, büyük kentlerin safkan kemalist anaları devrimci gençleri “evlatları” olarak görebiliyor; “devleti soydurtmam” diyen üst düzey bürokratlar soygunculuğa savaş açtıklarını söyleyen gençlerle ortak bir nokta bulabiliyor; 1946-50 döneminde içten ama ham demokrat duygularla DP’ye yönelen halktan kişiler, devrimcileri kendilerine uzak saymıyordu. 1961-71 dönemi solu işte bu anlamda marjinal kalmıyordu.
Bu saptama üzerinde biraz daha durmakta yarar var. Sol, verili siyasal-toplumsal matris içinde kendi özel alanına sahip değilse, aynı matrisin içindeki parsellerin uçlarına itilen unsurlarla işe başlamak zorundadır. Bu anlamda sosyalist hareket, her yerde, ana gövdelere değil de marjinale yönelerek işe başlar. Örneğin 19. yüzyıl sonlarında Çarlık Rusyası’nın toplumsal-siyasal matrisini iki ana parsel oluşturuyordu: Rusya’nın geleceğinde Batı kapitalizmini ve parlamentarizmini görenler ve görmeyenler. Rus Sosyal Demokrat İşçi Hareketi işte bu iki ana parselin marjinal unsurlarından kan almış, onlarla şekillenmiştir. 1961-71 Türkiyesi’nde ise hem TİP hem de devrimci demokrasi, Türkiye’nin siyasal-toplumsal matrisindeki iki ana parselin marjinal unsurlarınca kabul görmüştür: Bir yanda İttihat ve Terakki-CHF-CHP’nin, öte yanda ise anti-İttihatçılık-Serbest Fırka-DP geleneğinin uç ve tepkici kesimleri…
1961-71 solunun az önce sözünü ettiğim özelliğinin, yani yalıtılmışlığı salt nicel gücün izin vereceği sınırlar ötesinde aşma gücünün sırrı burada aranmalıdır. Özetle, Türkiye’nin toplumsal-siyasal dinamikleri verili matris içinde çatlamalar yaratırken, sol bu çatlaklar içinde kendine yer bulabiliyordu.
Peki, Türkiye’nin bugünkü toplumsal-siyasal matrisini nasıl tanımlayabiliriz? Bu matriste hangi ana parseller bulunuyor? Hangi nesnel süreçler bu matrisi çatlatıyor Ve Türkiye solu açılan bu çatlaklara ne tür bir söylemle nüfuz edebilecektir?
“Sol” diye bir özne var mı?
Bence asıl canalıcı sorular bunlardır. Ancak yanıt vermek şöyle dursun, Türkiye solu bu soruları gündeme alacak durumda bile değildir ve marjinalliğin asıl anlamı da buradadır. Sol henüz bunları gündeme alacak durumda değildir. Çünkü, birincisi, daha önce de değinildiği gibi kendi içine, ideolojik zeminine hapsolmuştur. İkincisi akademik ilgi dışında (bunun bile olduğu pek söylenemez), bu soruları gündeme almaya elverişli bir siyasal yapılanma içinde değildir.
Bu durumun ele alınışında daha temel nitelikli yöntemsel bazı konuların öne çıkarılması gerekiyor. Başka deyişle “sol ne zaman kendi dışına bakabilecektir” sorusunun yanıtı, sanıldığı kadar kolay değildir.
Solun durumuna ilişkin çözümlemelerde, olguların sıralanmasına ve sebep sonuç ilişkilerine büyük bir özenle yaklaşmak gerekir. Örneğin bugün “sol toplumsal devinimin nabzını tutamamaktadır” ya da “sol Türkiye’nin temel sınıfsal gündeminden kopmuştur” gibi sözler söylemek mümkündür ve bu tür sözler büyük çoğunluğa doğru gelecektir. Oysa benim bir noktada tereddütüm var. O da şu: Yukarıdaki saptamalar bir özneyi veri alıyor: Sol… Gel gör ki bugün sol’un ne epistemolojik ne de siyasal pratik anlamda eylem ve durumla ilişkisi kurulabilecek bir özne sayılması mümkündür. Örneğin Türkiye solundaki şu ya da bu grubun, kümenin, kadronun vb. özneler olarak bazı eylemlerle ve durumlarla ilişkisi kurulabilir. Ancak, bu eylem ve durumlar en çoğu bazı özel alanlara ilişkindir. Kurulmuş bir sol partinin “sosyalizme nasıl yaklaştığı” konusunda bir şeyler söyleyebiliriz; ama, Türkiye’nin sınıfsal dinamikleri konusunda ne dediğine ilişkin bir şey söylememiz mümkün değildir. Çünkü söylemiyordur. Belirli bir grubun “reel sosyalizmin çöküşü ile doğan boşluğu neyin doldurması gerektiği” konusundaki görüşlerini sayfalarca aktarmak mümkündür. Ama aynı grubun Türkiye solunun hangi nesnel dinamikler üzerinde yükselip hangi kesimlere yöneleceği konusundaki düşüncelerini bilemezsiniz. Çünkü bu tür düşünceleri yoktur. Özetle, bugün Türkiye’de toplumsal-siyasal yapının bütünü ile eylemli bilgi ilişkisine girebilme anlamında bir sol özne yoktur.
Buna karşılık ben 1961-71 döneminde önce TİP’in daha sonra da Dev-Genç hareketinin herşeye rağmen makro ölçekte özneler olabildiklerini düşünüyorum. 1 Bunu, sözkonusu parti ve hareketlerin “ideolojik sağlamlıklarına” vb. bağlamıyorum kesinlikle. En başta gelen neden şudur: Ne TİP ne de THKP-C birer “fraksiyon” olmuşlardır. Bu yargının nesnel ölçütleri olduğunu da sanmıyorum. Önemli olan şudur: TİP de THKP-C de kendilerini herhangi bir fraksiyon değil, “siyasal özne” saymışlardır ve böyle saydıkları ölçüde de Türkiye’nin dinamiklerine yönelebilmişlerdir.
O halde, Türkiye solunun, “marjinalliğin aşılması” adına birtakım yanlışlara yönelmemesi ya da aslında başka işlevleri olan yönelimleri marjinalliği aşma anahtarı saymaması, bunun yerine mevcut yapıyla ilişkiye geçebilmesi, en başta kollektif bir öznenin varlığıyla ilgilidir. Tekrar ediyorum: Marksist teorinin gözden geçirilmesi, reel sosyalizm deneyimlerinin eleştirilmesi, yeni bir sosyalizm ütopyasının oluşturulması, tabancılık, katılımcılık vb. vb. bugün en çoğu, sosyalistler arası yeniden düzenlemeler sırasında belirli işlevlere sahip olabilirler. Yoksa tek başına bunlarla ne marjinallik aşılır ne de “kitleye” ulaşılır.
Şu soru sorulabilir: İyi de, yukarıda sıralanan tartışmalar senin sözünü ettiğin ve bir ön gereklilik saydığın o özne’nin oluşturulması için kullanılamaz mı Buna yanıtım çok açık olacak: Konulara içkin bazı zaaflara rağmen kullanılabilirdi. Ama kullanılmadı. Dikkat edilsin: “Kullanılamadı” değil. Kullanılmadı diyorum. En azından önümüzdeki belirli bir süre için asgari türdeşlik sınırının dışına taşan topluluklar söz konusu olduğunda kullanılabileceğini de hiç sanmıyorum.
İki soru, iki yanıt
Buraya kadar söylemeye çalıştıklarımla, bazı noktaları sallantıda ya da yanıtsız bıraktığımın farkındayım. Bunların hepsini kapatmam mümkün değil. Ama en azından bir bölümüne bir tür ilk yaklaşım getirmeye çalışabilirim.
Dikkatli bir okurun yöneltmesi muhtemel sorulardan biri şu olabilir: Solun 1961-71 dönemine yaptığınız göndermeler, bugün yapılabilecekler konusunda “tekrara” bir mesaj mı içeriyor? Başka deyişle, solun 1961-71 döneminde toplumsal-siyasal matrisin çatlaklarına nüfuz etmesini sağlayan “ideolojik” verileri bugün için de geçerli mi sayıyorsunuz?
Bu soruya yanıtım tereddütsüz bir “hayır”dır. Popülizmin, kemalizmin, devletçiliğin vb. sol açısından bugün de aynı işlevselliğe sahip parseller olduklarını düşünmüyorum. Solun kendi ideolojik evrimi bir yana, bir bütün olarak Türkiye’deki toplumsal-siyasal pratik de bu parsellerin 1961-71 dönemi içeriklerini çoktan aşmıştır. Ancak bir noktada bazı solculardan daha farklı düşündüğümü söyleyebilirim: Evet, Türkiye’de insanları kendi özel yapılanmalarının kıyılarına kadar getirip sosyalizme hazırlayan özel dinamikler olarak popülizmin Kemalizmin devletçiliğin fazla işlevi kalmamıştır; ama, Türkiye’de oluşturulacak yeni bir sol söylemin, bu sayılanları büsbütün unutup tarihin çöp sepetine atması da yanlış olacaktır. Daha açığı, 1961-71 döneminde popülizmin, jakobenizmin (Kemalizm jakoben olduğu kadar) ve devletçiliğin giderek marksizme uzanan türevleri olarak sosyalizmin yerini, bugün kendi halkçı jakoben ve devletçi söylemini geliştiren bir sosyalizm almalıdır. Halkçılığın, jakobenizmin ve devletçiliğin hangi özel türevlerinin, hangi özel dönüştürmelerden sonra sosyalist söylemin bir parçası haline geleceğini ise, sosyalist hareketin verili toplumsal-siyasal matrise yönelik bütüncü yaklaşımları belirleyecektir.
Gene dikkatli bir okurun yöneltebileceği bir başka soru da şu olabilir: Marjinalliğin aşılmasında bazı araçları büyük bir rahatlıkla “yetersiz” ya da “işlevsiz” sayıp sonra yeterli ya da işlevli araçlardan söz etmeden, işi siyasal öznenin yaratılmasına havale ediyorsunuz. Bu kolaycılık değil mi?
Bazı şeyleri yanlış ya da yetersiz bulmanın, mutlaka, doğru ya da yeterli olanı söyleme yükümlülüğünü de beraberinde getirdiğini sanmıyorum. Nedeni de şu: Benimsemediğim ya da yanlış olduklarına inandığım yönelimlere, kollektif bir süreç içinde, başkalarıyla ortak bir deneyim yaşayarak tanık oldum ve kendi kararımı öyle verdim. Kullandığım “yetersiz” ya da “işlevsiz” türü etiketler, bu kollektif deneyimden kaynaklanıyor; yoksa tek başına çözümlemelerimden ya da sezgilerimden değil. “Doğru” ve “işlevli” olan konusunda nihai yargıda bulunmama olanak tanıyacak kollektif deneyimi ise henüz yaşamadık; yaşamak kararındayız.
Bu nedenle, ayrıntı düzeyinde yanıt bekleyen bir “o halde doğrusu ne” sorusunun muhatabı olamam. En çok, doğru olana yönelik düşüncelerimi bazı ön yaklaşımlar, kıyaslamalar vb. yoluyla sergileyebilirim. Bu yazıda yapmaya çalıştığım da budur.