Türkiye sosyalist hareketi oldukça geç olarak nitelenebilecek bir kimlik taşıyor uluslararası gelenekte. Avrupa ve hatta Asya’nın ileri ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye sosyalist hareketi ilk doğumda da gecikme sancıları çekmiştir. Ondan sonrası eğer belli ölçülerde kitlelere taşınmaysa, Türkiye sosyalist hareketinin bir kez daha gecikmiş olduğu söylenmelidir. Türkiye sosyalist hareketi, 1960’lar ile birlikte gelen yayılma sürecine benzerlerinden veya sevilen deyimiyle kardeşlerinden çok geç girmiştir. 20’lerde, 30’larda savaş yıllarında ve sonrasında hep bir şeyleri zorlamış (içeriğini tartışmıyorum) olan uluslararası hareketle karşılaştırıldığında Türkiye’de bütünün bir parçası olma iddiası yalnızca 65-80 arası dönemde hayat bulabilmiştir.
Bugün Türkiye sosyalist hareketinin belli bir bütünle birlikte, hatta çok özel bir momentte de olsa onu önceleyen bir biçimde veya ona bazı başka yerelliklerle birlikte öncülük edecek bir biçimde atılım yapması için gerekli nesnel ve öznel olanakların oluşmakta olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Enternasyonalist olmak, bu tür bir öne çıkmanın onurunu duymaya herhalde engel teşkil etmese gerek.
Ancak bu onuru yaşayabilmek için bazı şeylerin hakkını vermek gerekiyor.
Bolşevik Devrimi, Slav marksistleriyle Batılı marksistler arasındaki ayrım ve iç mücadeleye birilerinin lehine son vermişti. Ancak gerginlik ve “çekememezlik” bitmedi. Uluslararası harekette tarihsel ve öznel nedenleri olan bu gerginlik halinin maliyeti de elbette-çok belirgin bir biçimde ortaya çıktı.
Şimdi şuna dikkat etmek gerekiyor: Uluslararası hareketteki silkinişin eşzamanlı olması mümkün değil. Leninizm yeniden üretilirken mutlaka belli yerellikler üzerinde yükselecek ve o yerellikler yalnızca ideoloji üretimi ve siyaset tarzında değil örgütlenme süreçlerinde ve hatta marksist teorinin içinde kendisini hissettirecektir. Yerelliklerin bu kez belli sınırların ötesinde gerginlik ve sonuçta “kopma” üretmesinin önüne geçebilecek olan, inişe geçişin ve inişe yönelik tepkilerin coğrafik olarak yeryüzüne eskisine göre daha az eşitsiz dağılmasıdır. Siyasal açıdan zayıf halka olmaya aday bölgelerde elbette çok daha kalıcı ve ayakları mücadele toprağına basan bir silkiniş potansiyeli mevcuttur. Ancak, “iktidarın güncelliği”ne uzak olsalar da gelişmiş ülkelere sızmayan herhangi bir radikal kopuşun evrensel sonuçlar doğurması olanaksızdır. Bu nedenle fırsat iyi değerlendirilmeli. Teoride, örgütlenme mantığında ve siyaset tarzında hiç değilse manevi olarak bir ortaklık kurulmalıdır. Aksi halde, marksizme hayat verecek olan orta gelişmişlikteki toplumlardaki siyasal çıkışların çevresinde bir yerellik kuşatması olacak, sığlık ve konjonktürellik nedeniyle evrensele uzanılamayacaktır.
Oysa, ne kadar da büyük bir olanak var uluslararası hareketin önünde. Sosyalizmin prestij kaybının yalnızca belli bir sosyalizm anlayışını değil, genel olarak “sosyalizm” sıfatı ile ilgili herşeyi kapsaması, bundan sonraki siyasal çıkışların marksist teorideki pozitif etkisini artırıcı etkide bulunacaktır.
Türkiye sosyalist hareketinin önünde bu nedenle, leninizmi kendi yerelliğinde yeniden üretmenin yanısıra, belki bunun bir öznel uzantısı olacak bir başka görev daha duruyor. Türkiye sosyalist hareketi, kendi yeniden üretiminde evrensel bir dil yakalamak için gerekli her tür iletişim kanalını daha başından itibaren kullanmak, bu kanallar mevcut değilse, yaratmak durumundadır. Gelişmiş ülkelerin teorik ve belki de siyasal gündemine devrimci mücadele, yalnızca “geri dinamiklerin” ulusal veya popüler kimliğiyle girme durumundan kurtarılmalıdır. Filistinliler için düşünüp, onlar için kaygılanan İngiliz marksistinin, Nikaragua’ya teknik eleman ve doktor yollayan Fransız aydınının veya Türkiye’deki insan hakları ihlallerini “protesto eden” Hollandalı sosyalistin hiç akıllarına getirmedikleri birşeyi, Türkiye’de proleter kimlikli bir mücadeleyi hesaba katmaya zorlayacak olan, bu iletişim kanallarıdır.