12 Eylül 1980 darbesinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin seyrini belirleyecek bir hareketin yokluğu Ve Türkiye sosyalist hareketinin Türkiye siyasal gündemine hâlâ girememiş olduğu bir konjonktür içindeyiz. Bir de buna, 80’lerin sonlarında çözülen sosyalist sistemin ve reel sosyalizmin yıkılışım eklersek, Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlere karşı rahat davranmasının köklerini anlamak mümkün oluyor. Asıl önemlisi, sosyalist hareketin hem dünya hem de Türkiye’de prestijini yitirmiş olmasının da verdiği rahatlıkla Türkiye’de liberal rüzgarlar rahatça esmeye başladı.
1917 ertesinde oluşan atmosfer, özellikle de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ekonomik yaşamı örgütlemede katettiği olumlu mesafe, dünyadaki ekonomik, sosyal, siyasal vb. süreçlerin tamamım belirleyecek sosyalist sistemin varlığı ve sosyalizm düşüncesinin etkileri her alanda gözle görülür bir hal almıştı. Örneğin, kalkınma projeleri, devletin etkinliği bağımsız düşünülemiyordu. Sovyetlerin sosyal alandaki başarısı Avrupa’nın ileri sanayi ülkelerini sosyal devlet anlayışını uygulamak zorunda bırakmıştı.
Bugünse artık liberal rüzgarlar altında her ülkede burjuvaziye yük getiren devletin sosyal yönünden kurtulunmaya çalışıyor. Türkiye burjuvazisi dünya çapında açığa çıkan böylesi bir rahatlama sonucu, ama asıl önemlisi 80 sonrası getirdiği yeni sermaye birikimi modelinin gereksindiği kaynak ihtiyacını karşılamak için devletin küçültülmesi ve sosyal yönünün olabildiğince azaltılmasını istiyor.
Çok iyi bilinir ki, kapitalizmde işsizlik kaçınılmaz bir zorunluluktur. Her zaman için bir yedek işçi ordusunun varlığı -işsizler- kapitalistler için ucuz emekgücü sağlamak için olmazsa olmazdır. Fakat, 1917 Ekimi ile başlayan sürecin ertesinde, reel sosyalizmin kazandığı başarılar sayesinde, işsizliğin yaratması muhtemel toplumsal rahatsızlık hesaba katılmak zorunda kalınıldı. Oysa, bugün, hem dünyada, hem de Türkiye’de bütünüyle tekniknisyence hazırlanmış maliyet hesaplarının ardına gizlenen söylem vasıtasıyla işsizlik gibi oldukça yaşamsal bir sorun gündemden düşürülmeye çalışılıyor. Söz konusu olan kapitalizmin zayıf halkası Türkiye olunca, işsizlik gibi yakıcı bir sorunun gündemden düşmesi mümkün değil. Ayrıca, burjuvazinin siyasal temsilcileri kadar, burjuvazinin kendisi de bunun olmayacağının farkında. Burjuvazinin kaygısı, daha çok ekonomik-sosyal-ideolojik olmak üzere, işsizlik gibi bir konunun maliyetini olabildiğince düşürmek.
Bu durumdan yeni çalışma yasasının bağışık olduğu düşünülemez. Burjuvazinin TÜSİAD, TOBB, TİSK gibi sınıf örgütlenmeleri ile bu yasaya karşı mücadele vermesinin nedeni, ekonomik maliyetinden çok geleceğe dönük kaygılardan besleniyor. Bu yasanın özellikle siyasal-ideolojik planda düşünüldüğünde yaratacağı etkiler burjuvaziyi oldukça kaygılandırıyor. Türkiye burjuvazisinin genel eğilimi işsizlik gibi oldukça önemli bir konuyu yok saymak yönündedir; ancak Türkiye’nin koşulları buna müsait görünmüyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 80’lere kadar KiT’lerin önemi oldukça fazla idi. Her şeyden önce, devlet eli ile ilk sermaye birikimini ve üretici güçlerin gelişmesini sağlamak gibi oldukça önemli işlevleri mevcuttu. Devletçi imajın yaratılması, bu yüzden oldukça kolaylaşmıştı ve gerekliydi. Devletçilik söylemi Türkiye burjuvazisinin gelişimi yönünde işlevlere sahip olduğu oranda siyasal olarak da rahatça kullanıldı. Kısaca, 80’lere gelene kadar, özellikle ekonomik rasyonalitesi olduğu oranda kullanıldı. Ayrıca, Türkiye’nin zayıf halka olmasından kaynaklanan, siyasal rasyonalitesinin varlığını da unutmamak gerekli. Bugün dahi, hükümet KiT’leri “arpalık” olarak kullanmak zorunda.
Hele, 60-80 arası ithal ikameci model çerçevesinde, KiT’lerde istihdam edilen işçi sayısını şişkin tutmak, yine hem ekonomik hem de siyasal olarak işlevliydi.
Ancak, 24 Ocak kararlan ve bunun hukuksal çerçevesini oturtan 12 Eylül darbesi ile birlikte girilen yeni sermaye birikimi ile birlikte artık KiT’lerin ekonomik rasyonalitesi kalmamıştı. Uluslararası pazarlarda rekabet edebilmek için, kârlılık oranı yüksek işletmelere ihtiyaç duyuyordu. Bu, özelleştirmenin ilk nedeni. Aynı zamanda, KiT’lerin özelleştirilmesi ile, bunlara sahip sermaye gruplarının piyasayı dolaysız biçimde kontrol edebilme olanakları olacak. Devlet ve bürokrasisi dolayımı hafifleyecek. Gelinen nokta itibariyle, KiT’lerin ekonomik rasyonalite anlamında Türkiye burjuvazisine verebileceği pek bir şey kalmamıştır. Ancak, siyasal rasyonellerden olaya bakınca burjuvazinin pek de KİT’leri özelleştirebilecek durumda olmadığı söylenebilir. KİT’leri özelleştirmek demek, direkt olarak bir karışıklık ve hareketliliğin çıkmasına neden olmaktan başka bir anlam taşımayacak.
80’le gelen yeni sermaye birikim modeli ile, dünya kapitalist sistemi ile tam boy bir entegrasyon gündeme geldi. Böyle bir projenin zorunlu sonucu olarak 24 Ocak’la ekonomik, 12 Eylül darbesi ile de üstyapısal düzenlemelere girişildi. Yeni model açısından öncelikle işçi sınıfının siyasal-ekonomik örgütlenmelerinin bastırılması gerekiyordu. Bunun ana nedeni, üretim maliyetlerinin dış pazarlarda rekabet etmek için düşürülmesi gereksinmesiydi. Bu konuda gereken her şey gerek depolitizasyon, gerekse sendikaların çalışma alanı daraltılarak yapıldı.
Ayrıca gerekli olan bir atılım ise, teknoloji yoğun sermaye yatırımları idi. Bu yönde 80 sonrasında 410 milyon dolar kredi bile sağlandı. Ancak, bu kaynak sanayi yatırımlarına aktarılamadı.
80 sonrasında girişilen atılım, Türkiye burjuvazisinin kaynak problemini çözmek için yapılmıştı. Ancak, Türkiye işçi sınıfı ve diğer emekçilerin cendere altına alınması, gelir dengesinin faiz-rant-sermaye lehine oldukça büyük oranlarda bozulmasına, dış yardımlara karşılık, Türkiye burjuvazisi problemini çözebilmiş değil. Kaynak problemi hâlâ baki. Görülebilir vadede çözülme şansı bulunmuyor, çünkü burjuvazinin kaynak problemini çözmek için dış pazara, dış pazarlarda rekabet edebilmesi için de yüksek teknoloji yatırımlarına, yüksek teknoloji yatırımları için de kaynağa ihtiyacı var. Böylesi bir sıkıntı içinde. Ayrıca, ekonomide genel olarak sıçrama yaptıracak, otomasyona dönük sektörlerde de dünyadaki gelişmeleri geriden takip ediyor.
Türkiye’de sendikacılığın etkinliğinin artması 60’lardan sonra olmuştur. Bunda işçi sınıfının gelişimi kadar, 60-80 arası uygulanan ithal ikameci modelin etkileri olduğunu söylemek mümkün. Özellikle DİSK, yüksek ücret artışları ile oldukça önemli etkinlik kazanmıştı. DİSK’in bu performansı 60-80 döneminin yüksek ücrete dayalı tüketim modeliyle -en azından ekonomik rasyonalite itibariyle- de çatışmıyordu. Genel olarak sendikaları düşündüğümüzde, yüksek ücret sendikacılığı yapabiliyorlardı. Ancak, belli bir döneme kadar devrimci ve sosyalist olmak özellikleri olan DİSK’in bunun ötesine geçmesi gerekiyordu.
80 sonrası ise her şeyden önce yüksek ücret sendikacılığının zemininin kalmaması bir yana, esas olarak sendikacılığın zemini oldukça daraltıldı. Neredeyse, sendikalar yok edilmeye çalışıldı. DİSK kapatıldı. Bir de bunların tümü baskı ve zor aracılığıyla korku salınarak kotarıldı. 80 sonrasında ortada kala kala sarı mı sarı bir tek devletin dümen suyunda Türk-İş kaldı. Her durum ve koşulda işçi sınıfının herhangi bir hareketliliğini pasifize etmek için her şey yapıldı. İşçi sınıfı, örneğin 89 Bahar eylemlerinde sendikaları adeta akan bir nehir gibi önlerine katıp sürükledi. Sendikacılar son yıllarını politize olmamış, tam tersine şiddetle apolitik bir işçi kitlesinin bile mücadeleciliği karşısında, basınç altında geçirdiler. 1 Mayıs’larda, bir dizi grevde sergilenen kaypaklıklar hatırlarda. 3 Ocak eylemi bile, bir genel grev niteliği taşımasına rağmen, sokaklara çıkmadan yapıldı. Burjuvazi her durum ve koşulda, sendika bürokratları ile beceremiyorsa, baskı ve zor ile işçi sınıfının eylemliliklerini etkisizleştirmeyi becerdi.
Türkiye burjuvazisinin en kaypak olduğu alanlardan bir de işsizlik istatistikleri. Ne Devlet İstatistik Enstitüsü’nün, ne Devlet Planlama Teşkilatı’nın, ne de diğer kamu ve özel kuruluşların sonuçlarında bir uyuşma var. Hatta, üstüne üstelik, bir de hesaplamalarda farklı seriler kullanılarak açık çarpıtmalar yapılıyor. Bu yüzden sağlam veriler kullanmaktan çok, işsizlik üzerinde genel olarak durmak gerekiyor.
Türkiye’de işsizler ordusunu ele alırken, her şeyden önce ana iki kategoriye ayırmak mümkün. İlki, önceden işçi olup da sonradan işsiz kalmış olanlar – ki bunlar, sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesi için özellikle üstünde durulması gereken kesim. Diğeri de, esas toplumsal kaynağını “eski işçiler”in dışında bulan marjinal sektör. Bu kesim bağımsız bir parametre olarak toplumsal etkinlik ve mücadele seyrine sahip bulunmuyor. Ayrıca marjinal sektörün belirleyicisi işçi sınıfı olacağı için daha çok birinci kesim işsizler üzerinde durmak gerekiyor.
80 sonrasında işçi sınıfının üretimdeki maliyetini düşürmek için reel ücretlerde azaltmaya gidilmesinin yanında, işten çıkarmalar da olmuştur. Burada tabi ki öncelik, ileri işçiler ile siyasal duyarlılığı olan işçiler oldu. Bu arada işçi sınıfının gücünü kırmak, onu sendikasızlaştırmak için çeşitli yollar kullanıldı. İlk olarak kapsam dışı personel gibi bir tanımlama ile sendikalaşma ve grev gibi en temel haklar silindi. Sözleşmeli personel statüsü getirilerek, uzun bir süre bu yolla memurlara, yapay ayrımlar ile sendika yasağı getirildi. Taşeron kullanmak bir gelenek haline geldi. TiSK’in açıklamalarına göre, yıllardır taşeron işçi çalıştırmayan işletmeler bile, taşeronla çalışmaya başlamışlar. Bilindiği gibi, taşeron işçi kullanmanın yarattığı bir sorun, çoğu zaman verimde düşme, işte düzensizliktir; buna rağmen burjuvazi açısından bu uygulama anti-sendikal mücadele açısından bakılarak tercih görüyor.
80’li yılların sonlarında özellikle Körfez krizi ile artan işten çıkarmaların ortalaması yılda 100.000 işçiyi buluyor. Bunda, özellikle Körfez krizi ile ihracatın düşmesi, ekonominin durgunluğa girmesi etkili oldu. Ancak, genel olarak ücretlerin yüksekliği ve teknoloji yenilenmesi söylemi ile işçi çıkarmaların üzerinde özel olarak durmak gerekiyor. Bu argüman maliyet artışlarının sorumluluğunu işçilerin ücret payının üzerine atmaya dayanıyor.
Türkiye sosyalist hareketinde işsizlik sorunu çoğunlukla kitabi bir mesele olarak geçilmekte. Yeri geldiğinde ve üzerine birşeyler söyleneceği zaman kullanılan bir başlık. Sendikalar için de durumun farklı olduğu söylenemez. Hele Türkiye’deki sendikaların durumu düşünüldüğünde de sosyalistlere işçi sınıfının siyasal olarak bütünlüğünü sağlamak noktasında ek imkanlar açığa çıkıyor. Bugün işçi sınıfının birincil konu olarak ilgilendiren/ilgilendirmesi gereken, -hatta geçim sıkıntısından önünde- konu işsizliktir.
Öncelikle işsiz kalanlarla sendikaların ilişkisine dair kimi öneriler geliştirilmelidir. İşten atılmaya rağmen, işçilerin sendikalı kalması, örgütlülüklerinin sürdürülebilmesinin sağlanması gerekiyor. Sendikanın tüm eğitim faaliyetlerinden eylemlerine katılmaları da sağlanmalı. Bir işçi işten çıkarıldıktan sonra sendikanın ona iş bulması için yeni nitelikleri kazandırabilmesi diğer önemli bir nokta. Sendikalarda iş arama birimlerinin de kurulması gerekiyor. Ayrıca, toplu sözleşmelere işten atılma durumunda, işsiz kalan işçilere, işe almada öncelik tanınması gibi bir madde konulmalı. Hatta, bunu konfederasyonlar çapında örgütleyerek aynı işkolunda başka iş imkanlarına göre işe yerleştirme de gündeme alınmalı. İşsiz kalan işçilere belli süre için ekonomik yardım yapmanın da önemi büyük. Onları sosyal faaliyetlerin içinde de tutmak gerekiyor.
Bir diğer mücadele hedefi, iş saatlerinin azaltılması, işsizlikle bağı kurularak yürütülmelidir.
Taşeron işçi çalıştırmanın önüne geçmede, asgari ücreti ortalama ücretlere yaklaştırmayı ve kıdem tazminatlarının yükselmesini sağlamak yine’ önemli bir mesafe olabilir.
Teknolojik yenilenme sonucu işten çıkarmalara da işten çıkarılacak işçilerin eğitilerek yeniden işe katılması bir hedef olmalıdır. Teknoloji yenilenmesinde sendikanın ve işçilerin, değişim direkt olarak çalışanları etkileyeceğine göre söz ve karar hakkı olmalı, bu toplu sözleşmeye yansıtılmalıdır.
Hepsinden önemlisi işçi sınıfını, memur, işçi, sözleşmeli personel vs. olmak üzere, yapay bölümlemelere karşı işçi sınıfının bütünlüğü üçün mücadele etmek gerekiyor. Böyle olunca aynı işkolunda yaşanabilecek işsizleştirmelere karşı mücadele hızlandırılabilecektir.
İşsizliğe karşı yürütülecek mücadele, soruna mutlak bir çözüm yolunun ancak sosyalizmde bulunacağı nedeniyle ekonomik / sendikal alana sığmayacaktır. Sendikaların yetmediği yerde siyasal mücadele ve işçi sınıfının öncü parti örgütlenmesi devrede olmalıdır. Böyle bir “yetersizlik” anından söz etmek aslında çok da doğru değil; sendikaların yukarıda değinilen önerileri gündemlerine alabilecek bir sınıf sendikacılığı anlayışını benimsemeleri, kendi gelişmeleri yoluyla değil, siyasal bir etki aracılığıyla gerçekleşebilir. Sınıfın iç bölünmüşlüğü, işçi sınıfını bütünsel tavır sergilemekten ve tarihsel misyonundan uzak tutan, bu uzaklığın pekiştiricisi bir dizi ideolojik etkilenime de kapıları açan bir olgudur. Sosyalizm mücadelesi bu anlamda, iç bölünmenin en önemli öğesi istihdam sorununa ilişkin bugüne dek geliştirdiği mücadele araç ve söylemini mükemmelleştirmek göreviyle karşı karşıya.