Bu yazıda genel olarak, ideoloji ve politika ilişkisi ve özel olarak da sosyalist ideoloji ile sosyalist politikanın “meşruluk durumu” üzerine kavramsal bir çözümleme amaçlanıyor.
Konu oldukça zor bir konu. Zorluk, verili nesnelliğin bu alanda bir açılım yapılabilmesinin önünde en fazla negatif bir etki yaratmasından kaynaklanıyor. Yani bir başka deyişle nesnelliğin kolaylaştırıcı pozitif bir etkisinden bahsetmek mümkün değil. Ama sorunu sorun yapan da zaten bu negatif durum.
Özetle söylemek istediğim, negatif de olsa etkinin söz konusu oluşunun teorik açılımın önemli bir avantajı olabileceği.
Teorinin, verili nesnellik ne olursa olsun söyleyebileceği bir söz elbette var. Sorun, bu sözün devrimci bir pratikle buluşmaması durumunda ortaya çıkıyor. Teorinin yalnızlığıdır bu. Zaman zaman hüzün veren bir yalnızlık…
Yukarıda teorinin devrimci bir pratiğe dönüşmesinden değil de, teori ile devrimci pratiğin buluşmasından söz edildi. Daha açık ifade etmek gerekirse, elimizde verili nesnelliğe uygulandığında devrimci pratik doğuracak bir teori olduğunu düşünmek yanlış olacaktır.
Teorinin en fazla devrimci pratiğin meşruluk zemini hakkında söyleyebileceği sözü olabilir. Yani var olan pratiğin devrimci olup olmadığına açıklık getirir. Pratiğin kendisini meşrulaştırıcı bir referans olarak iş görmez.
Bu söylenenlerden doğal olarak türeyen önemli bir soru, devrimci pratiğin meşruluk kaynağının ne olacağı. Böylesi bir sorunun cevap araması gereken, iki alan söz konusu. Bunlardan birincisi, devrimci pratiğin var olan sosyalist kamuoyu ve hareketler karşısında sahip olduğu / olacağı bir meşruluk, yani deyim yerindeyse bir “iç meşruluk” durumu. Diğeri ise verili nesnellikte, tarihsel anda ifadesini bulan bir meşruluk pozisyonu, yani bir “dış meşruluk.” Burada yapılan ayrıştırmanın son derece kategorik olduğunu ve bizi bu yazı çerçevesinde bunlardan yalnızca ikincisinin ilgilendireceğini hemen belirtelim.
Tartışmayı düşündüğüm asıl konuya şimdi şöyle bir soruyla girilebilir: Herhangi bir konjonktürde sosyalist ideolojinin meşruluğu ile devrimci bir pratiğin (burada kastedilen politik pratiktir) meşruluğu arasında ne tür bir ilişki söz konusu olabilir?
Soru, bugün dünyada ve Türkiye’de olup bitenler göz önüne alındığında can alıcı bir öneme sahip. Sosyalist ideolojinin meşruluğunun önemli bir parametresi bugün artık yok. Reel sosyalizm böylesi meşrulaştırıcı bir pratiğin kendisine gönderme yapabileceği bir dayanak olmaktan büyük ölçüde çıkmıştır. Burjuva ideolojisi bu boşluğu “yeni dünya düzeni”, “globalizm” vb. çığlıklarıyla fazlasıyla dolduruyor. Bana göre fazladan bir artıyla dolduruyor, çünkü ortada “yenilmiş” bir ideoloji var.
Bugün bu ülkeler en çok yeni bir yükselişte ideolojinin meşruluğuna, önemli bir katkı sağlayabilecek potansiyel aday durumundalar. Böylesi bir yükselişte “artı”nın sosyalist ideolojinin hanesine yazılma ihtimali ise çok yüksektir. Çünkü bu kez yenilen görece olarak burjuva ideolojisi olacaktır.
Yaşanan bu durumun bir başka önemli yanı, sosyalizmin kazanımlarının bu ülkelerin vatandaşlarının dışındakiler için ideolojik düzeydeki kalıcı olumlu etkisinin çok sınırlı olmasıdır. Bugün neredeyse yok denilebilecek bir etki söz konusudur. Kapitalist ülkelerdeki kitleler açısından sosyalizmin kazanımlarını güncelleştirecek bir toplumsal bellekten söz etmek çok doğal olarak mümkün değil.
Reel sosyalizmin çözülüş nedenleri üzerine elbette daha çok şey söylenecek ve tartışılacak. Bu noktada çok özet olarak şunların söylenebileceğini düşünüyorum: Sosyalist ideoloji çok profesyonelce yoruldu. Vur kaç taktiği ile… Her zaman bilinçli olarak değil fakat her zaman profesyonelce. Kapitalist dünyanın kendi ileri çıkış ve geri çekilişlerinden ekonomik, politik ve ideolojik olarak bağımsız bir tempoya sahip olamadı sosyalist sistem. Gerçekte aynı neden sosyalizmin bir sistem olamayışının bir göstergesidir.
Sosyalizmin “geriliği” ile kapitalizmin gelişkinliği (ve gelişkenliği) dünya tarihi açısından trajik bir bütünün iki ayrı yüzü olarak düşünülebilir. Trajedi her iki taraf için de yalnızca bir olumsallıktan ibaret iken bugün sosyalizm adına yazılmıştır.
Biri diğerini, diğeri öbürünü çeşitli biçim ve düzeylerde belirlemiştir. Belirleme aslına bakılırsa tek yönlüdür. Öyle ki, kapitalizm kendisine yönelik her etkiyi kazanç hanesine yazma başarısını gösterebildi.
Gelişkinlik ve gerilik ise herhangi bir yüze izafi değildir. Sınırları dünya tarihi tarafından çizilmiş bir durum söz konusudur daha çok. Daha açık bir deyişle gelişkinlik ve geriliği dünya tarihi açısından tanımlamak çok daha anlamlıdır. Ancak şunu ileri sürmek sanırım yanlış olmaz: Kapitalizmin gelişkinliği, sosyalizmin kendisine göre tanımlanabilecek bir ilerilik (kuşkusuz daha çok normatif ve etik olarak) ve gelişkinliğe olanak tanımadı. Kısaca kapitalizmin gelişkinliğine göre tanımlanabilecek bir sosyalist gelişkinlik mümkünken, bu gelişkinliğe göre tanımlanabilecek bir gerilik söz konusu olamaz, olmamalıydı. Fakat tersi gerçekleşti. Sosyalizm kapitalizm ile aynı düzlemde yarışmak zorunda kaldı.
Bu durumun öznel ve nesnel nedenleri ayrıca tartışılabilir. Asıl gelmek istediğim nokta şu: Sınırları her ne kadar dünya tarihi tarafından çizilmiş olursa olsun, eğer sosyalizm kendi pratiğini kendisine özgü bir “doğa, toplum ve insan” programatiği çerçevesine oturtabilseydi ve yine bu pratiğini aynı çerçevede anlamını bulabilecek bir komünizm ideali ile sürekli olarak besleyebilseydi durum çok daha farklı olabilir, sosyalist ideolojinin prestij kaybı bugün yaşanan düzeylere varmayabilirdi.
Fakat şimdi ortada kapitalizm ile aynı düzlemde yarışmış ve yenilmiş bir sosyalizm imajı var. Bu elbette çok ciddi bir olumsuzluk nedeni. Durum bu iken sosyalist ideolojinin meşruluk kaynaklarını kendi toprağında bulacağı söylenebilir. Bu özgül kaynakların neler olabileceğine dair ayrıntılı bir tartışma yazının sınırlarını aşıyor. Ancak hemen eklemeliyim, örneğin emek-sermaye çelişkisinin hangi dolayımlardan geçerek meşrulaştırıcı bir çelişki olarak iş göreceği cevaplanması gereken önemli bir soru olarak duruyor. Bugün emek-sermaye çelişkisinden türeyen ideolojik dolayımlar eskisiyle kıyaslanamayacak kadar çok çeşitli bir görünüm arz ediyor. Daha doğru bir ifadeyle, emek-sermaye çelişkisinin farklı düzeylerde yansıması olarak kabul edilebilecek değişik pratikleri dolayımlayan ideolojiler artık çok çeşitlidir. Bu durum aynı zamanda burjuva ideolojisinin etki alanının genişlemesi anlamına geliyor. Burjuva ideolojisi bütünsel bir manipülasyondan çok, farklı ve küçük ideolojik öğeleri manipüle ederek kendi meşruluk zeminini kurar. Dolayısıyla doğası gereği kurmaca olan bu meşruluk, çeşitlilik sayesinde etkinliğini artırır.
Daha önce yukarıda sorduğum ideolojinin meşruluğuyla pratiğin meşruluğu arasında ne tür bir ilişkinin söz konusu olduğu sorusuna geri dönelim. Normalde her pratik kendi meşruluğunu ideolojinin meşruluk zemininden alır. Yani her pratik kendisini meşrulaştırıcı bir ideolojiye ihtiyaç duyar. Bu işin bir yanı. Daha önemli olan diğer yanı ise ideolojinin pratiğe dönüşümü ile ilgili.
Konu politik pratik olduğunda bu dönüşüm daha da önemli. Çünkü kendisi de bir ideoloji olarak kabul edilebilecek olan politika aynı zamanda bir pratiktir. Politikadan en geniş anlamıyla temsiliyet ve bu temsiliyetin örgütlemesinin anlaşılması gerektiği sanırım kabul edilebilir. Temsiliyet, ideolojiyi gereksinirken; temsiliyetin örgütlenmesi politikanın örgütlenmesini gerektiriyor.
Bugün gelinen noktada en genel anlamda temsiliyet ilişkilerinin bir krizinden bahsetmek mümkün. İdeolojilerin politik pratiğe dönüşebilmelerinin önü büyük ölçüde tıkalı. Sosyalist politika söz konusu olduğunda bu daha çok hissediliyor.
1980’ler sonrası Türkiyesi’ne bu açıdan bakıldığında şu tespitler rahatlıkla yapılabilir:
Birincisi, toplum “ideolojisizleştirilmiş”tir. Bu nedenle, ideolojiler politik ideoloji ve politik pratiğe dönüşemiyor. Sonuç apolitikleşme olarak kendini gösteriyor. İkincisi, politikanın kendisi ideolojisizleştirilmiştir. Bu durumun en açık örneği burjuva politik arenada görülebilir. Artık hiçbir kesim, hiçbir kişi kendisinin şu ya da bu burjuva partisini desteklediği için bir kimlik edindiğini düşünmüyor. Politika eskiden insanlara toplumsal bir kimlik ve rol verirken bugün bundan bahsetmek mümkün değil. Artık insanlar “şu ya da bu partili” olduklarından değil, en fazla “şu ya da bu partiye oy verdiklerinden” söz ediyorlar. Durum apolitizasyonun geldiği noktayı gözler önüne açıkça seriyor. Öyle ki bugün, Türkiye’de apolitizasyondan pay almayan pek bir kesim kalmamıştır. Politika ideolojisizleştirilmeye, ideoloji politikasızlaştırılmaya çalışılıyor. Ortaya oldukça karanlık bir tablo çıkıyor.
Öyleyse ne olacak? Sosyalist hareketin kendi meşruluğunu üzerinde oluşturacağı ideolojik zemin bugün çok az olanak sağlıyor. Bu nedenle sosyalist politik pratiğin meşruluğuyla ideolojinin meşruluğu neredeyse eş zamanlı bir gelişim izleyecek. Durum sanki tersine dönmüş gibi. Sosyalist politika kendi saygınlığını oturtacağı bir zeminde neredeyse kendinde bir meşruluğu temel alarak sosyalist ideolojinin meşruluğunu adım adım örgütleyecek.
“Sosyalizm programı”yla ortaya çıkmak ve bir parti kurma girişimi içinde olmak bu açıdan bakıldığında, belli bir saygınlığı meşrulaştıracak oldukça önemli adımlar olarak görülmelidir.
Bugün sosyalizmin kitleselleşebilmesi ne kadar zor ise sosyalizmde direnmek bir o kadar önemlidir. Unutulmaması gereken burjuvazinin düzen içi alternatiflerini tüketmekte olduğudur. Böylesi olası bir krizin sosyalist ideolojiyi meşrulaştırıcı bir etki yaratması sosyalist hareketin bugünden yarına gösterdiği çabaya ve yarattığı saygınlığa bağlı olacaktır.